Kitabı oku: «Fergana Güzeli», sayfa 2
4
AY TOLDI
Cihan Hatun, Hizran’ın yüzüne hayretle baktı. Sanki kalbindekini okur gibi onun gözlerinin içine gözlerini dikti. Cihan’ın gerçekten bu yolda insanı etkileyici bakışları vardı. Hizran, hanımın bu bakışlarından ve gözlerinde dolaşan yaşlardan üzüntü duydu. Hislerine karşı gelmeye çalışarak:
“Evet, hanımcığım! Gönlündekini benden gizleme. Korkmazsın fakat biliyorum, bizden utanıyorsun da onun için söylemiyorsun. Şimdi bu konuyu açar açmaz senin yüzünden sıkıldığının farkına vardım.”
Gerçekten Hizran bu konuyu açtığı zaman Cihan’ın yüzü gül gibi pembeleşmiş, gözlerinde kalbinin derin köşelerinde tesir eden bir aşk ve sevda taşıdığını ifşa eden parıltı görülmüştü. Gözlerin itirafı bir delil belgesidir. Sahibi sırrını saklamaya ne kadar çalışsa boştur. Kendisi yalan söyler fakat gözler yalan söylemez. Gözlerin söylediğinin aksini dil söylerse inanmayınız. Gözlere inanınız. Özellikle Fergana Gelini gibi ince hislerle örülü bir genç hanımsa… Evet, Cihan kalben de aklen de yüksekti fakat o an kadınlık zaafı, ona üstünlük kurmuştu. Yere bakmaya başladı. Hizran:
“Hanımcığım! Saklamak istediğin sırrı bilirsem buna şaşırma. Hem bilen yalnız ben değilim. Konakta kimler varsa onlar da hep bilirler. Yalnız senin baban bilmiyor. Babandan çekinmeselerdi ona da söyleyeceklerdi. Olsa olsa benim aracılığımla ona bu haberi vereceklerdi. Hâlbuki ben şimdiye kadar ona öyle bir şey duyurmak istemedim.” Cihan bu sözlerden ürker gibi oldu. Atın yularını düzeltmekle meşgul gibi göründüğü hâlde dedi ki:
“Kardeşim Saman, acaba bu sırrı biliyor mu?”
Hizran, bu ismin anılmasından duyduğu üzüntü ve keder eseri olan acı bir gülüşle:
“Saman mı? Saman’da bir şeyin gizli kalması mümkün değildir. Ben size kaç defa demedim mi ki…”
Cihan, mürebbiyenin kendi kardeşi hakkında herhâlde iyi şeyler söylemeyeceğini anlıyordu. Buna meydan vermek istemedi. Derhâl onun sözünü keserek dedi ki:
“Kardeşimde hiç hoşlanmadığım, aynı zamanda ne olduğunu da anlayamadığım birtakım hâller görüyorum fakat ne olursa olsun onun hakkından fena şeyler söylenmesini istemem. Çünkü o benim tek kardeşimdir. Bunu bilirsin. Bir de o bana karşı gayet sevgi dolu ve vefakâr görünmek ister. Bununla beraber onun birçok hâlleri bana hoş görünmez. Hele her şeyi merak etmesini, diğerlerinin sırlarını bilmeye çalışmasını hiç beğenmem. Onun, bu gibi daha pek garip hâlleri vardır. Örneğin bir meselede o gün evden çıkar, gider. Fergana’yı gezeriz, ararız, bir yerde bulmak mümkün olmaz. Sonra gelir, nereye gittiğini sorarız. Ya cevap vermez ya da gayet bilinmez cevaplar verir. Bazılarından aldığımız haberlere göre bu şehrin ateşgede lideri olan Karşan Şah’la gayet sık ve gizli görüşürmüş. Sen de bilirsin ki bu kâhin pek kurnaz ve pek hilekâr bir adamdır.”
“Zannedersem bu lider Hürremi cemaatiyle gizliden gizliye birleşmiştir. Hürremiler bir inkılap cemiyeti, gizli bir örgüttür. Reisi Babek el Hürremi’dir. Bu adam o kadar kudret ve kuvvet sahibi olmuştur ki Müslümanların halifesi bile ondan korkmaya başlamıştır. İhtimal ki kardeşin Saman da bu cemiyetin üyeliğine girmiştir. Eğer öyle bir şey yapmışsa fena yapmış olmaz çünkü Hürremiler o kadim İran taht ve saltanatını, asıl sahipleri olan İranlılara iade etmektedir. Bütün millet onlardan intikam almayı düşünmüyor mu?”
“Anneciğim! Kardeşimin durum ve ahlakını iyi bilirim fakat her hâlde kardeşimdir. Şimdi onun bahsini bırakalım.”
Hizran gözlerini yere dikerek düşünmeye başladı. Hanımının kendi kardeşinden gördüğü bunca fena hâl ve hareketlere rağmen onun hakkında hâlâ iyi niyette bulunmasına şaşırıyordu. Hizran, onun gayet fena bir kardeş olduğuna inanıyordu fakat çaresizce onun bahsini bıraktı. Konuya döndü:
“Peki, şimdi ya sen şu sakladığın sırrı söyle ya da beni bırak, ben söyleyeyim.”
Cihan, dadısı ya da mürebbiyesine karşı kadınlık zaafına bu dereceye kadar mağlup olmasını gururuna yedirmek istemediğinden kendisini toplayarak dedi ki:
“Anneciğim! Beni zaafa düşmüş zannetme. Beni nasıl bilirsen yine öyleyim. Üzüntümün asıl sebebini biliyorsan hiç çekinme, söyle.”
“Hiç yanılmıyorum. Onun sebebi Ay Toldı’dır. Doğru söylemiyor muyum?”
Cihan bu ismi işitince kalbi çarpmaya başladı. Gözlerinde bir parıltı meydana geldi. Hizran, hanımının bu hâlinden hemen faydalanmak istedi:
“Hanımcığım! İnkâra imkân yoktur. Gözlerin açıktan açığa şahittir. Ay Toldı’yı seviyorsunuz.”
Cihan, mürebbiyesinin bu muhabbeti uygun görüp göremeyeceğine dair belirteceği hisleri anlamak maksadıyla cevap vermedi. Hizran o manidar sessizliği anladı:
“Hiç şüphe yok. Ay Toldı güzel bir delikanlıdır, cesur ve cengâverdir.”
“Onu nasıl bulduğunu bana söylemiyorsun.”
“Hanımcığım, söyledim ya! Yiğit ve cesur, güzel bir delikanlıdır. Ne Fergana’da ne Türkistan’da ne de İran’da onun gibi yakışıklı ve bahadır bir genç vardır.”
“Peki, onun cesur ve güzel bir delikanlı olduğunu anladım. Ondan başka daha ne biliyorsun?”
Hizran fikrini açıktan açığa söylemek istedi fakat hâl ve mevkisini, Cihan Hatun’u düşünerek sessizliği tercih etti. Cihan sakin bir ses ve sağlam bir tavırla sessizliği bozdu:
“Anneciğim! Açıkça söyle. Hiçbir şeyden çekinme.”
“Soy meselesi olmasa dünyada Ay Toldı’dan daha iyi bir genç yoktur derim fakat Fergana’da onun aslını, soyunu bilen yoktur. Hatta kendisi de babasının kim olduğunu bilmez.”
Cihan ciddi bir tavır aldı. Omuzunda bulunan yayın şeklini düzeltmekle uğraşarak:
“Halk kendisi için ne diyor?” dedi.
“Kendi şahsı hakkında hiç kimse kusur bulmuyor. Güzel, sevimli, cengâver, gururlu ve ciddiyet sahibi bir delikanlıdır. Buldukları kusur, onun soy ve neslinin belli olmamasıdır.
Ben onun annesini Fergana’ya geldiğinden beri tanırım. O zaman genç bir kadındı. Ay Toldı’yı küçük bir çocuk olarak beraberinde getirmişti. Bu genç kadın pek güzeldi. Fergana’da birkaç kişi onunla evlenmek istedi fakat kendisi fakir olmasına ve ihtiyacına rağmen kabul etmedi. Çocuğunun terbiyesiyle uğraşmak istiyordu. Bütün kuvvetini Ay Toldı’nın yetişmesine ve terbiyesine sarf etti. Baban kadının bu hâlini işitince yanına çağırdı. Geçmiş hayatı hakkında sorular sordu. Kadın ilk başta cevap vermek istemedi. Sonra bilgi verdi. Kendisi saf Türk’müş. Türkistan Çölü’nde henüz pek küçük yaştayken validesinin kucağından kapmışlar. Irak’a götürmüşler. Orada bir esir tacirinin hanesinde büyümüş. Nihayet Irak halkından birine satmışlar. Orada bir müddet kaldıktan sonra efendisi kendisini azat ederek nikâhı altına almış. Kocası bir müddet sonra vefat etmiş. Kendisi hamile kalmış. Daha sonra çocuğu doğunca terbiyesiyle uğraşmak istemiş. Pederin bu sözlere inanmadı çünkü pek belirsizdi. Tecrübe etmek istedi. Kendi adamlarından bazılarına varmasını teklif etti. Kabul etmedi. Kendisini bu hususta mazur göstermek istiyordu. Bunun üzerine pederinizin şüpheleri bir kat daha arttı. Bununla beraber kendisini konağınızın yanında oturttu. Ona erzak ve nafaka sağladı. Bu kadın terzilik biliyordu. Daha sonra göz ağrısına uğradı. Gözleri büsbütün görmez oldu. Artık çalışamıyordu. Babanızın evinde kaldı. Bunu bilirsiniz. Oğlu Ay Toldı ise binicilik, nişancılık öğrendi. Pek asil ve necip, büyük büyük meziyetler göstermeye başladı. Baban onu kendi adamları sırasına aldı. Onu seviyor, iktidar ve liyakat gösteriyordu. Bundan birkaç sene önce Bağdat Halifesi’nin Araplardan ve İranlılardan güvenliği kalmamıştı. İranlılar, hükûmeti onun elinden almak istiyorlardı. Halife, Fergana ve varoşlarından gönüllü asker toplattırdı. Ay Toldı kendisini asker yazdırarak Halife’nin hizmetine koştu. Ben ta o zaman aranızda meydana gelen şimdi saklamak istediğin karşılıklı sevgiyi ve muhabbeti anlamıştım. Şaşırdığım bir şey varsa o da onun buradan uzaklaşma isteğidir. İhtimal ki bu delikanlı mevkisi ve asaleti itibarıyla aranızdaki büyük farkı göz önüne alarak ve yas tutarak buradan gitmiştir.”
Hizran söz söylerken Cihan büyük bir şok ve cezbeyle onu dinliyordu. Söz buraya gelince Cihan cevap verdi:
“O, Halife Mu’tasım’ın yanına gönüllü asker yazıldıysa iktidar ve liyakat sahiplerinin ehliyet ve meziyeti ancak o gibi mevkilerde kendisini gösterir diye yazıldı. Seni kuşatan şeyin hemen aynısı onu da sarmıştı. Kendisini bana denk ve layık değil zannediyordu. Hâlbuki ben, onu kendimden yüksek görüyorum çünkü bir insanın değeri sahip olduğu çiftlikler, mülkler, giydiği elbiselerle değil; sahip olduğu vasıflar ve kahramanlık hikâyeleriyle değerlendirilir. Sen de başkaları da onun bu vasıfları ve hikâyeleri olduğunu söylüyorsunuz. Kendisini bana layık görememesi de bir özelliktir. Onun için Bağdat’ta Müslümanların yanında askerlik etmek istedi ki orada düşündükleriyle, kendi yaptıklarıyla yüksek yerlere ulaşsın. Aramızda fark kalmasın. Hiç şüphe etmem. O, orada en yüksek askerî rütbelere ulaşacaktır çünkü her gün işitiyoruz. Halife’nin bu memleketlerden, köle sınıfından satın alarak terbiye ve asker ettiği kimselerden oralarda büyük büyük serdarlar çıkıyor. Ay Toldı gibi bir babayiğidin böyle yüksek mevkileri kazanması güç şey midir?”
Cihan bu sözleri söylerken kalbinin vuruşundan, hislerinin baskısından dili kekeler gibi oluyordu.
Hizran, hanımının açık konuşmasından ve sözlerinden, açıkça Ay Toldı’ya büyük bir aşk ve muhabbet bağladığını anlıyordu. Hanımının kendi fikrinde, sözünde pek sebatkâr olduğunu bildiğinden ona doğrudan doğruya muhalefeti uygun bulmadı. Dedi ki:
“Ay Toldı’nın Mu’tasım’ın ordusunda yüksek bir mevki kazanmasına şüphe yoktur ancak Fergana Gelini’nin toplumsal mevkisi büsbütün başkadır emin ol ki hanımcığım! Cihan, asker değil; taç ve taht sahibi hükümdarlara yakışır.”
Hizran, bunu söylediği vakit sesinde öyle bir titreme vardı ki sözlerini abartılı ya da hanımın gönlünü hoş etmek için değil; inandığı gerçeği beyan için söylediğini gösteriyordu. Cihan’a düşünüp cevap vermeye vakit bırakmamak için ata binmekten yorulmuş gibi göründü. Etrafına baktı. Cihan’ın av için daha önce defalarca dolaştığı çeşitli derelere nazır bir tepenin yakınında bulunduklarını gördü:
“Hanımcığım! Biraz rahatlamak için buraya gitmemizi uygun görür müsün? Sonra arzu ettiğin zaman tekrar atlarımıza bineriz. Senin kadar yorgunluğa dayanamıyorum.”
Cihan başıyla uygunluk işareti gösterdi. İkisi de atlardan indiler. Seyis atları aldı. Üzerlerinde bulunan yağmurlukları tepedeki düz bir kıyıya serdi. Hanımlar, bunların üzerine oturdular. Seyis atlara yem vermekle meşgul oldu. Cihan, yanlarında bulunan iki adamı karşılarında olan vadileri dolaşıp ne gibi av bulunduğunu görerek bilgi vermeleri için gönderdi.
5
MEKTUP
Hizran ile hanımı yalnız kaldıkları zaman, Hizran biraz dinlenmiş ve kendisini toplamıştı:
“Nasıl görüyorsun? Sözlerim doğru değil mi, hanımcığım?”
“Beni, neysem ondan iyi ve mükemmel gördüğüne şaşırmam çünkü beni kendi kızın gibi seversin. Bir anne kendi kızını o kadar emsalsiz bulur ki padişahları bile ona layık görmez.”
“Hayır, hanımcığım! Ben abartmıyorum. Gerçek, dediğim gibidir. Ben şuna inanıyorum ki en büyük İran hükümdarları sana malik olmayı temenni ederler, senin uğrunda her fedakârlığı göze alırlar.”
Cihan, omuzlarıyla ihtimal vermeme ve hayrete düşmüş işareti yaptı:
“A, canım! İran hükümdarları diyorsun. Bugün İran hükümdarları kaldı mı?”
Hizran, hanımını ikna edebileceğini ümit etmeye başladı. Gerçekten bu kadın, hanımını çok seviyor; onu kadınların içinde pek yüksek buluyordu. Diğer taraftan İranlı bir ruh taşıyordu:
“Hanımcığım! Omuz silkme. İranlıların hâlâ padişahları vardır. Bunlar çok vakit geçmeden eski İran hükümdarlarının şan ve şevketlerini iade edeceklerdir. Her tarafta çalışıyorlar. Taberistan Hükümdarı Mazyar’a dair haber almadık mı? Erdebil’de ortaya çıkan Babek Hürremi’nin günden güne büyüyen kudret ve şevketini işitmedin mi? İşte bunların her birinin yanında binlerce kahraman asker var. Yarın belki eski Hüsrevler tahtına oturan olurlar. Böyleyken sana sahip olmak için can verirler.”
Cihan, mürebbiyesinin sözüne önem vermedi. Yakında otlayan atına bakarak:
“Anneciğim! Dediğin hükümdarların lafını bırak. Ay Toldı’dan başka kimseyi düşünmüyoruz. Babek ve Mazyar ile hiçbir işimiz yok. Fergana nerede, Erdebil ve Taberistan nerede?” dedi.
“Hanımcığım! Bana inanmıyorsan Babek Hürremi’nin hâl ve mevkisini biraderin Saman’dan sor.”
Cihan konuda biraz ileri gittiğini anlayarak kendisini topladı:
“Hatırladığıma göre kardeşim Saman; bu ismi zikrettiği zaman övüyor, büyüklüğüne dair birçok şey söylüyor. Sen de bilirsin ki ben onun her sözünü doğrudur diye kabul etmem. Esasen o adamın hâl ve şanına önem vermiyorum çünkü kalben Ay Toldı kadar kimseyi sevmiyorum. Hükümdarlara, önde gelen beylere hiçbir meylim ve rağbetim yoktur.”
“Peki, o memleketleri uzak görüyorsan Andican Emîri Afşin bize yakın bir yerdedir. Şimdi bu zat Bağdat’ta bütün İslam askerlerinin komutanıdır. Yakında babanı ziyaret etmeye gelecek çünkü baban ona birkaç ay önce bir mektup yazmış. Nevruz Bayramı’nda Andican’a gelecek olursa Fergana’da kendisinin ziyaretine gelmesini bildirmiş.”
Cihan bütün bu konuşmalara karşı ilgisiz gibi duruyordu fakat Afşin’in ismini işitince birdenbire ürktü. Yüzünün rengi uçtu. Kalben sıkıldı, kızgınlık hissetti. Sanki, “Bu ismi anma!” diyormuş gibi eliyle Hizran’ı söz söylemekten menetmek istedi.
Hizran hâlâ söz söylemek istiyordu. Cihan bırakmadı:
“Bu ismi bir daha söyleme. Onu işitmek istemem. Sebebini anladığını zannettiğin can sıkıntıma, üzüntüme asıl sebep budur çünkü bu adamın yakında Fergana’ya geleceğini ve Nevruz Bayramı’nın bazı günlerini bizde geçireceğini işitir işitmez fena hâlde canım sıkılmaya başladı. Bu bayramı evden uzak bir yerde geçirmeye imkân bulsam uzaklaşmakta bir an tereddüt etmem.”
Hizran, hanımının Afşin hakkındaki nefretini garip gördü:
“Hanımcığım! Afşin’in sana bir konuda fenalığını mı gördün?”
“Hayır, şahsıma ait bir fenalığını görmedim. Bana bir söz de söylemedi. Eskiden pederimi ziyaret için evimize geldiğinde ona karşı ta o zamandan bir nefret duyuyordum. Hâlâ ondan nefret ederim. Onu görmek istemem. Bu hislerim boş değildir. Ailem hakkındaki hükmümün, hislerimin hiçbir zaman beni aldattığını görmedim.”
“Hanımcığım! Tuhaf sözler söylüyorsun. Bilmez misiniz ki Afşin, Ay Toldı’nın amiridir. Ay Toldı’dan İslam ordusunda yükselebileceği en yüksek rütbe Afşin’in yanında, onun sancağı altında bir komutanlıktan ziyade bir şey olamaz.”
Cihan biraz gururlu ve durgun kalarak cevap verdi:
“Hayır, anneciğim; öyle değildir. Ay Toldı onun yanında ve sancağı altında bulunmuyor. O, bizzat Halife’nin koruma askerinin komutanıdır.”
Hizran inanmıyor gibi görünüyordu:
“Hanımcığım! Sen buna emin misin?”
“Buna kesin bir şekilde eminim. Hem de senin hükümdarlarının benim için can verecekleri hakkındaki kanaat ve emniyetten ziyade eminim.”
Sonra elini cebine soktu:
“Birkaç ay önce ondan bir mektup aldım. Halife’nin özel askerleri komutanlığına tayin edildiğini, yakında Fergana’ya geleceğini haber veriyordu fakat bugüne kadar gelmedi.”
Sonra mektubu çıkararak okuması için Hizran’a verdi. Pehlevi diliyle yazılmış olan mektup şu manadaydı:
Samarra’da Ay Toldı tarafından Fergana’da kalbinin sevgilisi Cihan’a,
Ya sayidati! 4 Sana hâlâ ya sayidati diyorum çünkü sen hanımların en bilginisin. Aynı zamanda sen ben sevgilimsin çünkü kalbimi, bütün hislerimi ele geçirdin. Fergana’dan birkaç sene önce ayrıldığım hâlde şimdiye kadar sana mektup yazmadım çünkü sana mektup yazacak ehliyet ve liyakatta değildim. Her türlü manasıyla fakir ve yetim mevkisinde bulunan Ay Toldı, sonu olmayan bir servete, hesapsız kölelere sahip olan Marzban’ın kızı Cihan’a mektup yazmaya nasıl cesaret edebilirdi? Senden ayrıldığım gün yüksek makamlar kazanmak için bütün kuvvet ve gayretimle çalışacağıma sana söz vermiştim. Her güçlüğe göğüs gererek çalışacaktım. Senin hâl ve mevkine yaklaşır bir makam sahibi olursam seni gelip arayacak, evlenmemiz için talepte bulunacaktım. Yoksa senden uzak, üzgün ve kederli olmayı tercih eyleyecektim. Asker düzenine girdim. Birçok savaş geçirdim. Bütün bu savaşlarda senin ismin, şahsın her yerde önümde tecelli ediyordu. Kalbim senin hayalini taşıyordu. Oklar yağdıkça o isim beni gölgeliyordu. Bütün o tehlikeleri geçirdim. Belki Cenabıhak beni Cihan’a kavuşturmak için sağ bıraktı. Askerî mertebeleri aşa aşa nihayet Halife’nin sarayında koruma askerleri komutanlığına tayin oldum. Bu tayinimi sana sevinçle bildiriyorum. Bana öyle geliyor ki bu sevincimin sebebini sormak istersin, sevgilim! Yükseldiğim bu mevki ile senin rıza ve memnuniyetini kazanamazsam benim için onun lüzumu yoktur. Çünkü seninle ve senin için olmazsa hayatı kıymetli bir şey görmem. Bir taraftan velinimetim Marzban Efendi’nin ellerini öpmek, diğer taraftan kalbimin sahibi Cihan’ı görmek ve kavuşmak için Fergana’ya gelmek sebebine başvurdum. Hilafete karşı sonuçlarından korktuğumuz bazı zorluklar mevcut olmasaydı bundan birkaç ay önce sana gelmiş olacaktım. Bununla beraber o tarafa gelmek için bir yol buldum. Şöyle ki Halife, Bağdat’a yakın bir yerde, Samarra şehrini kurdu. Burada kendisi yanında topladığı Türk askerleriyle beraber ikamet edecektir. Ben de o Türk askerlerindenim. Halife’nin maksadı İslam memleketlerinde türemiş olan farklı muhalif fırkaların aleyhine bu genç ve cengâver askeri istihdam etmektir. Fakat bu askerin memleket halkıyla karşılaşıp görüşmesi ve akrabalık neticesinde şiddet ve şevketlerinin ortadan kalkmasından korktuğundan buna meydan vermemek için Maveraünnehir’den çağırılacak Türk cariyelerle bunları evlendirmeyi uygun gördü. Fergana’nın ötesinde, cariye satışı ve çağrılması için birtakım memurları da tayin etti. Ben de bu sebepten faydalanarak vatanıma olan özlemimi ve orduda özel memurlara herhâlde bir fayda olacağını ileri sürerek Halife’den izin istedim. İzin vereceğine söz verdi. Ümit ederim ki pek yakında Fergana’ya gelirim. Bu mektubumu yanımdaki görevlilerden birine emanet ettim. Sana ulaştıracağını ümit ederim. Zavallı validem sana selamını gönderir.
Hizran, mektubun okumasını bitirir bitirmez Cihan’a yaklaşarak kucakladı. Onu defalarca öptü:
“Hanımcığım! Sen de var ol, o da var olsun. Gerçekten birbirinize layıksınız. Dediğin pek doğru. İnsan yaptıklarıyla insandır; parası ile değil. Delikanlımız kendi çalışması ve emeğiyle bu kadar az bir zaman içinde koruma askerlerinin komutanlığına kadar yükseldiyse hâlâ savaşlarla ve mücadeleler içinde uğraşmaktan hâli kalmayan İslam devletinde Ay Toldı gibi cengâver bir genç, birkaç seneye kadar kim bilir daha ne yüksek mevkilere geçer.”
Cihan, dadısının kendisinin bütün fikir ve hislerini okşamasından pek ziyade memnun oluyor fakat yine de kendi düşüncelerine kapılmaktan bir türlü kurtulamıyordu:
“Bu mektubu aldığımdan beri kaç ay geçti fakat Ay Toldı hâlâ gelmedi. Daha sonra ne olduğuna dair bilgi de alamadım.”
“Hanımcığım! Merak etme. O gelir fakat…”
Hizran sözünü bitirmedi. Sessizleşti. Sanki birdenbire bir şey hatırına geldi de onu düşünüyordu.
Cihan:
“Fakat ne?.. Anneciğim! Çabuk söyle, beni merakta bırakma.”
“Fakat pederin?.. Bu meseleyi ona hiç açtın mı? Ay Toldı ile evlenmene rıza göstereceğini ümit ediyor musun?”
“Şimdiye kadar ona bu konuyu açmadım fakat iyi bilirim ki babam onu sever, faziletlerini takdir eder. Bundan başka babam her ne arzu ettimse cümlesine uygunluk verdi. Bir gün beni bir şeyden menetmedi. Ay Toldı ne zaman buraya gelirse gider, babamla bu konu hakkında konuşur.”
“Ben de iyi bilirim ki baban onu sever, takdir eder fakat işte mühim bir nokta vardır. Acaba hiç hatırınıza gelmedi mi?”
“Hangi nokta?”
“Anladığıma göre Ay Toldı Müslüman’dır. Sen de Müslüman olmazsan onunla nasıl evlenebilirsin? Müslümanların Mecusi bir eş almalarının yasak olduğunu bilmiyor musun?”
“Beni Müslüman olmaktan hangi şey alıkoyabilir? Müslümanlık devletin dini değil midir?”
“O hâlde babanın ve milletinin dinini bırakmaya razı oluyorsun!”
“Eğer bu din, benimle Ay Toldı arasında engel olacaksa evet, terk ederim. Çünkü hem bu dünyada hem öteki dünyada Ay Toldı nerede bulunursa onunla beraber bulunmak isterim. Hiçbir şekilde ondan ayrılmak istemem.”
Cihan bu sözleri söylerken gözleri yaşardı. Çehresi tebessüm ediyordu. Hizran sözün pek ziyade uzadığını ve gayet nazik bir noktaya vardığını anladığından Cihan’ı başka şeyler ile meşgul etmek istedi, ayağa kalktı:
“Konuşa konuşa epeyce vakit geçirdik. Hiç avlayamadık. Atına bin, ben de arkandan gelirim. Ceylanların arkasında koştuğunu gördükçe eğlenirim.” dedi.