Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «İki Şehrin Hikâyesi», sayfa 6

Yazı tipi:

Bir Hayal Kırıklığı

Başsavcı, karşılarındaki mahkûmun yaşça genç olmasına karşın, canına mal olacak vatana ihanet suçlarını epey bir süredir gerçekleştirdiğini jüriye anlattı. Ona göre bu halk düşmanının mektupları, bugünkü, dünkü ya da geçen yılki bir iş değildi. Mahkûmun çok uzun senelerdir dürüstçe açıklayamadığı gizli bir iş için Fransa ve İngiltere arasında gidip geldiği kesindi. Şayet hainlikleri istediği gibi tıkırında gitseydi –ne mutlu ki bu olmadı– kötülükleri ve suçları asla ortaya çıkmayabilirdi. Tanrı’nın takdiriyle, korkusuz ve ayıplanmaması gereken bir adam, mahkûmun entrikalarını ortaya çıkarıp ele geçirdiği dehşet verici bilgileri Majesteleri’nin Dış İşleri Bakanı’na ve Kraliyet Danışma Meclisi’ne sunmuştu. Bu vatansever daha sonra jüri üyelerine takdim edilecekti. Konumu ve davranışı tam anlamıyla yüceydi. Mahkûmun arkadaşı olan bu milliyetperver şahıs, hayırlı bir zamanda onun kepazeliklerini fark etmiş, daha fazla bağrına basamayacağı dostunu vatanının kutsal sunağında kurban etmeye karar vermişti. Antik Yunan ve Roma’da olduğu gibi vatana hayırlı kişilerin heykelleri İngiltere’de de dikilseydi, bu olağanüstü vatandaşın da heykeli muhakkak dikilirdi. Fakat böyle yapılmadığı için maalesef onun da bir heykeli dikilemeyecekti. Jürinin muhakkak ezbere bildiğinden emin olduğumuz dizelerinde şairler, erdemin, özellikle de vatanseverliğin, ülke aşkının bulaşıcı olduğunu söylemişlerdir. Oysa jürinin suçlu yüz ifadelerinden bu dizeler hakkında hiçbir şey bilmediği açıktı. Kraliyetin bu saf ve masum tanığı; ki layık olmasa da başsavcı için, ondan bahsetmek bir şereftir; mahkûmun uşağıyla temasa geçip onu patronunun çekmecelerini ve ceplerini karıştırarak bulduğu kâğıtları saklama kararlılığını göstermeye ikna etmişti.

Başsavcı, bu takdire şayan uşak hakkında bazı aşağılamalar duymaya kendini hazırlamıştı; fakat ondan kendi kardeşi gibi bahsediyor, onu ebeveyninden daha çok onurlandırıyordu. Jüriyi de bu şekilde davranmaya çağırıyordu. Daha sonra sunulacak olan kanıtlarla iki tanığın şahitlikleri de eklendiğinde mahkûmun, Majesteleri’nin denizde ve karadaki kuvvetlerinin konuşlandıkları yerler ve hazırlıklarına dair belgeler ele geçirdiği ortaya çıkacak, bu bilgileri düzenli olarak düşman bir güce temin ettiğinden şüphe edilmeyecekti. Bu listelerin mahkûmun kendi el yazısıyla hazırlanmış olduğu kanıtlanmamış da olsa bu bir şey değiştirmezdi. Aslında bunlar mahkûmun kurnazlıklarını gösterdiği için davanın seyri açısından önemliydi. Beş yıl öncesine dayanan kanıtlar mahkûmun bu sakıncalı göreve daha o zamanlarda, İngiliz kuvvetleri ile Amerikalılar arasındaki ilk çatışmalar olmadan birkaç hafta önce başladığını ortaya koyacaktı. Bu sebeplerden dolayı jüri, vefalı –başsavcı öyle olduklarını biliyordu– ve sorumluluk sahibi –jüri üyeleri öyle olduklarını biliyordu– bir jüri olarak, mahkûmu suçlu bulmalı ve hoşlarına gitse de, gitmese de hayatına bir son vermeliydi. Mahkûmun başı kesilmedikçe kendileri, eşleri ve çocukları, kısacası hiç kimse huzur içinde başını yastığa koyamayacaktı. Başsavcı, mahkûmun ölmesinin herkes için en iyisi olacağı fikrine dayalı konuşmasına olan inancıyla jürinin tüm değer verdikleri uğruna mahkûmun suçlu bulmasını talep ederek sözlerine son verdi.

Başsavcının susmasıyla mahkemede bir uğultu koptu. Sanki bir yeşil sinek ordusu, başına gelecekleri önceden tahmin edip mahkûmun başı üzerinde oğul veriyordu. Tekrar sessizlik sağlandığında, dürüst vatansever tanık sandalyesinde belirdi.

Başsavcının izindeki başsavcı yardımcısı, vatanseverin sorgusuna başladı. Adamın ismi John Barsad idi. Temiz ruhunun hikâyesi tam olarak başsavcının anlattığı gibiydi. Bir hata yapmışsa bile bu çok önemsiz olmalıydı. Cesur bağrındaki yükü boşaltıp mütevazı bir şekilde tanık sandalyesinden çekilecekti ki, önünde kâğıtlarla Bay Lorry’den pek de uzakta oturmayan peruklu adam, birkaç soru sormak için izin istedi. Karşıdaki peruklu adamsa hâlâ tavana bakmaktaydı. Sorgulama başladı:

“Tanığın kendisi hiç casusluk yaptı mı?”

“Hayır.” dedi tanık küçümsediğini ima ederek.

“Neyle geçiniyorsunuz?”

“Kendi mal varlığımla.”

“Mal varlığınız nerede?”

“Nerede olduğunu tam olarak hatırlamıyorum.”

“Bu servet nelerden ibaret?”

“Bu kimseyi ilgilendirmez.”

“Miras mı kaldı?”

“Evet.”

“Kimden?”

“Uzak bir akrabadan.”

“Hiç hapse girdiniz mi?”

“Tabii ki hayır?”

“Borçlarınız yüzünden hiç hapis yatmadınız mı?”

“Bununla ne alakası var anlamıyorum.”

“Borçlarınız yüzünden hiç hapis yatmadınız mı? Bir kez daha soruyorum. Hiç yatmadınız mı?”

“Evet.”

“Kaç kez?”

“İki ya da üç kez.”

“Beş ya da altı olmasın?”

“Belki.”

“Mesleğiniz nedir?”

“Mevcut servetimle geçiniyorum.”

“Hiç tekmelenerek dövüldünüz mü?”

“Olabilir.”

“Sıkça mı?”

“Hayır?”

“Hiç merdivenlerden aşağı itildiniz mi?”

“Şüphesiz hayır. Bir keresinde merdivenlerin başında tekme yemiş ve kendiliğinden aşağı düşmüştüm.”

“Kumarda hile yaptığınız için mi tekmelenmiştiniz?”

“Evet, sonucu bu olmuştu. Sarhoş bir yalancı beni bu şekilde suçlamıştı; fakat bu doğru değildi.”

“Doğru olmadığına yemin eder misiniz?”

“Ederim.”

“Oyunlarda hile yaparak para kazandığınız oldu mu?”

“Asla.”

“Oyun oynayarak para kazandığınız oldu mu?”

“Diğer beyefendilerin kazandığından fazla değil.”

“Mahkûmdan hiç borç para aldınız mı?”

“Evet.”

“Ona geri ödediniz mi?”

“Hayır.”

“Mahkûmla olan samimiyetiniz pek de fazla değildi ve onun bulunduğu arabalarda, gemilerde veya hanlarda sizin zorlamanızla gelişmişti öyle değil mi?”

“Hayır.”

“Mahkûmu elinde bu listelerle gördüğünüzden emin misiniz?”

“Kesinlikle.”

“Listeler hakkında daha fazlasını biliyor musunuz?”

“Hayır.”

“Bunları siz temin etmiş olabilir misiniz?

“Hayır.”

“Bu kanıt karşılığında bir şey elde etmeyi bekliyor musunuz?”

“Hayır.”

“Bu tuzakları kurmak için hükûmetten düzenli bir olarak para alıyor musunuz?”

“Ah Tanrı’m, hayır!”

“Ya da başka bir şey yapmak için?”

“Hayır! Tanrı’m hayır!”

“Buna yemin eder misiniz?”

“Tekrar tekrar ederim.”

“Katıksız vatan sevginiz dışında sizi buna teşvik eden başka bir sebep yok muydu?”

“Hayır, kesinlikle.”

Erdemli Uşak Roger Cly yeminini edip tanık sandalyesine oturdu. Dört yıl önce mahkûmun yanına hizmetkâr olarak girmişti. Calais posta gemisinde kendisine becerikli bir yardımcı isteyip istemediğini sormuş, mahkûm da kendisini göreve almıştı. Mahkûmdan kendisini “hayır olsun” diye göreve almasını istememişti, asla böyle bir şey düşünmemişti. İşe alındıktan kısa bir süre sonra mahkûmdan şüphelenmeye ve gözünü üzerinde tutmaya başlamıştı. Seyahat esnasında, mahkûmun kıyafetlerini düzenlerken, benzeri listeleri ceplerinde defalarca görmüştü. Bu listeleri mahkûmun çalışma masasının çekmecelerinden almıştı. Önceleri listeleri buraya koymuyordu. Kendisini, buna benzer listeleri Calais ve Boulogne’da Fransız beylere gösterirken görmüştü. Ülkesini seviyordu ve buna tahammül edemezdi; bu yüzden bilgiyi yetkililere iletti. Asla gümüş bir çaydanlık çaldığından şüphelenilmemişti; bir keresinde hardallık çaldığına dair iftiraya uğramıştı ama onun da kaplama olduğu ortaya çıkmıştı. Biraz önceki tanığı yedi ya da sekiz yıldır tanıyordu ve tanışmaları tam anlamıyla bir tesadüftü. Buna çok tuhaf bir tesadüf denemezdi; zira tesadüflerin çoğu tuhaftı. Bunu yapmaya onu teşvik eden tek şeyin de yine gerçek bir milliyetperverlik olması da garip bir tesadüf değildi. Kendisi tam bir İngiliz’di ve pek çok kişinin de kendisi gibi olmasını umuyordu.

Yeşil sinekler tekrar uğuldadı. Başsavcı, Bay Jarvis Lorry’yi çağırdı.

“Bay Jarvis Lorry, Tellson Bankası’nda müdürsünüz değil mi?”

“Evet.”

“Bin yedi yüz yetmiş beş yılının Kasım ayında bir cuma gecesi iş sebebiyle posta arabasıyla Londra’dan Dover’a seyahat ettiniz mi?”

“Evet ettim.”

“Posta arabasında başka yolcu var mıydı?”

“İki kişi vardı.”

“Gece boyunca yolda arabadan indikleri oldu mu?”

“Evet oldu.”

“Bay Lorry, lütfen mahkûma bakın. Bu yolculardan biri mahkûm muydu?”

“O olduğunu söyleme sorumluluğuna giremem.”

“Bu iki yolcudan herhangi birine benziyor mu?”

“Her ikisi de sarıp sarmalanmışlardı; gece çok karanlıktı ve hepimiz birbirimizden çekiniyorduk. Dolayısıyla bunu bile söylemem mümkün değil.”

“Bay Lorry, mahkûma tekrar bakın. O geceki iki yolcu gibi sarıp sarmalandığını farz edin, boy ve cüsse bakımından onlardan biri olmasını mümkün kılmayan bir tarafı var mı?”

“Hayır.”

“Onlardan biri olmadığına yemin edemezsiniz, öyle değil mi Bay Lorry.”

“Hayır.”

“Öyleyse en azından onlardan biri olabileceğini söyleyebilirsiniz.”

“Evet. Sadece onların da benim gibi eşkıyalardan çekindiğini hatırlıyorum; fakat mahkûmun ürkek bir havası yok.”

“Hiç yapmacık bir ürkeklik gördünüz mü Bay Lorry.”

“Kesinlikle evet.”

“Bay Lorry, mahkûma bir kez daha bakın. Onu daha önce gördüğünüzü hatırlıyor musunuz?”

“Evet.”

“Ne zaman?”

“Birkaç gün sonra Fransa’dan dönüyordum; kendisi Calais’te benim bulunduğum posta gemisine bindi ve benimle yolculuk etti.”

“Gemiye kaçta bindi?”

“Gece yarısından biraz sonraydı.”

“Gecenin bir köründe yani. Böyle zamansız bir vakitte gemiye binen tek yolcu o muydu?”

“Öyle denk gelmiş.”

“Bunu bir kenara bırakın Bay Lorry. Gecenin bir köründe gemiye binen tek yolcu o muydu?”

“Oydu.”

“Yalnız mı seyahat ediyordunuz Bay Lorry, yoksa size eşlik eden birileri var mıydı?”

“İki kişi vardı. Bir beyefendi ve bir bayan. İşte oradalar.”

“Evet buradalar. Mahkûmla aranızda konuşma geçti mi?”

“Pek sayılmaz. Hava fırtınalıydı, yol da uzun ve zor. Neredeyse tüm yolculuk boyu bir sedirde yattım.”

“Bayan Manette!”

Daha önce olduğu gibi yine tüm gözlerin döndüğü genç kadın oturduğu yerde ayağa kalktı. Babası da ayağa kalkıp kızının elini tuttu.

“Bayan Manette, mahkûma bakın.”

Böyle merhametle bakan genç ve güzel biriyle yüzleşmek, zanlı için salondaki tüm kalabalıkla yüzleşmekten çok daha zordu. Kendine yönelen meraklı bakışlardan çok, kızla sanki mezarı başındaymışlar gibi durmak, o an için adamın sakin hâlini yitirmesine neden olmuştu. Sağ eliyle çabuk hareketlerle önündeki otları bir bahçedeki hayali çiçek yataklarına itelemişti. Nefes alış verişlerini düzene sokma çabaları, rengi kalbine akan dudaklarını titretmişti. Büyük sineklerin vızıltısı yine artmıştı.

“Bayan Manette, mahkûmu daha önce gördünüz mü?”

“Evet efendim.”

“Nerede?”

“Şimdi bahsedilen posta gemisinde, aynı vesileyle efendim.”

“Bahsi geçen genç bayan siz misiniz?

“Ne yazık ki benim.”

Merhamet dolu ağlamaklı sesi hâkimin pek de hoş olmayan sesiyle kesildi. Sert bir şekilde “Size sorulan soruları cevaplayın ve yorumda bulunmayın.” dedi.

“Bayan Manette, Manş Denizi’ni aştığınız bu yolculukta mahkûmla hiç konuştunuz mu?”

“Evet efendim.”

“Bize de anlatır mısınız?”

Ağır bir sessizlik içerisinde zayıf bir sesle anlatmaya başladı: “Beyefendi gemiye bindiğinde…”

“Mahkûmdan mı bahsediyorsunuz?” diye sordu hâkim kaşlarını çatarak.

“Evet Sayın Hâkim.”

“O hâlde mahkûm deyin.”

“Mahkûm gemiye bindiğinde babamı gördü.” dedi babasına sevgi dolu gözlerle bakarak. “Babamın çok yorgun olduğunu ve sağlığının da kötü olduğunu fark etti. Babam çok zayıf olduğundan onu açık havaya çıkartmaktan korkuyordum. Bu sebeple onun için kamara merdivenlerinin yanına, güverteye bir yatak hazırlamıştım. O gece dördümüzden başka yolcu yoktu. Mahkûm bize çok iyi davranmış, babamı rüzgâr ve hava koşullarından nasıl daha iyi koruyabileceğime yönelik tavsiyelerde bulunmak üzere benden izin istemişti. Limandan çıkınca rüzgârın hangi yönden eseceğini kestiremediğim için bunu nasıl yapacağımı pek bilemiyordum. Bunu benim için yaptı. Babamın durumu karşısında son derece nezaket ve yardımseverlik gösterdi; bunu içinden gelerek yaptığından da eminim. İşte bu şekilde konuşmaya başladık.”

“Bir dakika sözünüzü kesmeme izin verin. Gemiye yalnız mı geldi?”

“Hayır.”

“Kaç kişilerdi?”

“İki Fransız beyefendi vardı.”

“Birbirleriyle konuştular mı?”

“Son dakikaya kadar, Fransız beylerin kendi botlarına binmesi gerekene kadar konuştular.”

“Birbirlerine buna benzer kâğıtlar verdiler mi?”

“Ellerinde bazı kâğıtlar vardı fakat bunlar ne kâğıtlarıydı bilemiyorum.”

“Şekil ve büyüklükleri buna benziyor muydu?”

“Muhtemelen, fakat çok yakınımda fısıldaşmalarına rağmen gerçekten de bilemiyorum. Çünkü onlar kamara merdivenlerinin başında, bir lambanın altında konuşuyorlardı; lamba çok zayıftı ve çok alçak sesle konuşuyorlardı. Konuştuklarını duymadım ve sadece bazı kâğıtlara baktıklarını gördüm.”

“Şimdi mahkûmla olan sohbetinize gelelim, Bayan Manette.”

“Mahkûm babama karşı nazik, iyi ve yardımsever olduğu kadar çaresizliğimi görerek bana da oldukça güvenmişti. Sanırım…” dedi gözyaşlarına boğularak, “bugün ona zarar vererek borcumu ödeyemem.”

Yeşil sinekler vızıldadı.

“Bayan Manette, şayet mahkûm sağlamakla mükellef olduğunuz ve bundan kaçamayacağınız kanıtları gönülsüzce sağladığınızı anlamıyorsa, bu konumda bulunan yegane insan odur. Lütfen devam edin.”

“Bana, insanların başının derde girebileceği hassas ve zor bir görev için seyahat ettiğini, bu nedenle de farklı bir isim kullandığını söylemişti. Bu görev nedeniyle birkaç günlüğüne Fransa ile İngiltere arasında gidip geldiğini, bunun epey bir süre böyle süreceğini anlatmıştı.”

“Amerika hakkında bir şey söylemiş miydi Bayan Manette? Lütfen net konuşun.”

“Bu anlaşmazlığın nasıl ortaya çıktığını bana anlatmaya çalışmıştı. Ona göre İngiltere açısından bu yanlış ve aptalcaydı. Şakayla karışık, belki de George Washington’un tarihte III. George kadar büyük bir isim edinebileceğini ekledi. Fakat bunda kötü bir taraf yoktu; söylerken gülüyordu ve hoşça vakit geçirmek için söylenmiş bir sözdü.”

Tüm gözlerin yöneldiği sahnedeki başrol oyuncusunun yüzündeki ifade, izleyiciler tarafından bilinçsizce taklit edildi. Bu kanıtı verirken kızın alnından acılı bir kaygı ve dikkat okunuyordu. Hâkimin not alması için durduğu zamansa bunun avukatlardaki olumlu ve olumsuz etkilerini anlamaya çalıştı. Mahkemenin her köşesindeki izleyicilerde de aynı ifade vardı; o kadar ki hâkim notlarından başını kaldırıp George Washington hakkındaki aykırı düşünceler sebebiyle sert sert baktığında, salondaki yüzlerin büyük çoğunluğu tanığı yansıtan aynalar gibiydi.

Başsavcı, usul ve tedbir açısından genç bayanın babası Doktor Manette’in tanık sandalyesine çağrılmasının gerekli olduğuna inandığını açıkladı. Bunun üzerine Doktor Manette yüce mahkemenin huzuruna çağrıldı.

“Doktor Manette, lütfen mahkûma bakınız. Kendisini daha önce gördünüz mü?”

“Bir kez. Londra’da kaldığım pansiyonu ziyaret ettiğinde, üç ya da üç buçuk yıl önce.”

“Posta gemisinde onunla beraber yolculuk ettiğinizi ya da kızınızla konuşmalarını hatırlıyor musunuz?”

“Bu ikisini de yapamam efendim.”

“Bunun belirli bir nedeni var mı?”

Alçak bir ses tonuyla cevapladı: “Var.”

“Bu sebep, ana vatanınızda mahkemeye çıkarılmadan ve hatta hakkınızda suçlama bile olmadan, talihsiz bir şekilde uzun bir tutukluluk dönemi geçirmeniz miydi, Doktor Manette?”

Herkesin yüreğini dağlayan bir sesle cevapladı: “Çok uzun bir tutukluluk.”

“Bahsi geçen seyahatte henüz serbest kalmıştınız, öyle değil mi?”

“Bana söylenen bu.”

“Seyahat hakkında hiçbir şey hatırlamıyor musunuz?”

“Hiçbir şey. Zihnimde bir zaman dilimi ki, tam olarak ne kadar olduğunu bile söyleyemem, tamamen silinmiş durumda. Esaretimde ayakkabı yapımını kendime meşgale edindiğim dönemle kendimi sevgili kızımın yanında Londra’da yaşıyor bulduğum dönem arası benim için tam bir boşluk. Tanrı’m yetilerimi bana tekrar verdiğinde kızım bana tanıdık gelmeye başladı; ancak bunun nasıl olabildiğini bile söyleyemem. Bu süreci hiç anımsamıyorum.”

Savcının yerine oturmasının ardından baba kız da yerlerine oturdular.

Bunun ardından mahkemede tuhaf bir gelişme yaşandı. Amaç, mahkûmun beş yıl önce kasım ayında o cuma gecesi kimliği belirsiz bir yandaşıyla Dover posta gemisinden inip yaklaşık 20 kilometre ilerdeki bir garnizon veya tersaneye giderek orada bilgi topladığını göstermekti. Mahkûmu, bu garnizon veya tersane şehrinde bulunan bir otelin kahve salonunda, belirtilen zamanda birini beklerken gördüğünü iddia eden bir tanık, mahkemenin huzuruna çağırıldı. Savunma avukatının sorgusundan, bu kişinin mahkûmu başka bir yerde görmediği dışında bir sonuç alınamamıştı; ki tüm bu zaman süresince tavana bakıp duran peruklu beyefendi, önündeki küçük kağıda bir iki kelime yazıp katladı ve avukata doğru attı. Bu kâğıt parçasını açan savunma avukatı, büyük bir dikkat ve merakla mahkûma baktı.

“Gördüğünüz kişinin mahkûm olduğundan emin olduğunuzu tekrar edebilir misiniz?”

Tanık son derece emindi.

“Daha önce mahkûma benzeyen birini gördünüz mü?”

Tanık, hata yapacak kadar benzeyen birini görmediğini söyledi.

“Şuradaki beyefendiye, bilge dostuma iyice bakın.” dedi kendisine kâğıt atan adamı göstererek. “Ardından da mahkûma iyice bakın. Ne diyorsunuz? Birbirlerine benziyorlar mı?”

Bilge dostumuzun özensiz ve hırpani kılığını bir tarafa bırakırsak, mukayeseye tâbi tutulan iki kişinin birbirlerine tıpatıp benzemeleri, sadece tanığı değil mahkemede buluna herkesi çok şaşırtmıştı. Hâkimin bilge dostumuzdan peruğunu çıkarmasını istemesi ve onunda buna razı olmasıyla benzerlik daha da belirginleşti. Hâkim, mahkûmun avukatı Bay Stryver’dan, bir sonraki aşamada bilge arkadaşımız Bay Carton’a vatana ihanet suçu ile ilgili sorular sorup sormayacağını öğrenmek istedi. Bay Stryver’ın cevabı “hayır” oldu; fakat tanığa bir kez olanın bir daha olup olamayacağını, bu örneğin kendisine ihtiyatsızlığını gösterip göstermediğini, hâlâ gördüğü kişinin tanık olduğundan emin olup olmadığını ve benzeri şeyleri soracaktı. Bu netice tanığın söylediklerini değersiz hâle getirmişti.

Bay Cruncher, bu gelişmeler yaşanırken, kendine, parmaklarındaki paslarla bir öğle yemeği ziyafeti çekmişti. Şimdi de Bay Stryver’ın davanın seyrini mahkûm lehine çevirip jüriyi kendi taraflarına çekişini, vatansever Barsad’ın aslında kiralık bir ajan ve hain olduğunu, özünde utanmaz bir kaçakçının yattığını, dünya üzerinde melun Yehuda’dan –ki zaten görünüşü de benziyordu– bu yana görülmüş en büyük alçaklardan biri olduğunu anlatışını izliyordu. Avukat, erdemli Uşak Cly’ın, Barsad’ın dostu ve yandaşı olduğunu, böyle kişilerle arkadaşlık etmeye layık olduğunu söylüyor, sahtekâr ve yalancı şahitlerin aslen Fransız olan mahkûmu kurban seçtiklerini izah ediyordu. Mahkûm, Fransa’daki bazı aile meselelerinden ötürü Manş Denizi’ndeki bu seyahatleri yapmak zorundaydı; ancak sevdikleri ve yakınlarını düşündüğü için tüm hayatı boyunca bu seyahatleri gizli tutması gerekmişti. Tanık olduklarını açıklarken acı çeken genç bayana zorla söyletilen sözler ve çarpıtılan tanıklığı nasılsa artık bir şey ifade etmiyordu. Herhangi bir genç beyefendiyle genç bayan arasında geçebilecek nezaket ve inceliğe dayalı küçük ve masum sohbet de unutulmuştu. Tabii George Washington’la ilgili kısmı hariç. Bu ölçüsüzce bir hareketti ve sadece bir eşek şakası olarak kabul edilebilirdi. Ulusal nefret ve korkulardan çıkar sağlamaya dayalı bu girişimler karşısında hükûmetin direnç gösterememesi, zayıflık olurdu. Başsavcı da bunu kullanmıştı. Bununla beraber bu suçlamaların hiçbir dayanağı yoktu. Alçak ve rezil tanıklar ise devlet mahkemelerini fazlasıyla meşgul eden böyle davaları çirkinleştirmekteydi. Fakat başsavcı bu noktada itiraz edip sanki söylenenler yanlışmış gibi sert bir yüz ifadesi takınarak, avukatın bulunduğu konumdan dolayı böyle kinayelerde bulunmaması gerektiğini söyledi.

Bay Stryver bundan sonra az sayıdaki tanıklarını çağırdı. Bay Cruncher bu kez de başsavcının jüriyi kendi tarafına çekme çabalarını izledi. Başsavcı, Barsad ve Cly’ın, avukatın kendilerine düşündürdüğünden yüz kat daha iyi, mahkûmun da yüz kat daha kötü olduğunu göstermeye çalıştı. Nihayet söz hâkime geldi ama onun da mahkûm için kefen dikmeye kararlı olduğu kesindi.

Ve artık jürinin karar verme vakti gelmişti. Büyük yeşil sinek ordusu yeniden oğul verdi.

Çok uzun zamandır tavana bakmakta olan Bay Carton, bu heyecanlı anda bile ne yerini ne de tavrını değiştirdi. Takım arkadaşı Bay Stryver önündeki kâğıtları düzenliyor, yanında oturanlara fısıltıyla bir şeyler söylüyor ve ara sıra heyecanla jüriye bakıyordu. Bu esnada izleyiciler az ya da çok yer değiştirmiş, aralarında yeni gruplaşmalar olmuştu. Hâkim ise koltuğundan kalkmış, kürsüsünde bir aşağı bir yukarı yürümekteydi. Bu hareketleri neticesinde izleyiciler onun da heyecanlı olduğundan hiç şüphe etmediler. Sadece tek bir kişi, yarısı yırtılmış cübbesi ve biraz önce çıkarılıp özensizce takılan peruğuyla kavgadan yeni çıkmış gibi görünen adam, hiç heyecan belirtisi göstermeksizin elleri cebinde tüm gün yaptığı gibi tavanı seyrediyordu. Pervasız tavrı onu itibarsız biri gibi göstermekle kalmıyor, aynı zamanda da mahkûma olan benzerliğini azaltıyordu. Birbirleriyle karşılaştırıldıklarındaki bir anlık ciddiyeti ise bu benzerliği kuvvetlendirmişti. Dikkatlerini ona yöneltmiş olan kişilerse aralarında, mahkûmla avukatın aslında pek de benzemediklerini söylüyorlardı. Bay Cruncher da böyle düşünenlerden ve yanındakiyle bunu paylaşanlardan biriydi. Ve ekledi: “Bahse girerim hiç dava alamıyordur. Dava kazanabilecek birine benzemiyor, öyle değil mi?”

Buna karşın Bay Carton, dışarıdan görünenin aksine, mahkemedeki her detayı yakalıyordu. Nitekim Bayan Manette’in başının babasının göğsüne düştüğünü ilk gören de o oldu ve yüksek sesle görevliyi çağırdı: “Mübaşir! Şu genç bayana bakın. Beyefendiye onu dışarı çıkarması için yardımcı olun. Görmüyor musunuz, düşecek!”

Dışarı çıkarılırken kıza karşı büyük bir acıma hissi vardı; herkes babasının acısını paylaşıyordu. Esaret günlerini hatırlamanın babası için büyük bir ıstırap olduğu açıktı. Sorgulanırken içinde büyük çalkantılar yaşıyordu. Derin düşüncelere dalıp gitmesi onu olduğundan yaşlı gösteriyordu. İçindeki üzüntü kapkara bir bulut gibi yıllardır yüreğine çöreklenmişti.

Jüri bir karara varamamıştı ve dinlenmek istiyorlardı. Belki de George Washington’u unutamamış olan hâkim uzlaşamadıkları için şaşırmıştı, ancak nöbetleşe dinlenebileceklerini belirterek jüri üyeleri gibi kendisi de memnuniyetle dinlenmeye gitti. Dava tüm gün boyunca sürdü; artık salondaki lambalar yanıyordu. Jürinin çok uzun süredir salonda olmadığı konuşulmaya başlanmıştı. İzleyiciler içecek bir şeyler almak üzere dışarı çıkmışlardı; mahkûm ise sanık sandalyesine oturtulmuştu.

Genç bayanla babası dışarı çıktıklarında salondan ayrılan Bay Lorry, tekrar göründü ve azalan bir ilgiyle beklemekte olan Jerry’yi yanına çağırdı. Jerry rahatça yanına ulaşabildi.

“Jerry, yiyecek bir şeyler almak istiyorsan çıkabilirsin. Fakat yakınlarda ol. Jüri içeri geldiğinde burada olmalısın. Kararı bankaya götürmeni istiyorum; o yüzden bir dakika bile gecikme. Sen tanıdığım en hızlı habercisin ve benden çok daha önce Temple Bar’da olabilirsin.”

Jerry’nin kırıştırabilecek kadar geniş bir alnı yoktu, yine de söylenenleri anladığını göstermek için biraz olsun alnını kırıştırdı. O esnada Bay Carton yaklaşıp Bay Lorry’nin koluna dokundu.

“Genç bayan nasıl?”

“Oldukça üzüntülü; fakat mahkeme salonu dışında olduğundan daha rahat ve babası da onu rahatlatıyor.”

“Mahkûma bunu ileteceğim. Siz de takdir edersiniz ki herkesin gözü önünde sizin gibi bankada çalışan saygıdeğer bir beyefendinin onunla konuşurken görülmesi doğru olmaz.”

Bay Lorry, kendisinin, bunu aklından geçirdiğini sanki adam fark etmiş gibi kızardı. Bay Carton sanığın bulunduğu yere doğru gitti. Mahkemenin çıkışı da bu yöndeydi. Jerry de onu pür dikkat izlemekteydi.

“Bay Darnay!”

Mahkûm hemen ileri doğru atıldı.

“Doğal olarak tanık Bayan Manette’ten haber almak için sabırsızlanıyorsunuzdur. Merak etmeyin, kendisi gayet iyi. Sadece fazlaca heyecanlandığı bir ana denk geldiniz.”

“Bunun sebebi olduğum için derin bir üzüntü duyuyorum. Bunu benim için ona iletir misiniz ve kendisine minnettar olduğumu da.”

“Tabii iletebilirim. Siz isterseniz bunu yaparım.”

Bay Carton’un tavrı dikkatsiz olduğu kadar cüretkârdı. Mahkûma yarım dönmüş, dirseğini de mahkûmun önündeki parmaklıklara dayamıştı.

“Evet istiyorum. İçten teşekkürlerimi kabul edin lütfen.”

Carton duruşunu bozmadan, “Ne sonuç bekliyorsunuz Bay Darnay?”

“En kötüsünü.”

“Bu en akıllıca olanı ve tabii en muhtemeli de. Fakat jürinin çekilmesi benim düşünceme göre sizin lehinize.”

Mahkeme salonuna girmesine izin verilmediği için çıkış yolunda oyalanan Jerry, bundan daha fazlasını duyamadı. Simaları birbirine son derece benzeyen fakat davranışları açısından da bir o kadar farklı olan bu iki adamı yan yana bıraktı; yansımaları yine tepelerindeki aynadaydı.

Bir buçuk saat, ellerinde bira ve etli tartlarla aşağıdaki koridorları dolduran serseri ve çapulcular arasında geçti. Boğuk sesli haberci, biraz atıştırdıktan sonra pek rahatsız bir biçimde oturduğu yerde uyuyakalmıştı ki, büyük bir uğultuyla uyandı ve mahkeme salonuna çıkan merdivenlere yönelen insan dalgası onu da beraberinde sürükledi.

Kapıya vardığında Bay Lorry kendisini çağırmaya başlamıştı bile: “Jerry! Jerry!”

“Buradayım efendim! Geri gelebilmek için âdeta savaş vermek gerekiyor. Buyurun efendim.”

Bay Lorry kalabalığın arasından kendisine bir kâğıt uzattı. “Aldın mı? Çabuk!”

“Evet efendim.”

Aceleyle yazılmış kağıdın üzerinde şu sözler yazıyordu: “Beraat etti.”

“Yine mesajı ‘Hayata Dönüş’ diye gönderseydiniz,” diye mırıldandı Jerry dönerken, “bu kez ne demek istediğinizi anlardım.”

Londra Ağır Ceza Mahkemesi’nden çıkana kadar Jerry başka bir şey söylemeye hatta düşünmeye fırsat bulamamıştı. Zira mahkemeden dışarı akan kalabalık arasında neredeyse ayakları yerden kesilecekti ve sokağı öyle bir uğultu kaplamıştı ki, sanki şaşkın yeşil sinekler başka bir leş aramak üzere ortalığa yayılmıştı.

₺39,32

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-605-121-999-8
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre