Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Mister Pickwick'in Maceraları II. Cilt», sayfa 5

Yazı tipi:

Bütün ziyaretçiler Mrs. Raddle’ın müthiş ısrarına uyumlu biçimde gittiklerinden, yalnız kalmış olan Mr. Bob Sawyer; bir sonraki günün muhtemel olayları ve akşamın keyifli anları üzerine kafa yormaya koyuldu.

Otuz Üçüncü Bölüm
Büyük Mr. Weller’ın Yazın Sanatına Yönelik Kimi Eleştirel Yaklaşımları ve Oğlu Samuel’in Yardımıyla Kırmızı Burunlu Muhterem Beyefendiden Alacakları İntikamın Başka Bir Kısmının Anlatıldığı Bölüm

Tümüyle gerçeklere dayanan bu anlatının okurlarının aşina olacağı üzere, Mrs. Bardell’ın davasının görüleceği günden bir önceki gün olan 13 Şubat sabahı, saat dokuzla öğleden sonra iki arasında George and Vulture’dan Mr. Perker’ın ofisi arasında mekik dokuyan Mr. Samuel Weller için koşuşturmacalı bir zamandı. Artık yapılacak bir şey olduğundan değildi tüm bu koşuşturma çünkü görüşmeler gerçekleşmiş, izlenilecek yol konusunda sonunda bir karara varılmıştı ama Mr. Pickwick çok heyecanlı olduğundan, avukatına üstünde yalnızca “Sevgili Perker. Her şey yolunda mı?” yazan ve avukatının da değişmez biçimde “Sevgili Pickwick. Olabildiğince iyi gidiyor.” yanıtını verdiği notlar gönderip duruyordu ve işin aslı, az önce bizim de açıklıkla ifade ettiğimiz üzere, yarınki mahkeme oturumuna kadar iyi de kötü de olsa yapılacak bir şey yoktu.

Ancak kendi istekleriyle ya da zorla hayatlarında ilk kez kanunlarla karşı karşıya kalmış insanların geçici süreli rahatsızlık ve endişeden muzdarip olmaları anlaşılabilir. Sam de bu yüzden insan doğasının zaaflarının farkında olarak efendisinin bütün ısrarlı isteklerine, kişiliğinin en dikkat çekici ve sevilesi özellikleri olan soğukkanlı bir iyi niyet ve değişmez ılımlılıkla karşılık veriyordu.

Sam kendini çok makul bir akşam yemeğiyle avutmuş ve barda, Mr. Pickwick’in sabahki yürüyüşlerini unutturmak için ısmarlamasını söylediği sıcak içkisini bekliyordu ki yaklaşık bir metre boylarında, tüylü şapkalı, kadife önlüklü ve kıyafeti zamanla bir seyis pozisyonuna yükselmek istediğini açıkça belli eden küçük bir çocuk; George and Vulture’dan içeri girdi ve sanki görüşmesi gereken birini arıyormuş gibi önce merdivenlerden yukarı, sonra koridordan öteye ve en sonunda da bara baktı. Tam bu sırada bardaki kadın bu görüşmenin çay ya da yemek kaşığıyla ilgili olabileceğine dair bir izlenime kapılarak oğlanın önünde durup:

“Söyle hele genç adam, ne istiyorsun?”

“Burada Sam adından biri var mı?” diye sordu genç, yüksek ancak çirkin bir sesle.

“Diğer adı ne ola?” dedi Sam etrafına bakarak.

“Ben nereden bileyim?” diye lafı yapıştırdı genç beyefendi, tüylü şapkasının altından bakarak.

“Sen akıllı adama benziyorsun çocuk.” dedi Mr. Weller. “Ama senin yerinde olsam bilmiş konuşmazdım çünkü neme lazım yanlış anlayan falan olur. Şimdi de bakalım, barbar gibi otele girip ‘Burada Sam diye biri var mı?’ diye sormak da neyin nesi?”

“Çünkü bunu benden yaşlı bir beyefendi istedi.” diye yanıtladı oğlan.

“Ne yaşlı beyefendisinden bahsediyorsun sen?” diye sordu Sam müthiş bir küçümsemeyle.

“İşte Ipswich faytonunu kullanan var ya, o gelir bizim dükkânda dinlenir.” diye cevapladı çocuk vakit kaybetmeden. “Dün sabah benden, bu öğleden sonra George and Wulture’a gidip Sam’i soruşturmamı istedi.”

“Aman be, o benim babam olur.” dedi Mr. Weller, anlamış bir ifadeye bardaki kadına dönerek. “Benim öbür adımı biliyorsa ben de hiçbir şey bilmiyorum. Hadi bakalım genç soğan cücüğü, başka ne dedi, de bakalım.”

“Tamam dur.” dedi oğlan. “Şimdi sen saat altıda bizim dükkâna gelecekmişsin çünkü seninle konuşacağı varmış. Gelecek mi diyeyim?”

“Aynen öyle de efendi.” diye yanıtladı Sam. Böylelikle havalara girmiş olan genç beyefendi oradan uzaklaştı ve uzaklaşırken de inanılmaz derecede gür ve zengin bir sesle icra edilmiş yalın ve aslına epey yakın şoför ıslığı taklitleriyle otel avlusunu yankılandırmayı ihmal etmedi.

Mr. Weller, zaten o anda kendi heyecan ve endişelerinin içinde kaybolmuş olan ve yalnız kalmaktan hiç de şikâyetçi olmayan Mr. Pickwick’ten izin aldıktan sonra sözleşilen saatten evvel buluşma yerine varmak üzere yola koyuldu. Çok zamanı olduğu için Mansion House’a kadar gitti ve orada durup felsefi ve düşünsel bir ifadeyle o ünlü dinlence yerinin etrafına toplanmış kısa yol faytonlarıyla arabaları ve bunun bu çevrelerdeki yaşlı kadın nüfusu üzerinde yarattığı dehşet ve şaşkınlığı seyretmeye koyuldu. Orada yarım saat kadar zaman öldürdükten sonra gerisin geriye çeşitli ara yol ve sokaklardan geçerek Leadenhall Pazarı’na yürüdü. Boş zamanını bir şekilde öldürülüp bir yandan da gözünün önündeki her bir nesneyi uzun uzun seyreden Mr. Weller’ın ufak bir kırtasiye ve basım dükkânının önünde durması şaşırtıcı olmasa da gerekli açıklama yapılmadığı takdirde orada satışa çıkarılmış kimi resimlere bakarken bir anda irkilmesi, sağ ayağını müthiş bir heyecanla yere vurması ve büyük bir coşkuyla: “Bunu görmemiş olsam unutacaktım ve her şey için çok geç olacaktı!” demesi şaşırtıcı kaçacaktır.

Bunu söylediği sırada Mr. Weller’ın gözlerini dikmiş olduğu resim, bir okla bir arada tutulan ve harlı bir ateşte pişirilmekte olan bir çift insan kalbinin ve arka plandaki yılan gibi kıvrılan bir patikadan gözlerindeki açlık ışığıyla oraya yaklaşmakta olan mavi ceket ve beyaz pantolonlu bir adam ve kırmızı renk bir mont ve aynı renk bir şemsiyeden oluşan modern giyimli kadın ve erkek yamyamın çok renkli temsiliydi. Belli ki terbiye görmemiş zira üstünde bir çift kanat dışında hiçbir şey olmayan genç bir beyefendi, yemeğin pişmesini denetliyor gibi tasvir edilmişti. Uzakta Londra, Langham Palace’taki kilisenin tepesi görünüyordu ve bunların tümü bir kalbin içine çizilmişti. Penceredeki yazılı bildirinin de belirttiği üzere, bu ve daha pek çok çeşide bir şilin altı peni gibi uygun bir fiyata ulaşmak için yurttaşların içeri girmeleri yeterliydi.

“Az daha unutacaktım ya, gerçekten az daha unutacaktım!” dedi Sam; bunu söylediği gibi kırtasiyeden içeri girip en güzel yaldızlı kenarlı kâğıtla, mürekkep sıçratmayacağı garanti edilen sert uçlu bir kalem rica etti. Bu ürünler anında önüne getirilince az önceki oyalanan yürüyüşünden çok farklı olarak hızlı adımlarla Leadenhall Pazarı’na gitti. Etrafına bakınca ressamın sanatının belli belirsiz mavi bir file benzeyen ve hortum yerine kartal gagası olan bir tabloyla ifşa edildiği tabelayı gözüne kestirdi. Burasının Mavi Domuz olduğunu düşündü ve bu düşüncesinde haksız da olmadığından gidip babasını istedi.

“Kırk beş dakika, bir saat kadar daha gelmez o.” dedi Mavi Domuz’un ev işleriyle ilgilenen genç kadın.

“Peki, şekerim.” diye yanıtladı Sam. “Bana 9 penilik brendi ve su, bir de mürekkep koyuver olur mu canım?”

Genç kadın brendi ve suyla, mürekkebi ufak salona dikkatle getirdikten, kömürleri uçuşmasınlar diye elindeki değnekle güzelce düzledikten ve olur da biri kafasına göre, Mavi Domuz’la bir alakası ve müessesenin tam rızası olmadan ateşi karıştırmak ister korkusuyla demiri de yanında götürdükten sonra, Sam Weller ocağın yanındaki ufak masaya oturup yaldızlı kâğıtla sert uçlu kalemi çıkardı. Sonra içinde kıl kalmış mı diye kalemi dikkatlice inceledikten ve olur da kâğıdın altında ekmek kırıntısı kalmıştır diye masayı güzelce temizledikten sonra gömleğinin kollarını kıvırıp dirseklerini masaya yerleştirdi ve yazmaya hazırlandı.

Kendilerini yazın sanatına adamamış hanımlar ve beyler için eklememiz gerekir, yazarlık öyle kolay bir iş değildir. Çünkü yazma hâlinde yazarın gözlerini kâğıtla aynı seviyeye getirebilmesi için başını sol koluna yaslaması ve inşa ettiği kelimelere yan gözle bakarken de kendince cevap verdiği karakterleri hayal etmesi gerekir. Bu hareketler aslında yazının oluşmasına fayda sağlıyor olsalar da yazarın gidişatına da katkı sağlamaktadırlar. Sam de tam bir buçuk saat boyunca zamanın nasıl geçtiğini anlamadan küçücük harflerle yazılar yazıyor, serçe parmağıyla yanlış kelimeleri siliyor ve yanlış harflerden kalan lekelerin üstünden yeni harflerin okunabilmesi için epey çaba sarf ederek yenilerini yazıyordu ki babasının içeri girmesiyle başını kaldırdı.

“Sammyciğim.” dedi babası.

“Vay, yıllanmış viski!” diye yanıtladı oğlu, kalemini yere koyarak. “Analığımla ilgili son havadisler ne?”

“Mrs. Weller çok iyi bir gece geçirdi ama bu sabah olağan dışı derecede ters ve keyifsiz. Tony Weller Bey tarafından doğruluğu yeminle kanıtlanmıştır, Sammy.” diye yanıtladı Mr. Weller, şalını çıkarırken.

“İyileşme yok mu?” diye sordu Sam.

“İyileşmek ne demek, bütün belirtiler kötüleşti.” diye yanıtladı Mr. Weller başını iki yana sallayarak.

“Ama sen ne işle uğraşıyorsun bakiim? Zorluklar içinde eğitim mi almaya çalışıyorsun, Sammy?”

“Şimdi bitirmiştim.” dedi Sam, azıcık utanarak. “Yazı yazıyordum.”

“Onu anladım.” diye yanıtladı Mr. Weller. “Genç bir hanıma değildir herhâlde değil mi, Sammy?”

“Öyle değil desem de bir faydası olmayacak zaten.” diye yanıtladı Sam. “Sevgililer Günü kartı yazdım.”

“Ne yazdın, ne yazdın!” diye bağırdı Mr. Weller, belli ki bu cümleden dolayı dehşete düşmüştü.

“Sevgililer Günü kartı.” diye yanıtladı Sam.

“Sammycik, Sammycik.” dedi Mr. Weller sitemkâr bir edayla. “Babanın ayıplarını gördükten sonra böyle bir işe kalkışacağını sanmazdım. Ben sana tam da bu konu hakkında onca dil dökmüşken, kendi gözünle gördükten, analığınla sen de vakit geçirdikten sonra hele. Ben de diyordum ki ‘Bu çocuk bu ahlak dersini hayatı boyunca unutamaz.’ Senin de bu işe kalkışacağını sanmazdım Sammy!” Bu düşünceler yaşlı adamcağıza ağır gelmişti. Sam’in bardağını kaldırıp hepsini içti.

“Şimdi n’oldu?” dedi Sam.

“Boş ver.” diye yanıtladı Mr. Weller: “Bu kadar yaşımı başımı almışken bir de bunca dertle uğraşmak epey zor olacak ama neyse ki ben de az çetin ceviz değilim, bu da bir teselli. Hani çiftçi hindisine seni Londra Pazarı için kesmem gerekir deyince, hindisi de öyle demiş ya, aynı o hesap.”

“Dert dediğin ne?” diye sordu Sam.

“Seni evlendirmek, Sammy. Senin kandırılmış bir kurban oluşunu görmek ve ne kadar masum olduğunu düşünmek. Ah, bunlar çok güç.” diye yanıtladı Mr. Weller. “Bunlar bir baba için sınav, ah Sammyciğim…”

“Daha neler.” dedi Sam. “Evlenecek hâlim yok, sen kafanı bunlara takma. Böyle şeyleri tasvip etmediğini bilirim. Sen piponu getirtene kadar ben de sana mektubu okutturayım. Al işte!”

Artık piponun düşüncesi mi yoksa ailenin kaderinde maalesef evlenmek olduğu ve buna bir çare olmadığı düşüncesi mi bilinmez, Mr. Weller rahatladı ve kederi dindi. Ancak sanıyoruz ki bu sonuç, iki teselli sebebinin ortalamasından oluşmuştu çünkü Mr. Weller ilk ihtimalin siparişi için zili çalarken bir yandan da ikinci ihtimali kendi kendine tekrarlayıp duruyordu. Sonra hırkasını üstünden attı, sıcaklığı tümüyle hissetmek için sırtını ateşe verirken bir yandan da şömine rafına meylederek Sam’e döndü ve tütünün rahatlatıcı etkisinden nasibini alarak yatışmış bir yüz ifadesiyle Sam’in “koyverip gitmesini” rica etti.

Sam herhangi bir düzeltme ihtimaline karşı kalemini mürekkebe batırarak teatral bir havayla başladı:

“Çok hoş…”

“Du’ bi.” dedi Mr. Weller, zili çalarak. “Her zamankinden bir duble, canım.” dedi.

“Peki efendim.” diye yanıtladı müthiş bir hızla ortaya çıkıp ortadan kaybolan, geri dönen ve yeniden kaybolan kız.

“Burada seni tanıyor gibi görünüyorlar.” diye yorumda bulundu Sam.

“Evet.” diye yanıtladı babası. “Daha önce buralara gelirdim. Hadi devam et, Sammyciğim.”

“Çok hoş bir varlıksınız.” diye lafa yeniden girdi Sam.

“Ee, bu şiir.” diye lafa girdi babası.

“Yok, yok.” diye yanıtladı Sam.

“Aman iyi, sevindim.” dedi Mr. Weller. “Şiir dediğin şey doğal değil bir kere. Bayramlarda mübaşirler ya da ayakkabı boyacısı hatta araba tamircisi gibi düşük kesimin huyunu edinmeni istemem. Sana nasihatı olsun, asla şiire kadar düşme oğlum. Hadi, yine başla Sammyciğim.”

Mr. Weller piposununu eleştirel bir sessizlik içinde içmeye devam etti ve Sam bir kez daha lafa başlayarak şunları okudu:

“Hoş varlık, yemin olsun ki…”

“Bu olmamış.” dedi Mr. Weller, piposunu ağzından çıkararak.

“Dur, dur; ‘yemin olsun’ değil.” diye yorumda bulundu Sam, mektubu ışığa doğru tutarak. “Üstünü çizdiğimi okumuştum, ‘emin’ olacaktı o. Mürekkep lekesiymiş önündeki. ‘Emin olasın ki.’ ”

“Çok iyi.” dedi Mr. Weller. “Devam et.”

“Emin ol ki ben tümüyle… Buradaki kelime neydi unuttum yahu.” dedi Sam, başını kalemle kaşıyıp hatırlamaya çalışırken.

“Kâğıda baksana yahu.” dedi Mr. Weller.

“Bakıyorum ya zaten.” diye yanıtladı Sam. “Ama yine mürekkep lekesi olmuş; ‘u’ var, ‘l’ var bir de ‘d’ var.”

“Kuruldum mu acaba?” diye öneride bulundu Mr. Weller.

“Yok değil.” dedi Sam. “ ‘Vuruldum’, işte buldum.”

“Ama ‘kuruldum’ daha güzeldi, Sammy.” dedi Mr. Weller büyük ciddiyetle.

“Öyle mi dersin?” dedi Sam.

“Yerine başka kelime düşünemiyorum.” diye yanıtladı babası.

“Ama benimki daha anlamlı değil mi sence de?” diye sordu Sam.

“Belki de daha hassas bir kelime diyebiliriz.” dedi Mr. Weller, biraz düşündükten sonra. “Devam et bakalım Sammyciğim.”

“Sen çok hoş bir hanımsın ve ben sana tümüyle vurulduğumdan dolayı biraz kılığımdan utanır oldum.”

“Çok duygusal.” dedi yaşlı Mr. Weller, kelimelerin ağzından çıkışına izin vermek için pipoyu çekerek.

“Evet, bence çok iyi.” diye yorumda bulundu Sam, keyiflenerek.

“Senin bu yazında en çok hoşuma giden şey, içinde öyle tanrıçam, Venüsüm, cartım curtum yok. Genç bir kadına Venüsüm, meleğim demenin ne âlemi var şimdi, değil mi Sammy?”

“Ah! Sahiden de ne gereği var?” diye yanıtladı Sam.

“Yani oldu olacak ona ejderham, tek boynuzlu atım, padişahım falan de ki bence bunlar öbür cart curttan çok daha ihtişamlıdır.” diye ekledi Mr. Weller.

“Aynen, bari onları kullanmalı.” dedi Sam.

“Devam et Sammy.” dedi Mr. Weller.

Sam söylenilene uydu ve devam etti. Babası da bilgelik ve memnuniyetin ahlaki olarak üst düzey bir karışımı olan bir yüz ifadesi takınarak piposunu tüttürmeye devam etti.

“Senden önce derdim ki bütün kadınlar aynı.”

“Öyleler ki zaten.” diye yorumda bulundu yaşlı Mr. Weller, babacan bir tavırla.

“Ama ben.” diye devam etti Sam. “Senin gibisinin olmadığı anladım ya, artık eskiden ne kadar saçma sapan ve kuşkulu bir mülayimmişim diye düşünüyorum ama ben seni sanki çokmuşsun gibi seviyorum.” “Bunu iyice belli etmek istedim.” dedi Sam başını kaldırarak.

Mr. Weller onaylar biçimde başını salladı ve Sam devam etti.

“O nedenle bugünün şerefine, canım Mary’m, zor şartlar altında bulunan beyefendilerin pazar günü biterken söyledikleri üzere, seni ilk gördüğümde görüntün kalbime profesyonel bir fotoğraf makinesinin yapamayacağı kadar hızla ve çok daha canlı renklerle kazınmıştı ki bilirsin o makine de fotoğrafı iki dakikadan biraz uzun sürede çeker, sonra çerçeveli falan duvara asarlar.”

“Korkarım bu biraz şairane olmuş Sammyciğim.” dedi Mr. Weller, şüpheci bir edayla.

“Yooo, hiç de bile.” diye yanıtladı Sam, kanıtlamak istercesine hızla okumaya devam ederek:

“ ‘Beni sevgilin olarak kabul et ve dediklerimi düşün canım Mary’m. Lafımı burada bitiriyorum Sevgili Mary’m.’ İşte bu kadar.” dedi Sam.

“Bu da biraz aceleye gelmedi mi Sammy?” diye sordu Mr. Weller.

“Hiç de bile.” dedi Sam. “Keşke daha da yazsaydım diyecek. Buna da mektup yazma sanatı derler işte.”

“Peki.” dedi Mr. Weller. “Fena olmamış keşke analığın da konuşurken böylesine nazik olsa. İmza atmayacak mısın?”

“O iş zor işte.” dedi Sam. “Nasıl imzalanır bilmiyorum.”

“İmzala işte, ‘Weller’ diye.” dedi, bu ismin en yaşlı sahibi.

“Olmaz.” dedi Sam. “Sevgililer kartına insan kendi ismini yazar mı hiç?”

“O zaman ‘Pickwick’ yaz.” dedi, Mr. Weller. “Çok güzel bir isim, yazması da kolay.”

“Tam üstüne bastın.” dedi Sam. “Hatta ufak bir kafiye de patlatayım, ne dersin?”

“Sevmedim, Sam.” dedi Mr. Weller. “Ben hayatımda hiç şiir yazan saygıdeğer bir arabacı görmedim. Gerçi bir tane vardı eşkıyalığa çıkacağı gün şiir yazıp bırakmış niyeyse. Gerçi o Cambervellliydi, o sayılmaz.”

Ama Sam bu fikirden cayacak gibi değildi, o yüzden mektubu şöyle bitirdi:

Ben aşkından bir yitik.

Pickwick.

Sonra da kartı çok karmaşık biçimde katlayıp kenarını kıvırarak: Mary’ye, Mr. Nupkins’in evinde hizmetçi, Mayor’s, Ipswich, Suffolk yazdı ve cebine koyup pullayarak postalanmaya hazır hâle getirdi. Bu önemli mesele de hallolunca Mr. Weller oğlunu yanına çağırmasının sebebi olan konuyu açtı.

“İlk mesele patronunla ilgili, Sammyciğim.” dedi Mr. Weller. “Yarın sınanacak değil mi?”

“Mahkemesi görülecek.” diye yanıtladı Sam.

“Bak Sam…” dedi Mr. Weller. “Herhâlde onu övmesi ya da görgü tanıklığı etmesi için şahit çağırmak isteyecektir. Ne zamandır bu meseleyi düşünüp duruyorum Sammyciğim ama gönlünü ferah tutsun. İki işi de halledecek dostlarım var. Ama benim tavsiyemi dinleyecek olursan onu övecek adamı boş ver, önemli olan görgü tanığı olarak gösterebileceği biri. En iyisi bu Sammyciğim, en iyisi bu.” Mr. Weller bu hukuki fikri ifade ederken ciddi göründü ve burnunun ucuna kadar götürdüğü bardağın ardından şaşkına dönmüş oğluna göz kırptı.

“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Sam. “Old Bailey’de3 yargılanacağını düşünmüyorsun, değil mi?”

“Davasının nerede görüneceği şimdinin meselesi değil, Sammy.” diye yanıtladı Mr. Weller. “Nerede yargılanırsa yargılansın, onu kurtaracak şey görgü tanığı. Biz kelli felli adamlar onu hiçbir şey kurtaramaz derken, cinayetten yargılanan Tom Vildspark’ı görgü tanığı sayesinde kurtardık. Bana kalırsa Sammyciğim, eğer senin patron bir görgü tanığı bulamazsa İtalyanların dediği gibi hapı yutacak, bunu bilesin.”

Yaşlı Mr. Weller, Old Bailey’nin bu ülkedeki en ihtişamlı mahkeme olduğuna ve buradaki kural ve işleyiş biçimlerinin diğer bütün mahkemelerde geçerli olduğuna yönelik ciddi ve değişmez fikrini savunurken oğlunun görgü tanığının kabul edilmeyeceğine yönelik teminat ve argümanlarını görmezden geldi ve Mr. Pickwick’in mağdur edildiği fikrini savundu. Sam konuyu değiştirip babasının ona danışmak arzusunda olduğu ikinci konunun ne olduğunu sordu.

“O da tam bir ailevi mesele.” dedi Mr. Weller. “Stiggings denilen adam var ya…”

“Kırmızı burunlu adam mı?” diye sordu Sam.

“Aynen o.” diye yanıtladı Mr. Weller. “Bu kırmızı burunlu adam, Sammyciğim, analığını daha önce görülmemiş bir nezaket ve istikrarla ziyaret ediyor. Artık bizim ailemizin ne kadar yakın bir dostuysa bizden uzaktayken illaki ona bizi hatırlatacak bir şey istiyor.”

“Ben senin yerinde olsam, onun hafızasını öyle mühürleyecek bir şey yapardım ki on sene boyunca unutamazdı.” diye lafa girdi Sam.

“Bi’ dur.” dedi Mr. Weller. “Şunu diyecektim, adam yanında hep büyük bir şişe getiriyor ve gitmeden de içini ananaslı romla ağzına kadar dolduruyor.”

“Bir daha geldiğinde de şişe bitmiş oluyor, değil mi?” dedi Sam.

“Dibine kadar!” diye yanıtladı Mr. Weller. “İçinde artık tıpa ve koku dışında bir şey kalmayana kadar, seni bu konuda hiç yanıltmaz Sammyciğim. Şimdi oğlum, benim Büyük Birleşmiş Ebenezer Yeşilay Derneğinin bu akşam aylık toplantısı var. Analığın gidecekti ama romatizması tuttu, ondan gidemeyecek. İşte Sammyciğim bende de analığına gönderilmiş iki bilet var şimdi.” diyerek Mr. Weller bu büyük gizemi büyük bir neşeyle iletti ve bundan sonra öyle yorulmak bilmez şekilde göz kırptı ki Sam herhâlde yüzüne felç indi diye düşünmeye başladı.

“Eee?” dedi genç beyefendi.

“Eee’si…” diye devam etti babası, etrafına müthiş bir dikkatle bakarak. “Biz tam saatinde gideceğiz. Rahip yamağı da gidemeyecek, Sammyciğim, rahip yamağı gidemeyecek.” Bu noktada öyle bir gülme krizine tutuldu ki yaşlı bir beyefendinin pekâlâ da boğulabileceği sınıra gelmeden hemen önce de durdu.

“Ben ömrühayatımda böyle üçkâğıtçı görmedim.” diye bağırdı Sam, yaşlı beyefendinin sırtının alev almasına sebep olacak kadar sürtünme kuvveti uygulayıp okşayarak. “Sen neye gülüyorsun bakayım, tombul fare?”

“Sessiz ol, Sammyciğim.” dedi Mr. Weller, büyük dikkatle etrafına bakıp fısıltıyla konuşarak. “Oxford Caddesi’nde çalışan iki dostum var, ellerinden gelmeyen iş yoktur. Birlikte rahip yamağını iyi tongaya düşüreceğiz Sammyciğim ve Ebenezer Derneğine geldiğinde (kesin gelecek ha çünkü ona kapıya kadar eşlik edecekler ve gerekirse de içeri tıkacaklar), o kadar çok rom ve su içmiş olacak ki hani Granby Dorkin Markizi vardı ya hatırlarsın, ha işte öyle. Bu da az sarhoş olmak değil, ha.” Mr. Weller bunları açıkladıktan sonra yine öyle ölçüsüz bir kahkahaya tutuldu ki az kalsın boğulacaktı.

Sam Weller’ı kırmızı burunlu herifin gerçek amacını ve kişiliğinin ifşa edilmesinden daha çok memnun edecek başka bir şey yoktu. Buluşma saatine de çok zaman kalmadığından baba ve oğul vakit kaybetmeden Brick Lane’e doğru yollandılar. Sam, bu arada mektubunu postaneye bırakmayı da ihmal etmedi.

Büyük Birleşmiş Ebenezer Yeşilay Derneği Brick Lane Şubesi’nin aylık toplantıları güvenli ve rahat bir merdivenle çıkılan geniş, hoş ve havadar bir odada gerçekleşiyordu. Toplantı yürütücüsü artık ayık olan, bir zamanların itfaiyecisi, şimdilerin öğretmeni ve ara sıra da geçici vaizlik yapan Mr. Anthony Humm’dı. Sekreter, mumcu dükkânı işleten ve katılımcılara çay satan, coşkulu ve ön yargısız bir kişi olan Mr. Jonas Mudge’dı. Toplantıya girişmeden önce kadınlar artık gitme zamanı olduğunu düşünene kadar bir kenarda hep birlikte çay içerlerdi. Üzerinde yeşil pamuklu bir örtü olan yuvarlak masaya mahsus yerleştirilmiş büyük bir para kutusunun arkasında, kutuya düşen her bir bakır parayı minnettar bir edayla kabul eden bir adam vardı.

Ancak bu sefer kadınlar çaylarını bıktırıcı derecede uzun sürede içtiler. Sam ne kadar kaş gözle onu uyarsa da büyük Mr. Weller hiç gizlemediği bir şaşkınlıkla etrafına bakıp durdu.

“Sammy.” diye fısıldadı Mr. Weller. “Eğer buradaki bazılarının midesinden yarın hortumla su çekmek gerekmeyecekse ben de baban değilim. Baksana yanımdaki yaşlı hanım çay içmekten boğulacak neredeyse.”

“Sessiz olur musun?” diye mırıldandı Sam.

“Sam.” diye fısıldadı Mr. Weller. “Eğer şu sekreter denilen adam beş dakika daha devam edecek olursa yemin ediyorum patlayıp her yere ekmek ve çay saçacak.”

“Bırak hoşuna ne gidiyorsa onu yapsın.” diye yanıtladı Sam. “Bu seni ilgilendirmez.”

“Eğer şuradaki dayanabilirse, Sammy’ciğim.” dedi Mr. Weller, az önceki alçak ses tonuyla: “İnsan olarak kalkıp alkış tutmayı görevim bilirim. Yan masada genç bir kadın var ve dokuz buçuk fincan çay içti. Resmen gözümün önünde şişiyor.” Çay fincanlarının tabaklarına koyulmasından oluşan müthiş bir gürültü, neyse ki çay saatinin sona erdiğini bildirmemiş olsa Mr. Weller’ın bu iyi niyetli düşünceyi resmiyete dökeceğine hiç şüphe yoktu. Tabak çanak ortadan kaldırınca yeşil örtülü masa ortaya getirildi ve akşamın asıl konusu, eski püskü pantolonun arkasına gizlenen cılız bacakları her an kırılma tehlikesi geçiren ciddi görünümlü, kel kafalı ve eski giyimli adam, gecenin açılışını yapmak için merdivenlerden son hız çıktı ve: “Hanımlar ve beyler, muhterem kardeşim Mr. Anthony Humm’ı sandalyeye oturmaya davet ediyorum.” dedi.

Hanımlar bu teklife birbirinden süslü cep mendillerini sallayarak yanıt verdiler ve tez canlı ufak adam, Mr. Humm’ı kelimenin tam manasıyla omuzlarından yakaladığı gibi, bir zamanlar sandalyeyi temsilen yapılmış maun ağacından çerçevenin içine sokuşturuverdi. Mendil sallama durumu tekrarlandı ve ince, beyaz, sürekli terleme hâlinde olan bir yüzü olan Mr. Humm kadınların bu büyük hayranlığı karşısında uysalca başını önüne eğdi ve ciddiyetle yerine yerleşti. Sonra eski püskü pantolonlu adam tarafından sessizlik sağlandı ve Mr. Humm ayağa kalkarak, Brick Lane Branch Şubesi’nden o anda orada bulunan erkek ve kız kardeşlerinin izniyle sekreterin Brick Lane Komitesi raporunu okuyacağını bildirdi ve bu öneri bir kez daha mendillerin sallanmasıyla karşılandı.

Sekreter etkileyici biçimde hapşırdıktan ve önemli bir iş gerçekleştirilmeden önce topluluğun ilgisini toplamak için yapıldığı üzere öksürerek şu belgeyi okudu:

BÜYÜK BİRLEŞMİŞ EBENEZER YEŞİLAY DERNEĞİ BRICK LANE ŞUBESİ KOMİTESİ RAPORU

“Komiteniz, geçtiğimiz ay minnet uyandırıcı uğraşlar gerçekleştirmişlerdir ve biz de Yeşilay’a başvuran yeni isimleri bildirmekten büyük gurur duyuyoruz.

H. Walker; terzi, evli ve iki çocuklu. Geçmiş âlem günlerinde sürekli olarak bira ve alkollü gazoz içme huyuyla tanınırdı. Yirmi sene boyunca haftada iki kere ağzına ‘köpek burnu’ sürüp sürmediğinden emin değil ki soruşturduğumuzda bunun bira, şeker şurubu, cin ve muskat karşımı (yaşlı bir hanımdan yükselen ‘Hah aynen o!’ homurtusu) olduğunu tespit etmiş bulunmaktayız. Artık işsiz ve tek kuruş parası yok. Bunun sebebinin ya bira (tezahüratlar) ya da sağ elini kullanma yetisindeki kayıp olduğunu düşünmekte. Sebebin ne olduğundan emin olmasa da hayatı boyunca su dışında bir şey içmemiş olsa iş arkadaşının koluna paslı bir iğne sokmayacağına ve böyle bir kazanın yaşanmayacağına neredeyse emin (müthiş tezahürat). Artık soğuk su dışında bir şey içmiyor ve asla susuz hissetmiyor (müthiş alkış).

Betsy Martin; dul, tek çocuk ve tek göz. Gündüzleri gündeliğe ve çamaşıra gidermiş. Hayatı boyunca tek gözü olmuş ama annesinin içki içtiğini bildiğinden sebebine şaşmamak gerektiğini düşünüyor (müthiş tezahürat). Eğer içki içmek konusunda çekimser olsaydı şimdiye iki gözünün olacağı fikrinin pek de imkânsız görünmediğini söylüyor (müthiş alkış). Eskiden gittiği her yerde on sekiz penilik içki alıyormuş, bu da bir bardak bira ve bir bardak da liköre eş değermiş ama Brick Lane Şubesi’ne üye olduğundan beri artık üç şilin altı penilik içki alıyormuş (bu bildiri kulakları sağır eden bir coşkuyla karşılandı).

Henry Beller; çeşitli şirket yemeklerinde kadehlerin efendisi unvanına sahip olmuş ve her kadeh kaldırmada epey ithal şarap içiyor, hatta bazen bir iki şişeyi de eve götürüyormuş. Bu sonuncudan emin olmasa da eve içki götürdüysem içen ben olmuşumdur diyor. Çok üzgün ve melankolik hissediyor, hep ateşi var ve sürekli ağzı kuruyor. Bunun içtiği onca şaraptan kaynaklandığını düşünüyor. (Tezahürat.) Artık işsiz ve zaten istese de bir lokma ithal şarap içemiyor. (Müthiş alkış.)

Thomas Burton; belediye başkanlarına, emniyet amirlerine ve kimi meclis üyelerine hizmet veren kedi maması satıcısı4 (bu beyefendinin isminin duyurulması herkesin sessizliğe gömüldüğü bir merakla karşılık buldu). Bir ayağı tahtadandır. Tahta ayağın taş yollarda yürüyerek harap edilmeyecek kadar pahalı olduğunu düşündüğünden ikinci el takma bacak kullanmaktadır. Her akşam düzenli olarak bir bardak sıcak cin içmektedir hatta bu sayı bazen ikiye çıkmaktadır (derin iç çekişler). Tahta bacakları çok çabuk kırılmakta ve çürümektedir, bu durumun cin ve su tüketiminden kaynaklandığına inanmaktadır (uzun tezahürat). Artık yeni tahta bacak almakta ve yalnızca su içip hafif çay içmektedir. Yeni bacaklar eskilerine göre iki kat daha uzun süre dayanmaktadır ve beyefendi bunun sebebini yalnızca değiştirdiği huylarına atfetmektedir.” (Coşkulu haykırışlar.)

Anthony Humm, artık bir şarkıyla keyiflerine bakmalarını teklif etti. Mantıklı ve ahlaklı keyfin verdiği hissiyatla Mordlin kardeş Neşeli Genç Denizciyi Duymayanınız Var mı? şarkısının muhteşem sözlerini 100. Mezmur ilahisinin melodisine uyarladı ve herkesin kendisine eşlik etmesi ricası büyük bir coşkuyla karşılandı (müthiş bir alkış). Müteveffa Mr. Dibdin’in bu şarkıyı seneler önce eski yaşantısının hatalarını ve alkolsüz yaşamın avantajlarını göstermek için yazdığına yönelik büyük inancını burada paylaşsa iyi olabilirdi. Bu sahiden de içki karşıtı bir şarkıydı. (Tezahürat tufanı.) Genç adamın kılığının düzgünlüğü, küreğinin gücü, ona bir şairin güzelim sözlerini kazandıran kıskanılası hâl ve şu sözü söyleten o zihin:

Kürek çek, zihninde başka hiçbir şey olmadan!

İşte bunların hepsi birleşince onun bir su-içer olduğu anlamı ortaya çıkıyordu (tezahürat). Ah, bu nasıl da onurlu bir keyif hâli olmalıydı! (Kendinden geçmiş çığlıklar.) Peki genç adamın ödülü neydi? Bütün genç beyleri bu dizeyi dinlemeye çağırıyorum:

Genç kızlar seve seve teknesine akın ediyorlardı.

(Kadınların da katıldığı şiddetli bir tezahürat.) Nasıl da güzel bir örnek! Kız kardeşlik hissiyle genç denizcinin teknesini çevreleyen genç kızlar, onu görev ve ayıklık bilinciyle taçlandırıyorlar. Peki onu yatıştıran, avutan ve destekleyen yalnızca kendi hâlinde genç kızlar mıydı? Hayır!

Küreğiyle şehirli kibar hanımlar arasında da rağbet görürdü.

(Muazzam tezahürat.) Narin cinsten olanlar adamları, affedersiniz kadınları aşarak genç denizciye koştular ve yanlarından geçen içkiciye iğrenerek baktılar. (Tezahürat.) Bricklane Şubesi’nin erkek kardeşleri denizciyi temsil eder. (Tezahürat ve kahkaha.) Oda onların teknesidir ve izleyiciler de genç hanımlardır ve o (Mr. Anthony Humm), ne kadar değersiz olsa da “kürekçi başıdır.” (Kontrolsüz alkış.)

“Narin cinsten kastı ne Sammyciğim?” diye sordu Mr. Weller. fısıltıyla.

“Kadınlar.” dedi Sammy aynı tonda.

“Haksız da sayılmaz, Sammy’ciğim.” diye yanıtladı Mr. Weller: “Onlar sahiden de narin cins, gerçekten de narin cins sayılırlar, eğer böyle heriflere kanıyorlarsa.”

Sinirli yaşlı beyefendinin başka bir yorumu olacaksa da sözü Mr. Anthony Humm’ın dinleyicileri bu efsaneye şahit olsun diye ilk iki dizesini icra ettiği şarkının duyulmasıyla yarıda kesildi. Şarkı söylenirken eski pantolonlu ufak adam ortadan kayboldu ve şarkı bittiği anda geri dönerek yüzünde müthiş bir ciddiyet ifadesiyle Mr. Anthony Humm’a bir şeyler söyledi. “Dostlarım!” dedi Mr. Humm, bir iki sıra arkadaki gürbüz hanımların susmasını sağlayabilmek adına küçümseyici bir ifadeyle elini kaldırarak. “Dorking Şubesi’nden Kardeş Stiggins aşağıdaymış.”

Mendiller daha öncekine oranla daha büyük bir hışımla çıkarıldı çünkü Mr. Stiggings, Brick Lane’in kadın nüfusu içine epey sevilirdi.

“Bana kalırsa yanımıza gelebilir.” dedi Mr. Humm keyifsiz bir gülümsemeyle etrafına bakınarak. “Kardeş Tadger, lütfen gelip bizi karşılamasına izin verin.”

Kardeş Tadger hitabına karşılık veren eski pantolonlu ufak adam büyük bir hızla merdiveni indirdi ve hemen ardından Rahip Stiggins’le birlikte yukarı tırmanmaya başladılar.

“Geliyor, Sammy.” diye fısıldadı Mr. Weller, bastırılmış bir kahkahadan ileri gelen mosmor bir suratla.

“N’olur bana bir şey deme şimdi.” diye yanıtladı Sam. “Çünkü kendimi tutamayacağım. Kapıya yaklaştı, merdivendeki tırmanışını duyabiliyorum.”

Sam Weller lafını bitirmemişti ki ufak kapı hızla açıldı ve Kardeş Tadger hemen arkasında Rahip Mr. Stiggins’le içeri girdi. Mr. Stiggins’in içeri girişi alkış, ayaklarla yeri tepme, mendillerin dansı ile karşılandı ve bunların hepsi keyif belirtileriydi. Kardeş Stiggins bunların hiçbirine karşılık vermedi ve tek yaptığı deli bakışlarını diktiği muma doğru yüzünde sabit bir gülüşle bir o yana bir bu yana yalpalayarak, dengesiz ve kendinden emin olmayan adımlarla yürümek oldu.

3.Londra’da bulunan ağır ceza mahkemesi.
4.1800’lü yıllardan yaklaşık 1930’a kadar çeşitli nedenlerle insan tüketimi için uygun olmayan ve çoğunlukla bozuk at etlerini evden eve dolaşarak kediler için satan seyyar satıcılara verilen isim. Viktorya dönemi sosyal araştırmacısı Henry Mathew’un tahminlerine göre 1961 yılında Londra’da 1000 adet kedi maması satıcısı vardır ve bunlar ev ve sokak kedileri dâhil olmak üzere yaklaşık 300.000 kediye hizmet etmektedir. O dönemde evde kedi bakmak popülerleştiğinden bu ucuz etler çokça rağbet görmüştür. (ç.n.)

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6862-54-8
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 5, 3 oylamaya göre