Kitabı oku: «Bahçede felsefe», sayfa 2
Üç yıl sonra, erkek kardeşi Henry’nin Londra’daki evinde kalırken, bahçeler Austen’ı yine büyülüyordu. 1813’de, Hans Place, Londra’nın kırsalındaydı ama taşra sayılmazdı. Büyük evler, iyi bir okul ve şık bahçeler vardı; hepsi de Londra’ya yürüme mesafesindeydi (Jane alışveriş için yürüyerek oraya gidiyordu). Henry Austen’ın konutu, geniş topraklara sahip bir malikâne olmamakla birlikte hiç de fena sayılmazdı (o sıralar Henry hali vakti yerinde bir bankacıydı). Jane evin genişliği ve sıcak atmosferini övdükten sonra, “Bahçe bir harika,” diye yazmıştı.
Bu mektuplarda, Austen’ın derin doğa sevgisi ve doğadan aldığı keyif seziliyordu. Neşesinin ne kadarının Bath’ten ayrılmasından kaynaklandığını kestirmek güç; nerede olduğundan çok nerede olmadığı önemliydi sanki. Yine de, okuru olarak Jane Austen’ı böyle düpedüz neşeli görmek rahatlatıcı.
Yaşamındaki değişikliklerle birlikte, farklı ruh halleri hayatına damgasını vuruyor; belli tema ve tonlar hayatını renklendiriyordu. Jane Austen’ın Bath’teki yaşamına, çocukken yatılı okulda kaldığı zaman olduğu gibi, kaderine boyun eğmişlik ve tatminsizlik hâkimdi. Ancak Castle Square, Hans Place ve Chawton Çiftliği’nin bahçelerinde hayata hevesle yaklaşıyordu. Artık Austen hislerini ve hayal gücünü içine atmak zorunda değildi.
Chawton’daki filbahri ile akasyadan söz etmesi bu anlamda önemli. Mektuplarında, her zamanki sıkıntıları ile gündelik işlerden bahseden satırların arasında bu sözler iyimserlik yayıyor. Jane’in, kız kardeşine ait soğukta kalmış saksı çiçeklerini sıcacık yemek salonuna taşıdığını okuduğumuzda sakin, huzurlu bir ev keyfine; günlük hayatı şekillendiren rutin ve hareketlere şahit oluyoruz. Ve bu sade bahçıvanlık işlerini ilk aşkı olan yazmakla birleştirdiğini görüyoruz. Bu, Austen’ın hayattaki öncelikleriyle ilgili önemli bir ipucu. Yazmayı çok seviyordu, fakat bahçe onun kendini iyi hissetmesinde önemli bir role sahipti. Bahçe onun moralini yükseltiyor ve üretken bir biçimde yazmasına yardımcı oluyordu. Peki ama nasıl?
Pür Telaş İçinde
Onun romanlarından başlamak en doğrusu. Yalnız bir konuda dikkatli olmak lazım: Austen, romanlarındaki kahramanlar değildi; Sir Walter Scott’ın onun romanlarında gördüğü “genç hanım” değildi. Yazarla karakteri bir arada düşünmek işimize gelir. Özellikle de onun romanlarındaki genç hanımlar zeki, bekâr ve taşralı olduğu için. Ne var ki Austen’ın hayatı boyunca yayımlanan altı romanındaki kadın kahramanlarından hiçbiri, yazarıyla kolaylıkla özdeşleştirilemez. Austen’da, Elizabeth’in sivri dilliliğini bulabiliriz ama Elizabeth gibi topluluk içinde cüretkâr davranmaz. Elinor’un sağduyusuna sahiptir ama onun gibi aklı felç edecek derecede tedbirli değildir; Catherine gibi edebiyat âşığıdır ama onun gotik zevkini paylaşmaz; Fanny gibi hürmetlidir ama onun gibi kılı kırk yarmaz; Emma gibi çöpçatandır ama onun gibi kendini beğenmişlik taslamaz; Anne gibi yalnızdır ama onun gibi romantik değildir. Kısacası, Jane Austen kendisini Gurur ve Önyargı ya da İkna romanlarının içine yerleştirmiş değildir; zaten benlik, raftan alınıp da bir ifade veya bir paragraf gibi yerleştirilecek bir şey değildir.
Yine de bu karakterler bir yerden çıkmıştır: Ham ve hazır bir hayat değil, değerli bir maden gibi çıkarılmış, işlenmiş ve cilalanmış bir hayattır sözkonusu olan. Jane Austen, babası zevzek bir baronet olan ve yavan ablasıyla yaşayan Anne Elliot değildir; ama bilinçaltına itilen hayal kırıklıkları, gurur ve can sıkıntısından nasibini almıştır ve Anne’in hayatını hayal edebilir. Aynısı diğer romanları için de söylenebilir: Onlar Austen’ın ustalıkla dönüştürülmüş hayat tecrübeleridir. Bunlar bize yardımcı olur, çünkü pek çok mektubunu yakan içine kapanık yazara ait ipuçlarını, romanlarının içinde yakalamak yine de mümkündür. Romanları, yazarlığını ve yaşamını besleyen fikirlerin ipucunu vermektedir; buna Chawton bahçesine duyduğu sevgi de dahildir.
Sözgelimi, dünyada en beğenilen Austen romanı olan Gurur ve Önyargı’yı ele alalım. Jane, First Impressions’ın10 (İlk İzlenimler) taslağını yirmi iki yaşında bitirdi. O zamanlar ne düşündüğü bilinmiyor; mutlaka kendine güveniyordu ama bu bize fazla bir şey anlatmıyor. On beş yıl kadar sonra, Thomas Egerton tarafından 1813’te yayımlandığında, Austen’ın bu kitapla ilgili karışık duyguları vardı. Bütün Jane hayranları gibi, kahramanı Elizabeth Bennet’ı seviyordu kuşkusuz. Romanın basıldığı ay kardeşi Cassandra’ya yazdığı bir mektupta, “Onun şimdiye dek basılmış romanların içindeki en tatlı karakter olduğunu düşünüyorum,” diye yazmıştı, “ondan hoşlanmayanlara nasıl tahammül edeceğimi bilemiyorum,” diye de eklemişti. Fakat kitabın bütününe dair bu kadar iyimser değildi. Bu romanın capcanlı oluşunu ve büyüleyici etkisini kabul etmekle birlikte ciddi olmadığını ve zıtlıklar içermediğini düşünüyordu. “Eser çok hafif, çok parlak ve pırıltılı,” diye yazmıştı kardeşine. Yine de yayımlanmaya değer olduğunu düşünüyordu. Adını kullanmamış (yazarı “Bir Hanım”dı) dahi olsa, eser sevabıyla günahıyla kendisinindi.
Yirmili yaşlarında mürekkebi henüz kurumamış bir esere sahip acemi bir yazar olarak Austen’ın bilmediği şey, Gurur ve Önyargı’nın İngiliz dilindeki en popüler romanlardan biri olacağıydı. UNESCO’nun Dünya Kitap Günü’nde, “olmazsa yaşayamayacağınız kitaplar” anketinde bir numaraydı ve halen de pek çok yayınevinin sürekli kazanç elde ettiği bir kitaptır (Austen, 2002’de John Grisham’dan fazla sattı). Amerikalı yazar William Dean Howells’ın 1901’de Harper’s Bazaar dergisinde yazdıkları bugün de geçerliliğini korumaktadır. “Gurur ve Önyargı’nın hikâyesi, giderek artan sayıda bir insan kitlesi tarafından biliniyor.” Yazar sözlerine şöyle devam ediyor, “Jane Austen okurları (kendisini de onların arasına dahil ediyor) ona hayranlık derecesinde bağlıdır: O bir tutku, din olmasa da bir mezheptir.” (Belki de Richard Dawkins yakında, Austen Yanılgısı11 diye bir kitap yazar.)
Bu kitabın süregelen cazibesinin birçok sebebi var: kadın kahramanın cezbeden zekâsı, betimlemelerin ısırgan mizahı, nesir yazıdaki zarafet, Lizzy Bennet ile Fitzwilliam Darcy arasındaki baskılanan tutkulu ilişki gibi. Melon şapkalar, uzun favoriler ve yüksek belli elbiseler de günümüzde ayrıca ilgi çekmektedir. Gurur ve Önyargı’da psikolojik nüanslar eksiktir ama bir hiciv, bir aşk hikâyesi olarak, yer yer de zamanın görgü kurallarının yoğun bir portresi olarak muhteşem bir romandır.
Gurur ve Önyargı’yı muhteşem kılan unsurlardan bir tanesi, hikâyenin dramatik dönüm noktalarını oluşturan titizlikle kurgulanmış sahnelerdir: Meryton’daki balo, Bay Darcy’nin ilk evlenme teklifi, Lizzy’nin Lady Catherine de Bourgh ile yüzleşmesi gibi. En çarpıcı sahnelerden bir tanesi Elizabeth Bennet’ın, Bay Darcy’nin evi Pemberley’ye ziyaretidir (modern dünyada Colin Firth’ün ıslak gömlekle göründüğü sahne olarak bilinir). Özellikle de malikânenin, Lizzy’nin teyzesi Bayan Gardiner’ın “hayranlık verici” olarak tanımladığı bahçeleri, Lizzy’nin derin düşüncelere dalmasına olanak sağlar.
Austen hayranları hikâyeyi bilirler, yine de ayrıntıların üzerinden gitmeye değer. Derbyshire’da güzel bir öğleden sonra, Elizabeth Bennet heyecanlı ama endişelidir. Taşralı genç hanım, teyzesi ve eniştesiyle birlikte faytonla, Darcy ailesinin malikânesi Pemberley’ye gitmekte ve bu ziyarete kayıtsız gibi görünmektedir. Henüz hiç kimse Bay Darcy’nin beceriksiz evlilik teklifinden haberdar olmadığı için Bay ve Bayan Gardiner, Lizzy’nin “pür telaş içinde” olduğunun farkına varmaz. Lizzy sükûnetini korumaya çalışır. Darcy zengin, zeki, yakışıklı ve asildir; ama gururu ve ailesine duyduğu küçümseme Lizzy’yi çileden çıkarmıştır. Darcy üstü kapalı evlenme teklifiyle Lizzy’nin görünüşüyle dalga geçmiş, onu aşağılamıştır. “Senin bayağı aile bağların karşısında mutluluktan havalara uçmamı bekleyemezsin herhalde?” Daha da kötüsü, Lizzy’nin kız kardeşinin mutluluğuna mani olma konusunda tehdit oluşturmuştur. Lizzy ile ailesi için, muhteşem Bay Darcy tam bir baş belasıdır.
Ne var ki, Elizabeth’in hükmü yavaş yavaş değişmektedir. Darcy’nin “gurur ve küstahlığına” kızarken bile, ona yavaş yavaş yakınlaşmaktadır. Darcy dürüst, açıksözlü ve Lizzy’nin çok geçmeden anlayacağı gibi nazik biridir. Her ikisi de ince bir zekâya ve kendini güzel ifade etme yeteneğine sahiptir ve ikisi de kabalıktan hoşlanmaz. Kuşkularına rağmen Lizzy’nin kafası karışmıştır. Lizzy, Darcy’nin malikânesinde bir turist gibi dolaşırken onunla karşılaşmak istemez (“bunun fikri bile yüzünün kızarmasına sebep olur”). Ama Darcy iş seyahatindedir, Lizzy de utandığını keşfetmenin korkusunu yaşamadan rahat rahat gezinebilir; ya da o öyle olacağını sanmıştır. Pemberley’ye yaklaşırken Bayan Bennet soluğunu tutar ve fayton yavaş yavaş koruya girer.
Bir süre tepeyi tırmanırlar, meşe ağaçları ve karaağaçlar faytonun üzerinde bir kemer oluşturur. Bunların yüzlerce yıllık ağaçlar olduğunu hayal ediyorum; kalın dallı sık yapraklı yüksek ağaçlar. (“Geniş bir alana yayılmış güzel bir koru.”) Yaprakların arasından sızan gün ışığına rağmen korunun içi serindir. Ağaçlar yer yer açılarak bir sahne dekoruna yol verir; suyla çimenin kavuştuğu bir alan ya da neoklasik döneme ait bir tapınak gibi. Uzun bir yolculuktan sonra ağaçlıklı tepenin üstüne ulaşırlar ve bir açıklıkta dururlar. Nefes kesen bir manzaradır ve Elizabeth de (teyzesi gibi) “hayran olmuştur”. Pemberley Malikânesi ormanlık arazilerin önünden akan uzun bir ırmağın karşısındaki yüksek bir tepedeydi. Göl balık kaynıyordu, kuğular suyun yüzeyinde süzülüyordu. Dalgalı arazi vahşi doğa izlenimi yaratmakla birlikte çok daha güzeldi: ustalıklı, asil ve huzurlu. “Doğanın bu kadar güzel olduğu ya da doğal güzelliğin çirkin zevklerle bozulmadığı bir yeri daha önce hiç görmemişti,” diye yazar Austen. Darcy hakkındaki fikirlerinin değişmesine kısmen sebep olan şey de budur. Bahçelerde Darcy’nin ruhunun bir yansımasını görür: geniş, çok katmanlı ama huzurlu. Bu güzellik karşısında heyecanlanmış ve bir duygu seline kapılmış olsa da kadın kahramanın zihni sakin ve nettir. Gözlerinin önündeki perde kalkmıştır. “O anda, Pemberley’nin hanımı olmanın büyük bir şey olduğunu hissetti!” diye yazar Austen.
Güzel anlatılmış bir hikâyedir ve Austen dramatik gerilimi çok güzel taşır. Daha da önemlisi, yazarın bu sahnede ne yapmadığıdır. Lizzy’nin lafını sakınmayan, düşüncelerini güzel ifade eden bir karakter olduğu düşünülürse kahramandan bir monolog bekleyebilirdik: Pemberley’nin büyüsüne kapılarak düzülmüş bir methiye. Elbette Elizabeth, tıpkı Austen gibi bir romantik değildi. Bir miktar coşku olabilirdi belki ama Elizabeth Bennet’ın Pemberley ile ilgili hissettiklerinin dışavurumu bu kadardı.
Kendisini tamamen açığa çıkarmamıştı. Austen’ın yazdığı gibi, “pür telaş içinde” olmasına rağmen, Lizzy dilini tuttu. Bu sessizlik yazar için keyfi değildi; romanda rasgele ortaya çıkmış bir ayrıntı değildi. Gurur ve Önyargı’daki süzme salak Bay Collins karakterinde bunun tesadüfi olmadığını açıkça görüyoruz. Elizabeth’in kaypak kuzeni de bir bahçe aşığıdır. Yeni evli rahip kendisine tahsis edilen evle gurur duyar; derli toplu oluşunu, patronunun evine yakınlığını ve bakımlı arazilerini anlatır durur. Fakat bunların sessizce keyfini sürmek yerine, yüksek sesle lafı uzattıkça uzatır, bilgiçlik taslar. Bir türlü susmaz. Ağaçları sayar, yürüyüş mesafelerini ölçer ve bahçedeki her güzelliği uzun uzun anlatır. Austen, “Her manzaraya en ince ayrıntısına kadar dikkat çekilmesi manzaranın güzelliğini geri planda bırakıyordu,” diye yazar. Bay Collins, günlerini geçirdiği bahçeyle ilgili olarak herkesten övgü bekliyordu (“bu onun en kayda değer zevklerinden biriydi”). Bu anlamda, bahçe Collins’in hırsları ile beklentilerinin yerine geçmişti. Bahçe güzeldi, Austen’ın belirttiği gibi, “büyüktü ve iyi düzenlenmişti”. Ne var ki Collins’in zırvalaması bu güzelliğin önüne geçiyordu, tıpkı Collins’in boş gururu ve dalkavukluğunun iyi niteliklerinin önüne geçmesi gibi. Oxbridge eğitimi ve toplumdaki yerine rağmen, Collins’in ağzı kalabalık oluşu onun botanikteki becerilerinin önüne geçiyor ve onu bir salak gibi gösteriyordu.
Kadın kahramanın sessizliğiyle rahibin gevezeliği arasındaki bu kurgusal zıtlıkla Austen, bahçeye dair felsefi ilgisiyle alakalı harika bir ipucu sunuyor. İşte Castle Square ve Chawton’da eğilerek çiçeklerle ilgilenen, vazifeşinaslıkla saksı çiçeklerinin yerini değiştiren, Cowper’ın akasyalarından sipariş eden, frenküzümü ile bektaşiüzümü toplayan sessiz ve düşünceli Jane bu. Dedikodu ve gündelik işlerle uğraşmak yerine, sessiz bir çalışkanlık ve hülyalı bir halin hâkim olduğu bir yaklaşım. Austen’ın bu sessizliği değerli bulduğuysa kesin.
Düşmez Kalkmaz Bir Pope
Pemberley’nin sessizliğini anlamak için, Austen’ın felsefi bakışını, ona ilham veren fikir ve düşünce akımlarını biraz bilmekte fayda var. Yazar, akademisyen değildi ama müthiş bir okurdu. “Kadın yazar” olarak önemsizleştirilmeye çalışılmış olsa da (ki eleştirmenler bu sözle kibirli bir şekilde aşk romanı yazanları kastederler) pek çok akademik eseri iyi biliyordu. Robert Henry’nin İngiltere Tarihi kitabından alıntı yapmamış olması içeriğini bilmediği anlamına gelmiyor. Yirmi beş yaşındaki yazar bunu okuduktan sonra kız kardeşine bir sonraki konuşmalarında “bol bol bilgi” vereceğini söylemişti. Dr. Johnson ve onun biyografi yazarı James Boswell’ı okumuş ve beğenmişti, ayrıca Johnson’ın fikir tartışmasında bulunduğu Oliver Goldsmith’in İngiltere tarihini de okumuştu. Vaizleri de okuyordu, kız kardeşine Thomas Sherlock diye birinden övgüyle söz etmişti. Daha da ilginç olanı, Austen’ı 1813’de, Yüzbaşı Pasley’nin12 ”Askeri Polis ve Britanya İmparatorluğu Kurumları Üzerine Bir Makale”sinin eğlenceli ve güçlü biçemi üzerine yorum yaparken görüyoruz. Chawton’dan Cassandra’ya şöyle yazmıştı; “gıpta ettiğim tek asker.” Jane Austen’ın tarih, felsefe, teoloji, toplum ve ordu konularında liberal bir okuma zevki olduğu da belli oluyor.
Filozof Gilbert Ryle, Austen’ın, aydınlanma çağı bilgelerinden Thomas Locke’ın hamisi ve öğrencisi Dördüncü Shaftesbury Kontu’ndan da etkilendiğini öne sürer. Shaftesbury’nin eserleri birçok filozoftan etkilenmiştir ama Aristoteles bunların arasında özel bir öneme sahiptir. Austen’ın, zaaf ve erdem karışımı olan karakterlerinin de, çağının Kalvinci teologlarının siyah-beyaz ahlakından çok, Aristoteles etiğine göz kırptığı söylenebilir (Ryle, Kalvin-ci ahlak psikolojisini çift kutuplu olarak tanımlar). Austen’ın, Willoughby gibi aşağılık karakterleri kusurlarla doludur ama şeytani değildir. Akıl ve Tutku’nun genç ve atak çapkını Willoughby, zayıf karakterli ve tutarsız biridir, dürüst değildir ama şeytan da değildir. Austen’ın romanlarında karton karakterler yoktur. Aynı biçimde, kadın karakterleri de hiç kusuru olmayan mükemmel yaratıklar değildir. Lizzy Bennet’ın önyargıları, Emma’nın kibri ile Austen, kadın karakterlerine gerçek insanların nüanslarını ve çeşitliliğini kazandırmıştır. Austen’da, Kurtarılmış ve Lanetlenmiş, İyi ve Kötü, İlahi ve Şeytani gibi basit ikili kutuplardan ziyade ahlaki tiplemeler vardır. Ryle bunun Aristoteles’in bakışı olduğunu, Shaftesbury’nin de ondan etkilendiğini söylüyor. “Shaftesbury bir pencere açmıştı,” diye yazar Ryle, “on sekizinci yüzyılda çok az kişi bu pencereden hava alıp ciğerlerini Aristo oksijeniyle doldurdu. Jane Austen ise bu oksijeni kokladı.” Kısacası, Austen’ın basit gibi görünen ama aslında öyle olmayan romanları, çağının en aydınlık kafalarından etkilenmişti: filozoflar, makale yazarları, biyografi yazarları ve tarihçiler gibi.
Onun eserleri üzerinde şairlerin de hatırı sayılır bir etkisi oldu. Austen’ın iyi ve doğru anlayışı, sistematik düşünürler kadar şiirden de etkilendi. Ryle, “‘ahlakçı’ sözünün Hutcheson ve Hume kadar Goldsmith ile Pope’u da kapsadığını” belirtir. Bu saptama özellikle de Alexander Pope için doğruluk taşır. Alexander Pope, on sekizinci yüzyılın en büyük ve en çok alıntılanan şairidir. Artık eserleri daha az okunuyor ama dizelerinin çoğu atasözü gibi oldu: “az bilmek tehlikelidir”, “kusur insana mahsustur, affetmek Tanrı’ya”, “meleklerin adım atmaya korktukları yere aptallar koşa koşa gelir”. Aralarındaki husumete rağmen, parlak Fransız yazar ve filozof Voltaire bile Pope’un eserlerini övmüştür. Bir muhabire hiç çekinmeden, “İngiltere’nin ve dünyanın yaşayan en iyi şairi,” demiştir Pope için. Pope tarafından küçümsenen ve göz ardı edilen bir adamdan büyük bir övgü. Şairin dile getirdiği fikirler fazla kullanılmaktan biraz aşınmış olsa da onları dile getiriş biçimi taze ve keskindi. Pope aşağıdaki dizelerde kendi “zekâ” anlayışını açıklıyor: “Nature to advantage dress’d; / What oft was thought, but ne’er so well express’d.”13
Bu ışıkta bakıldığında, Pope’un on sekizinci yüzyıl İngiliz dili ve düşüncesini, Jane Austen da dahil olmak üzere, “giydirdiğini” söylemek hiç de abartılı bir söz olmaz. Shaftesbury ile Austen gibi, Alexander Pope da Aristoteles geleneğinden geliyordu: Kalvincilerin ruhları kazanmak için verdiği savaştan çok insan çeşitliliğiyle ilgileniyordu. İnsan karakterinin incelikli, çeşitli ve değişken olduğunu düşünüyordu. Her insanın “hayatta bir tutkusu” olsa da, esas olan değişimdi: Lort Cobham’a yazdığı bir mektupta, “tutum ve tavırlar talihle; mizaç iklimle; inanç kitaplarla; ilkeler zamanla değişir,” diye yazmıştı. Austen, iki romanında Pope’tan alıntı yaptı; Northanger Manastırı ile Akıl ve Tutku’da. Cassandra’ya yazdığı bir mektupta ise, “Hayatta düşmez kalkmaz bir Pope,” diye yazarak şaka yapmıştı (Pope’un14 katolik olduğu düşünülürse, bu ironikti). Aynı mektupta Austen kendi stoacılığını göstermek için, şairin dizelerinden yararlanmış, Pope’un “İnsana Dair Deneme” adlı şiirinden şu sözleri dokunaklı bir tonda alıntılamıştı: “Her neyse, en iyisidir.”
Pope’un bu şiiri Austen’ın dile getirilmemiş (ama asla dile getiremediğinden değil) hayat görüşünün bir özeti gibidir. Austen gibi, Pope’un başlangıç noktası da basitti: insanın cahilliği. Bununla sadece yanlış veya eksik bilgiyi kastetmiyordu; bu türden bir cahillik, verileri kontrol ederek veya dedektiflik yaparak aşılabilirdi çünkü. Pope’un sözünü ettiği insan algısı ve bilgisindeki sınırlamalardı. Tanrı her şeyi görür ve bilirken, (evren bir yana) bizim kendi küçücük dünyamızın sadece küçücük bir parçasını bildiğimizi; ehemmiyetsiz, küçük, savunmasız ve kafası çabucak karışan yaratıklar olduğumuzu savunuyordu. Pope’un tanrısı bütüne hâkimken, insanoğlu onun küçücük bir parçasına beceriksizce tutunuyordu; sonsuzluğu kavraması ise hepten güçtü.
Bundan daha da önemlisi Pope, evreni sorgulamanın pek bir anlamı olmadığını söylüyordu. Öncelikle, cahilliğimiz yüzünden kapsamlı bir cevaba ulaşmak mümkün olmadığı için. Bir öküz, çiftçinin tarım planını ne kadar anlarsa biz de evreni o kadar anlıyorduk. İkincisi; evreni bütünlüğü içinde mucizevi bir şekilde kavrayacak dahi olsak, herhangi bir şeyin değişmesini beklemek yersiz olurdu. Pope, “Mümkün olan tüm sistemler içinde,/ Sonsuz bilgelik yaratacaktır en iyisini,” diye yazar. Kısacası, mümkün olan en güzel evrene sahibiz. Bizim sınırlı ufkumuzdan bakınca, bazı şeyler çirkin, adaletsiz ve mantıksız görünebilir, ama aslında bu dengeli ve uyumlu bir sistemdir ve o ilahi amacına hizmet eder. Toz zerresi de, kuşlar da, memeliler de bu senfonide birer enstrümandır; ancak maestro dışında kimse büyük sonun nasıl olacağını bilemez. Kendi payımızı değiştirmeyi istemek saçma ve tehlikelidir, çünkü en ufak bir uyumsuzluk veya ritmi kaçırmak bütün kompozisyonu mahveder. Evreni sayısız dişli, çark ve yaylardan oluşan hassas, narin bir müzik kutusu gibi düşünün: En ufak bir hasar şarkıyı sonlandırır. Pope, “Doğanın zincirinden hangi halkayı çıkarırsan çıkar, onuncu ya da on bininci, zincir kopar,” diye yazar. Mükemmel bir biçimde bir araya gelmiş parçalardan oluşan rasyonel bir uyumdur sözkonusu olan. Pope’un dünyasında, her şey olması gerektiği gibidir.
Şairin bundan çıkardığı bir ders vardır: Fikir yürütmeyi ve kederlenmeyi bir yana bırakıp yaşamaya bakalım. Elbette yokluk karşısında yakınıp haksızlıklara isyan edebiliriz; kaçırdığımız fırsatlara hayıflanıp gelecekten korkabiliriz. Fakat sonuçta güç, otorite ve kapasitenin sahip olmamız gerektiği kadarına sahibiz ve dünyanın bütün güçleri düzenli ve kurallı bir evren meydana getirmek için yarışmakta ve çarpışmakta. Bunu sorgulayamayız, yazılmış olanın tek bir harfini de değiştiremeyiz; her şey evrensel ve ebedi olarak kalır. Evreni yenme kibrimizi bir yana bırakıp kendi hayatımıza bakmalı, gündelik zafer ve yenilgilerimizle ilgilenmeliyiz. Jane Austen’ın, Cassandra’ya mektubunda yalnızca bir kısmını aktardığı sözlerin kaynağı ve anlamı buydu. Austen’ın şair üzerinden aktardığı öğreti basit ama güçlüydü: Yukarıda her şey iyi durumda, o yüzden enerjini buraya, aşağıya sakla.
Her ne kadar şüphe duyulacak bir inanç gibi görünse de, bu evren tahayyülünde pek çok cesurane fikir göze çarpıyor ve bu fikirler Jane Austen’ın ahlak evreninde de yankı buluyor. Pope’un fizik veya biyolojinin gerçekleriyle uğraşmayı ya da evrenin “nedeni”ni düşünmeyi gereksiz bulduğu aşikâr. Bunun yerine, ailemizle ilgilenip dostlarımızın yanında durmayı ve öldüğümüzde arkamızda güzel, faydalı eserler bırakmayı öneriyordu. Daha da önemlisi Pope, insan hayatının kapsamı ve ölçeğinin önemli olduğunu; hepimize güç ve potansiyel bahşedildiğini ve bunların da bütünün değerli bir parçası olduğunu savunuyordu.
Pope ile Austen’ın ortak yönü, dünyaya ilişkin bu heveslilik, sükûnet ve inanç karışımıdır. Şair gibi, Austen da çok okuyor, hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmıyor ve üsluba kulak kesiliyordu. Fakat Austen metafizikçi değildi: Leibniz’in “olası dünyaların en iyisi” sözündeki yüce planın inceliklerini kavrıyor olsa dahi, bunlar onun merak alanına girmiyordu. O, evrensel düzene inanıyordu ve bunu sınamaya ya da devirmeye hiç niyeti yoktu. Claire Tomalin çarpıcı Austen biyografisinde, “Din, onun hayatında önemli bir yer tutardı. Sorgulanacak, araştırılacak bir şey değildi… Ruhani değil toplumsal bir unsurdu,” diye yazar. Austen’ın edebi eserlerindeki evliliklerin, ailelerin, erdem portrelerinin arkasında kendi sebatı, sabrı ve evrenin düzenine olan inancı bulunur. Yazar bu sayede günlük hırgüre, romantik entrikalara ve boğaz kavgasına yoğunlaşabiliyordu: Onun ilgi, bilgi ve ilham kaynağı bunlardı. Pope’un şu dizeleri bu durumu çok güzel yakalıyor:
Sen kendini bil, bırak Tanrı’yı incelemeyi;
Kendindir kendinin asıl bileceği.
Sen ki durursun çift yanı deniz bir karada,
Aklı karanlık, cüssesi kaba. 15
İnsanlığı hor gören bu portrede Austen’ın kusurlu karakterlerini ve bilindik temalarını bulmak mümkün; onun kendi kırsal İngiltere’sinin ötesindeki dünyaya sessiz inancını da. Onun romanları, insanın kendini bilmesi üzerine bir çalışmaydı.
Hoş Görülebilir Avuntu
Lizzy Bennet’ın Pemberley’de sessizce tadını çıkardığı bu huzurdu. Pemberley’nin ona sunacağı zenginlik ve statüyü düşünmekten çok, bu uyum ve düzenin sessiz temsiline dalmıştı. Burası endişeli genç hanıma, bütün keder ve endişeleriyle kendi dünyasının her şey olmadığını; doğanın asil, zarif ve kısıtlayıcı olduğunu hatırlatıyordu. Aynı erdemleri Darcy’de de görüyordu.
Gurur ve Önyargı’da yazdıklarını Austen’ın kendisi; Chawton, Castle Square ve Steventon’da deneyimlemişti. Aile ve sanat yaşamındaki değişimlere katlanabilir; sıkıntı, keder ve haz duyguları arasında gidip gelebilirdi, sonra da Southampton’ın akasyasında ya da Chawton’ın kayın ağacında teselli bulurdu. Kardeşler arasındaki hırgür, Fransızlarla savaş tehdidi veya romana oturmayan bir karakterin inatçılığına karşın çiçekler her bahar açıyordu. 1811’in Mayıs ayının son gününde kız kardeşine yazdığı mektupta, “Ağaçlardan birinde bir kayısı görmüşler,” diyordu. Bu dedikodu ya da eğlence olsun diye verilmiş öylesine bir haber olmanın ötesinde, hayatın ebedi işaretlerine bir selamdır. Austen, Chawton bahçesinde Pope’un mükemmel evrenini görebiliyordu; bu hakikat, insan işleri gibi müphem, kusurlu ve geçici değildi. Bu da onun sessiz inancını; ön planda süregiden hareketliliğin arkasındaki kalıcı zemini pekiştiriyordu. Austen içli mektuplar yazmıyor olsa da avutulmaya ihtiyaç duyuyordu. “Bırakalım diğer kalemler suç ve sefaleti yazsın,” diye yazmıştı Mansfield Park’ta. “Ben bu tiksinti verici konuları bırakıp herkese hoş görülebilir bir avuntu sunmak için sabırsızlanıyorum.” Bu satırlarda bir tutam Austen ironisi bulunsa da, o yine de bunları yazarken ciddiydi: Yayımlanan romanları daima mutlu sonla bitmişti, Marianne Dashwood albayına kavuşuyordu. Yazar, psikolojik, toplumsal ve ekonomik gerçeklerin farkında olmakla birlikte bir teselli (Pope’un metafizik maskesi altında “hoş görülebilir bir avuntu”) aramaktan ve sunmaktan memnundu. Austen, tanrıbilimci Augustinus’un tarif ettiği “insan aklının şeylerin doğasıyla bir tür hasbıhale girmeye yaklaştığı durumları” yeniden keşfediyordu. Bunlar, tohum atmak, çiçek dikmek, ağaç aşılamaktı. Chawton bahçesi şimdilerde “büyük resim” olarak adlandırılan bir hayat dersiydi ama Jane Austen bunun zevkine küçük bir ölçekte varıyordu.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.