Kitabı oku: «Gece ve Gündüz»
“Ey Türkistan’ın maarif işleriyle meşgul olan ülküdaş ve oğullarım! Sizlere vasiyet ediyorum:
Maarif yolunda gayret gösteren muallimleri himaye ediniz!
Maarife yardımcı olunuz! Ortadan nifakı kaldırınız!
Türkistan balalarını ilimsiz bırakmayınız! Her ne yaparsanız milletle birlikte yapınız!
Herkese azatlık yolunu gösteriniz! Azatlığı tez zamanda gerçekleştiriniz!”
Müftü Mahmudhoca Behbûdî Efendi 1
GECE VE GÜNDÜZ ROMANI HAKKINDA
Prof. Dr. Şuayip KARAKAŞ2
Abdülhamid Süleymanoğlu (Çolpan), hiç şüphesiz yüz yıldan beri Türkistan semasını aydınlatan yıldızlar dan biridir. Daha çok şiir olmak üzere bütün edebî türlerde eserler vermiştir. Şiirden başka hikâye, tiyatro, tenkit, araştırma ve gazete yazıları yazmıştır. Bunların büyük bir kısmı Türkiye’de de yayımlanmıştır. Fakat Çolpan aynı zamanda bir roman yazarıdır. Çolpan hakkında Türkiye’de kaleme alınan hemen her yazıda adı zikredilen bu roman, yazarı tarafından Gece ve Gündüz” diye adlandırılmıştır. Fakat diğer eserlerinden farklı olarak “Gece ve Gündüz” romanı maalesef bugüne kadar Türkiye Türkçesine aktarılmamıştır. Bunun bir eksiklik olduğu düşünülerek bu eserin de Türkiye Türkçesine kazandırılmasının uygun olacağına karar verilmiştir. Eser Türkiye Türkçesine aktarılırken 2000 (Şark Neşriyatı-Taşkent) baskısı esas alınmıştır.
Önce şiir, hikâye ve tiyatro vadisinde eserler veren Çolpan, “Gece ve Gündüz” romanını ömrünün son yıllarında kaleme almıştır. Adından da anlaşılacağı üzere roman iki kısımdan müteşekkildir. Birinci kısım “Gece” adını taşımaktadır. İlk bölümleri 1935 yılında, “Sovyet Edebiyatı” dergisinin 1. sayısında yayımlanan bu kısmın, 1934 yılında yazıldığı tahmin edilmektedir. Eser ancak 1936 yılının sonlarında kitap hâlinde yayımlanabilmiştir. Bunun yayımlanmasından 8-10 ay sonra Çolpan tutuklanarak bir daha çıkamamak üzere hapse atılmış ve bir buçuk yıl kadar devam eden sorgu, işkence ve yargılamadan sonra Fıtrat, Abdullah Kâdirî gibi Özbek Cedit edebiyatının en tanınan şahsiyetleriyle beraber halk düşmanı ilân edilmiş ve yine bu şahsiyetlerle beraber 1938 yılında 4 Ekim’i 5 Ekim’e bağlayan gece yarısından sonra halk düşmanı ilan edilerek kurşuna dizilmiştir.
Romanın ikinci bölümü olan “Gündüz” de kaleme alınmış fakat Çolpan tutuklanırken evindeki bütün eşyası ve kütüphanesi müsadere edilmiştir. Tamamlanmamış veya henüz yayımlanmamış şiirleriyle beraber romanın bu bölümü de müsadere edilmiş ve Çolpan’ın öldürülmesinden sonra 1940’lı yıllarda onun kütüphanesine ait bütün eserler yakılarak imha edilmiştir.
“Gündüz”ün akıbeti hakkında bugün farklı rivayet ve tahminler bulunmaktadır. Prof. Dr. Naim Kerimov, “Çolpan’ın ‘Gece ve Gündüz’ Romanı Hakkında” yazısında bunları etraflıca anlatmaktadır. Netice itibariyle bugün romanın ikinci bölümünü teşkil eden “Gündüz” kısmı hiçbir yerde mevcut değildir.
Naim Kerimov roman hakkında kaleme aldığı yazısında, “basit olaylar silsilesi ile başlayan romanın, sonunda
20. asrın 1910’lu yıllarında, Özbekistan’ın sosyal ve siyasi manzaralarını açıkça tecessüm ettirmek isteyen bir eser” olduğunu söylemektedir.
Esere dikkat nazarıyla baktığımız zaman şu birkaç hususa bilhassa dikkat çekildiğini görmekteyiz:
– Cehalet, eğitim eksikliği, geri kalmışlık ve Usûl-i Cedit mektepleri: Mahmud Hoca Behbûdî, Abdullah Avlânî, Abdurrauf Fıtrat, Abdullah Kâdirî, Hamza Hekimzâde Niyazi, Münevver Kaarî ve Çolpan gibi Özbek Cedit edebiyatının hemen bütün temsilcilerinin 1910-1920’li yıllarda kaleme aldıkları eserlerinde bu hususlar üzerinde önemle durulduğu görülmektedir. Böylece Türkistan’da eğitim başta olmak üzere siyasetten ticarete, ziraatten millî sanayiye, idareden, yönetim tarzından insan haklarına, Türkistan’ın işgalciler tarafından sömürülmesinden kadın haklarına, istiklal ve hürriyet arzusundan millî devlet kurma çalışmalarına, din ve diyanet işlerinden ahlaki yozlaşmaya, rüşvet ve adaletsizliklere kadar toplum hayatının bütün cephelerinde görülen eksiklik ve aksaklıklar teşhis ve tespit edilmiş, bunlar edebî eserler vasıtasıyla teşhir edilerek doğrusu halka gösterilmeye ve benimsetilmeye çalışılmıştır. Bu hususlar, Cedit hareketinin çalışma programını teşkil etmektedir. Cedidin yenilenme ve aydınlanma olduğu unutulmamalıdır. Ceditçi aydınlar, Türkistan’da daima Rusya’nın tahakkümünden kurtularak yeni bir dünya yaratmak ülküsüyle çalışmış ve hepsi hapishanelerde ve Sibirya çalışma kamplarında çürütülerek veya kurşuna dizilerek bu yolda kurban olmuşlardır. Bu sebeple mektep, bilgi sahibi olma, aydınlanma, gaflet uykusundan uyanma meseleleri, bütün Ceditçi aydınların üzerinde en fazla durduğu hususlar olmuştur.
Çolpan, ‘Gece ve Gündüz’ romanında cehaleti ve bunun sebep olduğu geri kalmışlığı bütün yönleriyle ifşa etmektedir. Buna bağlı olarak romanın muhtelif yerlerinde Cedit mekteplerinin öneminden, eski geleneksel eğitim kurumlarından yana tavır alanların Cedit mekteplerine ve bu mektep muallimlerine olan haksız ve fena muamelelerinden söz etmektedir. Yazar ancak Cedit mektepleri ve bu mekteplerde verilen eğitim sayesinde cehaletin sebep olduğu karanlıktan aydınlığa çıkılabileceğini düşünmektedir. Zaten bu karanlık sebebiyle romanın ilk kısmına “Gece” adını vermiştir. Bu münasebetle açılan Cedit mekteplerinden, kendi evlerinde çocuklarına yeni usulde ders verdirenlerin hususi muallim tuttuklarından söz etmekte, Orenburg’daki Hüseyniye medresesi ile Ufa’daki Âliye medresesinin isimlerini zikretmektedir. Bu medreselerde usûl-i cedit üzere eğitim yapılmaktadır. Böyle eğitim kurumlarının çokça açılması ve Türkistanlı çocuklara bu kurumlarda çağın gerektirdiği bilgilerden ibaret yeni usulde eğitim verilmesi, toplumun ilerlemesi, aydınlanması için fevkalade önem arz etmektedir.
– Kadının aile ve toplum içindeki yeri ve değeri: 1910’lu yıllarda Türkistan toplumunda kadının hemen hiçbir değerinin bulunmadığı, romanda çok açık bir şekilde dile getirilmektedir. Kızların rızası alınmadan erken yaşta kendilerinden çok ileri yaştaki erkeklerle anne babalarının ve çevrenin baskısıyla ikinci, üçüncü, dördüncü hanım olarak evlendirilmesi ve bu evliliklerin ebedî mutsuzluk ve nihayet facia ile sonuçlanması, bu romanın esasını teşkil eden olayların da merkezini oluşturmaktadır. Ceditçi şair ve yazarlar hem 1910’lu yıllarda hem de Sovyet döneminde bu konuyu da eserlerinde çok işlemişlerdir.
Çolpan’ın romanında bu konunun izahına dair ilginç ifadelerle karşılaşmaktayız. Romanın kahramanlarından Rezzak Sofi, hanımı Kurbanbibi’ye devamlı surette ‘fitne’ diye hitap etmektedir. “Bizim Sofi, mümin-Müslümanın bu örfüne de riayet etmez, o kendi helali Kurbanbibi’yi her zaman ‘fitne’ diye çağırır. Mesela ‘Fitne, sarığımı ver!’, ‘Fitne, kız geberesice haydi!’, ‘Fitne, parayı uzat!’”
Aynı yıllarda Türkistan toplumunda erkeğin hanımına tenezzül etmediği için ismiyle hitap etmediği, onun yerine kızı veya oğlunun adıyla hitap ettiği belirtilmektedir: “Özbek’te nihayet her erkek kendi hanımını, kendi helalini, kızı veya oğlunun adı ile çağırır. Kendi hanımını ismini söyleyerek çağırmak olmaz. Hanımının ismi Meryem, kızının ismi Hatice olsa, mümin-Müslüman, hayâ sebebiyle hanımını ‘Hatice’ diye çağırır. Birçok anne ve çocuk beraber ‘evet!’ der. Bunun üzerine ailenin hakiki sahibi olan baba, ‘büyüğünü çağırıyorum, büyüğünü!’ der. Hatta o zaman bile ‘Meryem’i’, demez…”
Veya erkeğin kadınları konuşmaya değer varlıklar olarak görmediği, buna riayet etmediği takdirde Allah indinde ağız ve dilinden dolayı hesaba çekileceği bildirilmektedir. Yine Rezzak Sofi, övünerek söylediği gibi kadınların yanında ağzını açıp konuşmayı kendisine reva görmez. “Bu dil, diyordu Sofi daima Tanrı’nın zikri ile meşgul olmalı. Bu ağız, her zaman Tanrı’nın zikrine açılır. Ağız ile dil, kulun bedeninde en aziz ve en mübarek organlardır. Onları kadın kısmı gibi aşağı derecede bir mahlûkun yanında konuşmak suretiyle aşağılamak olur mu? Aksi hâlde, Hak teâlânın kulları it ile de konuşsun! Hayır, kadın kısmına çok gerekli olan söz söylenir, o taife ile sadece zaruret sebebiyle konuşulur. Vesselam!”
Yine Rezzak Sofi’nin itikadına göre “Tanrı, kadın kişi -yi ağlamaya müstehak” görmüştür.
Romanın başka bir kahramanı olan Ekberali Binbaşı, her zaman hanımlarıyla kısa konuşur, onlarla oturmayı erkeklik gururuna yediremez. Kendi kızı Fazilet’ten bahsederken “bana bir faydası var mı? Bir iki yıl sonra birilerinin eline su dökecek. Kız, evlat sayılır mı?” diye sorar ve hanımlarına dönerek “Hangi biriniz ana babanıza fayda sağladınız!..” der.
Türkistan toplumunda erkek “padişah” demektir ve kadının bütün tasarrufu da onun elindedir.
Binbaşı’nın üçüncü hanımı olan Sultanhan’ın yaşı on yediyi geçince, annesi endişeye kapılır. Kocasına hitap ederek “Kızın yaşı on sekize ulaştı. Boşuna bekletip yaşlandırıyorsunuz!” diye çıkışır. Yaşlı Binbaşı üçüncü hanımı olarak aldığı on dokuz yaşındaki Sultanhan’la evlendikten sonra “etrafındakilere ‘yaşlı kız imiş’, dedi. Sultanhan, o zaman ana babasını lanetleyerek çok ağlamıştı.”
– Cedit hareketi: Çolpan, bilindiği gibi kendisini şöhrete eriştiren eserlerini Cedit hareketinin hüküm sürdüğü 1910-1920’li yıllarda vermiştir. Rusya’daki 1905 ihtilal ve meşrutiyet hareketinden sonra Türkistan’da edebî sahada dil, şekil ve muhteva bakımından Türkiye’deki millî edebiyat cereyanına paralel bir anlayışla eserler verilmeye başlanmıştır. 1920’li yılların sonuna kadar devam eden bu dönemde teşekkül eden edebiyata Cedit edebiyatı denilmektedir. Hayatın bütün cephelerinde yenileşmeyi, çağdaşlaşmayı hedef kabul eden Cedit hareketinin ihtiva ettiği hususlar, bütün edebî eserlerin merkezini teşkil etmiştir. Cedit hareketinin âdeta bir hikâyesi olarak kaleme alınmış olan romanda ele alınan, işlenen bütün olaylar, Cedit hareketinin sınırları dâhilinde değerlendirilebilecek olaylardır.
Romanda bazen ima yoluyla, bazen de açıkça telaffuz edilmek suretiyle Ceditçilikten ve Cedit hareketinden söz edilmektedir. Çolpan, Ceditçi bir şair ve Ceditçi bir yazardır. Türkistan Cedit edebiyatının en tanınmış temsilcisi olan Çolpan’ın Ceditçilikten ne anladığı hiç şüphesiz bizim için önemlidir.
Yazar, romanda bir münesebetle Ceditçiliği de kısaca açıklamaktadır: “Cedit denilen şey, ‘yeni’ olsa gerek. Ülke içinde yeniliği yaymaya çalışıyorlarmış. Yeni okuma, yeni mektep, yeni örf-âdet, yeni kıyafet, her şey yeni…”
Yazar, Ceditçilik hakkındaki düşüncelerini esasen romanın merkez şahsiyetlerinden biri olan Miryakub’un trenle Moskova’ya seyahat ederken tesadüfen tanıştığı şık elbiseli Taşkentli genç bir tüccar olan Şerefüddin Hocayev’in ağzından dile getirmektedir. Rusça gazeteleri de okuyabilen bu genç adam, Ceditçilerin önde gelenlerinden biridir. Şerefüddin Hocayev, Miryakub ile sohbet sırasında Rusya’da çar idaresini devirerek yeni bir hayat kurma iddiasındaki Bolşeviklerle/Sosyalistlerle Türk Dünyasında yenileşmeyi gerçekleştirmeye çalışan Ceditçilerin birbirlerinden çok farklı olduklarını izah etmeye çalışır. Sosyalistlerin halka verdiği mesajlar şundan ibarettir: “Padişah(çar)ı da kov, makam sahiplerini de kov. Muhafızları yok et, jandarmaları öldür, savaşı durdur, zenginlerden arazilerini, fabrika sahiplerinden fabrikalarını, dükkân sahiplerinden dükkânlarını elinden alıp, halka ver.” Onların “halk” dedikleri de aslında “kara halk”, yani ayak takımı olan “baldırı çıplaklar”dır. Buna göre, “ülkeyi de onlar idare etmelidir. Hâlbuki Ceditçiler mülkiyete düşman değildirler. Bilakis zenginlerin istihdamı artırıp millî sanayiyi geliştirmeleri ve Türkistan halkına yeni iş imkânları sağlamaları gerekmektedir.
Ceditçi genç, Miryakub’a evvela “millet” sözünü öğretir, onun milliyeti idrak etmesini sağlar. Rusya’nın Türkistan’ı “müstemleke” olarak gördüğünü, bu sebeple Türkistan’a iyi idareciler göndermediğini ve sömürdüğünü izah eder. Sözün burasında Türkistan’ın bir “sağmal sığır” yerine konulduğunu belirterek şöyle devam eder: “Bizim tatlı sütümüz var, Ruslar ve diğer ecnebiler bizi emiyorlar. Sadece bizi değil. Bakınız Hindistan, Doğu Türkistan, Tunus, Cezayir, Mağribistan, yani Marakeş… Mısır da İngiltere’nin eline geçip bitti. Şimdi yavaş yavaş Türkiye’yi bölüyorlar. Bütün İslam âlemi, Müslüman ülkeleri birer birer ecnebilerin eline geçiyor. Bakınız İran’ı, bir taraftan bizim İvanlar, diğer taraftan ‘hilekâr İngiltere’ kendi nüfuzları altına aldılar.”
Taşkentli Ceditçi, dünyadan haberdar olmak için Orenburg’da, Kazan’da, Ufa’da, Bakü’de, Astrahan’da ve Moskova’da çıkarılan gazetelere ve bilhassa Bahçesaray’da yayımlanan Tercüman gazetesine abone olunup dikkatle okunmasını tavsiye eder. Hemen bunun arkasından Tercüman gazetesinin “Dilde, fikirde, işde birlik!” şiarını zikreder; “yani biz Müslümanlar, Türk halkları, bir dil ile konuşalım, bir fikirde olalım, beraber iş yapalım” dediğini naklederek “Bundan iyi ne var?” sorusunu sorar.
Duydukları karşısında şaşkına dönen Miryakub sonunda Türkistan’daki acı gerçeği itiraf eder: “Dün ben ‘cedit’ sözünü duyunca, belim uyuşuyordu. Yurdumuzun büyük, itibarlı, akıllı adamlarının hiçbiri ceditçilerden hoşlanmıyordu. ‘Cedit’, kâfirin şiddetlisi, diyordu Şehabiddin hoca, gazete okuyan bir mollayı medreseden rezil ederek kovmuştu. Şehirdeki büyük zengilerimiz ise onlar hakkında ‘acemiler’, ‘piçler’ demezse, konuşamazdı. (…) Eğer ceditçi böyle olursa, ben de ceditçiyim…”
Türkistan’a gönderilen idareciler, Rusya’nın ilk işgal yıllarından itibaren başta pamuk ve tahıl olmak üzere Türkistan’da üretilen bütün tarım ürünlerini, madenleri ve ele geçirdikleri her türlü tarihî eşyayı ve eski yazma eserleri toplayarak, gasbederek veya çalarak, yine işgalin ilk yıllarından başlayarak Rus toplumunun en aşağı tabakasını oluşturan mujikleri Türkistan’a nakleden trenlerle Rusya’ya taşımışlardır. Böylece Rusya’daki müze ve kütüphaneler Türkistan’dan kaçırılan eserlerle doldurulmuştur. Taşkentli Ceditçi genç, Kaymakam’a menfaat karşılığında yazma eserler hediye eden Miryakub’u bu konuda ikaz ederek eserlere sahip çıkılması gerektiğini anlatır. Bu eserlerin Ruslara teslim edilmesi, millete ihanet demektir. Rus Kaymakam, yerli halkın dil ve edebiyatını çok iyi bilen bir memurdur. “Bilhassa Fars dili ve edebiyatını iyi bilmekte, Türkistan tarihine ait yazma eserleri her ne suretle olursa olsun” elde etmeye çalışmaktadır. Taşkentli Ceditçi genç, bilhassa eski nadir eserlere Türkistanlıların sahip çıkmalarını ve bir millî kütüphane kurulması gerektiğini anlatır.
Sohbetin ilerleyen kısımlarında Taşkentli genç Ceditçi, eğitim konusundaki görüşlerini de kısaca izah eder. Buna göre, ilk eğitimi Rus mekteplerinden başlatmak doğru değildir. Çocuğu önce millî mekteplere vermek gerekir. “Onu önce millî duygularını geliştirip, kendi milletini tanıdıktan sonra Rus mektebine vermek gerek ki, hüner ve marifetle, ihtisasla ilgili ilimleri okusun. Ondan sonra Almanya, Fransa, İngiltere memleketlerine, hatta dünyanın öbür tarafındaki Amerika’ya gönderip okutmak gerek…”
Taşkentli genç, varlıklı bir kişi olan Miryakub’a yine eğitimin öneminden söz ederek, “millete hizmet ediniz, gaflette kalan halkı uyandırınız, yeni mektepler açınız! Balalarınızı yeni usulde okutunuz.” tavsiyesinde bulunur.
– Rusların Türkistan Türklerine bakışı: Ruslar, Türkistan’ı işgal ettiği 1860’lı yıllardan itibaren yerli halkı daima küçümsemiş, Türkistan Türklerine hâkim millet olarak aşağı insan nazarıyla bakmıştır. Bu anlayışın eseri olarak hemen bütün şehirlerin yanıbaşında sadece Rusların girebildiği yeni şehirler inşa etmişlerdir. Romanda şehir adı zikredilmemekle birlikte böyle bir uygulamanın olduğundan söz edilmektedir. Şahsi münasebetlerde de bu istihfaf edici tavırlar her zaman belirleyici olmuştur. Romanda, olayların merkezindeki Miryakub’dan söz edilirken bu hususa dair şu ifade ile karşılaşıyoruz: “Nihayet bir mühendisin bir iki defa Sartları küçümsemesi Miryakub’u bu kadar huzursuz eder mi? Hayır, öyle küçümsemeler her zaman mevcuttu! Hepsinden huzursuz olacak olursa, Miryakub biçare dört günde çıldırmaz mıydı? Hayır, hayır! Küçümsemeler o anda unutulmuş, geçen seneki kar gibi eriyip yok olmuş, bahardaki yağmur gibi eseri bile kalmamıştı…”
Yazarın romanın kaybolan ikinci kısmında, yani “Gündüz”de olaylar zincirini devam etirerek Türkistan’ın istikbaline dair ümit ve hayallerini devam ettirdiği söylenebilir. “Gece” adını taşıyan birinci kısımda cehalet ve geri kalmışlığın karanlık batağında çırpınan Türkistan’ın ikinci bölümde, yani “Gündüz” kısmında aydınlık geleceği anlatılmış olabilir. Aydınlık bir gelecek tasavvuru taşıyan Cedit hareketinin Türkistan’ı herhâlde “Gündüz”ün nuruna ulaştıracağı hayalî, ikinci bölümün esasını oluşturmuş olmalıdır. “Gece”de yeri geldikçe Cedit hareketini, Tercüman gazetesini ve İsmail Gaspıralı’nın adını zikreden Çolpan, “Gündüz” kısmını hayal ederken ümidin ve iyimserliğin şairi olarak herhâlde Dârürrahat Müslümanları hikâyesindeki muhayyel ülkeyi de hatırlamış olmalıdır.
Romanın elimizdeki “Gece” kısmı, Türkistan’ın 1910’lu yıllardaki genel manzarasını fotoğraf realizmine yakın bir gerçeklikle aksettirmiş olması bakımından kıymetlidir. Roman bu yönüyle söz konusu dönemdeki siyasi, sosyal ve edebî olay ve faaliyetlerin hangi zeminde ve hangi şartlarda cereyan ettiğini ortaya koyması sebebiyle göz ardı edilemeyecek bir eserdir.
Romanın Türkiye Türkçesine aktarılması sırasında hatırı sayılır derecede güçlüklerle karşılaşıldığını belirtmek isteriz. Çünkü Çolpan, bugün artık Özbeklerin bile unuttuğu bazı mahallî kelime ve ifade usullerine eserinde çokça yer vermiştir. Bu kelime ve ifade usullerinin manasına nüfuz edebilmek için Kazak Dr. Öğretim üyesi Dinara Duisebayeva’dan, Özbek öğretim üyeleri Doç. Dr. Nâdirhan Hasanov, Doç. Dr. Sırderya Utanova ve Prof. Dr. Uluğbek Hemdemov’dan yardım alınmıştır, kendilerine müteşekkir olduğumu belirtmek isterim. Romanın Türkiye’de yayımlanmasını üstlenen Bengü Yayınları ve Yakup Ömeroğlu’na da ayrıca teşekkür ederim. Çalışmanın Türkistan Cedit edebiyatı ve sosyolojisiyle ilgilenenlere faydalı olacağı ümit edilmektedir.
ÇOLPAN’IN “KEÇE VE KÜNDÜZ” ROMANI HAKKINDA 3
Prof. Dr. Naim KERİMOV
… Gece henüz kapkara eteklerini toplamadan gökte tan yıldızı parladı. Birçok insan bu yıldıza Çolpan adını verdiler. Yıldızın altın kirpikleri, dört bir yana sihirli nurlarını saçarken, yavaş yavaş gecenin buz tabakaları eriyip tan aydınlanmaya başladı. Çolpan sanki “Uygan, balam!” türküsünü söyleyerek bu sonsuz âlemi uyandırmaktaydı.
İhtimal Fıtrat, Abdülhamid Süleymanoğlu için mahlas seçerken, işte bu sabah manzarasını ve ondan aldığı bir âlem sevincini “Çolpan” sözüyle ifade etmek istemiştir. İhtimal, o genç şairin gelecekte kendi eserleriyle uyuyan halkını tan yıldızı gibi uyandırmasını ve 20. asır Özbek kültürü semasında Çolpan gibi parlak bir yıldız olup nur saçmasını arzu etmiştir. Fıtrat işte böyle masum arzu ve niyetlerle Abdülhamid’e “nurlu” bir mahlası hediye etmiş, Çolpan da bütün ömrü boyunca üstadının işte bu yüksek güvenini haklı çıkarmaya gayret etmiştir.
Çolpan’ı bugün Özbek halkı çok iyi biliyor. O sadece kendi yurdunda değil, hatta bütün Türk Dünyasında da geniş bir şöhretin sahibidir. Bunun için de onun 1897 yılında Andican’da, bezzaz Süleyman ailesinde dünyaya geldiğini belirtmek şart değil. Onun baba ve dedesinin Oş vilayetine bağlı Yarköy’de yaşadığını da, babasının “Resvâ” mahlası ile ara sıra hicvî gazeller yazdığını da, kendisinin ilk malumatını medresede aldığını da herkes biliyor. Onun o medresede tahsil gördüğü yıllarda Türkiye’den gelen ve Türk halklarını birleştirme ülküsünü yaymak için Doğu Türkistan’a gitmekte olan bir delikanlı ile tanıştığını ve bu delikanlının tesiri altında edebî ve siyasi faaliyete merak sardığını da belirtmeye gerek yok. Çolpan’ın hayatının bu sayfasını bilen okuyucu, onun gelecekte müderris olmak düşüncesine ilgisiz kaldığını ve gönlüne düşen Ceditçilik kıvılcımının alevlenmeye başlamasıyla birlikte 1913-1914 yıllarında Taşkent’e büyük niyetlerle geldiğinden de haberdardır elbette. Sanat hayatına bu şehirde ve bu yıllarda başladığı da hiç kimse için bir sır değildir.
Fakat burada, ihtimal bazı edebiyat dostlarının dikkatini çekmeyen bir nokta var. O da şudur:
Çolpan eline henüz kalem aldığı sırada Türkiye’deki tahsil yıllarından sonra kendi vatanına dönen Fıtrat, yeni Türk edebiyatı ve onun önemli temsilcilerinin tesiri altında yeni sosyal mefkûreler ile yoğrulan ve geleneksel Özbek şiirine yeni nefes getiren eserleri ile Çolpan gibi gençlerin dünyaya bakışında çok önemli değişiklikler meydana getirmişti. Bu tesir, yukarıda sözü edilen Türk delikanlısından sonra Fıtrat’ın eserlerini tanıyan Çolpan’ın yani bu genç yazarın basiret gözlerini açtı.
Çolpan daha sonra Moskova’da, V.Yan ile sohbet sırasında kendi hayatının işte bu yıllarını hatırlayarak şöyle demişti: “O sırada biz, yani genç Özbek yazarlarının hepsi Fıtrat’ın tesiri altındaydık. O, Özbek şiirinin ıslahatçısı olarak eski Arapça ve Farsça şekil ve şablonlardan kurtulup, canlı ve hakiki halk dilinde yazmaya başlamıştı.”
Aslında Fıtrat’ın tesiri, yukarıda belirtildiğinden çok daha derin ve büyük olmuştur. Özbek Ceditçilik hareketinin malum manada nizamnamesi olan “Münâzara” ve “Seyyah-ı Hindî” adlı eserleri ile Fıtrat, Çolpan gibi gençlerin idrakini dalgalandırdı. Bu zamana kadar halk ve cemiyet hayatından çok uzak sahillerde yüzmekte olan edebiyat, Fıtrat sayesinde “mukaddes sahiller”e doğru yakınlaşmaya başladı. Bu durum halk ve cemiyet hayatının gerçek meselelerine yakınlaşmayı ve edebiyatın dil ve şeklinin de mutlaka yenilenmesini gerektirdi.
Fıtrat’ın başlattığı işte bu cereyan, genç sanatkârları kendi “girdab”ına çekerken, cemiyet hayatını değiştirmek gerektiğini düşünen Çolpan da “Kurban-ı Cehalet” ve “Dohtur Muhammedyar” gibi hikâyelerini yazdı. Çolpan, bu hikâyelerin birincisinde 1910’lu yıllarda Özbekistan’daki millî cehaleti arşa ulaşmış olarak göstermiş, ikincisinde ise Özbekistan’daki millî uyanış kıvılcımlarını Fıtrat’tan sonra ikinci olarak edebiyatımıza kazandırmıştır.
Henüz okuduğunuz “Gece ve Gündüz” romanında halkın gaflet uykusundaki hâli Rezzak Sofi, Kurbanbibi ve elbette Zebi karakterleri vasıtasıyla parlak bir şekilde tasvir edilmiştir. Bu, Özbek Ceditçilerinin harekete geçmeye başladıkları devirdeki bir manzaradır. Ceditçiler işte bu nahoş manzarayı değiştirmeyi, Zebi faciasının bir daha yaşanmaması için Rezzak Sofi’lerin gözünü tırmalayarak da olsa açmayı kendilerine vazife saydılar. Bu suretle Cedit mektepleri ortaya çıktı. Aynı şekilde Cedit gazeteciliği, Cedit edebiyatı ve Cedit tiyatrosu meydana geldi. Böylece birbirinden farklı yollarla insanların zihni değiştirilmeye ve halkın basiret gözü açılmaya çalışıldı. İşte böyle kutlu ve hayırlı işlere hiç şüphesiz Çolpan da faal olarak iştirak etti. O, kendisinin vatan ve millete bağışlanan nurlu kabiliyeti ile Özbekistan’daki ve umumen Türk Dünyasındaki millî uyanış faaliyetine büyük katkıda bulundu.
Çolpan, yaradılışı itibariyle mülayim, alçak gönüllü, alicenap ve başkalarının derdi ile yaşamak isteyen bir insandı. Onun böyle güzel insani faziletleri şiirlerinde de, hikâyelerinde de kendisini parlak bir şekilde göstermektedir. Fakat Çolpan gibi kişilerin en mühim özelliği şu ki, onlar birer zerre olarak halkın içinde kaybolup gitmediler. Halkı, tarihin sonsuz ormanlarında şaşkın ve başıboş bir hâlde dolaşan halkı nereye ve hangi yolla götüreceklerini önceden hissedebildiler ve görebildiler. Eğer Çolpan’ın 1920’li yıllara kadar yazdığı hatta 1920’li yıllarda da onun kaleminden dökülen eserlere bir göz atacak olursak, yazarın bu eserlerdeki en belirgin maksadı, kendi halkını peşinden sürükleyerek varmak istediği menzil çok açık bir şekilde görülmektedir: Bu maksat, halkı müstemlekecilik zincirlerinden azat edip, onun ruhuna hürriyet fikrini bahşetmek, Millî Müstakillik ve Terakkiyat bayraklarının dalgalandığı menzillere doğru götürmektir.
Çolpan, her şeyden önce, şairdir. Onun “Gözel”, “Binefşe”, “Köngil”, “Emelniŋ Ölimi” gibi şiirlerindeki güzel insani duygu ve hayallerin tasviri, kendine has ve parlaktır. Fakat Çolpan müstemleke halkının bir şairiydi. Bunun için de onun sazından yayılan nağmeler, daha çok kafesteki bülbülün terennümünü hatırlatmaktadır. O daima kendi halkının ayaklarındaki zincirleri parçalamayı arzu etti. Ama bu zincirleri onun kendisinden başka hiç kimsenin parçalaması da mümkün değildi. Bunun için de “Buzılgen Ölkege”, “Halk”, “Vicdan Erki” gibi şiirleriyle, halktaki çok zamandan beri sönmüş bulunan mücadele duygusuna yeni hayat nefesini üflemek istedi. Bu maksatla yine hikâyeler yazıp, onun ne vaziyette ve hangi şartlarda yaşamakta olduğunu, tıpkı bir ayna gibi göstermeye çalıştı. “Aydın Gecelerde”, “Kar Koynıda Lâle”, “Navvay Kız” gibi hikâyelerinde gerçeğe uygun şekilde tasvir edilen vak’alar, “Kurban-ı Cehalet”de ilk defa kaleme alınan mevzunun yeni görüntüleridir. Bu “görüntüler”i tanıyıp öğrenen okuyucunun, sadece Özbek halkının yaşadığı şartları değil, aynı zamanda onun zihnini de değiştirmek gerektiği düşüncesine de sahip olacaktı.
“Gece ve Gündüz” romanı işte bu hikâyelerden meydana geldi.
Bu eser kâğıda düşmeye başladığı sıralarda Özbek edebiyatında Abdullah Kâdirî’nin iki romanından başka büyük edebî eser yoktu. Abdullah Kâdirî ilk Özbek romanları olan “Ötgen Günler” ve “Mehrabdan Çayan”ı yazarken Şark romancılığı tecrübesinden, evvela Corci Zeydan’ın eserlerinden edebî bakımdan ders aldı. Çolpan bu kalem dostundan farklı olarak sadece Şark değil, hatta Garp romancılık mektebinden de iyi haberdardı. O zamana kadar ismi meçhul kalmış İngiliz yazarının “Rasuliy” (“Mağaralar Sultanı”), N.Gogol’ün “İvan İvanoviç ile İvan Nikiforoviç Arasındaki Nizâlar Hikâyeti”, L.Andreyev’in “Asılgen Yedi Kişiniŋ Hikâyesi” adlı kıssalarını, İ.Turgenyev, A.Çehov ve M.Gorki’nin hikâyelerini Özbek diline tercüme etmişti. Garp roman yazıcılığını tanımış olmak, Çolpan’ın önünde edebî yaratıcılığın yeni ufuklarını açtı.
“Gece”de iki hususa dair vak’alar kendi aralarında gruplandırılmaktadır. Birinci grubu Zebi, Kurbanbibi Rezzak Sofi, İşan dede karakterleri ile ilgili vak’alar teşkil etmektedir. İkinci grubun merkezinde Miryakub karakteri bulunmaktadır. Miryakub, bu gruba Ekberali Binbaşı, Kaymakam, Mariya (Meryem) karakterlerini dâhil etmektedir. Eser sonunda ise bu birbirine zıt, müspet ve menfi değerlere sahip her iki grup, Zebi ve Ekberali Binbaşı ile kısa müddet içinde birleşip, beklenen felaket ortaya çıkmaktadır: Binbaşı, büyük hanımlarının Zebi için kazdıkları “tuzağa” düşmekle kalmıyor, Zebi’yi de kendi peşinden sürüklemektedir.
Çolpan, Ekim devrimi arefesinde Özbekistan’da meydana gelen tarihî şartlar ve farklı “sınıf”ların münasebetini bu iki konunun tasviri vasıtasıyla ortaya koymaktadır.
Günlük basit olaylar silsilesi ile başlayan roman, sonunda 20. asrın 1910’lu yıllarında, Özbekistan’ın sosyal-siyasi manzaralarını açıkça tecessüm ettirmek isteyen bir eser derecesine yükselmektedir.
Bu romanın ilk bölümleri 1935 yılında, “Sovyet Edebiyatı” dergisinin 1. sayısında yayımlandı. Bu bilgiye dayanarak biz eserin 1934 yılında yazıldığını kat’i olarak ifade edebiliriz. Edebî tenkit “silahlar”ının kendisini nişan aldığını bilen Çolpan, romanın yazma metninin Yazarlar Birliğinde muhakeme edilmesini çok istemesine rağmen, bu resmî birlik mensupları bu işe itibar etmedi. Muhakeme için roman okunurken, önce 11 kişi iştirak etti. İkinci oturumda bunlardan 7 tanesi iştirak etti. Üçüncü kısmın okunmasına ise 4-5 kişiden başka kimse gelmedi. Hatta birlik yöneticileri de Çolpan’ın romanı ile ilgilenmediler. Kalem meslektaşları ve münekkitler de bu büyük meslektaşlarına göz ucuyla bile bakmak istemediler. Roman 1936 yılının sonunda, büyük zorluklardan sonra kitap hâlinde neşredildi. Fakat eser, kitap dükkânlarında yer almadı. Buna rağmen 1937 yılının Ağustos ayına, yani Çolpan hapse alınıncaya kadar basın da bu eser hakkında ağzını açmadı.
Çolpan’ın düşüncesine göre, romanın ikinci kısmının “Gündüz” diye adlandırılması gerekiyordu. Fakat bu kısmın akıbeti hakkında bugün kesin bir malumat mevcut değildir. Bazı kişilerin verdiği bilgilere göre yazar bu kısmı yazıp bitirmiş hatta hapse atıldığı sırada eserin ilk baskı prova metinleri de hazırlanmıştır. Roman 1987 yılında “Şark Yulduzı” dergisi yazı heyeti tarafından yayımlandığı sırada, bu prova baskısının Semerkand’da yaşayan bir kişinin elinde muhafaza edildiğine dair “dedikodu”lar yayıldı. Abdullah Âripov ise Çin seyahatinden döndükten sonra Urumçili Yalkın Abdüşükür’ün “Gündüz”ü okuduğu ve bu eserin bazı bölümlerinin bugün de onun hafızasında sağlam bir şekilde muhafaza edildiğine dair bir haber verdi. Fakat ne Abdullah Âripov’un kendisi ne de başka bir kimse Yalkın Abdüşükür ile görüşüp, “Gündüz”ün sonraki akıbeti ile ilgilenmedi. Bizim de bu konu hakkındaki gayretlerimiz bir sonuca ulaşmadı.
Ancak Çolpan “Gündüz”ü yazdığı takdirde acaba eserde kimler nasıl tasvir edilmiş olurdu? Bize göre, eserin bu kısmında yazarın, evvela cezalı olarak yedi yıl için Sibirya’ya sürgün edilen Zebi’yi, ikinci olarak Kırım’da Rus kadını Mariya ile gezip dolaşan Miryakub karakterlerini ve onlar ile ilgili yeni hususları devam ettirmiş olması muhakkaktı. Herhâlde “Sibirya Mektebi”nde terbiye edilen ve ihtimal yeniden aile kuran Zebi’nin, bir taraftan Şerefiddin Hocayev, diğer taraftan Kırım’da “Tercüman”ın muharriri “İsmail Babay”ın tesirleriyle Ceditçi olan ve halk menfaatine yönelmeye başlayan Miryakub’un “Gündüz” sayfalarında yeni bir görünümle ortaya çıkması da tabiidir. Hekimcan’ın Miryakub hakkındaki sözlerini hatırlayın. Hekimcan, “O, eğer hak yolunu bulursa, nadir bir adam olur!” demişti. Bu sözlerin eserin ikinci kısmındaki Miryakub karakterine açıkça hizmet etmesi mümkündür. Aynı şekilde bu mantıktan hareket edersek, trende Şerefiddin Hocayev ile görüştükten sonra Miryakub’da başlayan “nadir insan olma” cereyanının Kırım’da İsmail Gaspıralı’nın tesiriyle devam etmesi ve Mariya’nın da bu cereyana katkıda bulunması da tabiidir. Çolpan’ın Miryakub ile Mariya’yı Kırım’a “sürükleyip götürme”sinin sebebi de onları İsmail Gaspıralı ile buluşturup görüştürmektir.
Hasılı işte bu iki asıl kahramanın sonraki hayat ve faaliyet tasvirinin “Gündüz” kısmının merkezini teşkil edeceği de mümkündür.
Fakat bütün bu düşünceler, elbette bizim tahminimizdir. Aslında bizim elimizde romanın sadece ilk kısmı bulunmaktadır! Eğer elimizde bulunan kısımdaki tasvir edilen olaylardan hareket edecek olursak, eserde Çolpan’ın anlatmak istediği temel bir fikir, büyük bir ideal görülmektedir. Ve bu ideal, eserde parlak bir şekilde ifade edilmiştir.