Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Tepedeki Ev», sayfa 2

Yazı tipi:

O akşam onu son görüşümdü. Geri geleceğini düşündüğüm için kaygılanmayı gereksiz bulmuştum. Gelmeyeceğini anladığımda ise bana karşı sergilediği o sert tavır nedeniyle hissettiğim üzüntü çoktan yok olmuştu. Gündemimi yeniden Gallo ile diğer arkadaşlarım oluşturmaya başlamıştı. Kısacası insanın yarasını iyileştirirken duyduğu o hazla yaşamın tadını çıkarmaya, daha sonra bende alışkanlık hâline gelecek olan fırsatları bilerek ve isteyerek tepme huyumdan zevk almaya başlamıştım bile. Gallo dahi artık sözünü etmiyordu; edecek zamanı yoktu çünkü. Afrika cephesine subay olarak atanmıştı; böylelikle onu bir süre görmeyecektim. O kış onun tarım ve köy okulu planlarını unutuvermiştim. Tam bir şehirli olmuştum, sürdüğüm yaşamdan çok memnundum. Birçok insanın evini ziyaret ediyor, siyaset konuşuyor, tanıştığım yeni zevklerden haz alıyor, daha büyük maceralara atılıp işin içinden zarar görmeden çıkıyordum. Bilimsel çalışmalara atılıyordum. Yeni insanlarla görüşüp meslektaşlarımı tanıyordum. Birkaç ay sıkı çalışıp kendime bir gelecek hayal etmeye başlamıştım. Belirsizliğin üzerimize çöken gölgesi, çevremdeki insanların heyecanı, çıkması an meselesi olan savaşın korkusu günlerimizi daha da heyecanlı, atıldığımız maceraları daha da anlamsız kılıyordu. İnsan bir bakıyordu kendini bu heyecana kaptırıvermiş, sonra tekrar kendine gelivermişti. Hiçbir şey olmuyordu ama herkeste bir beklenti vardı. Kim bilir, belki yarın bir değişiklik olacaktı…

Ancak şimdi birçok değişiklik yaşanıyordu, savaş başlamıştı. Tüm akşam benim zavallı ev sahibeleri huzur içinde mışıl mışıl uyurken lambanın altında oturup bunları düşündüm. Tepelerde herkes sağ salim evlerine sığınmışken, kapı aralıklarından ışık sızmadığı sürece hava saldırısı sirenlerinin ne anlamı vardı ki? Cate de herkes gibi ormandaki evinde uyuyor olmalıydı. Geçmişte ona yaptıklarım hâlâ aklına geliyor mudur? O yaşananlar dün gibi aklımdaydı. Bu karşılaşmamızın kısa sürmesi ve karanlığın içinde olması beni rahatlatmıştı.

Sonraki birkaç gün boyunca, Torino’da işe gidip eve dönerken, bir yandan da Belbo ile konuşurken hâlâ bunları düşünüyordum. Bir gün yine meyve bahçesine inmiştim ki tekrar sirenlerin sesi işitildi. Uçaksavar ateş etmeye başladı. Bombaların şiddetiyle sarsılan odamıza çekildik hepimiz. Patlamalardan saçılıp çevreye ıslıklar eşliğinde düşen parçalar ağaçların arasından işitilebiliyordu. Elvira tir tir titriyordu, ihtiyar annesi ise sessizliğe bürünmüştü. Ardından önce motorların gürültüsü, peşinden de başka patlamalar duyuldu. Odanın penceresi hiç sönmeyen kıpkırmızı bir ışıkla parlıyordu; içeri kör eden, alevleri andıran bir ışık saçılıyordu. Saldırı bir saatten fazla sürdü. Son patlamalar işitilirken dışarı çıktık. Gözlerimizin önünde Torino’nun tüm vadileri alev alev yanıyordu.

III

Ertesi sabah bir grup insanla, uzaktan gelen gürültü ve patlamaların eşliğinde kasabaya döndüm. İnsanlar kucaklarında bohçalarıyla oradan oraya koşturuyordu. Sokaklardaki asfaltta delikler, her yerlere saçılmış yapraklar, bazı yerlerde de su birikintileri vardı. Kasaba şiddetli bir dolu fırtınası atlatmış gibiydi. Patlamalardan kalan son yangınlar günün aydınlığında kıpkırmızı parlıyor, çatır çatır yanıyordu.

Okul her zamanki gibi ayaktaydı. Kasabadaki zararı gidip görmeye can atan ihtiyar Domenico beni telaş içinde karşıladı. Tehlikenin geçtiğine işaret eden sinyal sesinden sonra gün doğmadan zaten çıkıp gezmişti çevreyi. Herkesin saklandığı delikten çıktığı, öğrenci ya da öğretmenlerden birinin açtığı kapının aralığında cayır cayır yanan yangından parlayan ışığın sızdığı, içecek bir şeyler alıp arkadaşlarını tekrar görebildiği için sevindiği o saatlerde çıkmıştı. Geceyi geçirdiği sığınakta olup bitenleri anlattı bana. O gün derslerin tabii ki işlenmeyeceğini de söyledi. Hatta tramvaylar bile durmuştu; faciaya yakalandığı yerde içleri boş, kapıları açık öylece duruyorlardı. Tüm telleri kopmuştu. Sanki gözü dönmüş ateşten bir kuşun kanatları değmiş gibi duvarlarında yanık izleri vardı. “Mahvolmuş sokaklar. Etrafta da kimseler kalmamış.” deyip duruyordu Domenico. “Sekreterimi daha görmedim. Fellini’yi de. Kimseden haber alamıyoruz.”

Bisikletlinin biri gelip ayaklarını yere dayayarak yanımızda durduktan sonra Torino’nun tamamen harap olduğunu söyledi. “Binlerce insan öldü. İstasyonu yerle bir ettiler, dükkânları yakıp yıktılar. Radyoda bu akşam yine geleceklerini söylediler.” deyip arkasına bakmadan basıp gitti.

“Amma da konuştu.” diye mırıldandı Domenico. “Fellini de neyin peşinde anlamıyorum. Şimdiye çoktan gelmiş olmalıydı.”

Sokağımız gerçekten de sessiz ve bomboştu. Okul bahçesindeki ağaçlar köy bahçelerinde olduğu gibi eski duvarın üstünü kaplıyordu. Dışarıda işitilen günlük telaşelerin sesleri, tramvayın takırtıları, konuşma uğultuları bile buraya gelemezdi. Koşuşturan oğlanların ayak seslerini işitmiyor olmak bana eski günleri hatırlattı. Gecenin karanlığında, şu an sakinliğe bürünmüş göklerin altında bu evlerin acımasızca yıkılıp harap edildiğine inanmak güçtü. Domenico’ya Fellini’yi aramak istiyorsa gidebileceğini, bekçi kulübesinde onları bekleyeceğimi söyledim.

O sabahı, yakın zamanda yapılacak olan denetleme için sınıf defterini güncellemekle geçirdim. Hesaplamalar yapıp raporlar yazdım. Ara sıra başımı kaldırıp koridor ile boş sınıflara göz gezdirdim. Cansız bedenleri yatırıp, yıkayıp cenaze için kıyafet giydirip hazırlayacak kadınları düşündüm. Her an gökyüzü gürül gürül motor sesleriyle inleyebilir, göklerden üzerimize kıpkırmızı alevler yağabilir, okuldan geriye yalnızca devasa bir delik kalabilirdi. Önemli olan yalnızca hayattı, hayatta kalabilmekti. Bu sınıf defterleri, okullar, cesetler çoktan önemini yitirmişti.

O sessizliğin içinde çocukların adlarını mırıldanırken kendimi dualar eden yaşlı kadınlar gibi hissettim. Kendi kendime gülümsedim. Çocukların yüzleri canlandı gözümün önünde. Aralarında dün akşam ölen var mıydı? Hava saldırılarının ardından, gündelik yaşamlarının bu olağanüstü olaylarla tamamen altüst olup okulların tatil olmasını beklerkenki o neşeli heyecanları, akşamları sirenlerin beni serin odamda yatağıma rahatça uzanmış şekilde yakaladığında hissettiğim o hazzı anımsatıyordu. Çocukların suçluluk duygusundan ve farkındalıktan yoksun bu hâllerine nasıl gülebilirdim ki? Bu savaş süresince hiçbirimizde kalmamıştı o farkındalık çünkü hepimiz için bu ürkütücü olaylar günlük yaşamın bir parçası, rutinleşen tatsız olaylar hâline gelmişti. İnsanın bu olayları, “Savaşın içindeyiz.” diyerek ciddiye alması daha da kötüydü çünkü bu sefer de çevrenizdekiler aklınızı yitirdiğinizi düşünürlerdi.

Ancak ne olursa olsun o gece ölenler olmuştu. Binlerce olmasa da birçok insan hayatını kaybetmişti. Hatırı sayılır miktarda hem de. Kasabada kalan insanları düşündüm. Cate’i düşündüm. Her akşam tepeye çıkmayacağını kabullenmiştim. Bunu o gün bahçede birilerinin söylediğini duymuştum; gerçekten de sirenlerin çaldığı o akşamdan bu yana şarkı söyleyen yoktu. Ona söyleyecek bir şeyimin olup olmadığını sordum kendime. Onda beni korkutan bir şey mi vardı? Asıl özlediğim o karanlıktı, o ev ile ormanın havası, gençlerin cıvıl cıvıl sesleri, tüm bu yeniliklerdi. Belki de Cate o akşam söylenen şarkılara eşlik bile etmemişti. “Başlarına bir şey gelmediyse bu akşam gelirler.” diye düşündüm.

Telefon çaldı. Arayan, öğrencilerden birisinin babasıydı. Derslerin gerçekten de iptal olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Dün akşam yaşananların ne kadar korkunç olduğunu söyleyerek devam etti. Peki ya hocalar, müdür bey? Herkes iyi miydi? Acaba oğlu fizikten geçebilecek miydi? Savaşın acı gerçekleriymiş işte! Sabırlı olmalıymışız hepimiz. Yardıma muhtaç ailelere anlayış gösterip yardım etmeye devam etmeliymişiz. Saygı ve özürlerini sunarmış.

O andan itibaren telefon hiç susmadı. Öğrenciler, meslektaşlarım, sekreter ardı ardına aramaya başladı. Fellini saklandığı delikten arayıp telefonu benim açtığımı duyunca, “Çalışıyor musun sen?” dedi şaşkınlıkla. Hoşnutsuzlukla dudağını büktüğünü telefonun diğer ucundan görür gibiydim. “Hayır ama bekçi kulübesinde kimse yok. Tatile çıktığımızı mı sanıyorsun sen? Çık gel çabuk. Domenico’ya yardım et.” deyip telefonu kapadım. Sonra dışarı çıktım. Artık yapabileceğim başka bir şey yoktu. Dün yaşananların ardından bunların hepsi gülünç geliyordu. Sabahı, güneşin altında yıkıntıların arasında dolanarak geçirdim. Etrafta dolaşan insanlar da vardı, öylece dikilip bakınanlar da. İçi dışına çıkmış evlerden dumanlar yükseliyordu. Yolların kesiştiği noktalarda trafik vardı. Yukarıdan, yıkılan duvarların üstünden yırtılan halı parçaları ve kurusun diye asılmış çamaşırların üzerine güneş vuruyordu. Harabelerin yenisini eskisinden ayırmak güçtü. Nedense yağan bombaların aynı yere iki defa düşmeyeceğini düşünüyordu insan. Kan ter içinde kalmış meraklı bisikletliler ayaklarını pedallarından indirip dikiliyor, harabelere bakıyor, sonra başka yıkıntıları keşfetmek üzere bisikletine atlayıp tekrar yola düşüyorlardı. Bu meraklarının kaynağı hiç kuşkusuz yoldaşlarına körü körüne duydukları anlamsız sevgiydi. Yangın kalıntıları olan bir kaldırıma masalar, şilteler ve kırık mobilyalar yığılıyordu. Hepsini yaşlı bir kadın bir başına taşıyıp getiriyordu. Toplanan insanlar yalnızca izliyordu. Hepimiz ara sıra kafamızı kaldırıp gökyüzüne bakıyorduk.

Askerleri görmek tuhaf geliyordu. Birlikler hâlinde ellerinde kürek, başlarında çelik kasklarla dolanıyorlardı; sığınaklardan yıkıntı toplamaya, enkazın altından ölü ve dirileri çıkarmaya gittiklerini anlamak zor değildi. Bunu görünce insanın onları yüreklendirip “Hadi, ne olur acele edin!” diye seslenesi geliyordu. Aramızda, “Zaten başka bir işe yaradıkları yok ki.” diyorduk; savaşı kaybettiğimizden o kadar emindik. Ancak biz ne kadar acele etmelerini istesek de askerler ağır ağır yürüyor, oyuntuların arasından dolana dolana geçiyor, hatta dönüp yıkılan evlere bile bakıyorlardı. Yanlarından güzel bir kadın geçtiğinde koro hâlinde ona selam veriyorlardı. Zaten kadınların hâlâ var olduğunun yalnızca askerler farkındaydı. Kent devamlı karmaşa içinde ve alarm durumunda olduğu için bir süredir kimsenin kadınlara dikkatini verdiği yoktu. Yazlık elbiselerini de giyseler, gülücükler de saçsalar peşlerine takılan bile olmuyordu. Bunun altında yatan nedenin de savaş olduğunu tahmin etmiştim. Gerçi bir süredir kadın meselelerinde bana karşı bir tehlike söz konusu olmadığı için benim açımdan bir sorun yoktu. Bu tür arzulardan tamamen yoksun olmasam da hayallere kapılmıyordum artık.

Bir pastaneye geçip diğer müşterilerin kısık sesli konuşmaları eşliğinde gazete okumaya başladım. Ne de olsa gazeteler basılmaya devam ediyordu. Savaşın zorlu bir iş olduğunu ama bunun bizim savaşımız olduğunu, kendi inanç ve emellerimiz için verdiğimiz bir mücadele olduğunu, tutunabileceğimiz tek varlığımız olduğunu yazmışlardı. Söylenene göre Roma’ya da bomba düşmüş, bir kilise yerle bir edilmiş, bir de mezarlık harap edilerek ölüye büyük saygısızlık edilmişti. Bu olay, yaşayanlar ile ölüler arasında bir bağın kurulmasına yol açmış, tüm dünya medeniyetlerini ayağa kaldıran amansız olaylar dizisinin sonuncusu olmuştu. Yapılan bu son saygısızlığın bizi gayrete getireceği yazıyordu. Daha da kötüye varılamayacak bir noktaya gelinmişti. Düşman çaresizliğe kapılmaya başlamıştı.

Konuşanların arasında tanıdığım şen şakrak, şişman bir müşteri vardı. Savaşta çoktan galip geldiğimizi söylüyordu. “Çevreme baktığımda ne görüyorum biliyor musunuz?” diye bağırarak konuşuyordu. “Tıka basa doldurulmuş trenler, büyüyen toptan ticaretler, kara borsa ve para. Oteller tam gaz çalışmaya, işletmeler ve çalışanlar da aynı şekilde çalışıp harcama yapmaya devam ediyor. Pes eden ya da zayıf düştüğümüzü söyleyebilecek olan var mı? Ne varmış üç beş ev yıkıldıysa? Bir önemi yok bunların. Hem hükûmet zararları ödüyor zaten. Üç yılda bu noktaya gelebildiysek eminim biraz daha dayanabiliriz. Ne de olsa hepimiz yataklarımızda ölmeyi göze aldık.”

“Bu olanlardan hükûmet sorumlu tutulamaz.” dedi bir başkası. “Başka bir hükûmet olsa şimdi kim bilir nerelerde olurduk.”

Oradan ayrıldım. Bunların hepsini önceden de duymuştum. Dışarıda, caddedeki ihtişamlı malikânelerden birinde çıkan büyük yangın sönmeye başlamıştı. Ciddi hasarlar vermişti köşke. Uşakları dışarıya şamdanlar, koltuklar taşıyorlardı. Güneşin altına mobilyaları yığıyorlardı; aynalı masalar, büyük sandıklar gelişigüzel dizilmişti. Bu gösterişli eşyalar pahalı bir dükkânın vitrinini süsleyebilecek cinstendi. Birden eski günleri hatırladım. O evler, o akşamlar, o sohbetler, benim o ani öfke patlamalarım. Gallo bir süreliğine Afrika’ya gitmişti, bense Enstitü’ye okumaya gidiyordum. Bilimsel çalışmaların her vatandaşın hayatında yer etmesi gerektiğine ve laboratuvarları, kongreleri, profesörleri ile akademik bilim camiasında da bir gereksinim olduğuna hâlâ inandığım bir yıldı. Büyük maceralara atıldığım umut dolu bir dönemdi. Aynı zamanda Anna Maria ile tanışıp onunla evlenmek istediğim yıldı. Babasının asistanı olacaktım. Seyahatlere çıkardım. Evinde koltuklar, kırlentler vardı. Bunlar sohbetlerinde tiyatrodan, dağcılıktan söz eden insanlardı. Anna Maria kurnazlığıyla içimdeki köylüye nasıl hitap edebileceğini çok iyi bilirdi. Benim diğerlerinden farklı olduğumu söyleyip köy okulu planımı överdi. Ancak Gallo’dan söz ederken ona karşı mesafeli olduğu anlaşılırdı. Çok söylemeden konuşmayı ben Anna Maria’nın yanında öğrenmiştim. Bir de çiçek göndermeyi. Kış boyunca devamlı birlikte bir yerlere giderdik. Dağda kaldığımız bir akşam beni yatak odasına çağırmıştı. O andan itibaren dizginleri ele geçirip beni parmağında oynatmaya başlamış, hiçbir güven duygusu sağlamadan beni sefil bir köle gibi kullanmaya başlamıştı. Her gün yeni bir kaprisiyle beni sınar, yaptıkları karşısındaki sabrımı görünce de bununla alay ederdi. Ancak ben de bu yaptıklarına haklı olarak tehditler ve öfkeden deliye dönmüş bakışlarla karşılık verince suspus olup çocuk gibi ağlamasını da bilirdi. Beni anlamadığını ve onu ürküttüğümü söylerdi. Bunların hepsine bir çözüm getirmek için onunla evlenmek istemiştim. Ona akla gelebilecek her yerde evlilik teklifi yapmıştım: merdivenlerde, dans partilerinde, kapı aralıklarında. Gizemli bir edayla bana yalnızca gülümserdi.

Bu durum üç yıl böylece devam etmişti. Sonunda intiharın eşiğine gelmiştim. Ancak uğruna ölünecek biri değildi. Bunun ardından bilime, topluma ve bilim enstitülerine olan hevesimi yitirmiştim. Sanki yeniden bir köylüye dönüşmüştüm. O yıl savaş daha çıkmamıştı, (O zamanlar savaşın işleri yoluna sokabileceğine hâlâ inanıyordum.) bu yüzden öğretmenliğe başvurup şimdi sürdürmekte olduğum yaşama başladım. Artık bu çiçeklerden, kırlentlerden gülümseyerek söz edebiliyorum ama en başta bunları Gallo’ya anlatırken acısı hâlâ çok tazeydi. Üzerinde üniformasının olduğu bir gün, “Hepsi çok saçma. Bunlar er ya da geç hepimizin başına geliyor.” demişti. Ancak “başımıza geliyor” dediklerinin şans eseriyle oluşmadığının farkında değildi. Aslında Anna Maria’yı özlediğim için değil, tüm kadınların bende artık aynı tehlike hissini uyandırdığı için acı çekmeye devam ediyordum. Bu düş kırıklığına her geçen gün biraz daha sığınıyorsam bunun nedeni, bu düş kırıklığının artık benim için bir gereksinim hâline gelmiş olmasıydı çünkü aslında bu düş kırıklığının peşinden her zaman koşmuştum, yalnızca Anna Maria ile birlikteyken değil.

Darmaduman olmuş malikânenin önünde dikilirken bunları düşünüyordum. Caddenin ilerisinde, ağaçların arasından, yaz mevsimini yaşayan o yeşil, yüksek tepelerin sırtı görünüyordu. Akşam olmadan neden oralara kaçmayıp da kasabada kaldığımı sordum kendime. Sirenler genelde akşamları öterdi ama geçen gün Roma’da öğle vakti ötmüştü. Savaşın ilk günlerinde sığınağa inmeyip kendimi sınıfta kalmaya zorlamış, titreye titreye bir aşağı bir yukarı yürümüştüm. O zamanların hava saldırıları gülünecek boyuttaydı. Şimdikiler çok daha büyük ve korkutucu ölçüdeydi; artık sirenlerin çığlığı bile beni paniğe sokmaya yetiyordu. Akşama kadar kentte kalıyorsam kesinlikle bunları deneyimlemek için değildi. “Kalburüstü” dediğimiz o şanslı insanlardan oluşan kesim kırsallarda veya sahil kenarlarındaki köşklerine ya çoktan taşınmış ya da şimdi taşınıyorlardı. Oralarda yaşamlarına kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Köşklerine göz kulak olup çıkabilecek yangınlardan eşyalarını kurtarma görevi ise hizmetçilerine, uşaklarına, yani yoksul kesime kalmıştı. Hademelere, erlere, mühendislere kalmıştı. Sonra onlar da akşam olunca ormana, meyhanelere kaçarlardı. Fazla uyumazlardı ama bol bol içerlerdi. Sayıları onu bulabilen gruplar hâlinde bir deliğe sığınıp birbirleriyle dalaşırlardı. Bu insanlara dâhil olmadığım için kendimden utanıyordum. Onlarla caddelerde karşılaşıp sohbet etmek isterdim. Ya da belki göze aldığım o küçük tehlikeden zevk alıyor, hâlihazırdaki yaşamımı değiştirmemek için kılımı kıpırdatmıyordum. Yalnız olmak, dönüşümü bekleyen birilerinin olmaması hoşuma gidiyordu.

IV

O akşam ay ışığının eşliğinde eve dönüp akşam yemeğimi yedikten sonra tam da yaşlı ev sahibelerimin istediği gibi meyve bahçesine geçip onlarla sohbet ettim. Elvira’nın bakımından sorumlu olduğu on beş yaşındaki Egle adlı liseli kız, komşu evden çıkıp gelmişti. Okulların kapanmasının gerektiğinden söz ediyor, çocukları hâlâ kente gitmek zorunda bırakmanın suç olduğunu söylüyorlardı.

“Peki ya öğretmenler? Bakıcılar?” diye ekledim. “Tramvay görevlileri? Meyhanelerde çalışan kadınlar?”

Bu esprilerim Elvira’yı rahatsız ediyordu. Egle ise gözlerini kısarak bana bakıyordu.

“Söylediklerinde ciddi misin?” diye sordu. “Yoksa bu akşam da yine espri havanda mısın?”

“Savaş dediğin askerin işidir.” dedi Elvira’nın annesi. “Daha önce hiç böyle olmamıştı.”

“Hepimize düşen bir görev bu.” dedim. “Zamanı gelince herkese sırayla görevini yapmak düşer.”

Ağaçların arkasında ay batıyordu. Birkaç gün içinde dolunay olacak, hem gökyüzü hem de yeryüzü saçtığı ışıkla yıkanacak, beraberinde ise üzerimize yağacak daha fazla bomba getirecekti.

“Savaşın bu yıl biteceğini söyleyenler var.” dedi birden Egle.

“Bitmek mi?” diye çıkışıverdim. “Daha başlamadı bile.”

Birden durdum. Bir tepki verirler mi diye dikkatle dinledim. Yüzlerinde beliren şaşkınlık ifadesini fark ettim. Çok geçmeden Elvira kendine geldi, diğerleri ise sessizliğe büründü. “Biri şarkı söylüyor.” dedi Egle. Sessizliği bozduğu için içi rahatlamış gibiydi.

“Aferin onlara.”

“Sersemler.”

Ardından Egle’yi bahçe kapısına kadar götürüp uğurladım. Ağaçların arasında yapayalnız kalmıştım; yolu bulmakta biraz zorluk çektim. Belbo kendi yollarından birini takip ediyor, böğürtlen çalılarının arasında nefes nefese yürüyordu. Herkesin de yapacağı gibi ay ışığının altında nereye gittiğimi bilmeyerek dolanıyor, kendimi ağaçların arasında kaybediyordum. Torino, sığınaklar, saldırı sirenleri bir kez daha uzak diyarlara ait olağanüstü olaylar gibi gelmeye başladı. Gerçekleşmesini umduğum o karşılaşma, rüzgârın taşıyıp kulağıma getirdiği o sesler, hatta Cate bile gerçek değildi sanki. Mesela Gallo ile sohbet edebilmek için nelerimi vermezdim diye düşündüm o an.

Yola ulaştığımda aklım tekrar savaşa gitmişti bile. Savaşa ve boş yere yaşamını yitirenlere. Bahçede kimse yoktu. Evin arkasındaki çimliklerde şarkı söylüyorlardı. Belbo yokuşun yarısında dikilip kalmış olsa da kimse gelişimi fark etmedi. Puslu gölgenin altındaki pencere korkuluklarını, küçük taştan masaları ve aralanmış kapıyı görebiliyordum. Geçen yılın mısır koçanları ahşap balkondan aşağı sarkıyordu. Terk edilmiş bir mekâna benziyordu; ıssız bir köy evi gibiydi.

“Cate çıkıp gelirse öcünü almak için ağzına geleni söyleyebilir.” diye düşündüm.

Arkamı dönüp ağaçların arasına dalmak üzereydim. Cate’in orada olmamasını, Torino’da kalmış olmasını umuyordum. O an küçük bir oğlan çocuğu koşarak köşede belirdi ve aniden durdu. Beni görmüştü.

“Biri mi var orada?” diye seslendim çocuğa.

Kuşku dolu gözlerle bana baktı. Üstünde denizci kıyafeti olan, açık tenli bir çocuktu. Ay ışığının altında neredeyse komik görünüyordu. Önceki gece onu fark etmemiştim.

Kapıya yaklaşıp arkasından seslendim. “Anne!” diye seslendi o da. Elinde bir tabak sebze kabuğuyla Cate çıkıverdi kapıdan. Tam o an Belbo yuvarlana yuvarlana yanıma çıkıp gölgelerin arasına daldı. Çocuk ürküp Cate’in eteklerine yapışmıştı.

“Deli çocuk.” dedi Cate. “Korkacak bir şey yok.”

“Hâlâ hayattasın demek.” dedim Cate’e.

Elindeki kabukları dışarı atmak için korkuluklara yanaşmıştı. Aniden durup kafasını bana doğru çevirdi. Başını eskiden olduğundan daha yüksekte tutuyordu. Dudaklarındaki o alaycı gülümsemeyi tanıyordum. “Yürüyüşe mi çıkmıştın?” diye sordu. “Sırf yürüyüş yapmak için mi çıkıp duruyorsun böyle?”

“Dün akşam şarkı söylediğini duymadım.” dedim. “Gelmeyip Torino’da kaldığını düşündüm.”

“Dino!” diye seslendi çocuğa. Kabukları dışarı attı, sonra tabağı çocuğun eline tutuşturup içeri gönderdi.

Çocuk gittikten sonra gülmesi kesilmişti. “Diğerlerinin yanına gitmeye ne dersin?” dedi.

“Çocuk senin oğlun, değil mi?” diye karşılık verdim.

Ağzını açmadan bana öylece baktı.

“Evlendin mi?”

Sertçe başını salladı. Bu huyunu da hatırlıyordum. “Seni ilgilendirir mi bu?” dedi.

“Yakışıklı çocukmuş. Sağlığı da yerinde gibi.” dedim.

“Torino’ya götürüp okutuyorum.” dedi. “Hava kararmadan buraya dönüyoruz.”

Ay ışığında onu net bir şekilde görebiliyordum. Değişmemişti ama aynı zamanda da başka biri gibiydi. Kendinden emin ve soğukkanlı bir edayla konuşuyordu ama kolundan tutup onu yakaladığım günler sanki dün gibiydi. Üzerinde köylerde giydikleri kısa etekten vardı.

“Sen şarkı söyleyenlere katılmıyor musun o hâlde?” diye sordum.

Az önce de yaptığı gibi kasılarak gülümsedi, sonra aynı şekilde başını geriye attı. “Şarkılarımızı dinlemeye mi geldin? Pastanene geri dönsene sen.”

Son zamanlarda öğrendiğim bir gülümsemeyle, “Şapşal.” dedim. “Hâlâ o eski günleri mi düşünüyorsun?”

Alışık olduğum o alımlı dudaklarını hatırlıyordum ama artık daha sert, daha küçük duruyorlardı. Çocuk yeniden bahçeye çıkınca Belbo havlamaya başladı. “Belbo, gel buraya.” diye seslendim. Dino yanımızdan geçip içeri koştu.

“İnanmayacaksın ama bu köpek benim tek dostum.” dedim.

“Senin değil o.” dedi.

Esprili şekilde benim hakkımda her şeyi bilip bilmediğini sordum. “Bense senin hakkında bir şey bilmiyorum.” dedim. “Şimdiye dek nasıl bir yaşam sürdün? Neler yapıyorsun? Gallo’nun Sardinya’da yaşamını yitirdiğini biliyorsundur herhâlde.”

“Ciddi olamazsın!” dedi dehşet içinde. Olayın nasıl geliştiğini anlatınca neredeyse ağlayacaktı. “Demek savaş böyle bir şey.” dedi. “Deli çocuk.” Kendinde değildi sanki; kaşlarını çatmış yere bakıyordu.

“Sen neler yaptın peki?” diye sordum. “İstediğin gibi ayakçı olabildin mi?”

Yüzünde yine alaycı bir ifade belirdi. Bunun beni ilgilendirmediğini söyledi tekrar. Karşı karşıya dikiliyorduk. Elini tuttum. Geçmişimizi küçümsediğimi düşünmesini istemiyordum. Nazikçe bileğine dokundum. “Bana nasıl bir yaşam sürdüğünü anlatmayacak mısın?” dedim.

Aptala benzer ihtiyar bir kadın çıkıverdi içeriden. “Kim o?” diye sordu.

Cate gelenin ben olduğumu söyledi. Kadın gelip benle sohbet etmeye başladı. O sırada ay batmıştı.

“Dino diğerlerine takılıp gitti.” dedi Cate.

“Üzerindeki o denizci kıyafetini neden çıkarmıyorsun?” diye sordu yaşlı kadın. “Sonra çimlerde arkasını batırıyor, biliyorsun.”

Cate kadını yanıtladıktan sonra ben de ay hakkında yorum yapıp konuşmaya devam ettim. Birlikte çayırlara doğru yürümeye başladık. Şarkı sesleri kesilmiş, artık kahkaha sesleri geliyordu. O kısa yürüyüşümüzde az önce gördüğüm ihtiyar kadının Cate’in ninesi olduğunu, evin de Le Fontane adında bir meyhane olduğunu öğrendim. Savaş çıkınca müşterilerin ayağı kesilmişti tabii.

“Savaş biraz daha uzarsa deden her şeyini satıp köprü altlarında yaşamaya başlayacak.” dedi yaşlı kadın.

Evin arkasında toplanan grup bu sefer daha küçüktü. Fonso, başka bir adam, bir de iki kız vardı. Bir ağacın altında toplanmış, uzanabildikleri dallardan elma topluyor, gülüşerek katur kutur elmaları yiyorlardı. Dino çayırların kenarında durmuş onları izliyordu.

Cate yanlarına gidip onlarla sohbet etmeye başladı. Ben de yaşlı kadınla evin gölgesinin altında kalmayı yeğledim.

“Geçen akşam daha fazla insan vardı.” dedim. “Herhâlde gelmeyip Torino’da kalmak isteyenler oldu.”

“Hepimizin motorlu arabası yok.” dedi yaşlı kadın. “Kimisi akşama kadar çalışıyor. Zaten tramvaylar da artık çalışmıyor.” Sonra bana bakıp alçak bir sesle, “Tepemizdeki emir verenler rezil insanlar. Pis faşistler. Bizi hiç düşündükleri yok. Kimlerin eline düştük.” diye mırıldandı.

Fonso’ya uzaktan el salladım. O da bir şeyler bağırarak bana el sallıyordu. Ağacın altındakiler bağrışıp çağrışıyor, birbirlerinin elinden elmalarını kapıp kaçıyorlardı. Cate bize doğru döndü.

Dışarıdakileri evden çağırmaya başladılar. Karanlıkta kapının biri açılmış, “Vakit geldi Fonso.” diye seslendi biri.

Sonra hepsi, kızlar, gençler ile çocuk koşarak yanımızdan geçip gözden kayboldular.

Yaşlı kadın iç çekerek uzaklaşmaya başladı. “Ah şu insanlar keşke anlaşabilse. Didişip duruyorlar ama onlara göre hava hoş tabii. Olan bize oluyor.”

Cate ile ben yalnız kalmıştık. “Radyoyu dinlemeye gelmiyor musun?” dedi.

Birlikte birkaç adım attıktan sonra birden durdu.

“Faşist değilsindir umarım.” dedi.

Ciddiydi ama gülmeye başladı. Elini tutup küçük bir kahkaha attım. “Hepimiz değil miyiz, sevgili Cateciğim?” dedim nazikçe. “Faşist olmasak hepimiz canımızı hiçe sayıp bombalarla ayaklanırdık. Olan biteni izleyip olayların seyrini değiştirmeye çalışmayan herkes faşisttir.”

“Hayır, değil.” dedi. “Doğru zamanı bekliyorlar. Önce savaşın sona ermesi gerek.”

Kırgın ve öfke doluydu. Elini tutmaya devam ettim.

“Eskiden bilmezdin bunları.”

“Sen de herhâlde kayıtsız kalıp harekete geçmeyenlerdensin. Peki ya arkadaşların?”

Arkadaşlarımı bir süredir görmediğimi söyledim. Kimisi evlenmiş, kimisi de taşınıp gitmişti. “Martino’yu hatırlıyor musun? Düğününü meyhanede yaptı.”

Birlikte Martino’ya güldük. “Herkesin başına geliyor.” dedim. “Aylarınızı, yıllarınızı birlikte geçirirsiniz, sonra bir bakmışsın biri işinden olmuş, diğeri taşınıp gitmiş. Her gün yüzünü gördüklerini tanımaz hâle gelmişsin.”

Cate bunun suçlusunun savaş olduğunu söyledi.

“Savaş yeni bir olay değil ki.” dedim. “Bir gün kendini yapayalnız bulursun. Çok da kötü bir his değil.” Bunun üstüne beni baştan aşağı süzdü. “Zaman zaman tekrar birini bulursun.”

“Senin için değişen bir durum yok ki. Yapacak bir işi olmayan, yalnız kalmak isteyen sen değil misin?”

“Haklısın.” dedim. “Yalnız kalmayı seviyorum.”

Bunun ardından Cate kendisinden söz etmeye başladı. Çalıştığını söyledi. Otelde garsonluk yapmış, fabrikada ve tatil köyünde çalışmıştı. Şimdi de her gün bir hastaneye yardıma gidiyormuş. Geçtiğimiz yıl da Nizza Sokağı’ndaki eski ev yıkılmış, herkes ölmüştü.

“O akşam seni üzdüm mü, Cate?” diye sordum.

Bana baktı. Anlamını çözemediğim bir gülümseme belirdi dudaklarında. Nezaketen tekrar sordum: “Evli misin, değil misin?”

Sessizce başını salladı.

“Benden daha hovardalar da varmış.” diye düşündüm. “Oğlan senin çocuğun mu?” diye sordum.

“Öyleyse ne olacak?” diye yanıtladı.

“Utanmıyor musun peki?”

Eskiden yaptığı gibi omuz silkti. Güldüğünü sandım ama boğuk, kısık bir sesle, “Konuyu kapatalım artık Corrado. Daha fazla konuşmak istemiyorum. Bu arada, sana hâlâ Corrado diye hitap edebilir miyim?” dedi.

Bunu duyunca üzüntüm biraz azaldı. Cate’in benle tekrar yüz göz olmak istemediğini fark ettim. Ne de olsa kendisine ait bir yaşamı vardı, bu da ona yetiyordu. Eski günlerdeki gibi tutku ile utanç arasında kalıp bu hislerini dışa vurmasından korkuyordum aslında.

“Şapşal.” dedim. “İstediğin gibi hitap edebilirsin.”

Belbo yanıma sokuldu. Elimi boynuna attım. O an herkes çene çalarak bağıra çağıra evden çıkıp geldi.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺77,69

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6486-29-4
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre