Kitabı oku: «Şafak Sancısı»
Muhabbetten hasıl olan sevinç
Kelimeler de hisler gibi tasarruf etmeyi gerektirir. Yani onları da gece gündüz durmaksızın şarıl şarıl akmakta olan su gibi görüp derleyip toplamadan, zihin süzgecinden geçirmeden, düşüncesizce sağda solda sarf edersen söylediklerinin hiç kıymeti kalmaz. Sözü değersiz olanın özü de değersizdir. Bu, insanlık tarihinin ilk dönemlerinde ispatlanmış bir gerçektir.
Çocukluk yıllarımda köyümüzün itibarlı bir ihtiyarının kendi kendine hüzünlenerek, “Artık konuşacak kimse de kalmadı!” dediğini sık sık duyardım. Bu aksakalın bunca insanın içinde yalnızlık çekmesinin sebebi nedir diye hayret eder, buna hiç anlam veremezdim. Meğer ihtiyar, oturup dertlerini paylaşacak, sözün kıymetini kendi haysiyetiyle eşit sayan, konuşurken güvenilir kaynaklardan yararlanarak konuşan kafa dengi insanlara ihtiyaç duyarmış.
O köylü dedeye hayal olan böyle bir samimi dertleşme bize, Muhtar ikimize nasip oldu. İkili muhabbetin sonucunda elinizde bulunan kitap meydana çıktı. Birimizin Kazakça, diğerimizin Kırgızca (yani iki kardeş dilde) konuşarak birbirimize içimizi dökmemizle ortaya çıkan bu diyalogu, kayda alınmış bir sohbet veya teyp kasetinden yazıya geçirilmiş bir ‘dertleşme kitabı’ diye adlandırabilirsiniz.
Konuşma esnasında keyfî olarak meydana gelen heyecan ve sevinçlerimizi mümkün olduğu kadar üzerinde düzeltme yapmadan olduğu gibi vermeyi tercih ettik. En yakınlarımız hariç çok kimsenin bilmediği, kader tarafından bize sunulan sevinçlerimizi ve kederli anlarımızı da saklamaya gerek duymadık. Birebir oturup dertleşmeyi yazıdan ayıran en önemli esas da bu değil mi?
Yabancı olan okuyucularımız için dert ortağımı tanıtayım:
Ben iki tane Muhtar tanıyorum. Birisi, babam gibi beni himaye eden, üstadım, hocam, meşhur yazar Muhtar Awezov. İkincisi ise, kelimenin tam manasıyla şair, uzun yıllardan beri dert ortağım, kardeşim ve dostum Muhtar Şahanov. Benim kanaatimce o geniş çaplı bir araştırmacı ve düşünür; doğunun engin irfanıyla batının keskin görüşlerini çok güzel bir şekilde harmanlayarak sunabilen, Asya kıtasının en büyük şairlerinden biri. Kendi ülkesi dışında pek tanınmıyorsa, bu şairin suçu değil. Okurlarımız bu kitapta Muhtar Şahanov’un birkaç özlü şiiriyle tanışma fırsatı elde edecektir. Şunu da belirtmeliyim ki, Muhtar, Kazak milletinin çok zor dönemlerde sırtını dayadığı, halkın millî kahraman olarak gördüğü kıymetli şahsiyetlerden birisidir. 1986 yılında Sovyetler Birliği’nin uyguladığı totaliter sisteme karşı cesurca baş kaldıran gençlerin suçsuz olduğunu ispatlamak için – hayatını tehlikeye atarak – ciddi çalışmalar gerçekleştirdi, mertliğini gösterdi.
Şahanov, birkaç yıldır Kazakistan Cumhuriyetinin Kırgızistan Büyükelçisi görevini yürütüyor. Eşine ender rastlanan bir şahsiyet olduğunu, burada gerçekleştirdiği çalışmalarıyla bir kez daha ispatlamıştır. Onunla sık sık yaptığımız görüşmelerimiz, zamana ve kendimize dair yaptığımız sohbetlerimiz böyle bir kitabın oluşmasına vesile oldu. Bu eserin okurun da ilgisini çekeceği umuduyla…
Cengiz AYTMATOV
I. Bölüm
Dört ana veya anayurtla kavuşma
“Benim yurdum, Şeker Köyü… Manas Dağının zirvelerinden damlaya damlaya çoğalan beyaz köpüklü, masmavi kaynak suyu Şeker’e kadar akıp geliyor. Bu kaynağın adı Kürkirew 1 . Kürkirew, ismiyle müsemma olan ve etrafındaki tüm mahlukata hayat bahşeden bir su… Şeker’e yaklaşırken kalbim küt küt atıyor. Tam karşıdan, güneş ışınlarıyla göz kamaştıran Manas Ata zirvesi göründüğü andaki heyecanımı kelimelerle ifade etmem mümkün değil!”
Cengiz AYTMATOV
“Kaderini soysuzluk derdinden koru!
Her insanın kendi annesinden başka,
Gıyabında her an onu koruyan ve kollayan
Olmalıdır dört anası, asıl takdire şâyân:
Anayurdu: asıl dayanağı, heybeti.
Ana dili: satılmayan serveti.
Esas direk: örf, destur, geleneği, âdeti
Adımına ışık saçan an be an.
Olsa dahi hatırası çok hüzünlü ve ağır
Dördüncüsü: millî tarih, bunu bilmeyen mağdur.
Bu manevi dört anayı korumayan milletin,
Derdi eksik olmamıştır, bulunamamış derman.
Kutsal olan bu dört ana hayatın öz manası
Bu uğurda mücadele, çabaların âlâsı!”
Muhtar ŞAHANOV
Şahanov: Hayatın inişli çıkışlı merhalelerinden geçerek kâh dolan kâh solan beşer tabiatı, vatan denilen kutsal mekânı duygularıyla dahi olsa sık sık ziyaret ediyor. Çok tanınmış biri de olsan, göbek kanının damladığı toprak özeldir. İşte bu özeli can-ı gönülden sevmelisin ki çoğunluğa kucağını açabilesin. Fakat Sovyetler, bizim kuşağı tam tersine;
Benim adresim ne evdir, ne de sokak.
Benim adresim Sovyetler Birliği’dir
marşının temposuyla eğitti.
Herkes vatanına olan bağlılığını ilk önce kendi ailesine ve hemşerilerine beslediği sevgiyle ifade etmeli. Bunu yapmadan “Herkesi eşit seviyorum” demek, yapmacıklıktan başka bir şey değildir.
Doğup büyüdüğü memleketin, insana cesaret veren gür nehirlerini, merhametle gönül okşayan yemyeşil çayırını ve bayırını, kulak ve yanaklarını çimdikleyen sert soğuğunu zaman zaman zihninde canlandırmayan kimse yoktur sanırım. Hatta uzaklara gittiğinde, kurbağaların durmadan vıraklamaları ve köpek havlamaları bile hasret esintisi uyandırır insanın gönlünde.
Şike2, siz beni bir keresinde doğup büyüdüğünüz köye, Şeker’e davet etmiştiniz. Manas’ın ata yurdu olan Talas bozkırının bir köşesinde yer alan Şeker Köyü doğal güzellikleriyle Kırgızların dikkate değer mekânıymış.
Şeker köyüne yaklaştıkça, yüzünüzde beliren bin bir türlü heyecan izini görmezlikten gelmek imkansızdı. Arabanın arka koltuğunda ikimiz yan yanaydık. Çocukluğun saf, masum günlerinin, delikanlı çağınızda hayal peşinde koştuğunuz yılların, iyilik kervanına katıldığınız değerli devrelerin hafızanızda canlanmasıyla, hem sevinip hem de üzülerek heyecanlanmakta olduğunuzu fark etmiştim. Yol uzadıkça geçtiğimiz her tepe ve vadi, “Beni unuttun mu yoksa?” dercesine önünüze çıkıp el sallar gibi oluyordu....
Doğduğunuz yerin eşsiz tabiat güzelliklerinin yanı sıra misafirperver ve cömert olan hemşehrilerinizin çeşitli kaderleri sizin yazar olmanızı büyük ölçüde etkilemiştir diye düşünüyorum. Onları iyice tanımak, araştırmak, sevmek, hatta bazılarından nefret etmek suretiyle sanatkârlığın zirvesine ulaştınız. Şayet olağandışı bir güç, zihninizden Şeker köyünü silmiş olsaydı, mazmunu dar, ruhu alçak, sıradan yazarların sayısını artırmış olurdunuz.
Şekerliler, o gün yediden yetmişe sizi karşılamaya gelmiş; kimisi tokalaşmak, kimisi dua ve dilekte bulunmak için adeta yarış ediyorlardı.
Burada aklıma bir şey geldi: tanınmış büyüklerimizden biri, kendi memleketinden milletvekili adayı olduğunda, “ne olursunuz beni seçin” diye hemşehrilerine çok şeyler vaad etmişti. Fakat neticede yeterli oyu alamamış, hemşehrilerine küskünlüğünü anlatırken; “Kimsenin yüzüne bakamaz oldum” demişti.
Şeker’e girdiğin anda, diğer köylere kıyasla şehre benzeyen yapısı göze çarpıyor. Bembeyaz evler, yüksek binalar ve kültür merkezleri uzaktan dikkat çekiyor. Şeker’in etraftaki köylere kıyasla gelişmiş olmasını, hemşehrileriniz sizin isminize bağlıyor.
Geniş sofra etrafındaki sohbet esnasında hemşehrilerinizden biri, Cumhuriyet Yüksek Kuruluna milletvekili seçildiğiniz zaman, ilçeden iki kişi size oy vermediğini ağzından kaçırdı. Bunu duyan diğer hemşehrileriniz, suçluluk hissine kapılarak:
– Ne kadar demokrasi desek de, bizim buralardan Aytmatov’a karşı oy kullanacak mankurt insanın çıkması mümkün değil… Belki sarhoş birileri, farkında olmadan yanlış yapmıştır dediler.
Ektiğini biçmenin net bir örneği değil mi bu? Evet, doğduğu yerde, kendi vatanında belli bir ağırlığı olmayanlar rüzgârla savrulup giden boş buğday kabuğu gibiler. Mutsuz da bunlara denir.
Aytmatov: Evet, doğduğu yer, vatan her kişinin kaderini belirler. Ancak ondan aldığını gönül süzgecinden geçirerek bal yapan arı misali kalbinde toplayabilmen şart.
Eskiden yaşlılar bir araya geldikleri zaman, çocukları konuşturmak için; “yedi atasını3 yanılmadan kim sayabilir?” derlerdi.
Çocuklar oyunu bırakıp hemen ciddileşir ve sırayla dedelerinin isimlerini saymaya başlardı. Dilin sürçer de (dedelerinden) birini unutursan, Allah korusun… Büyüklerin böyle soru sormalarının ehemmiyetini sonradan anladım. Kimin neslinden olduğunun unutulmamasının, kuşaklar arası ilişkilerin kesilmemesinin ve yakınınla yabancıyı ayırabilmeyi küçük yaştan hafızaya işlemenin çok önemli olduğunu çok sonradan farkettim.
Yedi göbeğe kadar inemeyen özürlüdür. Çünkü bunun bilmediği yerde ahlaksızlık kol gezer, haramdan sakınmak söz konusu olmaz.
İşte bunun gibi basit, aynı zamanda sert halk felsefesini büyüklerin ağzından çokça duyarak büyüdüm.
Mesela, ben Şekerliyim. Babam Törekul, Törekul’un babası Aytmat, Aytmat’ın babası Kimbildi, Kimbildi’nin babası ise Konışıjok vd. Dedem Aytmat on parmağında on marifet olan, kopuz çalmada, ozanlıkta Talas kırlarında eşine ender rastlanan, ferasetiyle, irfanıyla tanınan birisiymiş. Ayımgül, Törekul, Karakız, Gülayım, Rıskulbek adında üç kızı, iki oğlu varmış.
Köy, azaları bir bütün teşkil eden vücuda benzer. Bizim köylerin herkesçe bilinen, fakat yazıya geçirilmeyen kendine özgü bir yasası var. Büyüklere saygı göstermekle başlayan bu yasanın bir bölümü -aynı zamanda en mühimi- yedi kuşağa kadar dedelerini ezberebilmek. Yedi göbeğe varmadan yani tuajat4, jurejatı5 aşmadan, akrabaların kan içeriğinin benzer olduğu tıpta da ispatlanmıştır. Önceki kuşaklara dair bilgi edinmeden akrabanla evlenecek olursan, bundan, gelecek nesil zarar görür. Kırlarda hayvan otlatırken, atasözü dediğimiz özlü ifadeleri meydana çıkaran büyüklerimiz hayat tılsımını nasıl ustaca çözebilmişler…
İnsanlar arası ilişkiler şöyle dursun, kaliteli nesil üretmek amacıyla koyun sürüsüne damızlık koçu, at sürüsüne aygırı6 komşu köylerden getirirlerdi. Mesela, Amerika’da son devirde iradesi güçlü, kuvvetli insanların çoğalmasının sebebi nedir? Kıta dünyaya açılınca, dünyanın dört bir ucundan yüzlerce millet buraya göç etti. Ve yerli halkla içli dışlı oldu; haliyle evlilikler gerçekleşti, kan yenilendi, genetik kuvvetlendi. Hatta onlar eski atayurtlarını Eski Mekan olarak adlandırdılar.
Şahanov: Sekiz-on sene evvel, Jambıl vilayetinden bir adam bana özellikle gelerek birisi hakkında fikrimi sormuştu. Yeğeni Almatıdaki üniversitelerden birinde birinci sınıf öğrencisiymiş. Misafirim; “Yakın akrabamızın bir kızı vardı, yeğenimle birbirine aşık olmuşlar. Yeğenim “İllaki o kızla evleneceğim, izin vermezseniz intihar edeceğim” diye inat ediyor. Akrabalar toplanıp yaptığının doğru olmadığını söyledik, ne yazık ki dinletemedik. Kızdık. Akıl vermeye, samimi bir üslupla yatıştırmaya çalıştık. Hiç dinlediği yok. Kendi aramızda meşveret ettik, eninde sonunda size danışmayı uygun bulduk. Dinlerse, ancak sizi dinler. Çünkü sizin şiirlerinizi çok seviyor, çoğunu ezberebiliyor, anlattıklarınızdan örnek alıyor. Yanınıza çağırıp akıl verseniz veya birkaç cümlelik mektup gönderseniz. Çaresiz kaldık!” diye mahzun mahzun bakmıştı.
Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal misali, iki arada bir derede kaldım. Gençlerin birbirini sevdikleri bir gerçekti. Onlardan taraf olmaya, yedi göbek geçmeden evlenmeyi yasaklayan atalar geleneği elvermiyordu. Ayrılsınlar diyecek olsam, herkese nasip olmayan sevgi denilen o engin duygudan kopunca bütün hayatları boyunca göz yaşlarını dökmeyeceklerinden emin değildim. Çünkü sevmek, gerçek manada sevmek, insan hayatında bir defaya mahsus olabilir. Kafamı allak bullak eden sualleri cevaplamak o anda bana çok ağır geldi. En sonunda; “Şimdilik nasıl olsa 1. sınıftaymışlar. Evlenmeyi mezun olacakları tarihe ertelesinler. Bu arada belki birbirlerinden soğurlar. Zira insanoğlu gerçek sevgi ile geçici arzuyu bazen ayırt edemiyor ve yanlışa düşebiliyor. Eğer üniversiteyi bitirdiklerinde hâlâ birbirine can atıyorlarsa, gerçekten seviyorlar demektir. Alın yazısına boyun eğer, dünya evine girerler” dedim. Bu da benim çaresizliğimin ifadesiydi.
Şike, hatırlarsanız 1969’da, Moskova’da, genç şair ve yazarların Sovyetler Birliği genelinde üçüncü kurulu toplanmıştı. Sizi o zaman tüm dünya tanıyordu. Sizinle bir iki kelime konuşmak, konuşmalarınızı dinlemek bizim gibi gençlere büyük bir sevinç kaynağı idi. O zaman beni tanımıyordunuz. Buna rağmen ben yanınıza yaklaşmış, bir yandan Kırgız olduğunuz için sizi yakın bir ağabey bilerek az çok konuşmuştum. Yukagir halkının genç yazarı Semyon Kurilov’la sizi tanıştırmıştım. Onun Hanido ve Halerha adlı romanı SSCB Yazarlar Kurulu Başkanı Konstantin Fedin’in tebliğ konusu olmuştu. Kurul toplantısına iştirak edenler de eseri ve sanatının altını çizmişler, ona iltifatta bulunmuşlardı. Sonradan, adı geçen romanı Almatı’ya getirip meşhur Kazak gazeteci Mınbay İlesov’a çevirisini yaptırmış, Kazakça yayınlatmıştım. Semyon çok masum ve kabiliyetli bir insandı. Maalesef genç yaşta vefat etti.
S. Kurilov’un bu romanı, yanılmıyorsam o zamanlar topu topu 608 kişiden ibaret olan Yukagir milletinin şeceresi mahiyetinde bir sanat eseriydi. Demek istediğim şu: Yukagir milletinin, Sibirya’nın diğer düşük nüfuslu milletlerinde olduğu gibi, çok tuhaf bir geleneği varmış. Misafire saygısını ifade etmek için ev sahibi kendi hanımını gelen kişiyle aynı yatakta bırakırmış.
Aytmatov: Evet bu davranışın altında da düşünmeye değer bir yaklaşım var. Bir elin parmakları kadar az olan bir milletin hepten yok olmamak, silinmemek yolundaki mücadelesidir bu aslında. Kan yakınlığı olanların bir biriyle evlenmesi genetiği zarara uğratırmış. Yani, kan yenilenmeyince, yeni doğan bebeğin özürlü olma ihtimali yüksekmiş. Yedi göbeğe kadar evlenmeme adetini, nesilden nesile aktararak zihinlere işleyen atalarımızın basiretine hayret etmemek elimde değil. Halkımızın güzel gelenek-göreneklerini, cömert yapısıyla iyilikseverliğini hep muhafaza eden büyüklerimize köy akademisyenleri denilebilir.
Şahanov: Evet, köylerimizin yazıya geçirilmemiş kendi kanunu var, dedik. Köy insanı, içgüdüsel olarak bu kanunun gereğini yerine getiriyor. Örneğin, gelinler asla büyüklerin önünden geçmezler. Onları görünce hafif eğilerek selam verir, seslenmezler. Aynı zamanda eltilerine, kayınlarına ve görümcelerine karşı saygısını, onların kendi isimlerini söylemeyip başka güzel isimlerle hitap etmekle belli eder. Muhteşem bir kültür değil mi?
Aytmatov: Bizim köyün gelinleri de kayınlarına isim takmakta ustaydılar. Bazen, kaynının mesleğiyle ilgili olurdu bu isimler. Mesela, Jılkışı Kaynağa7 gibi veya uzun boylu birisiyse tam tersine Kiçkine Ata (Küçük Ata) derlerdi. Şeker’de çok zayıf birisi vardı. Gelinleri ondan bahsederken “Tirşeken”8 geliyor, Tirşeken şöyle demiş, böyle demiş” diyorlardı. Demek köyde her insanın kıymet ve haysiyetine göre belli bir yeri oluyor.
Şahanov: Bu konuyla ilgili halk arasında şöyle bir hikâye anlatılır:
Bir nehrin öbür kıyısında kalın kamışın beri tarafında, bir kurdun saldırısı sonucunda bir koyun ölmek üzereymiş. Su almaya çaya giden bir genç gelin, koyunu o vaziyette görür görmez murdar olmasın diye bıçağını bileği taşında bileyip koyunu kesmiş. Köye döndüğünde olayı nasıl anlatacağını şaşırmış; çünkü Özenbay,9 Kamışbay, Koyuncubay, Kaskırbay,10 Kezdikbay,11 Kayrakbay12 adında kayınağaları varmış. Tabii isimlerini söylerse büyüklerine karşı saygısızlık yapmış olacak. Az düşündükten sonra şöyle demiş gelin: Sarkıramanın13 karşı yakasında, kışırdamanın14 beri tarafında, melemeye15 uluma 16 saldırmış. Kesmeyi17 bilemeye biledim de melemeyi boğazından kesiverdim.”
Köy akademisini, eski göçebe kültürünün özü olarak vasıflandırabiliriz. Mesela, birisi ev mi inşa edecek, asar18 yapılır, köy halkı hep beraber yardıma gelirmiş. Düğün veya ölüme, kimin olduğuna bakılmaksızın tüm köylülerin ortak meselesi olarak bakılır ve böyle mühim işlerden geri kalmak büyük bir ayıp sayılırmış.
İshak isminde bir dayım vardı -Allah rahmet eylesin-. İyilikte onun eline su döken yoktu. At sırtında dahi olsa yerde taş gördüğünde iner, alır taşı kenara, kimsenin takılmayacağı bir yere atardı. Bunun sebebini soranlara da “Bizden sonra geçenler takılıp düşmesinler” diye cevap verirdi.
Her yıl bahar aylarında Badam Nehri dolup taşardı. Sel, köyün tam ortasındaki köprüyü alır götürür, köy halkı birbirine ulaşmakta zorluk çekerdi. İshak Dayım atıyla çok rahat bir şekilde nehirden geçebilmesine rağmen, sadece kendini düşünmez, kimseden yardım da beklemezdi. Avlusundaki kavak ağaçlarını keser, köprüyü bir an önce tekrar kurmanın telaşına düşerdi. Tabii köylüler onu görünce utanır, toplanır ve hep beraber köprüyü inşa ederlerdi.
Ahlakta ve millî değerlerimize sahip çıkmakta onun gibisi yoktu bizim köyde. Ne yazık ki kansere yakalanmış, yatağa mahkum olmuştu. Vefatından birkaç gün önce beni çağırarak; “Yavrum, atalarımızın yolundan gitmek üzere hazırlık yapmaktayım. Yakında öleceğim” dedi ve sesi kısıldı. Biraz sonra tekrar kendine gelerek; “Sana danışacak çok önemli bir mesele var. Canım yavrum, şair olacağım diye hayli zamandır çabalıyorsun. Çok az kimseye nasip olan bu soylu sanatın kıymetini anlarsan, bahtın açılır. Çünkü söz kudretli bir tılsımdır, temizlik ister. İçin dışın tertemiz olmalı. Dünyanın cazibesine takılıp yanlış adım atarsan, ağzından çıkanın hiç bir kıymeti kalmaz. Başın belaya girer” dedi ve devam etti. “Senden en son isteğim şu: İçkiden uzak dur. Zaten içmediğini biliyorum. Bundan sonra da içmezsen çok memnun olurum. Tercih senin. İlla ki benim dediğimi yap demiyorum; iyice düşün, taşın. Kesin kararını kendi ağzından duymak istiyorum. Zamane adeti dersen, kendine güvenin yoksa söz verme. Ben rencide olmam…” dedi.
– “Ata düşünmeye bile gerek yok, dileğiniz buysa tamam. Benden söz!” dedim. Dayım çok sevindi. “Allah ne muradın varsa versin! Bahtın açılsın!” diye bir deri bir kemik kalmış elini elimin üstüne koyarak memnuniyetini belirtti:
– Artık gözüm arkada kalmayacak. Allah’ın emanetini iade etmeye hazırım.
Aramızda geçen bu konuşmadan iki gün sonra vefat etti.
Annem, Umsın Aytbaykızı ise 1994’te 85 yaşında Allah’ın rahmetine kavuştu. O sıralar ben Kırgızistan’a Kazakistan Büyükelçisi olarak yeni gelmiştim. Annemi siz de çok iyi tanıyorsunuz. Bir çok kere misafiri de olmuştunuz. Anam 13 çocuk doğurmuş. Ne yazık ki kardeşlerimin hepsi daha küçükken, olur olmaz rahatsızlıklar sebebiyle ölmüşler. Merhum anacığım, ben bir yere sefere çıkarken üç çeşit erzakı mutlaka çantama koyardı: Yağda kızartılmış katlama ekmek, kazı19 ve kurt.20
O zamanlar Moskova’ya, çeşitli toplantılara çok giderdik. Anam, arkadaşlarıma götürmem için bu üç yiyeceği özenle hazırlardı. Rus şairi Yevgeniy Yevtuşenko’ya karşı ayrıca saygı beslerdi. Oğlunun şiirlerini (Rusça’ya) çevirip zor günlerde yardım elini uzattığı için mi, yoksa ailece sevdiğimizden mi bilmem, onu çok severdi.
Moskova’ya otele gelince; “Buyurun bunları size annem yolladı, memleketimin geleneksel yiyeceklerinin tadına bakın” diye anneciğimin göndermiş olduklarını çantamdan çıkarır, masanın üstüne koyardım. Yevgeniy Aleksandroviç bir ara bana, “Senin anan bana Kazak köyünü çağrıştırıyor” demişti.
SSCB Yüksek Kurulu üyesi olarak Moskova’da çalıştığım yıllarda, en yakın dostlarımız Rasul Hamzatov ve David Kugultinov’la çok samimiydik. O zaman, Yüksek Kurul üyeleri için Moskova Oteli’nde özel odalar ayrılırdı; biz orada kalırdık. Köyümün üç çeşit yemeğinin çok sık olarak bende bulunduğundan haberdar olan Rasul Gamzatov; “Apamın21 gönderdiklerini ne zaman yiyeceğiz? Bak bana, sakın başkalarına ikram ettim bitirdim deme, bize yutkunmak düşmesin” diye hep şaka yapardı.
Bir gün Almatı’dan geldiğimde buzdolabını bomboş buldum. Kazı ile katlamadan eser bile kalmamıştı. İki üç tane kurt bırakmışlar. Her zaman, kendim içmesem de misafire ikram ederim diye içki, konyak bulundururdum. Boşalmış şişeleri masanın altında görünce, kimlerin bu işi yaptığını hemen anladım. Tam o sırada telefon çaldı. Ahizeyi kaldırdığımda, David Kugultinov’un her zamanki şakacı sesini duydum: “Bizim izimizi tanıdın mı? Sen yokken (vestiyerden) anahtarını alıp Rasul ikimiz odana girdik. Uzun zamandır senin davetlerine icabet edememiştik. Köyüne de gidemedik diye üzülüyorduk. Ananın gönderdiklerinin tadına baktık. Bundan sonra kimse bizim senin memleketine gitmediğimizi iddia edemez.”
İkimiz de güldük. Burada, annem hakkında daha enteresan bir hadiseyi anlatayım. Rahmetli anneciğim her ay emeklilik maaşını alır almaz evin yanındaki bakkaldan toptan bisküvi, şeker alır; cebine doldururdu. Anamın avluya çıkmasını komşu çocukları iple çekerdi. Anamı görür görmez etrafını sararlar, sevinç çığlıkları atarlardı. Anacığım, cebindekileri çocuklara dağıttıkça zevk alırdı.
Bir gün, Guryev (şimdiki Atırav) bölgesine gittiğim sırada, Ravil Şırdabayev isimli gençle tanıştım. Ravil doğduğu yerin tarihini, millî geçmişimizi çok iyi bilen, halk arasında anlatılan menkıbelerden haberdar, tam manasıyla vatansever birisi idi. Onunla konuşa konuşa anlaştık, anlaştıkça yakınlaştık ve samimi dost olduk. 19. yüzyılın meşhur mücadeleci şairi, Atırav’da doğup büyüyen Mahambet Ötemisoğlu hakkındaki çok dehşetli bir vakıayı Ravil’den dinledim. Sonradan bir şiirimde anlattım.
Atırav seferimin sonunda Balıkçı İlçesi bana “Fahri Balıkçı” unvanını vermişti. Gelenek gereği, misafire at bindirmek gerekiyordu. Ancak onlar at yerine ağırlığı 60-70 kiloluk bekire balığını hediye etmişlerdi. Jayık Nehrinde yaşayan, köpek balığı sınıfından olan bekirenin vücudunun % 25’i siyah havyardan ibaret imiş.
Atırav’ın ileri gelenleri, beni hava alanına kadar uğurladılar. Hatta Balıkçı İlçesi Komünist Parti Komitesi Başkanı Orınbasar Erkinev uçağa kadar benimle geldi, elindeki kocaman valizi yanıma koydu ve; “Sakın şunu unutmayın!” dedi.
– “O ne?” dedim ben şaşırarak.
– “Hani geçen size hediye ettiğimiz balık vardı ya, onun havyarı”.
Yaklaşık 15-20 kilo siyah havyar, o zamanın şartlarında çok büyük para ederdi. İşin enteresan tarafı bundan sonra başlıyor. Ben seferden döndükten birkaç gün sonra annem Şımkent’e misafirliğe gitmişti. Annem gider gitmez benim hanım buzdolabını açmaz mı? Bir de ne görsün! Atırav’dan getirdiğim siyah havyardan nerdeyse hiç kalmamış.
– “Yine cömertliğin mi tuttu? Havyarı kime verdin?” dedi hanım.
– “Hayır, hayır! Buzdolabına yaklaşmadım bile”, deyip kendimi savunmaya başladım. Evdekiler de şaşkın.
Çok geçmeden, kaybolan havyarın sırrı açıldı. Akşam işten dönerken avluda karşılaştığım, komşumuz olan yaşlı Rus kadını;
– “Muhtar balam nasılsın? Çok yaşa yavrum. Senin gönderdiğin hediyeye çok sevindik. Çok pahalı yiyecek ya. Bizim gibi emeklilik maaşıyla zar zor geçinenlerin nasıl alsınlar onu? Neredeyse altı ay yeriz” diye teşekkürlerini yağdırdı. Ben, kadının neyi kastettiğini önce anlayamadım.
– “Niçin teşekkür ediyorsunuz, anlayamadım?” dedim.
– Geçende annenizle büyük bir tabakta yolladığınız havyar var ya, onu diyorum.
Böylece, hiç ummadığım yerde bir sürü insanın duasını almıştım. Meğer annem o günlerde çok nadir bulunan, çok pahalı yiyecek sayılan siyah havyarı komşulara – kimisine kâseyle, kimisine tabakla – cömertçe dağıtıvermiş.
Sonradan eve döndüğünde; “Anne böyle yapmasan” diye alttan alarak konuşmaya başlamıştık. Anam hiç oralı bile olmamış, “Patlayana kadar yiyeceğine paylaşarak ye, dememiş mi büyüklerimiz? O kadar çok havyarı ne yapacaktınız? Boşuna durduğu yerde bozulurdu” diye gülmüştü.
Tanımadığı kişiye selam vermeyen, yıllarca komşu oturup birbirinin yüzünü bile görmeyen, davetsiz birbirinin kapılarından bile bakmayan şehirlilerle uzun süre birlikte yaşamasına rağmen, anamın kanına, canına işleyen köy zihniyeti, köylülere has cömertlik, konukseverlik psikolojisi hiç değişmedi.
Şike, baştaki konumuza geri dönsek mi, ne dersin? Şeker Köyü’ndeki liseye babanız Törekul Aytmatov’un adını vermişler. Lisenin avlusunda meşhur mimar, Lenin Ödülü sahibi Profesör Turgınbay Sadıkov tarafından yapılmış babanızın heykelini dikmişler. Babanız Törekul’un, “halk düşmanı” iftirasıyla tutuklanana kadar büyük bir devlet adamı olduğunu biliyoruz…
Aytmatov: Değil görmek veya yaşamak, o yılların dehşetini duymak bile çok ağır. Babam Moskova’da, Kızıl Professura Enstitüsünde okurken anam Nağima Hamzakızı, dört çocuğuyla birlikte yatakhanede kalıyordu. Çocuklardan en büyüğü olan ben, dokuz yaşındaydım. En küçük kardeşim Roza ise altı aylık bebekti. Tüm Sovyetler Birliği’ni dehşet sarmıştı. 1937’nin Ağustos, Eylül aylarındaki Pravda gazetesinde, “Burjuva Milliyetçileri” ve “Kırgızistan Merkez Komünist Parti Komitesinin karmaşık siyaseti” konularında iki makale yayınlanır yayınlanmaz devlet idaresindekiler kara listeye alınmaya başlandı. Babam da onların arasındaydı. Tehlikenin yaklaştığını hisseden babam; “Çocuklarla geri dön. Beni tutuklayacak olurlarsa seni de halk düşmanının hanımı diye sorguya çekebilir, sürgün edebilirler. Kimsesiz kalan yavrularımızı öksüzler evine teslim eder, soyadlarını değiştirirler. Frunze’ye değil, doğru Şeker’e gidin. Ata yurt, akraba sizi aç bırakmaz. Yaşadığım sürece mektup yazar, haberleşmenin yollarını araştırırım” deyip, anamı Kazan tren istasyonundan trene bindirmiş. Tren kalktığı zaman, bir hayli mesafeye kadar bize el sallaya sallaya koşmuş, koşmuştu. Değerli eşiyle candan sevdiği dört yavrusunu son defa uğurladığını Allah o anda ona hissettirmiş olmalı.
Moskova’dan kalkan tren Orınbor, Saratov üzerinden Kazakistan’ın geniş bozkırlarından geçerek yedi gün sonra Maymak İstasyonunda durdu. İndiğimizde gece yarısıydı. Dağlık yerlerdeki geceyi bilirsin. Durduğu yerde insanın içine ürperti salan kapkaranlık o geceyi hayatım boyunca hiç unutmadım. Ertesi gün, Subanbek Ağa’nın arabasıyla Alımkul’un Şeker’deki evine gittik.
Babamın Moskova’dan postane fişine alelacele yazdığı en son mektubunu halen saklıyoruz. Enstitüden atıldığını yazıyordu. “Acaba ne zaman tutuklayacaklar?” der gibi tedirgin hali her cümlesinden belliydi. Anam Nağima’ya gözbebeği dört yavrusunu emanet ettiğini, kendisinin suçsuz olduğunu ve gücünü kuvvetini genç Kırgız Devletinin gelişmesi için sarf ettiğini anlatıyordu mektubunda.
Babam, çok geçmeden, 1 Aralıkta Moskova’daki Vorovskiy Sokak 25/15 nolu dairede tutuklanıyor; Frunze’ye (şimdiki Bişkek) trenle getirilip hapse atılıyor ve sorguya çekiliyor.
Dedem Aytmat’ın, Birimkul adlı bir kardeşi varmış. Birimkul’un Alımkul, Özibek ve Kerimbek isminde üç oğlu olmuş. Alımkul amca, babamdan birkaç yaş büyüktü. Şeker Köyü muhtarıydı. Hanımının ismi Ajar’dı. Bir de Toktagül adında kızı vardı.
Halk Düşmanının ailesi olarak memlekete döndüğümüzde, birçok insanın bizden uzak durmaya çalıştığını da hissediyorduk. Gözüne ilişenin şahit gösterilip pirenin deve yapıldığı o devirde, biriyle küsmek de yersiz olurdu. Kimisi barınacak yer, kimisi de yiyecek tedarik ederek bize sahip çıkmaya çalışan akrabalarımızın varlığına ne kadar şükretsek azdı.
Ancak o günler de uzun sürmedi. Bir ay sonra Alımkul’u, halk düşmanının amcası olduğu bahanesiyle tutukladılar. Bazen kader insanı öyle imtihan ediyor ki, olaylar karşısında elin kolun bağlı kalıyor. Alımkul’u götürdükten birkaç gün sonra onun polis olan kardeşi Özibek’i de halk düşmanının akrabası diye hapse attılar.
Babamın kardeşi Rıskulbek, biz Moskova’dayken Frunze şehrindeki Pedagoji Lisesinde okuyordu. Çok sessiz, iyiliksever birisiydi. Memlekete döndüğümüzde Rıskulbek’i Karakız Halamın evinde bulduk. Halk düşmanının yolması sebebiyle onu da liseden atmışlardı.
Bir gün sabah erkenden uyandım. Karakız Halam ile anam ağlıyorlardı. Çok ağlamış olacaklar ki, yüzleri gözleri şişmişti. Meğer İç İşleri Halk Komiserliği görevlileri gece yarısı baskın yapmışlar, Rıskulbek’i de götürmüşlerdi. Böylece, bizim sülaleden dört kişi çok kısa zamanda kayıplara karışmıştı.
Şahanov: O devrin hikâyelerini dinledikçe, halk düşmanı çıkmayan köy hiç yok mu diye düşünüyor insan. Hatta bazı kimselere öyle iftira atmışlar ki, uydurulan bahanelere çocuk bile güler. Suçsuz masum inanları olur olmaz nedenlerle öldürmeye, hapsetmeye nasıl cesaret ettiklerine şaşıyorum. Hani sizin eserleriniz üzerinde araştırma yapan Profesör Rustam Rahmanaliyev var ya, onun babasının nasıl tutuklandığını duymuş muydunuz?
Aytmatov: Hayır duymadım.
Şahanov: Rustam’ın babasına dışarıda birisi tütün ikram eder. Sonra da tütünü sarması için eline bir gazete parçasını verir. Zavallı adamcağız, hiçbir şey düşünmeden tütünü gazete kâğıdına sarar, içmeye başladığı anda karşısında birisi belirir ve tütünü sardığı gazete kâğıdını tekrar açmasını emreder. Zavallı adam kâğıdı açınca bir de ne görsün, yanmış Ulu Rehber Stalin’in resmi. İşte tutuklanma organizasyonunun bir örneği. Siz konuşmanıza devam edin.
Aytmatov: Alımkul amcam hapiste öldü. Özibek’ten ilk başta Aktuz kurşun madeninde çalıştığından bahseden bir mektup almıştık. Savaş yıllarında haber alamadık. Hapishanenin ağır işlerinde çalışırken veya savaş meydanında ölmüş olabilir diye düşündük.
Çocukken köyün ta öbür ucundan beliren postacıyı görür görmez, babamdan veya amcalarımdan mektup geldi mi diye heyecanlanırdık. Bizim bekleyiş içindeki bakışlarımızdan postacı çok rahatsız olurdu. Yanımızdan çabuk ayrılmak isterdi. Savaştaki babalarından, ağabeylerinden haber bekleyen çocukların mahzun duruşlarının zavallı postacıyı ne kadar üzdüğünün şimdi farkındayım.
Bir gün Rıskulbek’ten mektup geldi. Apam yüksek sesle okudu. Mektubunda her birimizi ayrı ayrı sormuş. Sağlık durumumuzu filan merak etmiş. Özellikle ağabeyi Törekul’u çok merak ettiğini yazıyor ve devam ediyordu: “Bizi Mançurya sınırlarına getirdiler. Yol yapım işlerinde çalışıyoruz. Hava çok soğuk, giysilerimiz de çok ince. Böbreklerimi üşüttüm. Çalışma şartları çok ağır. Herkese belli bir norm belirleniyor. O normu bitiremeyene yemek vermiyorlar. Ağır kaldırdığımda böbreklerim öyle canımı yakıyor ki… Dolayısıyla aç kalıyorum, ne ölüyüm ne de diri… Sizin durumunuzu da tahmin ediyorum çoluk çocuk… Eğer imkânlar elverirse, bir torbayla talkan gönderirseniz 5-6 ay daha yaşayabilirim”.
Bunları duyan Karakız Apam ağlamaya başladı. Tabii biz de ağladık. Ruskulbek’in müşkül durumuna çok üzüldük. Hiç vakit geçirmeden Karakız Apamla annem buğday kavurdular. Bütün gece onu değirmende öğüterek talkan (kendisinden içecek yapılan ince bulgur yarması) hazırladılar. Sabah erkenden Apam torbaya koydukları talkanı alıp yürüyerek ilçe merkezindeki postaneye gitti.
Akrabalarının gönderdiği bu emanetin Ruskulbek’e ulaşıp ulaşmadığını bilmiyoruz. Bir daha mektup gelmedi. Büyük ihtimalle talkan ona ulaşmamıştı. Böylece, o da son nefesini gurbette vermiş oldu.