Kitabı oku: «Mister Pickwick'in Maceraları I. Cilt»
Charles Dickens, 7 Şubat 1812 tarihinde İngiltere’nin Portsmouth şehrinde doğdu. Asıl adı Charles John Huffam Dickens’dır. İngiliz yazar ve toplum eleştirmeni olan yazar Victoria Devri’nin en iyi romancısı olarak kabul edilir. Yaşadığı sürede eserleri benzeri görülmemiş bir üne sahip oldu ve yirminci yüzyılda içlerinde Tolstoy’dan George Orwell’e kadar pek çok yazarın bulunduğu edebî dehalar ve eleştirmenler tarafından kabul gördü. Romanları ve kısa öyküleri ile dünya çapında tanındı.
Babasının borçları yüzünden hapishaneye düşmesi sonrasında fabrikada çalışabilmek için okuldan ayrıldı ve düzgün bir eğitim alamadı. 1835 yılında Morning Chronicle gazetesine stenograf olarak girdi. Aynı yıl içinde Boz takma adıyla Boz’un Karalamaları başlığında notlar yayımlamaya başladı.
1837’de tanınmasını sağlayan Mister Pickwick’in Serüvenleri adlı kitabını yayımladı. Aynı yıl içinde Catherine Hogarth ile evlendi. 1840 yılında ölen baldızı Mary’e ithaf ettiği Antikacı Dükkanı romanını yayımladı. Kurguladığı karakterlerde çoğunlukla çevresindeki kişilerden ilham aldı. 1843 ile 1846 arasında yaptığı seyahatlerde dönemin ünlü yazarlarıyla tanışma fırsatı buldu. Bu dönemde yine Daily News gazetesini ve Household Words dergisini çıkardı.
Oliver Twist (1839), Bir Noel Şarkısı (1843), David Copperfield (1850), İki Şehrin Hikâyesi (1859), Perili Ev (1859), Büyük Umutlar (1861), Edwin Drood’un Gizemi (1870) gibi önemli eserleri başta olmak üzere dünyaca tanınmış pek çok esere imza attı.
Yazarlık kariyeri boyunca 15 roman, 5 uzun öykü, yüzlerce kısa öykü ve kurgu dışı makale yayımladı. Bunların yanında çocuk hakları, eğitim ve diğer toplumsal konularda mücadele verdi.
1858 yılında karısından ayrılan Dickens, bu dönemden itibaren yine sık sık seyahate çıktı ve konferanslar verdi. 1870’te de şöhretinin zirvesindeyken Gadshill’deki evinde istirahate çekilmek zorunda kaldı ve 9 Haziran 1870 tarihinde öldü.
Birinci Bölüm
Pickwickçiler
Karanlığı aydınlatan ve ölümsüz Pickwick’in kamu hayatının ilk zamanlarının alakadar olmuş göründüğü o kasveti, göz kamaştırıcı parlaklığa dönüştüren ilk ışık demeti, Pickwick Kulübü tutanaklarında yer alan aşağıdaki kaydın dikkatle incelenmesiyle ortaya çıkmıştır. Editör bu tutanakları, kendisine emanet edilen türlü türlü belgeye yönelik araştırmanın nasıl bir dikkat, yorulmaz gayret ve hoş ayrımla yürüttüğünün kanıtı olarak okuyucularına sunmaktan büyük keyif duymaktadır.
12 Mayıs 1827. Joseph Smiggers Efendi, P.K.E.B.Y.Ü,1 yönetiminde. Aşağıdaki resmî kararlar oy birliğiyle kabul edilmiştir: “Bu derneğin, Samuel Pickwick Efendi, P.K.G.B.Ü2 tarafından iletilen Hampstead Gölleri’nin Kaynağına Yönelik Üç Dikenli Balık Kuramı’yla İlgili Kimi Gözlemleri İçeren Tahminler başlıklı belgeyi salt tatmin hisleriyle ve naçizane bir kabulle onayladığı ve böylelikle bu derneğin sözü geçen Samuel Pickwick Efendi’ye, P.K.G.B.Ü aynı sebepten dolayı en içten teşekkürlerini ilettiği yazmaktadır.
Bu Birlik, az önce değinilen yapıttan, bir o kadar da Samuel Pickwick Efendi’nin, P.K.G.B.Ü Hornsey, Highgate, Brixton ve Camberwell’deki usanmaz araştırmalarından dolayı bilim bilincinden doğan avantajlarının derinden farkında olsa da elinde olmadan bilge adamın tahminlerini daha geniş bir sahaya taşıması, seyahatlerini arttırması ve sonuç olarak da gözlem alanını bilginin ilerleyişine ve öğrenimin yayılmasına doğru genişletmesinden kaçınılmaz biçimde doğacak olan paha biçilemez faydaların heyecanlandırıcı hislerini düşünmekten kendini alamamaktadır.
Az önce sözü geçen görüşle birlikte bu Birlik, adı geçen Samuel Pickwick Efendi, P.K.G.B.Ü ve aşağıda adları geçecek diğer üç Pickwickçiden oluşacak, Pickwick Kulübü Mektuplaşma Derneği adı altında Birleşmiş Pickwicçlilerin yeni bir kolunun kurulmasına yönelik teklifi büyük bir ciddiyetle değerlendirmektedir.
Sözü geçen teklif bu Birliğin teyit ve onayını almıştır. Pickwick Kulübü Mektuplaşma Derneği böylelikle kurulmuştur ve Samuel Pickwick Efendi, P.K.G.B.Ü., Tracy Tupman Efendi., P.K.Ü., Augustus Snodgrass Efendi, P.K.Ü. ve Nathaniel Winkle Efendi P.K.Ü’nün oydaşlar tarafından aday gösterilip seçildikleri ve zaman zaman, yolculuklarının ve araştırmalarının, kişilik ve tavır gözlemlerinin ve bütün maceralarının, yerel görünüm ve bağlantıları göz önüne serebilecek bütün öyküler ve belgelerle birlikte doğruluğu kanıtlanmış anılarını Londra’da konuşlanmış Pickwick Kulübüne göndermeleri rica edilmektedir.
“Bu Birlik, Mektuplaşma Derneğinin her bir üyesinin kendi seyahat masraflarını karşılayacağı prensibini gönülden kabul etmektedir ve aynı koşullar sabit kaldığı sürece sözü geçen derneğin üyelerinin, araştırmalarının peşinden arzu ettikleri kadar süre koşmalarında hiçbir sakınca görmemektedir.
“Adı geçen Mektuplaşma Derneğinin üyelerinin mektuplarının, posta ve kargolarının taşıma ücretlerini ödeme teklifleri böylelikle Birlik tarafından değerlendirilmiş: Birlik, böylesi bir teklifin fikir sahiplerinin yüce akıllarına layık olduğunu düşünmüş ve böylelikle bu konuda kesin bir kabul göstermiştir.”
Biraz sonraki notları borçlu olduğumuz sıradan bir gözlemci, diye ekliyor sekreter. Sıradan bir gözlemci yukarıdaki resmî kararlar okunduğu sırada, kel kafa ve manalı bir biçimde onun (sekreterin) yüzüne yöneltilmiş yuvarlak çerçeveli gözlükte muhtemelen sıra dışı hiçbir şey olmadığını belirtirdi: Pickwick’in devasa zihninin o alnın altında çalışmakta olduğunu ve Pickwick’in parlak gözlerinin o gözlüğün ardında parıldadığını bilenler için o görüntü gerçekten de ilginçti. Orada yüce Hampstead göllerini kaynaklarına kadar takip etmiş ve Üç Dikenli Balık Kuramı’yla bilim dünyasını çalkalamış adam, ayazdaki derin sular gibi sakin ve hareketsiz, toprak bir kabın en derininde tek başına duran bir numune gibi oturuyordu. Hele de takipçileri hep bir ağızdan “Pickwick!” diye haykırdıklarında tümüyle hayata dönüp harekete geçen o şerefli adam, daha önceden oturmakta olduğu büyük taburede dikleştiğinde ve kendi kurduğu kulübe hitap ettiğinde o gözlük ne kadar da ilginç göründü göze. O heyecan dolu sahne bir sanatçıya nasıl da inceleme malzemesi olurdu! Dilbaz Pickwick, kuyruklu ceketinin ardına zarifçe gizlenmiş bir eli ve parıltılı hitabetini tamamlayacak şekilde havada salladığı diğer eliyle; sıradan bir adam giyse dikkat çekmeyecek ancak Pickwick giyince -o deyimi kullanmama müsaade varsa- istemsiz şaşkınlık ve saygı yaratan o pantolon ve tozluklarını açığa çıkaran dik duruşuyla; onun seyahatlerinin risklerini paylaşmaya gönüllü ve onun keşiflerinin ihtişamına katılmak kaderinde olan adamlarla çevriliydi. Sağında Mr. Tracy Tupman, aşırı duygulu, insana has en ilginç ve mazur görülebilir zayıflık olan aşkla dolu bir oğlanın coşku ve şevkini olgunluk yıllarının bilgelik ve deneyimiyle örten Tupman oturuyordu. Zaman ve beslenme, bir zamanlar romantik görünen bedenini genişletmişti; siyah ipekten yelek giderek genişlemişti; altındaki altın saat zinciri yavaş yavaş Trupman’ın görüş alanında çıkmıştı ve heybetli çene, beyaz kravatın sınırlarını günbegündüz gasp etmişti. Ama değişim Tupman’ın ruhuna dokunmamışt: Başlıca tutkusu hâlen kadınlara olan hayranlığıydı. Yüce liderinin solunda şairane Snodgrass oturuyordu ve onun yanında ise avcı Winkle vardı. İlki şairane biçimde gizemli, mavi, köpek kürkü yakalı bir pelerine sarınmıştı ve diğeri de zaten yeni olan yeşil avcı montuna, ekoseli kaşkoluna ve dar kesim kazağına daha da hava katıyordu.
Mr. Pickwick’in bu durumdaki söylevi, takip eden tartışmayla birlikte kulüp tutanaklarına kaydedilmiştir. İkisi de diğer ünlü kişilerin ele alınışıyla büyük benzerlikler taşımaktadır ve büyük adamların davranışları arasında benzerlik yakalamak her koşulda ilgi çekici olduğundan biz de kaydı bu sayfalara taşıyoruz.
“Mr. Pickwick, itibarın her erkeğin kalbinde önemli bir yere sahip olduğu kanısındaydı diyor sekreteri. Şiirsel itibar arkadaşı Snodgrass’ın kalbinde önemli bir yere sahipti; fetih itibarı da arkadaşı Tupman için benzer şekilde önemliydi ve saha, hava ve su sporları itibarı da arkadaşı Winkle’ın bağrından en başköşede bulunuyordu. O (Mr. Pickwick) kendisi de insani tutkuları ve hislerinden etkilendiğini inkâr edemezdi. (Tezahürat.) Hatta muhtemelen insani zayıflıklarından da. (‘Hayır!’ diye bağırmalar.) Ama şunu söyleyebilirdi ki; bağrında kendini beğenmişlik ateşi yansa bile, insan ırkına kendi seçimiyle fayda sağlama arzusu bu ateşi etkili biçimde söndürüyordu. İnsanoğlunun övgüsü onun salıncağıysa; hayırseverlik de sigorta ofisiydi. (Ateşli tezahürat.) Biraz gurur duymuştu -bunu açıkça ifade ediyor ve düşmanlarının kullanımına sunuyordu- Üç Dikenli Balık Kuramı’nı dünyaya sunduğunda biraz gurur duymuştu; değer görse de görmese de. (‘Görüyor!’ çığlığı ve müthiş tezahürat.) Az önce sesini duyduğu saygıdeğer Pickwickçinin ifadesini kabul edecekti. Değer görmüştü ama o tezin namı bilinen dünyanın en uzak sınırlarına ulaşacak olsa o yapımın eser sahipliğine dair hissetmesi gereken gurur, şu an etrafına baktığı bu anla, hayatının en gururlu anıyla karşılaştırıldığında hiçbir şey sayılırdı. (Tezahürat.) O sıradan bir bireydi. (‘Hayır, hayır!’) Yine de onu büyük onur ve biraz tehlike getiren bir hizmet için seçtiklerini düşünmeden edemiyordu. Seyahat endişe verici bir hâl almıştı ve faytoncular huzursuzdu. Yurt dışına bir bakıp onları çevreleyen olayları bir düşünseler iyi olurdu. Posta arabaları her yönden üzüntü vericiydi, atlar fırlıyor, tekneler ters dönüyor, kazanlar patlıyordu. (Tezahürat, bir ses: ‘Hayır!’) Hayır! (Tezahürat.) O kadar yüksek sesle ‘Hayır!’ diye bağıran saygıdeğer Pickwickçiyi sahneye alalım da elinden geliyorsa inkâr etsin. (Tezahürat.) Hayır!” diye bağıran kimdi? (Coşkulu tezahürat.) Beyhude ve bıkkın bir adam mıydı? Budala demeyecekti, (Yüksek tezahürat.) kimdi, onun (Mr. Pickwick’in) araştırmalarına ihsan edilmiş övgüleri kıskanan ve çelimsiz düşmanlık girişimine boca ettiği çok bilmiş kınamasıyla, bu alçak ve iftiracı üslubu takınan? MR. BLOTTON (Aldgate’ten) bir anda kalktı. Saygıdeğer Pickwickçi ona taş mı atmıştı? (‘Sessizlik!’, ‘Başkan!’, ‘Evet!’, ‘Hayır!’, ‘Devam Et!’, ‘Son Ver!’ vb. bağırışları.)”
“MR. PICKWICK yaygarayla bastırılmaya gelemezdi. O saygıdeğer beyefendiye taş atmıştı. (Müthiş heyecan.)”
“MR. BLOTTON o hâlde, sayın bayın yanlış ve hakaret dolu suçlamalarını derin bir aşağılamayla geri püskürtecekti. (Müthiş tezahürat.) Sayın bay bir şarlatandı. (Derin şaşkınlık, ‘Başkan!’ ve ‘Sessizlik!’ bağırışları.)”
“Mr. A. SNODGRASS bir anda kalktı. Kendini Başkan’a doğru attı. (Bak sen!) Kulübün iki üyesi arasındaki bu utanç verici yarışın devam etmesine izin verilmeli mi onu bilmek istiyordu. (Bak, bak!)”
“BAŞKAN Sayın Pickwickçinin az önce kullandığı ifadeyi geri alacağından emindi.”
“MR. BLOTTON, Başkan’a mümkün olan en yüksek mertebede saygı duysa da lafını kesinlikle geri almayacaktı.
“BAŞKAN, saygıdeğer beyefendinin az önce ağzından kaçırdığı ifadeyi bilindik anlamıyla mı kullandığını öğrenmek mecburiyetinde olduğunu hissediyordu.
“MR. BLOTTON, hayır demekte hiç gecikmedi, kelimeyi Pickwick bağlamında kullanmıştı. (Bak, bak!) Şunu söylemesi gerekirdi ki saygıdeğer beyefendiye karşı olabilecek en yüksek derecede saygı ve hürmet besliyordu; yalnızca onu Pickwickçi bakış açısıyla bir şarlatan olarak görüyordu.” (Bak, bak!)
“MR. PICKWICK, arkadaşının adil, içten ve detaylı açıklamasından dolayı pek hoşnut hissetmişti. Kendi gözlemlerinin tek amacının bir Pickwick yorumu oluşturmak olduğunun bütünüyle anlaşılmasını rica ediyordu. (Tezahürat.)”
Kayıt burada, tıpkı tartışmanın da böylesine tatmin edici ve anlaşılır bir noktaya ulaştıktan sonra sona erdiğinden şüphemiz olmadığı gibi, sonra eriyor. Elimizde okurun bir sonraki bölümde bulacağı gerçeklere dair resmî bir tutanak yok. Ancak bilgiler, mektup ve anlatılarını bağlantılı bir biçimde doğrulamak konusunda su götürmez biçimde içten olan diğer el yazması sorumluları tarafından dikkatle incelenmiştir.
İkinci Bölüm
İlk Günün Yolculuğu ve İlk Gecenin Maceralarının Sonuçlarıyla Birlikte Açıklandığı Bölüm
Güneş, elinden her iş gelen o uşak, daha yeni doğmuştu ve bin sekiz yüz yirmi yedi Mayıs’ının on üçüne ışık saçmaya başlamıştı ki Mr. Samuel Pickwick âdeta başka bir güneş gibi uykusundan uyandı, odasının penceresini çabucak açtı ve aşağıdaki dünyaya gözlerini dikti. Goswell Caddesi ayaklarının altındaydı, Goswell Caddesi sağ elinin üstündeydi, Goswell Cadesi gözünün uzanabildiğine soldan upuzun gidiyordu; Goswell Caddesi’nin karşısında caddenin öte tarafı vardı. “Bunlar.” diye düşündü Mr. Pickwick. “Önlerinde uzanan şeyleri incelemekten memnun olan, ötede gizli gerçekleri aramayan filozofların dar görüşleridir. Ben de Gosswell Caddesi’ne, her bir taraftan onu sarıp sarmalayan ülkelere nüfuz etmek adına tek bir çaba sarf etmeden sonsuza kadar bakmaktan memnun olabilirdim.” Mr. Pickwick bu güzeller güzeli düşünceyi de dışa vurduğuna göre kendini kıyafetlerle bezeyip valizini de kıyafetlerle doldurmaya geçebilirdi. Yüce adamlar çoğu zaman kılıklarının tertibinde; tıraş olma, giyinme ve yakında gerçekleşecek olan kahve içme faaliyetinde nadiren özenli olurlardı ve bir saat içerisinde Mr. Pickwick elinde valizi, pardösüsünün cebinde teleskopu ve yeleğinin cebinde not defteriyle, yazılmaya değecek keşifleri karşılamaya hazır olarak St. Martin’s-le-Grand’deki araba durağına vardı. “Taksi!” dedi Mr. Pickwick.
“Buyurun, efendim.” diye bağırdı, üzerinde çuval bezinden bir palto ve aynı kumaştan bir önlük olan, boynunda pirinçten bir levha üzerine basılı bir rakam taşıyan ve sanki bir tür tuhaflıklar kataloğundan çıkmış gibi görünen insan ırkının tuhaf örneği. Bu kayıkçıydı. “Buyurun, efendim. Peki o zaman, ilk fayton!” Sonra ilk faytoncu, ilk piposunu içmekte olduğu meyhaneden koparılıp alındı, Mr. Pickwick ve valizi araca fırlatıldı.
“Golden Cross.” dedi Mr. Pickwick.
“Üç kuruşluk iş bu, Tommy.” diye bağırdı faytoncu yola koyulurken, arkadaşı kayıkçıya hitaben.
“O at kaç yaşında, dostum?” diye sordu Mr. Pickwick, burnunu yolculuk için ayırdığı şilinle kaşıyarak.
“Kırk iki.” diye yanıtladı sürücü, yan gözle bakarak.
“Ne!” diye bağırıverdi Mr. Pickwick, elini defterinin üstüne koyarak. Faytoncu önceki ifadesini yineledi. Mr. Pickwick bütün ciddiyetiyle adamın suratına baktı ama adamın ifadesi değişecek gibi değildi. O yüzden bu gerçeği derhâl not aldı. “Peki onu her seferinde ne kadar çalıştırıyorsun?” diye sorguladı Mr. Pickwick daha fazla bilgi arayışıyla.
“İki ya da üç hafta.” diye yanıtladı adam.
“Hafta mı!” dedi Mr. Pickwick şaşkınlıkla ve not defteri yine ortaya çıktı.
“Evde olduğu zamanlar Pentonwil’de yaşıyor.” dedi faytoncu sakinlikle. “Ama onu nadiren eve götürürüz, yani bitkinlik sebebiyle.”
“Bitkinlik sebebiyle!” diye tekrarladı şaşkın Mr. Pickwick.
“Faytondan çıkarıldığında hep düşer.” diye devam etti faytoncu. “Ama faytona takılıyken onu sıkıca sarar, yularını sıkı tutarız ki düşüvermesin; bir çift de canımdan ileri tekerleğimiz var ki hayvan kıpraştığında tekerlekler de onun ardından koşuverir, o da ne yapıversin ki.”
Mr. Pickwick adamın her kelimesini not defterine, sanki bunları kulübe iletiyormuşcasına yorucu koşullar altındaki atların yaşamındaki eşsiz bir azim örneği olarak yazdı. Golden Cross’a ulaştıklarında kayıt henüz bitmek üzereydi. Faytoncu aşağı atladı ve Mr. Pickwick faytondan indi. Şerefli liderlerini heyecanla beklemekte olan Mr. Tupman, Mr. Snodgrass ve Mr. Winkle etrafında toplaşıp onu karşıladı.
“İşte ücretin.” dedi Mr. Pickwick, şilini faytoncuya uzatarak.
Bilge adamı şaşkınlığa uğratan olay, o garip şahsın parayı kaldırıma fırlatıp temsili biçimde bu ücret için onunla (Mr. Pickwick) kavgaya tutuşma keyfine erişme izni istemesiydi!
“Sen delisin.” dedi Mr. Snodgrass.
“Ya da sarhoş.” dedi Mr. Winkle.
“Ya da ikisi birden.” dedi Mr. Tupman.
“Hadisene!” dedi faytoncu, kurmalı saat gibi bir ileri bir geri atılarak. “Haydiyin, dördünüz de.”
“Boş atıyor.” diye bağırdı yarım düzine faytoncu. “Git işine, Sam!” ve müthiş bir neşeyle grubun etrafına toplaştılar.
“Olay ne Sam?” diye sordu, siyah uzun kollu bir pamuklu giyinmiş beyefendi.
“Kavga!” diye yanıtladı faytoncu. “Numaramı niye istedin ki?”
”Numaranı istemedim.” dedi şaşkın Mr. Pickwick.
“O zaman neden numaramı aldın?” diye sorguladı faytoncu.
“Almadım.” dedi Mr. Pickwick kızgınlıkla.
“İnanır mısınız…” diye devam etti faytoncu, kalabalığa hitap ederek “İnanır mısınız ki bu adam gammaz olarak bir adamın faytonuna binmiş, yalnızca numarasını almakla kalmamış, ağzından çıkan her kelimeyi de not etmiştir.” (Mr. Pickwick’in gözleri parladı, konu not defteriydi.)
“Aldı mı ki?” diye sordu bir diğer faytoncu.
“Evet, hem de nasıl.” diye yanıtladı ilk faytoncu. “Ve ona saldırayım diye beni tahrik ettikten sonra da kanıtlamak için buraya üç şahit getirdi üstelik. Ama ona istediğini vereceğim, altı ay yatmam gerekse bile. Haydisene!” Sonra faytoncu şapkasını yere attı, kendi malına karşı olan gözü kara umursamazlıkla. Mr. Pickwick’in de gözlüğünü çıkardı ve saldırıya önce Mr. Pickwick’in burnuna bir darbeyle başladı. Sonra Mr. Pickwick’in göğsüne bir darbeyle devam etti ve üçüncü darbeyi Mr. Snodgrass’ın gözüne ve sonra değişiklik olsun diye dördüncüyü Mr. Tupman’ın yeleğine indirdikten sonra yola doğru sıçrayıp yeniden kaldırıma döndü ve en sonunda Mr. Winkle’ın bedeninde mevcut olan geçici havanın tamamını yarım düzine saniyede çekip aldı.
“Polis nerede?” diye sordu Mr. Snodgrass.
“İşkence et.” diye öneride bulundu turtacı.
“Bunu ödeyeceksiniz.” dedi Mr. Pickwick nefes nefese.
“Gammazlar!” diye bağırdı kalabalık.
“Hadisene.” diye bağırdı bunca zamandır durmaksızın zıplamakta olan faytoncu.
Topluluk şimdiye kadar olayları hareketsiz izlemekle yetinmişti ancak Pickwickçilerin gammazlar olduğu istihbaratı aralarında yayılmaya başladıkça kayda değer canlılıkla hararetli turta satıcısının teklifini dayatma edebini gösterdikleri bir propaganda yapmaya başladılar: Üstelik eğer arbede yeni gelen kişinin müdahalesiyle beklenmedik bir şekilde kesilmeseydi bu kişilerin ne tür kişisel saldırı suçları işleyeceklerini söylemek güçtü.
“Olay nedir?” diye sordu, bir anda durakların oradan ortaya çıkan yeşil paltolu, oldukça uzun boylu ve ince yapılı, genç adam.
“Gammazlar!” diye bağırdı kalabalık yeniden.
“Değiliz.” diye kükredi Mr. Pickwick, herhangi yansız dinleyiciye göre ikna edici gelebilecek bir tonla. “Değil misin ki değil misin ki?” dedi genç adam, Mr. Pickwick’e hitaben ve kalabalığın birleşen üyelerini şaşmaz bir dirsekleme süreciyle aşarak ona doğru yaklaşırken.
Söz konusu bilge adam, birkaç yüz aceleye getirilmiş kelimeyle olayın aslını açıkladı.
“Gel öyleyse.” dedi yeşil paltolu adam, Mr. Pickwick’i var gücüyle tüm yol boyunca peşi sıra sürükleyerek. “Al bakalım No. 924, ücretini de al, kendini de al götür. Saygıdeğer beyefendi, onu iyi tanırım. Saçmalamayı bırak. Bu yönden, efendim. Arkadaşlarınız neredeler? Hepsi bir hata, anlıyorum. Boş verin, kazalar olur. En düzgün ailelerde bile olur mu olur. Sizin şansınıza. Kaldırın onu. Bunu piposuna koyun, tadı hoştur. Lanet serseriler!” Ve olağanüstü bir gevezelikle sunulmuş bir dizi uzatılmış benzer kırık cümleyle birlikte Mr. Pickwick ve müritlerini peşine takan yabancı, yolcu bekleme odasına doğru yolu gösterdi.
“Garson baksana!” diye bağırdı yabancı, zili muazzam bir kuvvetle çalarak. “Herkese birer bardak brendi ve su, keskin ve güçlü. Gözünüz hasar aldı mı, efendim? Garson! Beyefendinin gözü için çiğ dana biftek. Morluğa çiğ dana biftekten daha iyi gelen bir şey yoktur, efendim. Soğuk lamba direği de çok iyi ama lamba direği elverişsiz. Ortalık yerde gözünü lamba direğine dayamış hâlde bir saat ayakta durmak pek garip olur. Ha, aynen öyle. Ha! Ha!” Böylece yabancı, nefes almak için duraksamadan yarım pint dolusu buz gibi pis kokulu brendi ve sudan koca bir yudum aldı ve sanki olağan dışı hiçbir şey olmamış gibi bir edayla keyif içinde arkasına yaslandı.
Üç yandaşı yeni tanıdıklarına teşekkürlerini sunmakla meşgulken Mr. Pickwick de adamın kılığını ve görünüşünü inceleme fırsatı buldu.
Orta boyluydu ama bedeninin inceliği ve bacaklarının uzunluğu onu çok daha uzun gösteriyordu. Yeşil paltosu kuyruklu ceketlerin döneminde zarif sayılıyordu ama belli ki o zamanlar yabancıdan çok daha kısa bir adamın üstünü benziyordu çünkü kirlenmiş ve rengi atmış ceketin kolları yabancının anca dirseklerine ulaşıyordu. Düğmeleri adamın çenesine kadar öylesine sıkıca kapanmıştı ki sanki her an arkada dikişlerin patlaması tehlikesi vardı. Gömlek, yakalığı olmayan eski bir üst boynunu tamamlıyordu. Dar siyah pantolonun belirli yerlerinde uzun süreli kullanımın göstergesi olan parlak lekeler göze çarpıyordu ve pantolon paçaları sanki her şeye rağmen görünür olan kirli çorapları saklamak için sıkı sıkıya alttaki bir çift yamalı ve eskimiş ayakkabıya tutturulmuştu. Uzun, siyah saçları eski fötr şapkasının altından iki yandan savsak biçimde dağılmıştı. Çıplak bilekleriyse eldivenleriyle paltosunun manşetleri arasından belli oluyordu. Yüzü ince ve yabaniydi ama tarif edilemez şekilde neşeli bir cüret havası ve kusursuz soğukkanlılık adamı bütünüyle kaplamıştı.
Mr. Pickwick’in gözlüklerinin (neyse ki kurtarabildiği) ardından inceleyebildiği ve arkadaşları sonunda teşekkür etmekten bitkin düştüklerinde kendi seçtiği ifadelerle az önceki yardımı için en içten teşekkürlerini ilettiği adam işte böyle biriydi.
“Önemli değil.” dedi yabancı, lafı kısa keserek. “Gerektiği kadar konuştu, fazlasını söylemedi; az akıllı değil o faytoncu. İyi dövüştü ama ben orada olacaktım var ya, yemin ederim kafasını yumruklamıştım. Yapmaz mıydım hiç, göz açıp kapayıncaya kadar turtacıyı da hiç şakam yok.”
Ahenkli konuşması, Rochester faytoncusunun “The Commodore”un yola çıkma noktasında olduğunu bildirmek için içeri girmesiyle bölündü.
“Commodore!” dedi yabancı yola koyularak. “Benim fayton. Yer ayırttım, dışarıda bir yer. Siz brendi ve suyu ödersiniz. Bütün bozdurmak lazım. Sahte gümüş, sahte para olmaz değil mi, olmaz ha?” ve başını neredeyse kurnazlıkla salladı.
Başlarına bunlar gelince Mr. Pickwick ve üç yoldaşı Rochester’ın ilk konak yerleri olmasına karar verdiler ve aynı şehre yolculuk edecekleri yeni tanıdıklarıyla da yakınlaşmış olduklarından, hep birlikte oturabilecekleri arka koltuğu ayırtmaya karar verdiler.
“Ben yanınızdayım.” dedi yabancı, Mr. Pickwick’in tepeye çıkmasına yardım ederken sanki beyefendinin hareketinin ağırlığını bariz biçimde azaltmaya çalışır gibi.
“Valiziniz var mı efendim?” diye sordu faytoncu. “Kim, ben mi? Şuradaki kese kâğıdına sarılı paket, hepsi o. Diğer valiz su yoluyla gitti, sabitlenmiş eşya sandıklarında. Evler kadar büyükler. Ağır, ağır, fena hâlde ağırlar.” diye yanıtladı yabancı, içinde bir gömlek ve bir mendil içerdiğine dair en şüphe uyandırıcı göstergelere sahip kese kâğıdını olabildiğince cebine tıkmaya çalışırken.
“Kafalar, kafalar, kafalara dikkat!” diye bağırdı çenebaz yabancı, o dönemlerde durağın girişini oluşturan kemeraltından geçerlerken. “Berbat yer, tehlikeli iş. Geçen gün beş çocuk, anneleri uzun hanım, sandviç yerken kemeri unuttu, çarptı. Çat! Çocuklar etrafa bakıyor. Annenin kafa gitmiş. Elinde sandviç, koyacak ağız yok. Ailenin direği yıkıldı. Sarsıcı, sarsıcı! Whitehall’a mı bakıyorsunuz, efendim? Hoş mekân, ufak pencereler. Orada başkasının da mı kafası kopmuş, ha efendim? O da etrafını iyi kolaçan etmemiş ha, efendim, ha?”
“Kafa yoruyordum.” dedi Mr. Pickwick, “İnsan ilişkilerinin değişkenlik özelliğini düşünüyordum.”
“O! Anlıyorum. Şey, attan inip eşeğe binmek misali. Filozof musunuz, efendim?”
“İnsan doğasının gözlemcisiyim beyefendi.” dedi Mr. Pickwick.
“Ah, ben de öyle. Yapacak işi az olan ve alacağı ondan da az olan insanların çoğu öyledir. Şair misiniz, efendim?”
“Dostum Mr. Snodgrass’ın güçlü bir şiir yeteneği vardır.” dedi Mr. Pickwick.
“Ben de öyle.” dedi yabancı. “Epik şiir, on bin dize. Temmuz Devrimi, bir anda yazdım. Gündüzleri Mars, geceleri Apollo. Topu ateşle, liri tıngırdat.”
“O ihtişamlı sahnede bulundunuz mu, efendim?” diye sordu Mr. Snodgrass.
“Bulunmak mı! Bence öyleydi;3 tüfeği ateşledim, fikrimle ateşledim. Şarap dükkânına koştum, aklımdakileri yazdım, geri geldim. Vız, bom, bir fikir daha. Yeniden şarap dükkânı. Kalem ve mürekkep. Geri dön, kes ve yırt, yüce an, efendi. Avcılık var mı, efendim?” dedi aniden Mr. Winkle’a dönerek.
“Biraz, efendim.” diye yanıtladı o beyefendi.
“Hoş uğraş, efendim, hoş uğraş. Köpek var mı, efendim?”
“Şimdilik yok.” dedi Mr. Winkle.
“Ah! Köpek edinmelisiniz. Hoş hayvanlar, bilge yaratıklar. Bir keresinde benim de kendi köpeğim oldu, puanter. Şaşırtıcı içgüdü. Bir gün dışarıda atıştayım, kuşatmaya giriyorum. Islık çaldım, köpek durdu. Yeniden ıslık çaldım. Ponto gitme! Hareketsiz çağırdım. Ponto, Ponto! Kıpırdamadı. Köpek donakalmış, bir tahtaya bakıyor. Başımı kaldırdım, bir yazıt gördüm: “Kolcu, bu alandaki bütün köpekleri vurma emri almıştır.” O yazıyı geçmedi muhteşem köpek. Değerli köpek, çok.”
“Nadir bir örnek bu.” dedi Mr. Pickwick. “Not almama izin verir misin?”
“Elbette, efendim, elbette. Aynı hayvanın yüz tane daha anekdotu var. Hoş kız, efendim.” (Yolun kenarındaki genç hanıma Pickwickçiliğe uymayan bakışlar atmakta olan Mr. Tracy Tupman’a hitaben.)
“Çok!” dedi Mr. Tupman.
“İngiliz kızları, İspanyol kızları kadar hoş değil. Asil yaratıklar. Gür saçlar, siyah gözler, güzel vücutlar, tatlı yaratıklar. Güzel.”
“İspanya’da bulundunuz mu, efendim?” diye sordu Mr. Tracy Tupman.
“Orada yaşadım, çok uzun süre.”
“Çok fetih yaptınız mı, efendim?” diye sordu Mr. Tupman.
“Fetihler! Binlerce. Don Bolaro Fizzgig, asilzade. Evin tek kızı Donna Christina, şahane varlık, bana sırılsıklam âşıktı. Kıskanç baba, onurlu kız, yakışıklı İngiliz… Siyanür asidi… Benim bavulumda mide yıkama tulumbası… Operasyon gerçekleştirildi. Yaşlı Bolaro havalara uçtu, birlikteliğimize rıza gösterdi. Eller birleşti ve gözyaşları sel oldu. Romantik öykü. Oldukça.”
“Hanımefendi şimdi İngiltere’de mi, efendim?” diye sordu, kadının güzellik tasvirinin üstünde büyük etki bıraktığı Mr. Tupman.
“Öldü, efendim, öldü.” dedi yabancı, sağ gözüne çok eski pamuktan bir mendili hafifçe dokundurarak. “Mide yıkamasından sonra hiç iyileşemedi. Zayıf bünye, kurban düştü.”
“Peki ya babası?” diye sordu şairane Snodgrass.
“Pişmanlık ve perişanlık.” diye yanıtladı yabancı. “Ani kayboluş… Bütün şehrin diline düştü, her yer aransa da nafile… Ana meydandaki halk çeşmesi bir anda akmayı bıraktı. Haftalar geçti, hâlâ tıkanıklık var. Temizlesinler diye işçiler tutuldu, su boşaldı. Kayınbaba sağ ayağında itirafnameyle birlikte başını ana boruya sokmuş hâlde keşfedildi. Adamı çıkardılar ve çeşme her zamanki kadar iyi akmaya başladı.”
“Bu kısa aşkı not etmeme izin verir misiniz, efendim?” diye sordu Mr. Snodgrass, derinden etkilenmiş hâlde.
“Elbette, efendim, elbette. Dinlemek isterseniz bunun gibi elli tane daha var. Benim hayatım tuhaf. Oldukça ilginç bir geçmiş, olağan dışı değil ancak nadir.”
Yabancı, araba at değiştirdiğinde parantez niyetine ara sıra attığı birer bardak bira eşliğinde bu gayretle konuşmaya Rochester Köprüsü’ne ulaşana kadar devam etti, ki zaten o zamana kadar hem Mr. Pickwick’in hem de Mr. Snodgrass’ın not defterleri yabancının maceralarından seçkilerle tamamıyla dolmuştu.
“Fevkalade harabe!” dedi Mr. Augustus Snodgrass, hoş, eski bir kale karşılarına çıkınca; onu farklı kılan o şairane hararetle.
“Bir tarihî eser meraklısı için nasıl bir manzara!” Mr. Pickwick teleskopunu gözüne götürürken ağzından dökülen kelimeler tam da bunlardı.
“Ah! Hoş mekân.” dedi yabancı. “İhtişamlı yığın… Kasvetli duvarlar, sarsak kemerler, karanlık kuytular, dağılmaya yüz tutmuş merdivenler… Eski bir katedral de var. Toprak kokusu… Hacıların ayakları eski basamakları aşındırmış. Minik Saxon kapılar… Tiyatrolardaki ufak maymun kutuları gibi günah çıkarma hücreleri… Bu keşişler de tuhaf insanlar. Papalar ve din görevlileri ve binbir çeşit adam, müthiş kırmızı yüzleri ve kırık burunlarıyla, her gün gelirler. Askerî ceketler de… Fitilli tüfekler, sandukalar, hoş mekân… Eski efsaneler de tuhaf hikâyeler: İhtişamlı.” dedikten sonra faytonun durduğu ana caddedeki Bull Inn Hanı’na ulaşana kadar yabancı monolog yapmaya devam etti.
“Siz burada mı kalıyorsunuz, efendim?” diye sordu Mr. Nathaniel Winkle.
“Ben burada değilim ama siz kalsanız iyi edersiniz. İyi handır, güzel yatakları var. Wright’s, hemen yanındaki han hoş, çok hoş. Garsona baksan bile hesap yarım kron geliyor. Arkadaşların yerinde yemek yiyince insana kahvehanede çıkaracaklarından daha çok masraf çıkarıyorlar. Tuhaf insanlar… Oldukça…”
Mr. Winkle, Mr. Pickwick’e döndü ve birkaç kelime mırıldandı; Mr. Pickwick’ten, Mr. Snodgrass’a bir fısıltı geçti, Mr. Snodgrass’tan da Mr. Tupman’a ve kafalar onayla sallandı. Mr. Pickwick yabancıya hitaben konuştu: “Bize bu sabah önemli bir hizmet sundunuz, beyefendi.” dedi. “Akşam yemeğinde sizin de bize katılma lütfunda bulunmanızı rica ederek minnettarlığımızın ufak bir işaretini size takdim etmemize izin verir misiniz?”
“Benim için büyük zevk.Tahminde bulunmak ya da zorla kabul ettirmek gibi olmasın ama ızgarada pişmiş kuş ve mantar müthiş şey! Saat kaçta?”
“Bir bakayım.” diye yanıtladı Pickwick, saatine hitaben. “Şimdi saat neredeyse üç. Beş diyelim mi?”
“Bana müthiş uyar.” dedi yabancı. “Tam beşte. O zamana kadar kendinize iyi bakın.” ve cebinden sarkan kese kâğıdı paketle yabancı, başındaki fötr şapkayı birkaç santim kaldırıp sonra da umursamazca oldukça yanda olacak şekilde yeniden yerine bırakarak hızlı adımlarla bahçeyi geçti ve ana caddeye döndü.
“Belli ki pek çok ülkeyi gezmiş ve insanlara yönelik her şeyi yakından incelemiş.” dedi Mr. Pickwick.
“Şiirini görmek isterim.” dedi Mr. Snodgrass.
“Ben de o köpeği görmek isterim.” dedi Mr. Winkle.
Mr. Tupman hiçbir şey söylemedi ama Donna Christina’yı, mide yıkama tulumbasını, çeşmeyi düşündü; gözleri yaşlarla doldu.
Özel bir oturma odası tutulup yatak odaları incelendikten ve akşam yemeği siparişi verildikten sonra grup şehri ve civar mahalleleri görmek için dışarı çıktı.
Mr. Pickwick’in isimleri Stroud, Rochester, Chatham ve Brompton olmak üzere bu dört kasabayla ilgili aldığı notların dikkatle incelemesi sonucu görünümlerine dair izlenimlerinin aynı bölgeye giden diğer gezginlerden elle tutulur herhangi bir farkı olduğuna dair bir bulgu bulamadık. Kasabanın genel görünüşü kolaylıkla özetlenebilir.