Kitabı oku: «Okuma sanatı», sayfa 3
Şenlik
Okuma Sanatı, bu baskıya verilen bir cevaptır; bir okurun sözcükleri fark etme gücünün hatırlatıcısıdır. Her bölüm belli bir erdemin altını çizer: merak, sabır, cesaret, gurur, ölçülülük ve adalet. Bu, elbette ki birçok klasik erdemi kapsamaz, ancak bunun da iyi bir nedeni vardır. Aristoteles’in ihtişamı, kitapseverlerden çok paralı soylular içindir; çünkü cömertlik, edebi boyutta fazla anlam taşımaz. Yunan filozofun doğruculuğu gururla örtülüdür ama asabilik bile hoş görülür. Augustine, iyi Hıristiyanların İncil’i sevgiyle ele almalarını buyurmuştur ama kendisi, çoğu yazıyı hor görmüştür. Onun için en iyisi, Tanrı’ya tapmakta başarısız olmaktansa yazılı sözcüklerden tamamıyla kaçınmaktır. (“İnsanlardan medet umana bela okunur.”) Aynı şekilde inanç ve umut, dini kozmolojiye ve ahlaka seküler okuyucuya faydası olmayacak kadar bağlıdır. Kutsal erdemlerden biri olan tevazu sağlıklı bir gururun bir parçasıyken, yazıya dökülmüş namus ölçülülüğe benzer. (Yine de kitaplar söz konusu olduğunda çokeşliliği öneririm.) Pagan ve Hıristiyan listelerindeki gibi, bu liste de taraflı ve nevi şahsına münhasırdır ama keyfi değildir. Saygı duyduğum şeyi yansıtır.
Okuma Sanatı yazının doğası üzerine kafa yorar; ancak Derrida’nın, inatla Batı metafiziğini kazıp çıkaran Gramatoloji’sinden epey farklıdır. Benim ilgilendiğim şey varlığın tarihi değil, ne kadar üstü kapalı ya da dengesiz olsa da karakterdir. Bazı yorumların diğerlerinden daha iyi olduğunu savunurum ama bu benim kitabımın Augustine’in On Christian Teaching’indeki (Hıristiyan Öğretisi Üzerine) gibi bir rehber kitabı olduğu anlamına gelmez. Ansiklopedi tarzı uzmanlığı, kitapseverin dürüstlüğü adına terk etmişimdir. Bilincim bir ölçüde okuduğum ve okuduğumu nasıl yorumladığım sayesinde şekillenmiştir. Okuma konusunda maceraperest olsam da (kurmacadan süper kahraman edebiyatına, Heidegger’dan Heinlein’e her şeyi okurum) yazarın üslubu ve eserin türü hakkında kendime has önyargılarım vardır. Bazen bu önyargıların üstesinden gelir ve şüpheci kişiliğimi aşarım. Bazen kararlılığımı haklı çıkarırım. Olay burada kutsal bir yargı yaratmak değil, çoğunlukla hususi olan bu sanat dalına daha umumi bir yaklaşımda bulunmaktır.
Bu itiraf büyük önem taşır; çünkü Alasdair MacIntyre’ın da dediği gibi en iyi erdemler toplu halde geliştirilenlerdir. Eğer okumak iki özgürlüğün yüzleşmesiyse, iyi okumak bir üçüncüsünü gerektirir ve o da bana rakip ya da ilginç hayat izlenimleri veren diğer okuyuculardır.
Edebi eleştirinin bu kadar önemli olmasının sebebi kısmen budur. Eleştirmenler burnu havada eşik bekçileri, uyuşturulmuş bilgiçler ya da parazitler olarak karikatürize edilirler ve bazısı da bu kalıplara uyar. Ama en iyi eleştirmenler, okuma sanatını örneklendirenlerdir. Yalnızca eserlerin üzerine ışık tutmazlar. Aynı zamanda, bu eserlere ve onların yücelttiği hayatlara dair açıklayıcı ya da kafa karıştırıcı, yardımsever ya da kötü niyetli, meraklı ya da yeniliklere karşı kayıtsız önyargılarımızı açığa çıkarırlar. Amerikalı deneme yazarı H. L. Mencken’ın iddiasına göre eleştirmen bir katalizördür. İki kimyasal madde yerine eleştirmen, metin ve okur arasında işlev görür. “Sanat eseri ve sanatsever arasındaki tepkimeyi açığa çıkarmak onun görevidir,” diye yazmıştır Mencken. Bu bazı durumlarda doğrudur; eleştirmen eğitimsiz ya da kararsız okurun elinden tutar. Dönem, dil ya da anlayış açısından kafa karıştırıcı derecede farklı olan eserler daha tanıdık bir hal alır. Ancak eleştirmenler, daha bilgili ve kendinden emin okuyucularda da tam tersi bir etkiye sebep olabilir. Daha bilgili ve kendinden emin oldukları için bu tür okuyucular kibirlerini bir kenara bırakmalıdır. En iyi eleştirel çalışmalar, çantada keklik sandığımız bilgiler konusundaki duruşumuzu değiştirebilir ve felsefi katkılarda bulunabilir.
Profesyoneller bu işi tekellerine de alamazlar. Evet, iyi eleştirmenler ciddiyet ve oyun, ben ve sen, metin ve içerik arasındaki gergin ipte yürümeyi işleri haline getirirler ve bir yandan da manzaranın tadına varabilirler. Bunun sebebi de sözcüklere karşı temelde daha duyarlı ve akıllı bir yaklaşıma sahip olmalarıdır. Bu mesleği seçmelerinin (ya da bu meslek tarafından seçilmenin) en büyük sebebi de budur. Okuma sanatının tadını en az yazma sanatı kadar çıkarırlar. Daha iyi yeteneklere “dilbaz reveranslar” yapmayı bu kadar çok istemelerinin nedeni, eleştirmen Geordie Williamson’ın da dediği gibi, büyük oranda tadına vardıkları kişisel yeterliliklerinden kaynaklanır. Bu tatmin edici yetenekler dergilerle ve akademik seminerlerle de sınırlı değildir. Yorumların çatışması büyük kentlerdeki edebiyat festivallerinde ve banliyö kitap kulüplerinde, bir kafe sandalyesinde ya da evde bir yemek masasında da bulunur. Herkes eleştirmen değildir ama her okur, diğer insanların yanında eleştirmen kimliğine bürünebilir. Bunun sebebi yazarların eksiklerinin peşine düşmek değil, kendilerine göz kulak olmaktır.
Okuma Sanat sokulgan bir okuma pratiğidir. Özgürlüğün ve bu cesur konuşlanmanın ödüllerinin bir hatırlatıcısıdır. Bu sözü geçen özgürlüğe sahip olmak aynı zamanda benim kişisel ricamdır.
Merak
Sonsuz Kitaplık

Bu bölüm, ben doğmadan önce bile vardı.
İngilizcede yirmi altı harf ve bir avuç dolusu da noktalama işareti var. Bu boyutta bir eserde, kartları karmanın ancak belirli sayıda ihtimali vardır. Belki sayılması güç, ama sınırlı. Söylenen birçok şey saçmalıktan ibaret olsa da büyük kısmı okunaklı ve makul olacaktır. Bir kısmında tam da bu paragraf yazılı olacak, yalnızca onun bölüm ismi “sardalye” olacak, bazılarında “saçmalığın daniskası” sözcüğü haricinde her karakter “z” olacak, bir başkasında her on üç sözcükten biri “sinestro” olacak. Düzyazı ya da fikir açısından ne kadar yenilikçi olursam olayım, derin olan hiçbir şey icat edilemez. Ben yalnızca, görünüşte sonsuz olan bir katalogdan sembol kombinasyonları seçebilirim.
Edebiyatın muhteşem restoranında tüm yazılar alakarttır.
Arjantinli yazar Jorge Luis Borges, kısa hikâyesi Babil Kütüphanesi’nde bundan bahsetmiştir. Borges sonsuz bir kütüphaneyi tasvir etmiştir. Her oda birbirinin aynısıdır; hepsi altıgendir ve dört duvarı kitap raflarıyla çevrilidir. Her bir odanın duvarlarındaki raflarda dizili altı yüzün üzerinde kitap bulunmaktadır. Odalar sonsuzluğa uzanır. Bu kütüphanede nesiller doğar ve ölür. Çoğu, bir hücreden diğerine süzülerek “tüm kitapların bilgisini içeren kitap”ı arar. Bu kitap tüm dünyaya rehberlik edebilecek güçtedir. Bazı sakinler ziyadesiyle mutludur; çünkü burada dünyayı fevkalade biçimde tasvir eden ve yaşamlarını da dürüstlükle açıklayan mükemmel bilim ve kehanet kitapları olmalıdır. Bir kısmı melankolik ya da delidir: Sonsuz sayfalarda banallik ya da saçmalık dışında bir şey bulma ihtimali nedir ki? Anlatıcı yorgundur ve içinde çok az umut kalmıştır. “Sanıyorum ki intiharlardan daha önce bahsetmiştim,” diye yazar, “son yıllarda daha çok ve sık hale geldiler.” İnsanlığın soyunun yakında tükeneceğine ancak kütüphanenin varlığını “ışıl ışıl, bir başına, sonsuz ve harikulade biçimde hareketsiz” şekilde devam ettireceğine inanmaktadır.
Borges’inki sonsuzluğa tüyler ürpertici bir bakıştır ve kütüphane kataloglarıyla alay eder: Dewey ondalık sisteminden3 deliliğe. Aynı zamanda yazarın üstünlüğüne de burnunu sokar, her büyük şaheser gibi bu da ana planın bir kopyasıdır. Aslında Borges’in hikâyesi bile eski bir fikrin yeni versiyonudur. The Total Library’de bahsettiği üzere, temel konsept en az iki bin yıldır ortadadır. Aristoteles bu fikre bir selam göndermiş, Cicero ise ana sınırlarını çizmiştir. Blaise Pascal’dan, Thomas Huxley’ye ve Lewis Carroll’a kadar birçok yazar da bu fikir yanlısı ve karşıtı argümanlar oluşturmuşlardır. Yani Babil sert bir düzyazıda, antik bir tekrar anlayışında kendini basitçe yineler. Aynı imge Borges’in çocukluğunda ve kurgusunda da belirmiştir: çoğalma korkusu. “Aynalar ve ölçüler felaket sebebidir, çünkü insan sayısını artırırlar,” diye yazmıştır Tlön, Uqbar, Orbis Tertius’ta. Genel tablo Borges’in “ikincil korku” dediği şeydir: Enderliğini mağlup edecek kadar güzel, zamansız bir absürtlüğe sahip bir evren. Merkezinde ise sözcükler vardır.
Cennet
Tüm bu korkuya rağmen Borges olağanüstü derecede kitapseverdir. “Cenneti her zaman bir çeşit kütüphane gibi hayal etmişimdir,” diye yazar Körlük’te. Babasının kitapları, edebi kimliğinin başlangıcı olmuştur. “Babasının kitaplığı, onun oyun alanı olmuştu,” diye yazar biyografi yazarı Edwin Williamson. Borges’in az sayıdaki eski işlerinden ikisi kütüphanede çalışmak olmuştur. Önce, genç bir adam olarak yerel bir kuruluşta (çok hızlı kataloglandırma yapıyordu ve bu da diğer çalışanların sinirine dokunmuştu) ve sonrasında da ellili yaşlarında Buenos Aires Milli Kütüphanesi’nde müdür olarak çalışmıştır. Yazar kör ve çoğunlukla eve bağımlı olduğu zamanlarda bile ikinci el kitap dükkânlarını sıklıkla ziyaret etmiştir. Gençliğinde bu dükkânların birinde çalışmış olan Arjantin doğumlu Alberto Manguel, Borges’in ziyaretini şöyle anlatır: “Neredeyse tamamen kördü, yine de baston kullanmayı inatla reddediyordu ve sanki parmakları isimleri görüyormuş gibi ellerini kitaplarda gezdiriyordu,” diye yazmıştır Manguel. Borges’in Milli Kütüphane’de iki döner kitaplığı vardır ve buradaki kitapların düzeni hiç değişmez. Kullanmaktan sayfaları eskidiği için yenilenmiş bir Webster Ansiklopedik İngilizce Sözlüğü’nden iki adet Norveç şiir kitabına kadar farklı türler vardı burada. Kör müdür, neredeyse altmış yaşına geldiğinde öğrencilerin de yardımıyla kendi kendine Eski İngilizce öğrenmiştir. “Görünür dünyayı kaybettim, ama şimdi bir tane daha oluşturacağım. Uzak atalarımın, fırtınalı kuzey denizlerinde kürek çeken bir kabile dolusu adamın dünyasını,” diye yazar. Kitaplar bir maceradır.
Anlatıcıyı, yazarı ve insanı birleştirmemek önemlidir. Borges de insan ve edebi varlık arasındaki farktan bahsetmiştir. “Borges ve Ben” hikâyesinde “ben”in “olayları yaşayan kişi” olduğunu ve insanın da biyolojik bir batarya gibi yazara güç verdiğini itiraf etmiştir. İnsan önemlidir ama devamlılığı olan eserdir ve eserin ötesinde dildir, dilin ötesinde bilinmeyen bir tür gizemdir. Borges bu fikri başka yerlerde de değerlendirmiş ve Dante’nin yazmakla sorumlu olduğu şiiri tam olarak anlamadığına işaret etmiştir. “Dünyanın işleyiş biçimi; Cehennem I, 32’de insanların basitliğine kıyasla fazla karmaşıktır,” diye yazmıştır. Shakespeare’in ve Tanrı’nın “boşluğu” konusunda da aynı şey geçerlidir: İkisi de yaratıcıdır. Bireylerin daha önemsiz ve göründüklerinden daha değişken oldukları konusu Borges’in birçok eserinde işlenir. Edebiyat düzenli bir otobiyografi değildir ve sayfada sade bir “Jorge Luis Borges” yoktur.
Her şeye rağmen, Borges’in hikâyeleri ve yazıları bir okuma çılgınlığını resmeder, burada karakter yalan söylemez. Bir insan olarak, Borges sohbetten büyük keyif almış ve Amerika turlarında iyi bir hikâye anlatıcı olarak tanınmıştır. Arkadaşlarla ve öğrencilerle yapılan bu özel görüşmelerin ana başlığı dedikodu değil, evde tek başına, yatak odasındayken yaptığı şey olmuştur: okumak. “Hep sonuca varırım,” diye yazmıştır The New Yorker’da, “elbette kitaplara vardıktan sonra.” Öğrenmeyi, âşık olmaya benzetmiştir.
Yazdıkları da bu tapınmayı kanıtlar. Klasik anlamda değil (ki bu oldukça ciddidir) ama şakacı, metinden metne, yazardan yazara atlayan bir tarzda. On the Cult of Books’ta Borges metnin yavaşça kutsal bir sanat eserine dönüşmesini anlatır. Eskilerden Platon, çoğu zaman yazılı metinlere karşı mesafeli yaklaşmış olsa da Fransız şair Stéphane Mallarmé “Dünyadaki her şey bir kitapta yer almak için vardır,” diye yazmıştır. Roger Bacon gibilerse, doğanın kendisinin bile bir çeşit kitap olduğunu ve içindeki yaratıkların da o kitabın karakterleri olduğunu belirtmiştir. Bu süreçte Borges, Homer’dan Cervantes’e, Bernard Shaw’dan Augustinus’a, Kuran’dan Kabala ilmine, Thomas Carlyle’a ve fazlasına yönelmiştir. Bu deneme yalnızca edebiyatın kutsallığını kanıtlamaya çalışmaz; aynı zamanda bu tapınma yöntemini tanıtır: Borges’in muhteşem evreni olan kütüphane. “Coleridge’in Rüyası” adlı bir diğer denemede, Coleridge’in Kubilay Han’ın sarayı ile ilgili şiirini merkeze alarak düşsel kökenli sanat eserlerini tanımlar. Borges, sarayın içinin bile bir hayal ürünü olduğuna dikkat çeker. Denemeyi, her düşün bizi “henüz insanoğluna afişe olmamış bir arketip”e daha da yaklaştırdığını ima ederek bitirir. Bu, insanoğlunun düşlerini inşa edebilecekleri ideal bir kalıptır. Borges, bu argümanı oluştururken John Keats gibi şairlere, antropolog Havelock Ellis, tarihçi Bede ve filozof Alfred North Whitehead’e, bendeki kopyaya göre dört sayfa boyunca göz kırpmıştır. Borges’in edebi kaynakları kullanış biçimi, fikirlerin ve ifadelerin devamlılığını beraberinde getirir, yabancı yerleri ve zamanları birleştirir. Bu farklılıklar arasında bu kadar neşeyle gidip gelerek gerçekliklerin arkasındaki dayanıklı prensipleri de ortaya koyar.
Buda ve Platon’la Sıçrayış
Bu, kısmen felsefi bir bağlılıktır. Borges akla fizikten, kurguya ise gerçeklikten daha çok itimat etmiştir. Onun, dönemden döneme ve ülkeden ülkeye atlama isteği daha yüce ihtimallerin farkındalığından ileri gelir. Gözü bereketli kâinatta olan biri için her zaman başka bir yol mümkündür. Bir boşluk koca bir cümleyi ve bir okuyucu da bir ispatı değiştirebilir. Yalnızca Babil Kütüphanesi bakidir. Sanat eserlerini huzursuzca gezmek ve hiçbirinin mükemmel olduğuna inanmamak mantıklıdır.
Bu platonik bükülmenin yanında Borges’in nihilizmi, yani her şeyin nihai hiçliğine olan inanç vardır. Bu nedenle ego konusunda şüpheleri vardır ve kendini aynen Dante ve Shakespeare gibi boş görür. Edebiyat araştırmacısı Jason Wilson, Borges üzerine yazdığı eleştirel biyografide, yazarın bakış açısını şöyle açıklamıştır: “Hepimiz, temel kimlikten yoksun, aç birer hayaletiz.” Borges gerçek anlamıyla bir Budist değildir ama yazılarında Asya kökenli felsefenin, başta “ben” olmak üzere, bir şeylerin kesinliği ve dayanıklığı ile ilgili şüpheleri yansıtır.
Bu iki gelenek, yani Budizm ve idealizm, Borges’in en sevdiği filozof olan Arthur Schopenhauer’da bir araya gelir. Filozof, denemelerinde “evrenin bilmecesi” kavramından bahsetmiştir. Bu bakış açısı nedeniyle, Borges’in edebiyat sevgisi, kesin bir gerçekliğin reddi ve kendi önemi hakkındaki içten alçak gönüllülüğü ile damgalanmıştır. Metinleri ve metinlerin harekete geçirdiklerini hiçbir zaman hafife almamıştır.
Borges’in eserlerinden edinilen şey genelde keyifle birlikte okuma yoluyla elde edilen kavrayışın heyecanıdır. Bu, kuşkusuz belirli türden bir kavrayıştır: politik ya da bilimsel değil, daha çok metafiziksel ve psikolojiktir. Ancak Borges’in kütüphanesinin sınırları içerisinde çokluk vardır. (Kendisi Whitman hayranıdır.) Borges, entelektüel keşiften duyduğu keyifle ilgili de yazmış ve “düşünmenin keyfi” hakkında övgülerde bulunmuştur. Polisiye kurgusunu da savunmuştur. Sunduğu heyecanlandırıcı dehşet nedeniyle değil, kurgu sayesinde beynin verdiği mücadele nedeniyle. Conan Doyle’dan Poe’ya kadar çeşitli dedektif hikâyelerinin bir fanteziye bağlı olduğuna, soyut akıl yürütmenin önemli olduğuna inanmıştır. “Bir Dedektif Hikâyesi”nde “Karmaşa döneminde düzeni korurlar,” diye yazmıştır. Borges’in eserlerinde, zihin genellikle kendi icatlarından keyif alır. Yapmak zorunda olduğu için değil de yapabileceği için. Bu deneysel bir kesinlik ya da pratik sağduyu değil de yapbozlara, oyunlara, mizaha ve şakalara karşı yakınlıktır. Borges, idrak kabiliyetini metinsel bir sıçrama tahtasından diğerine ayarlayarak ve akış büyümeye devam ederken gülümseyerek kullanmaktan memnuniyet duymuştur. Borges tek kelimeyle meraklıdır.
Gayretli Dâhi
Borges’in dikkatle okuduğu İskoç filozof David Hume, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme’de bir bölümü merak konusuna ayırmıştır. Hume, merakı “doğruluk aşkı” olarak tanımlamış olsa da bu tanım yanıltıcı olabilir. Merak, gerçekler hatta doğruluk için değil, emek ve keşif için bir arzudur. “En keyifli ve makul şey, dikkatimizi toplayıp dehamızı açığa çıkardığımız andır,” diye yazmıştır Hume. Elbette ki alelade bir doğru işe yaramaz: kolay yapbozlar sıkıcıdır. Borges, örneğin Cleridge’in rüyalarındaki hayallere olan göndermeleri sayıp çetere tutabilirdi. Bu tamamen doğru ama bütünüyle sıkıcı olurdu. Borges’in merakını kışkırtan ve temsil eden şey, Moğol bir general ve Lake dönemi şairi arasındaki ya da Tanrı, De Quincey ve Swift arasındaki ideal bir bağ fikriydi. Hume bu başarının tadını kendisi çıkarmıştır, kariyer ya da para amacı yoktur.
Bu merak, toplum ve insan ruhunun balçığı üzerinde “saf” bir ilgi demek değildir. Hume, keyfi de işin içine katarak entelektüel merakın da biraz meyil gerektirdiğini açığa çıkarmıştır. Tarafgirlik bizi daha yakından bakmaya teşvik eder ve aşikâr durumları görmezden gelmemizi öğütler. Sözde “tarafsız” araştırma hali bir çeşit yönelimdir. Önemli olan nokta, Hume’un merakının çıkarcı ya da görevle ilgili olmamasıdır.
Bu durum edebi gururla çelişir. Bir akademisyen, Borges’in hikâyelerindeki ayna figürüne dair yaptığı dikkatli analizle işin içine girer, emekten keyif almadan da gurur duyabilir. Bu basitçe, yılın zorunlu edebiyat eleştiri kotasını doldurmak adına sebatla tamamlanmış, profesyonel bir zorunluluk olabilir. Hume’un açısından merak, kendi başına gerçeği kovalamakla ilgilidir; kovalamayı gerçekleştiren “ben” ile ilgili değildir. Eylemin içindeki, eylemi gerçekleştirmeye duyulan heyecandır.
Hume, aynı zamanda merakın önem vermeyi gerektirdiğini de savunmuştur; çünkü merak dikkati artırır. “Dikkatsiz ve ihmalkâr olduğumuzda, aynı türden bir anlayışın üzerimizde hiçbir etkisi kalmaz,” der Hume. Bu değer duygusu kişiliği değiştirir. O nedenle Borges’in edebi değerleri, kütüphanedeki maço iş arkadaşlarından farklıdır. (Bunlardan biri, kataloglanmış yazarlardan birinin daha isminin Jorge Luis Borges olmasını komik bulmuştu.) Ama Hume’un söylemeye çalıştığı şey açıktır: Merak, işin içine giren gerçeklik tarafından teşvik edilir. Büyük şeyler, sonsuzluklar, hayal dünyaları, yüzyıllık sırlar vb. Borges’in burnunu kitapların dibinde tutmasına neden olmuştur. Bunun önemli olup olmamasının bir değeri olmadığını söyler Hume. Bunların metafiziksel ihtişamları ya da politik faydaları tamamıyla uydurma olabilir. Önemli olan ana şey psikolojik önemleridir, aklı ilgili tutan ağırlıktır.
Borges sürekli ve hararetle okumuş olsa da dedikodudan hoşlanan biri olmamıştır. Öyle ki, Elsa Astete Millán ile yaptığı son ve lanetli evlilik, kadının dedikodu merakıyla daha da içinden çıkmaz bir hal almıştır. (Bir arkadaşının iddiasına göre Borges, Elsa ile birbirlerini çok önceden beri tanıdıkları için evlenmişti. Tıpkı bir romanda göreceğiniz türden bir sebep.) İnceleme’de Hume, gerçek merak ve “komşuların yaptıkları ve içinde bulundukları duruma karşı, doyumsuz bir merak” arasında faydalı bir ayrım yapmıştır. Dedikodu çoğu zaman yenilik peşinde koşmak olarak çizilse de Hume, bu arzunun aslında yeni bir şeylere karşı duyulan korku olduğunu iddia etmiştir. Onların küçük dünyası durağan ve düzenlidir, değişikliği rahatsız edici bulurlar. “Çok ani ya da şiddetli değişiklik bizim için keyifsizdir,” diye yazmıştır, “nesneler kendi içlerinde ne kadar kayıtsız olsalar da geçirdikleri değişiklikler huzursuzluk yaratır.” Bu açıdan bakıldığında, dedikodu ve skandala arzu duymak, sinir bozucu belirsizliği uzaklaştırma yöntemidir.
Borges, Dante’nin Araf’ını ya da H. G. Wells’in Görünmez Adam’ını eline aldığında dedikodunun ve emniyetli gerçeklerin avuntusunun peşinde değildir. Fanilik ve cismin idealist ihtiyatı konusundaki Budistvari yaklaşımı onu huzursuz biri yapmıştır. Borges ofisindeki raflarda tahmin edilebilirlik aramış olsa da bu beklentisi kitaplığının içeriği için geçerli değildir. Eserlere yıllar sonra geri dönme konusu da bundan kaynaklanmıştır. Bu, onun için kapakların içinde ve arasında yeni ilişkiler açığa çıkarma yoludur. “Yeniden okumayı, okumaya tercih ederim,” demiştir Maine Üniversitesi’ndeki bir grup dinleyiciye, “çünkü yeniden okuduğun bir şeyin detaylarına girebilirsin.”
Babil’de Maceralar
Borges’in edebiyatını allayıp pullamamak büyük önem taşır. Onda, John Updike’ın “The Author as a Librarian”da dediği gibi “ateşli bir dar kafalılık” vardır. Özellikle kadınlar tarafından yazılmış birçok muhteşem esere karşı dışlayıcıdır. Jane Austen, George Eliot, Virginia Woolf, Iris Murdoch İngiliz edebiyatının önemli yazarları arasında değildir onun için. Hangi kadın yazarları sevdiği sorulduğunda şöyle cevaplamıştır: “Sanırım kendimi bir tanesiyle sınırlandırırım ve o da Emily Dickinson olur.” Sosyal ve politik ilimler konusuna çok az ilgi gösterir ki bu durum Arjantin’le ilgili hantal görüşlerini derinleştirmiştir. Borges, cunta yönetimi altında öldürülen hemşerilerini görmezden gelmekle suçlandığında, kayıtlara geçen cevabı dehşete düşürücüdür: “Ben gazete okumam.” Biyografi yazarı James Woodall da onu “acınası bir tarihçi” olarak tanımlamıştır. Özetle Borges’in okuyucu olarak keyif aldığı şeyler kendine has ve bazen de budalacadır. Antik Yunan anlayışına göre ise mahrem ve benmerkezci.
Yine de Borges’in merakı, belirli bir sınır içinde örnek alınasıdır. İlk kez okuyanları bu kadar etkilemesinin de nedeni budur. Borges okumak, Clive James’in tanımıyla “gençleri heyecanlandırması kesin olan entelektüel bir macera”dır. Arjantin’in Babil ve sonsuzluklarla birlikte Hume’un teorisine kattığı başkalığın önemi, her belirli ifadenin ardında bekleyen “belki”dir. Samimi olarak meraklanmak biraz gergin olmak; mevcut sayfayı, başka birçok ihtimalin ışığında yorumlanmış birçok ihtimalden biri olarak görmektir. Bu ne telaş ne de kendini beğenmişliktir. Borges’in durumunda olduğu gibi, sabır ve haysiyetle bir arada bulunabilir. Biraz tevazu hayatidir. İhtimaller sonsuz olduğu için son okuma diye bir şey mümkün değildir. Merak, okuyucunun bu keşiften memnun olmasına ve bu arayıştan zevk almasına izin verir. “Babil Kütüphanesi’nin gerçek kahramanı,” diye yazar Umberto Eco, “kütüphane değil okuyucunun ta kendisidir (…) hareket halinde, maceraperest ve her daim yaratıcıdır.”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.