Kitabı oku: «Mister Pickwick'in Maceraları I. Cilt», sayfa 6
Eski zamanların anıları ve pek çok yıl öncesinin mutluluğu bir anda hatırlandığında davetsiz gelen gözyaşı, kadın melankoli dolu bir gülümsemeyle başını iki yana sallarken yüzünden aşağı süzüldü.
“Bu eski yer hakkında konuşuyorum diye kusura bakmayın, Mr. Pickwick.” diye devam etti ev sahibi kısa bir aradan sonra. “Çünkü burayı içtenlikle seviyorum ve başka yer bilmiyorum. Eski evler ve araziler bana canlı arkadaşlar gibi geliyor, sarmaşıkla kaplı ufak kilisemiz de öyle. Hatta bu arada, aramızdaki muhteşem arkadaşımız bize ilk katıldığında orası hakkında bir şarkı bile yapmıştı. Mr. Snodgrass, kadehiniz dolu mu?”
“Fazlasıyla, teşekkür ederim.” diye yanıtladı, ev sahibinin yorumuyla şairane merakı büyük oranda canlanmış olan beyefendi. “Affedersiniz ama sarmaşıkla ilgili bir şarkıdan söz ediyordunuz.”
“Onu şuradaki arkadaşa sormak gerek.” dedi ev sahibi bilgiç bir tavırla, başıyla rahibi işaret ederek.
“Şarkıyı bir kez daha söylemenizi isteyebilir miyim, efendim?” dedi Mr. Snodgrass.
“Siz öyle diyorsanız…” diye yanıtladı rahip. “Pek önemli bir şey değil. Böyle bir hataya düşmüş olmamın tek bahanesi o zamanlar genç olmam. Yine de eğer duymak istiyorsanız söylerim.”
Yanıt bir merak mırıltısı şeklinde oldu ve yaşlı beyefendi şarkıyı aklına gelmeyen kısımlarda karısından gelen sufle yardımıyla söyledi ve sonunda: “Böyleydi işte.” dedi.
YEŞİL SARMAŞIK
Ah, ne zarif bitkidir yeşil sarmaşık,
Eski harabelerin üstünü kaplayan!
Yemeğini iyi besinlerden seçer, sanırım,
Hücresinde ne kadar yalnızdır ne kadar üşür.
Duvar dökülmelidir, taş çürümeli,
Onun ince zevkini tatmin etmek için;
Ve yılların emeği çürütücü toz,
Onun için neşeli bir yemektir.
Hiçbir canlının görülmediği yere sızar,
Eski, nadir bir bitkidir yeşil sarmaşık.
Hızlıca çalar, hâlbuki kanat takmaz,
Sapasağlam yaşlı bir kalbi vardır.
Ne kadar hızlı tutunur ne kadar sıkı sarılır.
Kadim dostu devasa meşe ağacına!
Ve sinsice bırakmıştır izini toprakta.
Ve yapraklarını sallar kibarca,
Neşeyle sarılır ve sürtünürken
Ölü adamların mezarlarındaki yoğun küfe.
Amansız ölümün olduğu yerde dolaşır,
Eski nadir bir bitkidir yeşil sarmaşık.
Koca asırlar geçmiş ve eserleri çürümüştür,
Devletler de paramparça olmuştur;
Ama sağlam yaşlı sarmaşık hiç ayrılmayacaktır;
Dinç ve canlı yeşilinden.
Cesur yaşlı bitki yalnız günlerinde,
Geçmişi yâd edecektir;
Çünkü insanoğlunun dikebileceği en heybetli bina,
Nihayetinde sarmaşığın besinidir.
Zamanın başlangıcından beri sürünen,
Eski nadir bir bitkidir yeşil sarmaşık.
Yaşlı beyefendi, Mr. Snodgrass’ın not almasına fırsat tanıyabilmek için şarkı sözlerini bir kez daha tekrar ederken Mr. Pickwick de beyefendinin yüz hatlarını büyük bir ilgiyle inceledi. Yaşlı beyefendinin sözleri bitip de Mr. Snodgrass da not defterini cebine tekrar yerleştirince Mr. Pickwick lafa girdi: “Sizi bu kadar kısa süredir tanıyorken böylesi bir yorum yaptığım için lütfen kusura bakmayın beyefendi ancak bana kalırsa sizin gibi bir beyefendi, İncil’in vekili olarak yaşadığı deneyim süresince kayıt altına almaya değer pek çok görüntü ve olayla karşılaşmış olmalıdır.”
“Kesinlikle şahit olduğum şeyler oldu.” diye yanıtladı yaşlı beyefendi. “Ancak olaylar ve kişiler basit ve sıradan tabiata sahiplerdi ve benim de hareket alanım çok kısıtlıydı.”
“Sanıyorum ki John Edmunds hakkında kimi notlar almıştın, öyle değil mi?” diye sordu Mr. Wardle, arkadaşını yeni ziyaretçilerine açıklamaya yönelik müthiş bir şevkle.
Yaşlı beyefendi başını onaylar biçimde hafifçe oynattı ve konuyu değiştirmeye hazırlanıyordu ki Mr. Pickwick lafa girdi: “Affedersiniz, efendim ama eğer izniniz olursa Mr. Edmunds’un kim olduğunu sorabilir miyim?”
“Ben de tam aynını sormak üzereydim.” dedi Mr. Snodgrass hevesle.
“Tam üstüne bastınız.” dedi neşeli ev sahibi. “Bu beyefendilerin merakını eninde sonunda tatmin etmeniz gerekecek, o yüzden bu elverişli fırsattan yararlanıp aradan çıkarsanız iyi olur.”
Yaşlı beyefendi koltuğunu ileri çekerken iyi niyetle gülümsedi. Grubun geri kalanı, başta muhtemelen işitme kaybı olan Mr. Tupman ve evde kalmış hala olmak üzere herkes, koltuklarını birbirine yaklaştırdı; yaşlı hanımefendinin kulak borusu düzeltildi, Mr. Miller (şarkının anlatımı sırasında uyuyakalmış olan), oyundaki partneri olan heybetli şişman adam tarafından masanın altından uyarıcı niteliğinde gerçekleştirilen bir çimdikleme sonucunda uykusundan uyandı ve yaşlı beyefendi ön söze gerek olmadan bizim başına aşağıdaki başlığı ekleme özgürlüğünü kullandığımız öyküyü anlatmaya koyuldu.
MAHKÛMUN DÖNÜŞÜ
“Bu köye ilk yerleştiğimde…” dedi yaşlı beyefendi. “Ki bu yirmi beş sene öncesi, cemaat üyelerim arasındaki en kötü şöhretli kişi, buraya yakın, ufak bir arazi kiralamış olan Edmunds adında bir adamdı. Suratsız, yabani, kötü bir adamdı; alışkanlıkları boş ve rezildi; yaradılışı acımasız ve gaddardı. Arazide vaktini aylak aylak harcadığı ya da birahanede birlikte sarhoş olduğu ne tek bir arkadaşı ne tek bir tanıdığı vardı; pek çok kişinin korktuğu ve herkesin nefret ettiği bu adamı ne kimse umursuyor ne de kimse onunla konuşuyordu ve Edmunds herkes tarafından dışlanıyordu.”
“Bu adamın bir karısı ve ben buraya ilk geldiğimde yaklaşık on iki yaşında olan bir de oğlu vardı. Kadının ne kadar şiddetli bir ızdırap içinde olduğu, yaşadıklarına nasıl da nazik ve sabırlı bir edayla göz yumduğu, oğlunu ızdırap ve ilgiyle nasıl yetiştirdiğine dair kimsenin tam olarak bir fikri yoktu. Eğer merhametsizse, varsayımım için Tanrı beni affetsin ancak ruhumun en derinliklerinden inanıyorum ki adam yıllarca sistematik biçimde kadının ruhunu yok etmeye çalıştı ama kadın her şeye çocuğu için katlandı ve bu her ne kadar çoğu insana tuhaf gelse de yaşadıklarına çocuğunun babası için de katlanıyordu; adam her ne kadar kaba olsa da ona ne kadar acımasızca davransa da kadın onu hâlâ seviyordu ve bir zamanlar adamın içinde yarattığı hisler kadının kalbinde kadınlar dışında Tanrı’nın tüm yarattıklarına yabancı olan, acıya karşı sabır ve uysallık hisleri uyandırıyordu.”
“Yoksullardı, zaten adamın yaşam biçimi aksine izin vermezdi ama kadının gece gündüz, günün her saati bitmek tükenmek bilmeyen ve usanmaz uğraşları sayesinde idare ediyorlardı. Bu çabalar karşılığını bulmuyordu. Akşamları oradan geçenler -kimi zaman da gecenin geç saatlerinde- sıkıntı içindeki bir kadının inleme ve çığlıklarını ve yumruk sesleri duyduklarını bildirmişlerdi ve oğlanın, gecenin geç vakitlerinde babasının doğaya aykırı bu öfkesinden kaçmak için pek çok defa herhangi bir komşunun kapısını hafifçe çalmışlığı vardı.”
“Tüm bu süre zarfında bu zavallı yaratık, bedeninde tümüyle saklamayı beceremediği kötü muamele ve şiddet izleriyle ufak kilisemizin sürekli üyesiydi. Her pazar, sabah ve akşamüstü, üstleri başları çok daha yoksul komşularından bile eski olsa da her zaman düzgün ve temiz kıyafetlerle yanında oğluyla aynı yere otururdu. Herkesin ‘zavallı Mrs. Edmunds’a’ vereceği dostane bir selam ve söyleyeceği nazik bir söz vardı ve bazen vaazın sonunda kilisenin verandasına uzanan karaağaçlarla sarılı yolda komşularıyla iki kelam etmek için durduğunda ya da o birkaç tane küçük arkadaşıyla önde salınırken sağlıklı oğluna annelere özgün gurur ve sevgiyle bakmak için geride kaldığında bitkin yüzü yürekten minnettarlıkla aydınlanırdı; neşeli ve mutlu olmasa da en azından huzurlu ve memnun görünürdü.”
“Beş altı yıl geçti ve oğlan, gürbüz ve sağlıklı bir genç oldu. Çocuğun ince yapısını güçlendiren ve güçsüz uzuvlarını erkekliğin gücüyle dolduran zaman, annesinin şeklini eğrileştirmiş ve adımlarını güçsüzleştirmişti ama onu desteklemesi gereken kol artık koluna takılı değildi ve onu neşelendirmesi gereken yüz artık ona bakmıyordu. Anne eski yerinde oturuyordu ama yanındaki yer boştu. İncil eskisi kadar özenli tutuluyordu, okunan yerler eskisi gibi bulunup katlanıyordu ama yanında ona eşlik edecek kimse yoktu ve kadının gözyaşları hızla kitaba akıyor ve kelimeleri görmesini zorlaştırıyordu. Komşular eskiden olduğu gibi naziklerdi ama kadın onların selamlarını başka yöne bakarak görmezden geliyordu. Artık iç açıcı mutluluk beklentisi olmadığından eski karaağaçların yanında oyalanmak da yoktu. Perişan kadın, başlığıyla yüzünü iyice örtüyor ve aceleyle oradan uzaklaşıyordu.”
“Size şunu söyleyebilirim ki anı ve bilincin uzandığı ilk çocukluk günlerine bakan ve o anları düşünen gencin, onun uğruna annesi tarafından gönüllü olarak çekilen, sırf onun için katlandığı horgörü, aşağılanma ve şiddetle uzun sıkıntılar silsilesine dair hiçbir şey hatırlayamadığını söyleyebilirim. Annesinin kırılan kalbine karşı umursamaz bir tavır takınan ve onun için yaptığı ve katlandığı her şeyi ifadesiz ve kasıtlı biçimde unutan genç, kendini ahlaksız ve uçarı erkeklerle ilişkilendirip, onu öldürüp annesini de utandıracak düşük uğraşların peşinden gidiyordu. Ne yazık ki bu, insan doğası! Siz bunun anlamını bilirsiniz.”
“Kadın ızdırap ve şanssızlık mertebesinin sınırına ulaşmak üzereydi. Mahallede çeşitli suçlar işlenmişti ve saldırganların kimliği belirlenemedikçe cesaretleri artıyordu. Gözü pek ve kışkırtıcı tabiata sahip bir soygun insanları alarma geçirdi ki hırsızlar böylesi sıkı bir arayışı tahmin etmemişlerdi. Genç Edmunds ve üç arkadaşından şüphe ediliyordu. Ele geçirilmiş, tutuklanmış, yargılanmış, ölüm cezasına çarptırılmıştı. Resmî ceza açıklandığında mahkeme salonu boyunca yankılanan vahşi ve keskin kadın çığlığı şimdi bile kulaklarımı çınlatıyor. O çığlık aşk meleklerinin bile ruhuna, mahkemede suçlu bulunma, ölüme gitmenin bile uyandıramayacağı türden bir korku salmıştır. Suçlunun mahkeme süresince kararlı bir ifadesizlikle kapanmış dudakları titreyip istem dışı açılmış; her gözenekten soğuk terler boşalırken yüzü kül rengini almış; sağlam uzuvları sanık yerinden çekilirken titremişti.”
“Zihinsel acıyla kendinden geçen acılı anne, önümde kendini dizlerinin üstüne atıp gayretle onu şimdiye kadarki bütün sıkıntılarında destekleyen Yüce Tanrı’ya onu keder ve ızdırap dolu dünyadan salmasını ve tek çocuğunun hayatını bağışlaması için yalvardı. Ardından hayatım boyunca bir daha asla tanıklık etmemeyi umduğum bir keder patlaması ve şiddetli bir mücadele geldi. Kalbinin kırıldığını biliyordum ama ağzından ufacık bir şikâyet ya da mırıltı çıktığını duymadım. O kadının hapishane avlusunda günbegün, hevesle ve gayretle, sevgi ve rica yoluyla inatçı oğlunun taştan kalbini yumuşatmaya çalışması acınası bir görüntüydü. Nafileydi. Oğlan ters, inatçı ve duygusuz olmaya devam etti. Cezasının beklenmedik biçimde on dört yıllık sürgünle değiştirilmesi bile tavrının kasvetli sertliğini bir an olsun değiştirmedi.”
“Ancak onu bunca zaman ayakta tutan boyun eğme ve katlanma ruhu fiziksel zayıflık ve hâlsizlik karşısında güçsüzdü. Hasta oldu. Oğlunu bir kez daha ziyaret etmek için titrek uzuvlarını sürükleyerek yatağından kalktı ama gücü yetmedi ve âciz biçimde yere düştü.”
“Genç adamın abartılı soğukluğu ve umursamazlığı işte şimdi sınanıyordu ve bir anda başına gelen bu ilahi adalet onu neredeyse delirtti. Bir gün geçti ve annesi orada yoktu; başka bir gün geçti ve annesi yanına yaklaşmadı; üçüncü akşam geldi ve annesini hâlâ görmemişti. Üstelik yirmi dört saat içinde ondan belki de sonsuza denk koparılmak üzereydi. Ah! Sanki aklını başına getirecekmiş gibi dar avluda bir ileri bir geri koşmaya yeltenmişken eski günlere dair uzun zaman önce unutulmuş düşünceler nasıl da aklına doluştu ve kendi çaresizliğiyle kimsesizliğini nasıl da hissetmişti gerçeği öğrendiğinde! Annesi, bildiği tek ebeveyn bastığı toprağın bir kilometre ötesinde hasta yatıyordu, belki ölebilirdi, özgür ve serbest olsa birkaç dakikada yanı başında olurdu. Kapıya koştu ve çaresizlik hissiyle demir parmaklıklara tutundu, ses çıkana kadar sarstı. Sanki taşta bir geçit açmak ister gibi kendini duvara attı ama güçlü bina zayıf çabalarıyla alay etti ve o da ellerini birbirine vurup çocuk gibi ağlamaya başladı.”
“Annenin affını ve hayır dualarını hapisteki oğluna taşıdım ve oğlanın ciddi tövbesinin teminatını ve affedilmek için duyduğu hararetli yalvarışını da kadının hasta yatağına taşıdım. Acıma ve merhametle tövbekâr adamın döndüğünde annesini rahat ettirmek ve onu desteklemek için yaptığı bin bir ufak planı dinledim ama biliyordum ki o hedefine ulaşmadan aylar önce annesi bu dünyadan ayrılmış olacaktı. Genç adamı o gece başka yere naklettiler. Birkaç hafta sonra da zavallı kadının ruhu güvenle umuyorum ve kati olarak inanıyorum ki sonsuz mutluluğun ve dinlencenin olduğu bir yere göçtü. Ondan geriye kalanların gömülmesiyle ben ilgilendim. Şimdi kilisemizin küçük avlusunda yatmakta. Mezar taşı yok. Çektiklerini insanlar, erdemlerini ise Tanrı bilirdi.”
“Mahkûmun nakledilmesinden önce izin verildiği anda annesine mektup yazması durumunda mektubun bana ulaştırılması ayarlanmıştı. Babası, oğlu tutuklandığı anda onu bir daha görmeyi kesin olarak reddetti ve ölmesinin ya da yaşamasının onun için hiçbir fark yaratmayacağını belirtti. Yıllarca ondan tek bir haber alamadım ve sürgününün yarısı bittikten sonra bile ondan haber alamadığımda onun öldüğüne kanaat getirdim hatta neredeyse böyle olmasını umdum bile.”
“Ancak Edmunds, koloninin çok uzak bir köşesine gönderilmişti ve birkaç mektup göndermesine rağmen hiçbirinin benim elime geçmemiş olması belki de bu duruma yorulabilirdi. On dört sene boyunca aynı yerde kaldı. Cezası bitince eski planına ve annesine verdiği söze istikrarlı biçimde uyarak sayısız zorlukla İngiltere’ye geri geldi ve çıplak ayak memleketine döndü.”
“Ağustos ayının güzel bir pazar akşamı John Edmunds, on yedi yıl önce utanç ve rezaletle terk ettiği köye ayak bastı. En kısa yol kilise avlusundan geçiyordu. Çitleri aşarken duygulandı. Dalları batmakta olan güneşi yansıtarak yer yer gölgelik kısımları aydınlatan yaşlı ve uzun karaağaçların yanından geçerken aklına çocukluk günleri geldi. O zamanki hâli gözünün önüne geldi, annesinin eline asılmış huzur içinde kiliseye yürürkenki o hâli. Başını kaldırıp nasıl da annesinin solgun yüzüne baktığını, annesi ona bakarken nasıl da gözlerinin dolduğunu ve onu öpmek için eğildiğinde sıcak damlaların alnına damlayıp o yaşlarının ne kadar da acılı yaşlar olduğunu bilmemesine rağmen nasıl onu da ağlattığını hatırladı. O yoldan çocuksu bir oyun arkadaşıyla nasıl koştuğunu ara sıra annesine bakıp nasıl onun da gülümsediğini gördüğünü ya da narin sesini duyduğunu hatırladı ve sonra gözünün önünden bir perde kalkar gibi oldu, nezaket dolu sözler karşılıksız kalmış, uyarılar küçümsenmiş, sözler tutulmamıştı ve bu düşüncelerle kalbi neredeyse duracak ve dayanamayacak gibi oldu. Kiliseye girdi. Akşam vaazı bitmişti ve cemaat dağılmıştı ama kilise henüz kapanmamıştı. Adımları alçak binada derin bir sesle yankılanınca neredeyse yalnız olmaktan ürktü zira içerisi o kadar sakin ve sessizdi ki. Etrafına baktı. Hiçbir şey değişmemişti. Mekân eskisinden daha küçük görünüyordu ama çocukluk merakıyla belki de binlerce kez baktığı anıtlar, solmuş yastığıyla ufak vaiz kürsüsü; çocukken saygı gösterdiği ancak adam olunca unuttuğu On Emir’i önünde sıklıkla tekrarladığı cemaat masası. Eskiden oturduğu yere yaklaştı, soğuk ve ıssız görünüyordu. Yastık kaldırılmıştı ve İncil orada değildi. Belki de annesinin oturduğu yer değişmişti ya da belki de zayıf düşmüştü ve kiliseye tek başına gelemiyordu. Aklına gelenin başına gelmesinden korkuyordu. İçine bir ürperti geldi ve arkasını dönerken şiddetli biçimde titredi. Kilise verandasına ulaştığında yaşlı bir adam içeri girmekteydi. Edmunds adamı çok iyi tandığından irkildi, onu defalarca kilisede mezar kazarken görmüştü. Geri dönen mahkûma ne derdi?”
“Yaşlı adam bakışlarını yabancının yüzüne kaldırdı ve ona “iyi akşamlar.” dedikten sonra yürümeye devam etti. Kim olduğunu unutmuştu.”
“Adam tepeden gerisin geriye inip köyde yürümeye başladı. Hava sıcaktı ve insanlar ya kapılarının önüne oturmuş keyif yapıyor ya da yanından geçtiği bahçelerinde yürürken akşamın sakinliğini ve o günlük işin bitmesinin tadını çıkarıyorlardı. Pek çok bakış çevrilmişti ona ve o da iki tarafa birden bakarak kimse onu tanımış mı ya da dışlıyor mu diye anlamaya çalışıyordu. Neredeyse her evde tanımadık yüzler vardı; kimi yüzde hayal meyal eski bir okul arkadaşının yüzünü gördü, onun en son gördüğünde o da çocuktu şimdi etrafı neşeli çocuklardan oluşan bir orduyla çevriliydi kimi evin önünde, kapısının önünde zinde ve sağlıklı işçiler olarak hatırladığı, sallanan sandalyesiyle oturmuş çelimsiz ve hastalıklı yaşlı adamlar gördü ama hepsi onu unutmuştu, o yüzden bilinmeyene doğru yürümeye devam etti.”
“Eski evin önünde, uzun ve yorucu yıllar boyu süren mahkûmiyet ve acı sırasında büyük bir özlemle hatırladığı çocukluk evinin önünde dururken batmakta olan güneşin son narin ışığı da toprağa düşmüş, sarı mısır demetlerine zengin bir parıltı katmış ve ağaçların da gölgelerini uzatmıştı. O zamanlarda çok yüksek bir duvar olarak gördüğü çit alçaktı. Eski bahçeye doğru baktı. Eskisinden daha fazla tohum ve daha fazla renkli çiçek vardı ama ağaçlar hâlâ aynıydı. Güneşin altında oynamaktan sıkıldığı zamanlarda binlerce kez altında yattığı ve çocukluğun yumuşak, ılıman uykusunun onu yavaş yavaş etkisi altına aldığını hissettiği o ağaçtı bir tanesi. Evden sesler geliyordu. Dinledi ama kulağına bir garip geldi bu sesler, onları çıkaramamıştı. Sesler neşeliydi ve zavallı anneciğinin evinin o olmadan neşeli olamayacağını çok iyi biliyordu. Kapı açıldı ve bir grup çocuk bağırarak ve itişip kakışarak dışarı fırladı. Kollarında ufak bir oğlan çocuğuyla baba kapıda belirdi ve diğer çocuklar el çırparak ve eğlencelerine katılsın diye adamı çekiştirerek etrafına doluştular. Mahkûm, bu noktada kaç kez babasından saklandığını düşündü. Kaç kez titrek başını yorganının altına sakladığını, annesinin kötü bir laf ya da kırbacın sesinin ardından duyulan inleyişini ve adamın, o acıyla inleyerek oradan gittikten sonra bile yumruğunun nasıl da sıkılı ve dişlerinin nasıl da vahşi ve ölümcül tutkuyla kenetlenmiş olduğunu hatırladı.”
“Pek çok yorgun senenin bakış açısıyla bakmakta olduğu ve uğruna çok acılar çektiği geri dönüş buydu işte! Ne bir memnun yüz ne bir affedici bakış ne gidilecek bir ev ne yardım için uzanan bir el ki burası eski köyüydü. Ne diye onca sene vahşi, ulaşılmaz ormanlarda, başka kimsesi olmadan acı çekmişti? Bunun için mi?”
“Esaret ve rezalet içinde olduğu uzak diyarlarda memleketini bıraktığı şekilde düşündüğünü ve döndüğünde nasıl olacağının aklına gelmediğini fark etti. Üzücü gerçeklik kalbine bir hançer gibi saplandı ve ruhu âdeta küçüldü. Muhtemelen onu nezaket ve merhametle karşılayacak olan o tek kişiye soru soracak ve kendini tanıtacak cesareti yoktu. Yavaşça yürümeye devam etti, suçlu bir adam gibi yolun en dibine geçerek iyi tanıdığı çalılıklara döndü ve yüzünü elleriyle kapatarak kendini çimenlere attı.”
“Yanında sırtüstü uzanan bir adam olduğunu fark etmemişti. Adam yeni gelene bakış atmak için döndüğünde kıyafetleri hışırdadı ve Edmunds başını kaldırdı.”
“Adam oturur pozisyona geçti. Bedeni çok yıpranmıştı, yüzüyse buruşuk ve sarıydı. Kıyafetlerine bakılırsa sanki ıslahevinden çıkmış gibi görünüyordu: Çok yaşlı bir görüntüsü vardı ancak bunun sebebi daha çok, uzun yıllar sürmüş sefalet ve hastalık gibiydi. Yabancıya dikkatle baktı. Gözleri başta donuk ve yorgun olsa da yabancıya kısa bir bakış attıktan sonra doğal olmayan ışıkla ve endişeli bir ifadeyle parlamaya başlamışlar, neredeyse yuvalarından çıkacak gibi olduklarını fark etti. Edmunds sonunda dizlerinin üstünde doğrulup yaşlı adamın yüzüne gittikçe artan bir ciddiyetle baktı. İkisi de sessizlik içinde birbirlerine bakmaya başladılar.”
“Yaşlı adamın beti benzi atmıştı. Titreyerek doğruldu. Edmunds da ayağa fırladı. Adam birkaç adım geriledi. Edmunds öne bir adım attı.”
“ ‘Konuş bakalım.’ dedi mahkûm, kalın, çatallaşmış bir sesle.
‘Geri bas!’ diye bağırdı yaşlı adam, ürkütücü bir sesle. Mahkûm ona daha da yaklaştı.
‘Geri dur!’ diye ciyakladı yaşlı adam. Korkudan deliye dönmüştü, bastonunu kaldırdı ve Edmunds’un yüzüne sertçe vurdu.
‘Baba, şeytan!’ diye mırıldadı mahkûm, dişlerinin arasından. Delilikle öne atıldı ve yaşlı adamın boğazına yapıştı. Ama bu babasıydı ve kolları çaresizce iki yana düştü.”
“Yaşlı adam, şeytani bir ruhun uluması gibi ıssız tarlalarda yankılanan yüksek bir çığlık attı. Yüzü simsiyah oldu, yalpalayıp düşerken ağzından ve burnundan akan kan çimeni koyu kırmızıya boyadı. Bir damarı patlamıştı ve oğlu onu yerden kaldıramadan ölmüştü. ‘Daha önce sözünü ettiğim kilisenin o köşesinde, bu olaydan sonra üç yıl benim yanımda çalışan, pek çok adamdan daha sağlam, tövbekâr ve alçak gönüllü olan adam gömülüdür.’ dedi yaşlı beyefendi, bir an süren sessizlikten sonra. ‘Yaşadığı sürede benim dışımda kimse kim olduğunu ya da nereden geldiğini bilmedi. O kişi John Edmunds’tu, geri dönen mahkûm.’ ”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.