Kitabı oku: «Tepedeki Ev»
Cesare Pavese, İtalyan romancı, şair, kısa öykü yazarı, edebiyat eleştirmeni ve çevirmen. 9 Eylül 1908’de, İtalya’nın kuzeyinde yer alan Belbo Vadisi’ne yakın Santa Stefano Belbo adlı bir köyde dünyaya gelen Pavese, erken yaşlarında yine İtalya’nın kuzeyinde bulunan Torino’ya taşındı. İlkokuldan itibaren eğitimini burada almaya başlayan Pavese edebiyata, özellikle de İngilizce kaleme alınan edebî eserlere büyük ilgi besledi. Bu merakını temel alarak Torino Üniversitesinde edebiyat alanında öğrenim görerek eğitimini tamamladı.
Kariyerinin ilk yıllarında Amerikan ve İngiliz edebiyatlarından eserleri çevirerek İtalyancaya kazandırdı. Bunun yanı sıra edebiyat öğretmenliği de yaptı. Edebî kariyerinde ise onu döneminin seçkin İtalyan edebiyatçılarından biri yapan roman, öykü ve şiirlerini kaleme aldı. Özellikle şiirleri ve romanlarında sergilediği varoluşçu yaklaşımı ve savaş ile faşizmle mücadeleleri ile dikkat çeken Pavese, günümüzde hâlâ İtalyan edebiyatının simgesel edebiyatçılarından biri olarak tanınır.
Pavese’yi bu önemli konuma taşıyan unsur, eserlerinin birçoğunda başarılı şekilde işlenen yalnızlık, iç çelişki, çaresizlik ve bastırılma gibi psikolojik temaların yanı sıra bunların savaş ve savaş sonrası bağlamların içinde işlenmiş olmasıdır. Bu tema ve bağlamlar ise kendi yaşamının ve kısa yaşamı boyunca deneyimlediği sıkıntıların, bunalımların, çaresizliklerin, çıkmazların ve yalnızlığın doğrudan bir yansımasıdır. Eserlerinin başkahramanları, çevrelerindeki acımasız ve karmaşık dünya, iç dünyalarındaki umutsuzluk ve yalnızlık duyguları başarılı biçimde betimlenmiştir çünkü Pavese bu zorlukları bizzat deneyimlemiştir. Bu açıdan, Pavese’nin kaleme aldığı bu eserler kendi iç ve dış dünyasına ayna tutan kişisel eserlerdir.
Pavese’yi erken yaşta intihara sürükleyen bu bunalım ve sıkıntıların altında yatan nedenleri daha iyi anlayabilmek için içinde bulunduğu dönemin ve ülkenin koşullarının dikkate alınması gerekir. Benito Mussolini’nin 1922’de başbakan olarak İtalya’nın başına geçmesi ile faşist bir rejimin altına giren İtalyan halkında antifaşist örgütler oluşmaya, faşizme karşı çalışmalar yürütülmeye başlandı. İtalya 1945’te II. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğradıktan sonra ise Nazi Almanyası, Kuzey İtalya’yı işgal altına aldı. Bunun sonucu olarak tüm ülkeyi yıllardır kasıp kavuran faşizm-komünizm iç çatışmasının çapı genişledi ve daha da karmaşık bir hâl aldı.
Yaşamı İtalya’nın kuzeyinde geçen Pavese, böylesi bir karmaşanın içinde büyümüş ve eğitim görmüştü. Faşizme karşı olduğu için komünist grupların çalışmalarına dâhil oldu. 1935’te antifaşist etkinlikleri nedeniyle tutuklandı ve İtalya’nın güneyine sürüldü ancak bir yılın ardından serbest bırakıldıktan sonra Torino’ya geri döndü. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından İtalyan Komünist Partisi’ne katıldı ve partinin gazetesinde görev yaptı. 1943’te İtalya’nın kuzeyinde başlayan Alman işgalinin ardından Torino’nun sokaklarının Alman askerleri ile dolup taştığını gören Pavese, Torino’nun yakınlarındaki bir tepede ikamet eden kız kardeşinin yanına sığındı.
Antifaşist kitleler ve faaliyetlerle ilişkisi olsa da savaşa ve “partizanlar” olarak adlandırılan faşizmle mücadele eden direnişçilere dâhil olmak istememiştir. Ancak çevresindeki birçok arkadaşının başlarındaki totaliter rejime ve Alman işgaline karşı etkin şekilde mücadele ettiğini hatta birçoğunun bu yolda yaşamlarını yitirdiğini görmüştür. Bu durum, çekingen ve içine kapanık bir kişiliğe sahip olan Pavese’nin hem kendisini daha da yalnız hissetmesine hem de suçluluk duymasına yol açmıştır.
Bunların yanı sıra, küçüklüğünün geçtiği ve sonrasında da yaz aylarını geçirdiği köyü ile Kuzey İtalya’nın kırsallarına ve Torino’ya olan bağının büyük olduğunu, eserlerinde bunlara sık sık yer vermiş olmasından anlamak mümkün. Romanlarında ve kısa öykülerinde yalnızlık, savaşın ve yaşamın vahşeti, umutsuzluk, intihar ve ölüm gibi karamsar temalardan söz ederken bir yandan da tepelerden, kırsallardan, vadilerden sevgi ve özlemle bahseder. Kısa yaşamı boyunca kaleme aldığı bazı önemli eserler şunlardır: Senin Köylerin (1941 – roman), Ağustosta Tatil (1946 – öykü), Yoldaş (1947 – roman), Leuko İle Söyleşiler (1947 – deneme), Tepelerdeki Şeytan (1948 – roman), Tepedeki Ev (1949 – roman), Güzel Yaz (1949 – roman), Ay ve Şenlik Ateşleri (1950 – roman), Yaşama Uğraşı (1935 – 1950 – günlük), Yalnız Kadınlar Arasında (1949 – roman), Çalışmak Yorar (1936 ve 1943 – şiir derlemesi).
İçinde bulunduğu bunalım ve umutsuzluğa aşk hayatında yaşadığı sorunlar da eklenince mutluluk ve huzurdan tüm ümidini kesen Pavese kırk bir yaşında, edebî kariyerinin doruklarında, Strega Ödülü’nü aldıktan kısa bir süre sonra, 27 Ağustos 1950 tarihinde Torino’da bulunan bir otelde intihar ederek yaşamını sonlandırmıştır. Ölümünden kısa bir süre önce günlüğüne şunları girmişti:
“… Şimdi, kendime göre, girdabın içine girdim; güçsüzlüğümü seyrediyor, onu iliklerimde hissediyorum, beni ezen siyasal sorumluluğu yüklenemiyorum. Bunun tek çözümü var: intihar.”
Zeynep Elife Sunar, İngilizce eğitim veren okullarda eğitiminin büyük bir bölümünü aldıktan sonra lisansını Çankaya Üniversitesinde Mütercim-Tercümanlık (İngilizce-Türkçe) bölümünü tamamlayarak aldı. Ardından Edinburgh Üniversitesinde çevirmenlik eğitimi aldı ve masal çevirisi üzerine bir tez yazarak yüksek lisansını tamamladı. Akademik çeviri ve tıp çevirisi gibi alanlarda deneyimi vardır.
I
Eski günlerde bile tepelerden söz ederken denizden ya da ormandan bahseder gibi konuşurduk. Akşamları hava kararmaya başladığında kasabadan ayrılıp oraya dönerdim. Benim için ora eşi benzeri olmayan bir yerdi; bir bakış açısını, bir yaşam biçimini temsil ederdi. Gözümde o tepeler ile çocukken üzerinde oyunlar oynadığım, şimdi de yaşamakta olduğum bu kadim tepeler arasında bir fark yoktu. Toprağı işlenmiş ama yabanlığını koruyan, aynı yıkık dökük, düzensiz taşraydı. Yollar, köy kulübeleri, koyaklar aynıydı. Akşamları işitilen hava saldırısı sirenlerinden kaçan firarilerden biriymişim gibi çıkardım tepeye. Şiltelerini bisikletlerine ya da sırtlarına vurmuş, yatacak yer arayan yoksullar yollara saçılmış olurdu. Çayırlar bağırıp çağıranlar, inatçılık edip tartışanlar, etrafta saf saf dolaşanlar, eğlenip coşanlarla dolu olurdu.
Hep birlikte tepeyi tırmanmaya başlardık. Herkes yol boyunca, ölüme mahkûm edilmiş kent, üstlerine çökecek gece ve yaklaşan tehlikeler hakkında konuşurdu. Bir süredir tepede kaldığım için kalabalıktan kopup kendi yollarına gidenleri görmeye, kalabalığın dağılarak küçülüşünü izlemeye alışmıştım. Sonunda kendimi tek başıma çalılıklar ile bahçe duvarının arasından yukarı çıkarken bulurdum. Oradan ilerleyerek çevremdeki sesleri dikkatle dinler, gözlerimi yabancısı olmadığım ağaçlara diker, toprağın ve etrafımdaki her şeyin kokusunu içime çekerdim. Bunalımda değildim; gece kentin ansızın alevlere teslim olabileceğini, içindeki herkesin ölebileceğini biliyordum ama koyakların, evlerin, patikaların sabaha bunların hiçbiri yaşanmamış gibi uyanacağını da biliyordum. Her nasılsa meyve bahçesine bakan pencereden sabahın doğuşunu yine izleyecektim. Hâlâ yatabileceğim bir yatağım olacaktı. Sonra çayırlara ve ormana sığınanlar da benim gibi tekrar kente inecekti; tek farkımız onlar daha yorgun ve sersemlemiş olacaktı. Mevsimlerden yazdı; geçmişte kentte kaldığım günlerin akşamları geç vakitte güle oynaya, şarkılar şakıyarak döndüğümü hatırlardım. Tepeyi ve yolun ilerisinde beliren kenti yüzlerce ışığın parıltısı süslerdi. Kent âdeta bir ışık gölüne dönerdi. O günlerde akşamlarımı kentte geçirirdim. Fazla zamanımız kalmadığını o günlerde bilmiyorduk. Tesadüfi karşılaşmalar sayesinde birlikte vakit geçirdiğimiz birçok arkadaşımız, birçok günümüz vardı. Hem birlikte hem de birbirimiz için yaşıyorduk, en azından öyle olduğunu sanıyorduk.
Upuzun bir düşü anlatan bu öyküye başlamadan önce başıma gelenlerden savaşın sorumlu olmadığını belirtmem gerekir. Aksine, savaşın kurtuluşum olduğuna inanıyorum. Savaş başladığında bir süredir odalarını kiraladığım tepedeki köşkte kalıyordum. İşim nedeniyle Torino’da kalmıyor olsaydım evi başka bir tepede olan ihtiyar anne babamın yanına çoktan gitmiş olurdum. Savaş aslında yalnız başıma yaşıyor olduğum için duyduğum, yıllarca yüreğimde ağırlığını hissettiğim son vicdan azabını ortadan kaldırmıştı. Günlerden bir gün, kalan tek gerçek dostumun büyük köpeğim Belbo olduğunu fark ettim. Savaş, kaybettiğim fırsatların pişmanlığını duymadan günlerimi yaşamama olanak sağlamıştı. Dahası, savaşı bekler ve ona umut bağlar gibi bir hâlim vardı. Eşi benzeri olmayan, öyle büyük bir savaştı ki bu, tepedeki evime dönüp yatağa kıvrılıp şehrin üzerindeki göklerin yanıp tutuşmasını izlemek çok kolaydı. Artık öyle olaylar yaşanıyordu ki şikâyet etmeden hatta neredeyse sözünü bile etmeden sırf hayatta kalmaya çalışmak normalleşmişti. Gençliğime işleyen o bitkin dargınlık, savaşta sığınabilecek bir yuva ve ufuk bulmuştu.
Bir akşam yine tepeye tırmanıyordum. Hava kararıyor, duvarın arkasındaki yokuşların karaltısı görünüyordu. Belbo, yolun ilerisinde her zamanki yerinde kıvrılmış beni bekliyordu; karanlıkta ağladığını duyabiliyordum. Titreyerek yeri tırmalıyordu. Sonra bana doğru koşup yüzümü yalayabilmek için üzerime zıpladı. Konuşarak onu sakinleştirdikten sonra üzerimden inip ileriye doğru koştu, mutlu mutlu bir ağacın gövdesini kokladı. Yoldan devam etmek yerine ormana doğru ilerlediğimi fark edince neşe içinde yerinden fırlayıp ağaçların arasına daldı. Tepelerin arasında köpekle dolaşmak insana büyük zevk verir. Siz yürürken o bir yandan koklaya koklaya yerdeki kök, çukur, yarıkları bulur; farkına varılmayan varlıkları gün yüzüne çıkarır, ikinizin de keşfederek keyif duymasını sağlar. Çocukluğumdan beri köpek olmadan ormanlardan geçersem yaşamın sunabileceklerinin ve toprağın gizemlerinin önemli bir bölümünü kaçıracağımı düşünmüşümdür.
Akşam eve erken dönmek istemiyordum çünkü ev sahibelerimin her zamanki gibi beni beklediğini biliyordum. Bana bakmak için verdikleri zahmet, önüme koydukları soğuk akşam yemekleri ve gösterdikleri nezaketin karşılığında onlarla konuşmamı bekliyorlardı. Ben de savaş ve dünyanın genel durumu hakkında önceden uydurup hazırladığım bir iki görüşü ayaküstü paylaşırdım onlarla. Bazen savaşta yaşanan yeni bir olay, bir tehlike ya da bombaların patladığı alev alev yanan bir geceyi bahane edip beni kapı eşiğinde, meyve bahçesinde, masada yakalayıp çene çalar, şaşkınlıklarını dile getirirlerdi. Kim olduğumu anlayabilmek ve kendilerinden biri olduğumu teyit edebilmek için de beni ışığın altına çekerlerdi. Bense akşam yemeklerimi karanlık bir odada, yalnızlık içinde ve unutulmuş bir vaziyette, gecenin seslerine dikkat kesilmiş, zamanın akışını hissederek yemeyi yeğlerdim. Uzaktaki kentten siren sesleri işitildiğinde ilk hissettiklerim yalnız geçirdiğim zamanın bölünmüş olmasından kaynaklı bir hüsran, herkesin tedirginliğe kapılıp yaygara koparıyor olması nedeniyle bir öfke, evdeki iki kadının hâlihazırda ışığı kısık olan lambayı tamamen söndürmesinden kaynaklı bir kızgınlık ve önemli bir olayın yaşanacağına dair endişeli bir beklentiydi. Hepimiz meyve bahçesine çıktık.
Bu iki kadından daha yaşlı olanı, yani anneyle zaman geçirmeyi yeğlerdim. İri ve dermansız olan bu kadın, sakin ve aklı başında birine benziyordu. Yukarıdan bombalar yağarken karanlığa teslim olmuş bir tepeyi andırıyordu. Fazla konuşmazdı ama anlayışlı bir dinleyiciydi. Diğeri, yani kızı ise evde kalmış, kırk yaşında, iri kemikli, tutucu bir kadındı. Elvira adlı bu kadın savaş tepelere sıçrayacak korkusuyla devamlı panik içinde yaşıyordu. Benim için endişelendiğini fark ederdim. Öyle ki şehre indiğimde bunun ona eziyet gibi geldiğinden söz etmiş, bir defasında da annesi benim yanımda onla şakalaşırken bana dönüp düşman bombaları Torino’yu biraz daha tahrip ederse gecelerimi de gündüzlerimi de onlarla geçirmem gerekeceğini söylemişti.
Belbo önce önümde koştu, sonra beni ormanın içine dalmaya teşvik etmek için arkama geçip patikada koştu. Ancak o akşam yokuşun, büyük vadi ile yamaçları yukarıdan izleyebileceğim ağaçsız bir köşesinde oyalanmayı tercih ettim. İnişler ve çıkışları, çıkıntı ve bayırları ile büyük tepeyi gün batımında izlemeyi severdim. Tıpkı eski günlerdeki gibiydi ama o zamanlar bu yamaçlar benek benek parlayan ışıklarla kaplıydı. İnsanlar evlerine döndüğünde huzur dolu, sakin, mutlu bir havaya bürünürdü. Şimdi bile zaman zaman uzaktan konuşma ve kahkaha sesleri işitilebiliyordu ama artık her yerin üzerine büyük bir karanlık çökmüştü. Toprak da çocukluğumda alıştığım o yabani ve yalnız hâline geri dönmüştü. Sürülmüş arazilerin, yolların, evlerin ötesinde, ayaklarımızın altında yatan toprağın o tarih kadar eski, aldırışsız kalbi yeni yeni oluşan korkularla karanlığın içine gömülmüş, çukurların içinde, köklerin arasında yaşamaya, gizli yerlerin içine saklanmaya başlamıştı. Çocukluk anılarımdan zevk almaya bu zamanlarda başlamıştım. Sanki hissettiğim tüm o düş kırıklıkları, belirsizlikler ve yalnız kalma isteğimin altında kendimi küçük bir çocuk olarak yeniden keşfediyordum: Kendime bir yoldaş, bir görevdaş, bir oğul bulabilmek için. Yaşadığım yer yeniden gözlerimin önündeydi. O çocuk ile ben bir başımızaydık. Eski günlerin çılgın keşiflerini yeniden yaşıyordum. Evet, acı çekmiyor değildim ama komşusunu hem kabul etmeyen hem de sevmeyen birinin huysuzluğunu andıran bir tavır takınarak buna katlanıyordum. Tek başıma kendimle sohbet ediyor, kendi kendime eşlik ediyordum. Yapayalnızdık; sadece ikimiz vardık.
O akşam yine yokuşun tepesinde ara ara işitilen şarkı seslerine karışmış insan seslerinin uğultusu duyuluyordu. Sesler, tepenin diğer tarafından, hiç inmediğim bir bölümünden geliyordu. Başka zamanların yankısı, gençliğin sesi gibi geliyordu kulağa. Akşamları sığınmacıların, gezginler gibi tepenin kenarlarından akın akın gelip yaptıkları partiler canlandı birden gözümde. Görünürde hareket yoktu ama ses aynı yerden gelmeye devam ediyordu. Ürkütücü karanlığın altında, ne idiği belirsiz bir grup insan ya da ailenin sessizliğe bürünmüş şehrin karşısına geçerek şarkılar eşliğinde güle oynaya vakit geçiriyor olmaları tuhaf geldi. Bunun aslında cesaret gerektiren bir hareket olduğu o an aklıma gelmemişti bile. Aylardan hazirandı; akşamları hava çok güzel oluyordu. İnsanın tek yapması gereken kendini o güzel akşam havasına bırakmaktı. Ancak ben yalnız kalmayı tercih ediyordum; kimseyle bağım olmadan yaşamaktan mutluydum. Sanki kendimi kent ile tepe arasında kalmış böylesi durgun bir yerde bulacağımı, sabahları uyandığımda ertesi gün ne olacağını bilmemekten doğan o sonsuz ızdıraba geri döneceğimi her zaman biliyor gibiydim. Dinleyecek biri olsaydı bunu neredeyse itiraf edebilirdim ama beni ancak anlayışlı bir kalbi olan dinleyip anlayabilirdi.
Belbo tümseğin üzerine geçmiş seslere havlıyordu. Tasmasından tutup onu susturdum, gelen sesleri daha dikkatlice dinlemeye çalıştım. Çakırkeyif seslerin arasında birkaçını daha net işitebiliyordum. Sonra da bir kadının sesi duyuldu. Sonra gülüşmeye başladılar, ardından sesler yine birbirine karıştıktan sonra çok güzel bir erkek sesi yükseldi.
Geldiğim yoldan geri dönmek üzereydim ki birden durup kendime, “Delisin sen. Senin yaşlı kadınlar yolunu gözlüyordur şimdi. Varsın beklesinler.” dedim.
Karanlığın içinde şarkı seslerinin tam olarak nereden geldiğini anlamaya çalıştım. “En azından bildiğin insanlar.” dedim kendime. Belbo’yu tutup diğer taraftaki bayıra işaret ettim. Şarkının bir bölümünü mırıldandıktan sonra “Hadi oraya gidelim.” dedim. Hemen fırladı.
Sonra sesleri takip ederek patikayı izledim.
II
Yola çıktım ve gözlerimi karanlığa dikip kulağımı seslere verdim. Bayırın ilerisinden kulağıma, cıvıl cıvıl öten çekirgelerin neredeyse bastırdığı bir siren sesi süzülüyordu. Sanki oradaymışım gibi kentin âdeta donduğunu hissettim. Ayak sesleri kesilmiş, kapı çarpma sesleri durmuştu; sokaklar kasvetli ve ıssız bir hâl almıştı. Ne var ki burada yıldızların ışığı yeryüzüne âdeta parıl parıl akıyordu. Vadiden gelen şarkı sesleri de kesilmişti. Biraz ileride Belbo havlamaya başladı. Hemen yanına gittim. Birinin avlusuna girmiş, evden çıkan bir grup insanın arasına dalmış, oradan oraya zıplıyordu. Aralanmış kapının arkasından hafif bir ışık süzülüyordu.
Biri, “Kapıyı kapa, aptal!” diye bağırınca hepsi kahkaha atarak güldü. Kapı çekilerek kapatıldı.
Belbo bu insanlara yabancı değildi. Sohbetlerinde benim yaşlı kadınların esprili şekilde sözü geçti. Kim olduğumu sorgulamadan beni aralarına aldılar. Kimisi karanlığın içinde ileri geri yürüyordu. Aralarında küçük çocuklar da vardı. Hepsi yukarı bakıyor, “Gelecekler mi acaba?” diye soruyorlardı birbirlerine. Torino’dan, kişisel sorunlarından, yıkılan evlerden söz ediyorlardı. Aralarından bir kadın diğerlerinden ayrı bir yere oturmuş, kendi kendine söyleniyordu.
“Burada dans ettiğinizi sanıyordum.” diye sohbete başladım.
Az önce Belbo ile konuşan gölgedeki genç adam, “Evet, ediyorduk ama klarneti getirmek kimsenin aklına gelmemiş.” dedi.
“Peki unutmamış olsaydık dans etmeye cesaretin olur muydu?” diye sordu bir kız.
“Evi yanıyor olsa yine de dans ederdi o.”
“Haklı.” dedi bir başkası.
“Dans edemeyiz. Savaştayız.” Konuşanın ses tonu bu noktada değişti. “İtalyanlar, bu savaşı sizin için başlattım! Size sunuyorum; bunu hak ediyorsunuz siz. Bundan böyle ne dans edin ne de uyuyun. Sizin de artık tek yapmanız gereken benim gibi savaşmak.”
“Kapa çeneni Fonso. Ya bir duyan olsa?”
“Başka ne yapabiliriz? Anca şarkı söyleyebiliyoruz.”
Ardından şarkı söyleyen yeniden başladı şarkıya ama bu defa çekirgeleri ürkütmekten korkuyor gibi kısık bir sesle söylüyordu. Kızlar da eşlik etmeye başladı. Gençlerden ikisi açık alana doğru koşmaya başladı. Belbo öfkeyle havlamaya başladı.
“Uslu dur!” dedim Belbo’ya.
Ağaçların altında, üzerinde şarap şişesi ile iki kadeh olan bir masa vardı. Meyhane sahibi ihtiyar adam bana bir kadeh doldurdu. Mekân köy meyhanesi gibi bir yerdi. Herkes akrabaya benziyordu ve Torino’dan toplanıp gelmiş gibi bir hâlleri vardı.
“Hava böyle güzel olunca iyi tabii.” dedi ihtiyar bir kadın. “Yağmurlar başlayıp her yeri çamur götürdüğünde görürüm ben sizi!”
“Merak etme ninem, senin yerin bizim yanımız.”
“Bu bir şey değil ki. Ben kışı düşünüyorum.”
“Savaş kışa kalmaz ki.” dedi küçük oğlanlardan biri, sonra fırladı gitti.
Fonso ile kızlar, uzaktan gelebilecek herhangi bir uğultu ya da uçak motorlarının gürültüsünü duymaya hazır, şarkılarını kısık sesle söylemeye devam ediyorlardı. Ben de öten çekirge korosunun arasından gelebilecek herhangi bir sesi işitebilmek için sık sık kulak veriyordum ki birden yaşlı kadın yine kapıyı açtı. Bu sefer ben de seslenerek kapıyı kapamasını söyledim.
Bu insanlarda bana tanıdık gelen bir şey vardı. Bu genç adamların şakalaşmaları, dostlar ile şarapla kolay kazanılan bu samimiyet bana o eski günlerdeki kenti, Po Nehri’nin yukarısındaki köyde geçirdiğim akşamları, kasaba girişindeki pastaneleri, eski dostlukları hatırlatıyordu. Tepenin o serinliğinde, etrafındaki o açık alanlarda, sirenlerin çalmasıyla bastıran o gerginlikte gözden uzak kalmış, eski, kırsal bir tadı yeniden keşfediyordum. İçgüdüsel olarak kızların ve kadınların sesini takip edip sessizliğe büründüm. Fonso’nun esprilerine ses çıkarmadan, sallana sallana güldüm. Sonra açık gökyüzünün altında diğerleriyle birlikte bir kirişin üzerine oturdum.
Bir ses bana, “Peki ya sen? Sen ne yapıyorsun? Tatile mi çıktın?” diye sordu.
Sesi tanıdım. Şimdi geri dönüp baktığımda düşünmeme bile gerek yokmuş diyorum. Ses tonu oldukça pişkin, derin ve cüretkârdı. Bu civarlarda kadınlarda sıkça duyduğum bir ses tonuydu bu.
Şaka yaparak köpeğimle mantar toplamaya çıktığımı söyledim. Öğretmenlik yaptığım yerde mantar yiyip yemediğimizi sordu.
“Öğretmen olduğumu nereden çıkardın?” dedim şaşkınlıkla.
“Çok bariz.” diye yanıtladı karanlıkta.
Sesinde hafif bir alaycılık sezdim. Belki de maskeli balolarda duyulan iğneleyici şakalardan biriydi bu. Onunla o zamana dek konuştuklarımı seri şekilde kafamdan geçirdim ama kendimi ele verdiğime dair hiçbir delil bulamadığım için benim yaşlı ev sahiplerini tanıyanların çoktan hakkımda birçok şey biliyor olabileceklerine kanaat getirdim. Torino’da mı yoksa tepede mi kaldığını sordum kadına.
“Torino.” diye yanıtlayıverdi hemen.
Karanlıkta bile alımlı biri olduğunu anlayabildim. Omuz ve bacaklarının şeklini seçebiliyordum. Ellerini dizlerinde kavuşturmuş, gururlu bir tavırla başını geriye atmıştı. Yüzünü seçmeye çalıştım.
“Beni yemeyi düşünmüyorsundur umarım.” diye yapıştırdı.
Tam o anda kentte tehlikenin geçtiğine işaret eden alarm sesi işitildi. Herkes bir anlığına tereddüt içinde sessizliğe büründü sonra herkes derin bir oh çekti. Oğlanlar oradan oraya sıçramaya, yaşlı kadınlar şükür duaları mırıldanmaya, erkekler ise kadehlerine uzanıp sevinç içinde elleriyle masada ritim tutmaya başladı. Herkes bir yorum yapıyordu: “Bu gecelik de bu kadar.”
“Daha sonra gelirler artık.” “Sizin için yaptım bunu İtalyanlar!”
O kadın ise yerinden kımıldamamıştı. Hâlâ başını arkasındaki duvara dayamış oturuyordu. “Cate’sin sen. Cate’sin, öyle değil mi?” diye sordum fısıldayarak. Yanıtlamadı. Gözlerini kapadığını hisseder gibiydim.
Herkes toparlanıp evlerine dönmeye başladığı için benim de harekete geçme vaktim gelmişti. İçtiğim şarabın parasını ödemek istedim ama “Olmaz öyle şey!” diye çıkıştılar. Başımı eğerek teşekkür ettim, Fonso ve bir başkasıyla tokalaşıp Belbo’yu çağırdım. Sonra birden kendimi yolun ortasında yapayalnız, evin karanlık duvarına bakarken buluverdim.
Çok geçmeden köşke varmıştım. Bu sırada akşam olmuş, gecenin karanlığı üzerimize çökmüştü. Elvira neredeyse kapı eşiğine kadar çıkmış, ellerini önünde sıkıca birleştirmiş, dudaklarını büzmüş beni bekliyordu. “Bu sefer hava saldırısı sirenlerine yakalandın. Merak ettik seni.” dedi. Başımı sallamakla yetindim. Önümdeki tabağa bakarak gülümsedim, yemeğimi yemeye başladım. Elinde lambayla sessizce arkamdan dolanarak mutfağa girip gözden kayboldu. Ardından mutfak dolaplarını kapadı. “Keşke her akşam böyle olsa.” diye mırıldandım. Yanıt vermedi.
Yerken az önceki karşılaşmayı, olup bitenleri aklımdan geçirdim. Cate’ten ziyade eski zamanları, geçen yılları düşünüyordum. İnanması güçtü ama sekiz hatta on yıl olmuştu galiba. Unutulmuş bir odayı, göz ardı edilmiş bir sandığın kapağını yeniden açmıştım sanki, içinde ise başkasına ait bir yaşam bulmuştum. Risklerle dolu, boşa gitmiş bir yaşam. Unuttuğum işte buydu. Beni şaşırtan ise ne Cate ne de geçmişte yaşanmış o gelip geçici hazlardı, o günleri yaşamış olan genç adamdı. Aynı olayların başına gelmesinden korktuğu için her şey ve herkesten kaçan, büyüyüp adam olduğunu sanan ve devamlı çevresindekilere bakınan, canını dişine takmış, hayatın başlamasını bekleyen o sabırsız gençti. Bu gençle ortak yanlarımız nelerdi? Onun için ne yapmıştım? O sıradan ama hayat dolu akşamlar, o gündelik maceralar, kendi yatağım ya da evimdeki pencere kadar alışık olup sahiplendiğim o umutların hepsi sanki uzak diyarlara, endişe ve sıkıntıyla geçen bir yaşama ait bir anıydı. Öyle ki geriye dönüp baktığımda bundan nasıl zevk almışım, bu yaşama nasıl böyle ihanet edebilmişim diye merak ettim.
Elvira eline bir mum alıp odasının derinliklerine çekildi. İşim bitip odadan ayrılırken kapatmamı istediği lambanın yaydığı ışık çemberinin dışında kalıyordu Elvira. Tereddüt içinde olduğunu görebiliyordum. Lamba düğmesinin yanında bahçe lambasının düğmesi de vardı. Yanlışlıkla o düğmeye basıp bahçeyi aydınlattığım çok olmuştur. “Merak etme, doğru düğmeye basacağım bu sefer.” dedim. Önce öksürdü sonra boğazını tutarak kendini gülmeye zorladı. “İyi geceler.” dedi.
Yalnız kalır kalmaz, “O eski günlerdeki genç adam değilsin. Artık risk almıyorsun.” diye düşündüm. “Bu kadın eve daha erken gelmeni, onunla sohbet etmeni istiyor ama söylemeye dili varmıyor. Ellerini önünde sıkıca birleştirmesi, yastığı sımsıkı kavraması, boğazını tutması bu yüzden. Bana fazla verebileceği yok, bunu da çok iyi biliyor. Ancak burada yalnız kaldığını gördüğü için kendisini kandırıp bu odada, bu lambanın altında, bu güzel perdelerin yanında, kendisinin yıkamış olduğu bu yatak örtülerinin arasında tüm yaşamını geçirmeni bekliyor. Sen de farkındasın bunun ama daha fazla risk almak istemiyorsun. Bu kadının peşinden değil, tepelerinin peşinden git!”
O eski Cate’in böylesi oyunlara kanıp kanmadığını merak ettim. Sekiz yıl önceki Cate nasıl biriydi? İşi gücü olmayan, alaycı, zayıf, devamlı eli ayağına dolaşan, çabuk öfkelenen bir kızdı. Birlikte bir yerlere çıktığımızda, sinemaya ya da çimlere gittiğimizde kırık tırnaklarını saklamak için koluma sarılması bir beklenti içinde olduğu anlamına gelmezdi. Nizza Sokağı’nda oda kiraladığım yıldı; ders vermeye yeni başladığım, yemeklerimi genelde büfeden yediğim bir dönemdi. Evdekiler de para gönderirdi. O günlerde fazla bir ihtiyacım olmazdı. Okulunu bitirmiş, kasabaya yerleşmiş, gözü açık, her sabahı yeni maceraların başlayabileceği yeni bir başlangıç olarak gören köylü bir gencin geleceğe dair beklentileri ne olabilirse benimkiler de bunun ötesine geçmezdi. Birçok insanla görüşüyor, günlerimi tayfamla geçiriyor, karşıma çıkan hiçbir fırsatı kaçırmıyordum. Çevremde birçok insan vardı; okuldan arkadaşlarım, sonrasında Sardinya’da bir bombaya kurban gidecek olan Gallo, çoğunluğunu arkadaşlarımın kız kardeşlerinin oluşturduğu kız ekibi, kasiyer bir kadınla evlenen Martino adlı kumarbaz. Sonra bir de kitaplar, oyunlar, şiirler yazıp bunları ceplerinde taşıyan, pastanelerde bunların muhabbetini edenler vardı. Gallo ile tepelerdeki danslara katılırdık. Memleketimiz aynıydı zaten. Birlikte köy okulu açmaktan söz ederdik; o tarım öğretecekti ben de doğa bilimleri. Bir arsa kiralayıp burayı fidanlığa çevirecek, sonra da bir tarım reformu planı hazırlayacaktı. Ancak Cate’in aramıza nasıl dâhil edildiğini hatırlamıyordum. Kentin girişine yakın, Po Nehri’ne uzanan çimliklerin ucunda bir yerde yaşardı. Gallo’nun bizimkinden farklı bir arkadaş tayfası vardı. Nizza Sokağı’nın ucundaki bir mekânda bilardo oynardı. Bir defasında, birlikte sandalla gezintiye çıkacakken bir bahçeye girip Cate’i çağırmıştı. Yaz geldiğindeyse Cate ile yalnız çıkmaya başlamıştık.
Cate ile bu gezilere çıktığımızda sandalı halatla kıyıya bağlar, çimlere geçer, çalıların arasında oynaşırdık. Başka kadınlarla rahat hissetmezdim ama Cate ile rahattım. Biraz huysuzluğu kaldırabilirdi; tartışmalarda geri adım atmanıza da gerek kalmazdı. Meyhanede içki içmeye benzerdi; önünüze kaliteli içki koymalarını beklemezsiniz ama ne geleceğini de bilirsiniz. Cate oturup ona dokunmama izin verirdi. Sonra birileri görecek diye paniğe kapılırdı. Konuşmakla vakit kaybetmezdik; bu da bana cesaret verirdi. Benden söylememi istediği bir şey ya da vermemi istediği bir söz yoktu. “Oynaşmakla birbirimize sokulup kucaklaşmak arasında ne fark var ki?” diye sorardım bazen ona. Bu nedenle isteksiz olduğumuz bir iki defada birlikte çimlere uzanırdık. Sonra bir gün tramvayla başka bir yere gidip sevişmek için önceden plan yaptık. Bir keresinde buluşur buluşmaz fırtınaya yakalanmış, fırsatımızı kaçırıp randevumuzu ertelemek zorunda kaldığımız için sayıp sövmüştük.
Bir akşam Cate huzur içinde sigarasını içebilmek için koşarak merdivenlerden çıkıp yanıma gelmişti. O gün yatakta daha büyük bir zevkle sevişmiştik. Soğuk, yağmurlu havalarda gelip benimle vakit geçirmekten, kalıp birbirimizle sırlarımızı paylaşarak sohbet etmekten ne kadar hoşlandığını söylemişti. Şakalaşarak kitaplarımı okşayıp koklamış, kimse rahatsız etmeden sabah akşam odamda oturup oturamadığımı sormuştu. Ailesiyle birlikte yaşıyor, altı ya da yedi kişi bahçeye açılan iki odada kalıyorlardı. Yanıma geldiği tek gece oydu. Bunun yerine arkadaşlarımı görmek için geldiğim pastaneye uğramayı yeğlerdi. Ancak Gallo orada olsa da hepimiz onunla konuşsak da huzursuz olduğu belli olurdu. Artık eskisi gibi de gülmüyordu. O zamanlar hislerim konusunda bir kafa karışıklığı içindeydim. Kendimin diyebileceğim bir sevgilim olduğu için gurur duyuyor ama aynı zamanda da bakımsız ve görmemiş bir kadın olduğu için de utanç duyuyordum. Daktiloda yazmayı öğrenmek istediğini, ardından da büyük bir işletmede işe girip hamamda yıkanmaya parası yetebilene dek çalışmak istediğini söylemişti. Bazen sürpriz yapıp ruj alırdım ona; çok mutlu olurdu. İşte o zaman anlamıştım ki bir kadına bakabilir, onu eğitebilir, oturmasını kalkmasını öğretebilirsiniz ama o şık görünümünü oluşturmak için neler yapıldığına bu kadar yakından şahit olunca büyü bozuluyormuş. Elbisesi o kadar yıpranmıştı ki zar gibiydi, kolundaki çantanın da derisi çatlamıştı. Yaşadığı hayat ile amaçları arasındaki o büyük farkı görmek üzücüydü ama o ruju verdiğimde yaşadığı mutluluğu görünce Cate için hissettiğim tek hissin cinsel bir arzu olduğunu kesin olarak anlamıştım. Bazen sevişmelerimiz bile sıkıcı ve zevksiz olurdu. Tatmin olmadığını ve bu kadar cahil olduğunu görmek canımı çok sıkardı. Ara sıra ilerleme kaydettiğini görürdüm ama yine de çocuksu heyecanlara kapıldığı, birden krize girip o inatçı ve saf yüzünü ortaya çıkardığı çok olurdu; bunlar da benim sinirimi bozardı. Ona bir şekilde bağlı olduğumu düşünmek ya da zamanını harcıyor olduğum için ona borçlu olduğumu hissetmek hep içime dert olurdu. Bir akşam istasyon pasajının altında kolundan tutmuş odama çıkması için onu ikna etmeye çalışıyordum. Yazın son günleriydi ve ev sahibesinin oğlu ertesi gün çiftlikten dönecekti; o oradayken eve kadın getirmem mümkün olmayacaktı. Gelmesi için yalvarıp yakarmış, espriler yapmış, aptalı oynamıştım. “Yemem seni.” demiştim. Hiç oralı olmamıştı. “Söz, yemeyeceğim seni.” diye tekrarlamıştım. Bitmek tükenmek bilmeyen bu utanmaları beni çok sinirlendirirdi. Sonra koluma yapışıp, “Yürüyüşe çıkalım.” demişti.
“Sonrasında seni sinemaya götürürüm.” demiştim gülerek. “Param var.”
Buna biraz bozulmuştu. “Seninle paran için buluşmuyorum.”
“Ama ben seninle yatmak için buluşuyorum.” deyivermiştim. İkimizin de yüzü pancar gibi kızarmış, birbirimize dargın dargın bakmıştık. Sonra bunu söylediğim için kendimden utanmıştım. Söyledikten sonra hissettiğim haz ve özgürlük hissi ağır basmamış olsaydı daha sonra yalnız kaldığımda kendime duyduğum öfkeden oturup ağlayabileceğimi hissetmiştim. Cate’in yanaklarından yaşlar süzülüyordu. “Peki öyleyse, gelirim senle.” demişti kısık bir sesle. Sessizlik içinde kapıma kadar geldik. Koluma yapışıp omzuma yaslanarak kapıda durdurdu beni. Sonra geri çekilip “Hayır, sana güvenmiyorum.” diyerek kolumu çimdikleyip kaçıverdi.