Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Robinson Crusoe»

Yazı tipi:

Daniel Defoe, 1659 yılında Londra’da, bir kasabın oğlu olarak dünyaya geldi. Babası, resmî mezhepten ayrılmış bir topluluktandı; bunlara “Muhalifler” deniyordu. Daniel, öğrenimini Newington Greendeki Muhalifler Akademisinde yaptı. Yazı hayatı na, yirmi iki yaşında, rahipleri eleştiren bir broşür yayımlayarak başladı. 1685’te Monmouth Dükü’nün hazırladığı ayaklanma hareketine katıldı fakat büyük bir şans eseri, cezalandırılmaktan kurtuldu. Aynı yıl ticaret hayatına atıldı. Fransa, İspanya gibi ülkeleri dolaştı. 1692’de atıldığı ticaret işinde başarılı olamayarak iflas etti. Tekrar yazı hayatına döndü. 1702’de çıkan The Shortest Way To Dissenters (Muhalifliğe Giden En Kısa Yol) adlı broşüründe, konu olarak Muhaliflere yapılan haksızlıkları işlediğinden tevkif edildi. Başı cendereye geçirilerek üç gün müddetle halka teşhir edildikten sonra hapsedildi. Hapiste Hymn To The Pillory (Cendereye İlahi) adlı manzumesini yazdı. Defoe, 1731’de hayata veda etti.

Daniel Defoe, edebiyat alanında en büyük ününü 1719’da ya yımlanan Robinson Crusoe adlı eseriyle sağladı. Bu ölümsüz ro manda Defoe, medenî bir adamın elinde hiç bir araç olmaksızın, doğa ile karşı karşıya kalıp onunla mücadelesini anlatmıştır. Robinson Crusoe adında bir İngiliz denizcisinin başından geçenlere dayanan bu kitap, Dünya Klasikleri arasına girmiştir.

Meral Harzem, 1975’te Balıkesir’de doğdu. 1982-1995 yılları arasında Almanya’da yaşadı ve eğitimine burada devam etti. Geilenkirchen, Höhere Handelsschule (Ticaret Yüksekokulu), İktisat bölümünden mezun oldu. Çeşitli firmaların ithalat ve ihracat departmanlarında çalıştı. 2010 yılından bu yana kitap çevirileri yapıyor.

Türkçeye kazandırdığı eserlerden bazıları, Amok Koşucusu, Mecburiyet, Yakıcı Sır (S. Zweig), Babaya Mektup (F. Kafka), Ay’a Yolculuk (J. Verne), Yahudi Devleti (T. Herzl), Ah Virginia (M. Kumpfmüller), Çıkmaz (C. Hau).

I.BÖLÜM
HAYATA BAŞLAMAK

1632 yılında, York şehrinde iyi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim, ailem oralı değildi, babam Hull’a yerleşen ve aslen Bremenli olan ilk yabancılardan biriydi. Alım satım işleri sayesinde çok iyi kazanç sağlamış ve sonrasında ticareti bırakarak York’ta yaşamaya başlamıştı. O zamandan itibaren ilişkilerini daha da geliştirerek ülkenin ileri gelen ailelerinden biri olan Robinson ailesinin kızıyla evlenmişti, böylece ben de Robinson Kreutznaer ismini almıştım; ancak İngiltere’de herkes kelimelerin olağan söylenişini değiştirme alışkanlığına sahip olduğundan, çevremizdeki dostlarımız bizi Crusoe olarak anmaya başlamış ve böylece hepimiz Crusoe ismini benimsemiştik.

Eskiden ünlü Albay Lockhart tarafından komuta edilen Flanders’te, İngiliz ordusunda yarbay ve albay olarak görev yapan ve Dunkirk yakınlarındaki İspanyollara karşı yapılan savaşta şehit düşen iki erkek kardeşim vardı. İkinci kardeşim hakkında hiçbir zaman çok fazla bilgim olmadı, ailem benim başıma gelen hadiselerden ne kadar haberdarsa onun hakkında ben de ancak okadar bilgi sahibiydim.

Ailenin üçüncü oğlu olan ben, ticaretle ilgili hiçbir işe ilgim ve isteğim olmadığından, aklı bir karış havada, avare düşüncelere sahip bir genç olarak yetiştim. Çok yaşlı olan babam, elinden geldiğince beni bulunduğumuz bölgedeki okulların verebildiği seviyede evde eğitim vererek yetiştirmiş, gelecekte bir hukukçu olmamı planlayarak bu konuda desteğini benden hiç esirgememişti. Ancak o dönemlerde benim aklım fikrim sadece denizlerde dolaşmaktaydı; bu yaşam tarzını o kadar çok istiyordum ki, sonunda babamın tüm emirlerine, annemin ve diğer arkadaşlarımın tüm entrika ve nasihatlerine karşı çıkmak pahasına özlem duyduğum ve ileride kaderimin başıma açacağı sıkıntılardan tamamen bihaber hâlde hayatımı sonsuz denizlerin maviliklerine adadım.

Kalender ve bilge bir adam olan babam, benim bu konuda kararlılığımı görünce bana ciddi olduğu kadar önemli uyarılarda da bulundu. Bir sabah beni, çok uzun süredir çektiği damla hastalığından dolayı odasına çağırdı ve bana bu konuda çok samimi nasihatler verdi. Bana ticaret hayatına atılacak olursam çok rahatça varlıklı bir insan olabileceğimi, böylece rahat ve mutlu bir hayat sürebileceğimi söyledi. Baba evini, memleketimi terk edip avare bir şekilde denizlerde dolaşarak kendime nasıl bir gelecek hazırlamayı düşündüğümü sordu. Böyle bir hayatı seçen kişilerin ya çok umutsuz ya da çok zengin kişilere mahsus bir yaşam tarzına sahip olduklarını, zenginlerin kendilerine macera aramak, çeşitli işler yaparak servetlerine servet katmak, ün kazanmak için yabancı ülkelere seyahat eden kişiler olduklarını benim durumumun ise iki olasılığın ortasında olduğunu; orta hâlli bir yaşam tarzımız olduğundan rahatça mutlu olabileceğimizi, yaşanılacak tüm sıkıntılara göğüs gerebilecek durumda olduğumu, konumumuz sayesinde yüksek tabakanın kibrinden ve açgözlülüğünden de uzak durabileceğimizi ve kimse tarafından kıskanılacak bir yaşam şeklimizin olmadığını anlattı.

Bana bu memlekette orta hâlli yaşam süren bir kişinin imrenilecek durumda olduğunu, kralların bile sık sık devletin büyük işleriyle ilgilenmek zorunda kaldığından dolayı çoğunlukla yakındıklarını, aslında her zaman aşağı tabaka ve üst tabaka arasında bir yaşam sürmeyi özlediklerini; böyle bir yaşam sürmenin ne kadar mutluluk verici bir durum olduğunu anlayabilecek yaşa geldiğimi, bilge adamların yoksulluktan da, zenginlikten de korunmak için Tanrı’ya yakardıklarını, orta hâlli bir yaşamın onların mutluluk ölçütü olduğunu ifade etti.

Bana bu durumu bizzat kendim gözlemlemem için öneride bulundu ve onun bahsettikleri doğrultusunda yapmış olduğum gözlemlerime göre hayatın felaketlerinin daima insanlığın aşağı ve üst tabakaları arasında gerçekleştiğini, ancak orta tabakanın böylesi mağduriyetlere çok fazla maruz kalmadığını fark ettim. Hayır, gerçekten de orta tabakadaki insanlar kesinlikle ne aşağı tabakanın, toplumun onların üzerine uyguladığı ezici baskıdan yorgun düşmüş, yeterli kazancı olmadığından dolayı yaşamış olduğu sefil hayatın sıkıntılarını çekmek zorunda kalıyorlardı ne de bedensel ya da zihinsel olarak fazlasıyla kısır bir hayat sürmelerine rağmen, aşırı lüks ve savurganlıkla zorunlu olarak üst tabakada sürekli kendilerini göstermek için sıkıcı bir mücadelenin içine girmek zorunda kalıyorlardı. Orta tabakada yaşam süren insanların hepsi her tür erdem ve sevinci bir arada sağlayabilecek niteliği taşıyordu. Tüm huzur, bolluk, ılımlılık, sükûnet, sağlık, toplum bağları, yaşanabilecek her türlü güzel eğlence ortamı ve tüm arzu edilen zevklerin hepsi aslında orta tabaka yaşayışa lütfedilmiş olan muazzam bir armağan niteliğindeydi. Bu şekilde yaşam süren insanlar, sessiz ve sorunsuz bir şekilde kendi huzurlu dünyalarında yaşama olanağı bulabiliyor, yapmış oldukları işler için utanmıyor ya da bir lokma ekmek için kimsenin kölesi olmuyorlardı ya da görkemli ve zengin hayatların içinde yaşanan tehlikeli kıskançlık duyguları, büyük şeylere karşı gizliden gizliye duyulan habis tutkular ya da entrikaların arasında kendilerini yiyip bitirmiyorlardı. Orta hâlli yaşam süren insanların en büyük avantajı, dünyada yaşanabilecek her türlü mutluluk duygusunun ardından gelebilecek acı duygular ihtimali olmadan yaşayabiliyor olmalarıydı. Babam, mutlu ve sağlıklı bir yaşam sürmek istiyorsam, kendimi kesinlikle değiştirmememi ve orta hâlli bir insan olarak her gün hayatın bana yaşatacağı yeni deneyimleri mutlulukla kabullenerek gül gibi yaşayıp gitmem gerektiğini söyledi.

Bunları açıkladıktan sonra, beni bir taraftan ciddi, bir taraftan da şefkatli tavrıyla köşeye sıkıştırmaya çalışıp artık genç bir adam gibi davranmam gerektiğini, körü körüne sadece duygularımı dinleyerek kendimi sıkıntıya sürüklememem gerektiğini; ekmeğimi kazanmak için kendimi denizlere atmam gerekmediğini; bu konuda bana birçok farklı yol gösterebileceğini ve onun öğütlediği bir yaşam sürmeye başlayabilmem için elinden gelen her şeyi yapacağını; onun bütün desteklerinden ve göstermiş olduğu yoldan yürümeme rağmen yine de mutlu olmayacak olursam bunun sadece kaderim ya da kendi hatalarımdan kaynaklı sıkıntılar olacağını, ancak kendisinin bu konuda sorumluluk taşımayacağını; yalnızca bir baba olarak eğer yanlış yolda yürüdüğümü düşünüyorsa her türlü ihtimale karşı beni uyarmakla görevini yerine getirmiş olduğunu söyledi. Bütün bunları açıklamasının ardından, şayet onun sözünü dinleyecek ve evde kalacak olursam, bana her türlü desteği göstereceğini ve mutlu olmamı sağlayacağını, ancak yine de gitmekte kararlıysam daha fazla sesini çıkarmayacağını ve bu konuda beni destekleyerek sonradan başıma gelebilecek felaketlerden sorumlu olmak istemediğini açık ve net bir şekilde beyan etti. Konuyu kapatmadan önce son olarak da Felemenk savaşları esnasında büyük kardeşime de aynı öğütleri verdiğini, gitmemesi için ona her şeyi açık açık anlattığını ve uyardığını, ben de dinlemeyecek olursam ileride sonumun tıpkı onunki gibi olmasının muhtemel olduğunu, vereceğim karar sonrasında bana bir daha hiç kimsenin yardımcı olmayacağını ve ileride büyük bir pişmanlık duyacağımı söyleyerek konuşmasını nihayetlendirdi.

Sanırım babamın konuşmasının bu son bölümü, kendisi hiç farkında olmasa da gerçekten bir kehanet niteliği taşıyordu. Tüm bu konuşma esnasında ve büyük kardeşimden bahsettiği sırada yanaklarından sicim gibi süzülen gözyaşlarına şahit oldum. Gidecek olursam, bir gün gelip pişman olacağımı, bana kimsenin yardım elini uzatmayacağını ve tüm bu öğütlerini büyük bir acıyla anımsayacağımı söylediği sırada öylesine duygulanmıştı ki, konuşmasına bir süre ara vermek zorunda kalmış ve sonrasında yüreğinin daha söyleyecek bir sürü sözle dolu olduğunu ancak daha fazla konuşmaya mecali kalmadığını söyleyerek susmayı tercih etmişti.

Babamın bu söyleminden fazlasıyla etkilenmiştim, benim yerimde kim olsa aynı şekilde etkilenirdi zaten, böylece uzaklara gitmek yerine babamın isteğine uyarak evde kalmaya karar verdim. Ancak ne yazık ki bu düşüncelerimin hepsi birkaç gün içinde silindi ve kısacası babamı bu konuda artık daha fazla üzmemek adına, birkaç hafta sonra sessizce evden kaçmaya karar verdim. Bununla birlikte, bu sefer kaçma planımda aceleci davranmaktan kaçındım. Annemin gayet sakin olduğu bir gün bu konuyu sadece annemle konuştum, dünyayı gezip görmeden başka hiçbir işe kendimi veremeyeceğimi, bunun hayatım boyunca gerçekleştirmek istediğim en büyük arzum olduğunu ve babamdan gizli kaçıp gitmektense bu yolcuğumu onun rızasıyla yerine getirmek istediğimi anneme anlattım. Artık on sekiz yaşımı doldurduğumu, bu yaşın bir iş yerinde çıraklık yapmak ya da bir avukatın yanında memur olmak için çok geç olduğunu, böyle bir olanak bulsam bile nihayetinde ustamın yanından kaçarak kendimi yeniden denizlere atacağımı bildiğimi söyledim. Eğer izin vermesi için babamı ikna edecek olursa bu yolculuğu yaptıktan sonra pişman olacak olursam, kesinlikle bir daha asla böyle girişimde bulunmadan evime geri döneceğime ve bu süre zarfında kaybetmiş olduğum zamanı telafi etmek için iki katı çaba sarf edeceğime söz verdim.

Sessizce beni dinleyen annem, konuşmalarıma fazlasıyla üzülmüş ve incinmişti. Bu konuda babamla konuşmasının nafile bir çaba olacağını söyledi ve babamın bana söylemiş olduğu bunca sözden, vermiş olduğu bunca nasihatten sonra nasıl olup da benim hâlâ böyle bir şeyi düşünebildiğime hayret ettiğini ve kısacası eğer hayatımı bile isteye mahvetmek istiyorsam buna söyleyecek bir sözü kalmadığını, kendi adına da bu kararımı onaylamadığını ve kendimi bir uçuruma doğru sürüklerken hiçbir suretle bu işin bir parçası olmak istemediğini açıkça ifade etti.

Annem konuştuklarımızı babama iletmeyeceğini söylemiş olmasına rağmen, daha sonra duyduğuma göre tüm söylediklerimi ona aktarmış, babam yaşamış olduğu büyük üzüntünün etkisiyle derin bir iç çekmiş ve “Bu çocuk ancak evde kaldığı sürece mutlu olabilir; şayet gidecek olursa hayal bile edemeyeceği bir sefalet yaşayacak, buna asla rıza gösteremem.” demişti.

Bu konuşmaların ardından neredeyse bir yıl sonra evden kaçtım, ancak bu süre zarfında işe girmemle ilgili tüm önerileri reddetmeye devam ederken büyük bir kararlılıkla belirlemiş olduğum hedefime yürümemi engellemek için bunca direnç gösteren annem ve babama karşı büyük öfke beslemeye başlamıştım. Aklımda herhangi bir kaçma planı olmadan, Hull’a gitmiş olduğum bir gün arkadaşlarımdan biri babasının gemisiyle Londra’ya yelken açmak üzere olduğunu, denizcilerin genel anlamda kullandıkları konuşma üslubuyla, bu yolculuğun bana hiçbir masrafı olmayacağını ve benim de onlarla birlikte gidebileceğimi söyledi. Fırsat ayağıma gelmişti, ne anneme ne de babama bir şey söyleme gereği duymadan bu konuda fazla istişare etmeden hemen teklifini kabul ettim. Tanrı’nın ya da babamın rızasını düşünmeksizin, şartlar ya da koşulları hiçbir suretle umursamadan, belki de gerçekten uğursuz bir saatte, 1 Eylül 1651 tarihinde Londra’ya doğru harekete geçen gemiye bindim. Herhâlde hiçbir genç maceracının başına, benim başıma gelen talihsizlikler gelmemiş ya da bu talihsizlikler benimki kadar uzun sürmemiştir. Gemi, henüz Humber limanından hareket etmişti ki, rüzgâr tüm gücüyle esmeye ve deniz korkunç dalgalarla yükselmeye başladı; daha önce hiç deniz yolculuğu yapmadığımdan tüm bedenim ifade edemeyeceğim kadar rahatsızlanmış ve aklımı kaçırmama yetecek kadar dehşete düşmüştüm. Ciddi anlamda yaptıklarımdan ve babamı habersiz bırakarak evden kaçmış olmamdan dolayı Tanrı’nın beni cezalandırdığını düşünmeye başlamıştım. Ailemin vermeye çalıştığı tüm güzel nasihatler, babamın gözyaşları ve annemin beni bu girişimden vazgeçirmek için yalvarmaları birer birer gözlerimin önünden geçiyordu; o zamanlar henüz şimdiki gibi nasırlaşmamış olan vicdanım, Tanrı’ya ve babama karşı işlemiş olduğum suçun ağırlığıyla eziliyordu.

Ben bütün bu düşüncelerle kıvranırken fırtına da gittikçe şiddetleniyordu, o zamana kadar üzerinde hiç yolculuk yapmadığım ve birkaç gün sonra farklı bir yüzünü görme olanağı bulacağım deniz, şimdi giderek büyüyen dalgalarla çalkalanıyordu; benim gibi acemi bir denizci için bu çalkalanma bile mahvolmama yetiyordu. Her kabaran dalganın bizi yutacağını düşünüyor, dalgalar her seferinde geminin tepesinden düştüğünde ortadan ikiye yarılacağını, deniz yüzeyine her çarpışımızda bu karanlık denizin içine gömüleceğimizi ve bir daha yukarı çıkamayacağımızı sanıyordum. Dehşete düşmüş hâlde Tanrı’ya sadece bu seferlik hayatımı bağışlaması için yalvarıyor, kuru toprağa adım atar atmaz doğrudan babamın yanına gideceğimi, bir daha asla bir gemiye ayak basmayacağımı, annemin ve babamın sözünden dışarı çıkmayacağımı haykırarak yeminler ediyordum. Babamın orta hâlli bir yaşam konusundaki gözlemleri hakkında ne kadar haklı olduğunu, bu zamana kadar ne kadar kolay ve rahat bir yaşam sürdüğünü, ne denizlerde böylesi dehşet verici bir fırtınayla ne de yaşamış olduğum tüm bu sorunlarla hiç karşılaşmamış olduğunu tüm çıplaklığıyla görebiliyordum. Aklımda sadece tek bir düşünce vardı, sadece tek bir dileğim vardı hayırsız bir evlat olarak tövbe etmek ve evime, babamın yanına dönmek istiyordum.

Yaşamış olduğum korkunun etkisiyle aklımın başıma gelmesi ve böyle bilgece düşüncelere kapılışım fırtına devam ederken ve fırtınanın ardından bir süre daha sürdü, ancak ertesi gün rüzgâr hafifleyip deniz sakinleştiğinde kendimi biraz olsun toparlayabilmiş ve fikirlerim değişmeye başlamıştı. Bununla birlikte, deniz tutmasından dolayı gün boyunca tıpkı ağır bir hasta gibi etrafta bitkin hâlde dolaştım, ancak geceye doğru hava iyice düzelmiş, rüzgâr tamamen kesilmiş ve süt liman olmuş denizin üzerine büyüleyici bir akşam çökmüştü; ertesi gün güneş tüm ihtişamıyla doğmuş, hafif bir meltem esintisi eşliğinde denizin üzerinde parlıyordu. Karşımda bugüne kadar görmüş olduğum en keyifli, en muazzam manzara duruyordu.

O gece gayet iyi uyudum ve deniz tutmasını da atlatmış, çok neşelenmiş, bir gün önce köpüren, korkunç dalgalarıyla bizi çalkalayan denizin birden bire böylesine sakin, böylesine güzel bir görünüme sahip olması karşısında hayrete düşmüştüm. Ve tam bu sırada, ben hâlâ eve dönme planları yapmayı sürdürürken evden kaçmam için beni ayartan arkadaşım yanıma geldi, “ Eh, Bob!” dedi omzuma vurarak. “Fırtınadan sonra nasılsın? Geceki bir ağız dolusu rüzgârdan korktuğuna kesinlikle eminim.”

“Bir ağız dolusu rüzgâr mı?” dedim şaşkınlıkla. “Korkunç bir fırtınaydı.”

“Bence, sen hiç fırtına görmemişsin.” diye karşılık verdi arkadaşım, alaycı bir tavırla. “Sen buna fırtına mı diyorsun? Bu hiçbir şeydi, bize güzel bir gemi ve açık bir deniz ver, gör bak fırtınalar nasıl rahatça aşılıyor ama sen acemi bir tatlı su gemicisisin, Bob. Gel, birer bardak punç içelim ve olan biteni unutalım; hava şimdi ne kadar büyüleyici değil mi?”

Hikâyemin bu üzücü bölümüne kısaca değinmek adına, tüm denizcilerin geçmiş oldukları yoldan ben de geçmiştim diyebilirim; punç hazırlanmış ve ben de sarhoş olana kadar içmiştim ve o uğursuz gecenin içinde, sarhoşluğun vermiş olduğu cesaretle, tüm pişmanlıklarımı, geçmişe dair tüm düşüncelerimi, gelecekle ilgili kararlarımı vicdanıma gömmüştüm. Kısacası, büyük dalgalar yok olup, deniz çarşaf gibi dümdüz hâle geldiğinde, fırtına tamamen dindiğinde aynı değişim duygularımı da etkilemiş, bir anda yaşadığım dehşetten dolayı kabaran korkularım dinmiş, vermiş olduğum tüm sözler ve yeminler sakin deniz tarafından yutulup, unutulmuştu ve eski arzularımın hepsi aynı şiddetle geri dönmüştü. Bazı düşünceler elbette kimi zaman aklıma yine düşüyordu ancak sanki bir hastalıktan kaçarmış gibi kendimi o düşüncelere dalmaktan sakınıyor; arkadaşlarımla vakit geçirerek, kendimi içkiye vererek, aklım sağlam düşünemeyecek kadar içerek, kısa süre içerisinde içimde uyanan hasret duygularımı da bastırıyor, vicdanımı uyuşturmayı başarabiliyordum. Böylece beş ya da altı gün içerisinde duyduğum tüm vicdan azabını, pişmanlıklarımı ve özlemlerimi her delikanlının dileyeceği gibi mutlak bir zaferle yenip geçtim. Ancak yine de başarıyla geçmem gereken bir sınavım daha vardı ve Tanrı beni tamamen merhametinden yoksun bırakarak hiçbir mazeret öne süremeyecek durumda bırakmaya karar vermişti. İlk tehlikeyi kazasız atlatmayı başarmıştık, ancak başımıza gelecek bir sonraki en kötü ve çetin uğursuzluk, bize hem tehlikenin hem de kurtuluşun tam olarak ne olduğunu gösterecekti.

Denizde geçirdiğimiz altı günün sonunda Yarmouth sularına gelmiştik; rüzgârın tersten esmesi ve havanın fazlasıyla sakin olması yüzünden çok az yol alabilmiştik. Rüzgârın ters yönden esişi devam ettiğinden burada demirlemek zorunda kalmıştık, yedi ya da sekiz gün burada beklememiz gerekecekti, bulunduğumuz nokta Newcastle’dan gelen çok sayıda geminin rüzgâr için beklemede kaldıkları ortak bir liman görevi görüyordu.

Bununla birlikte, rüzgârın fazla olması ve gelgit sırasında suların kabarmasıyla bulunduğumuz yerden farklı bir konuma demir atmış olsaydık, bu kadar uzun süre beklememiş olacaktık, dört beş gün sonra yağan yağmurun da etkisiyle rüzgâr çok güçlü esmeye başlamıştı. Bulunduğumuz konum itibarıyla güvendeydik, temel olarak hem demirimiz hem de zincirlerimiz gayet sağlamdı, adamlarımız havanın kötü olmasından hiç endişe duymuyor, başımıza gelebilecek herhangi bir tehlikenin olabileceğini akıllarına bile getirmiyorlar, zamanlarını dinlenerek, eğlenerek neşe içinde geçiriyorlardı. Ancak sekizinci günün sabahında rüzgâr şiddetini son derece arttırmıştı, gemideki eşyaların etrafa savrulmaması ve hasar görmemesi için hepimiz elimizden geldiğince hızlı çalışarak eşyaları sabitleyip, sarıyorduk. Öğlen vakti deniz tehlikeli şekilde kabardı, birkaç sefer başa doğru yatmaya başlayan gemimiz deniz suyuyla doldu, demir atmış olmamıza rağmen sürüklenmemize engel olamıyorduk, iki kez çapalarımız sabitlendiği yerden kurtulmuştu; bunun üzerine kaptanımız demirden yapılma iki büyük çapanın da denize atılmasını emretti ve zincirleri de sonuna kadar açtık.

Biz bu işlerle meşgul olurken sonunda korkunç bir fırtına patlak verdi; işte o anda denizcilerin yüzlerinde yaşadıkları şaşkınlık ve korkunun izlerini görmeye başladım. Kaptan, gemiyi korumak için elinden geleni yapmasına rağmen, kabinine girip çıkmak için yanımdan geçerken onun sürekli olarak kendi kendine, “Tanrı’m bize merhamet et! Hepimiz yok olacağız! İşimiz bitti!” gibi sözler mırıldandığını duyabiliyordum. Yaşanan bu telaşlı süreç zarfında, yapabileceğim hiçbir şey olmadığından, sersemlemiş hâlde dümen dairesindeki kamaramda hiç kıpırdamadan yatıyordum, yaşadığım korkuyu sözlerle ifade edebilmem mümkün değildi. Hiçe sayarak ayaklarımın altında çiğnediğim, yüreğimi tamamen soğuttuğum ve yaşamış olduğum pişmanlıklarımı vicdanımın en derinlerine gömdüğüm tüm suçluluk duygularım yine gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Kendi kendime o acı ölüm korkusunun geçmişte kaldığını ve yaşamış olduğumuz ilk fırtınanın yanında bu fırtınanın bir önemi olmadığını söyleyip duruyordum; ancak az önce belirttiğim gibi kaptanın yanımdan geçerken hepimizin yok olacağına dair söylemiş olduğu sözleri, dehşete kapılmama neden oluyordu. Kamaramdan çıktım ve dışarıyı gözden geçirdim; bugüne kadar hiç böylesine kasvetli ve korkunç bir manzarayla karşılaşmamıştım. Her üç ya da dört dakikada bir deniz dağlar gibi yükseliyor, korkunç dalgalar resmen üzerimizde patlıyordu; etrafa baktığımda korkunç bir uğursuzluktan başka hiçbir şey göremiyordum; hemen yakınımıza demirlenmiş iki geminin direkleri yüklerinden dolayı kırılıp devrilmişti; adamlarımız bir mil ötemize demirlenmiş başka bir geminin battığını söylüyordu. Çapaları sürüklenmeye başlayan başka iki geminin direkleri de kırılarak sulara kapılmıştı. Hafif gemiler denizde çok fazla çabalamak zorunda olmadıklarından, bize göre çok daha iyi durumdaydılar; ancak kısa bir süre sonra iki ya da üçü rüzgârın şiddetine daha fazla dayanamayarak hemen yanımızdan sürüklenip, gittiler.

Akşama doğru yardımcı kaptan ve güverte lostromosu,1 ön direklerin kesilmesine izin vermesi için kaptana yalvarıyorlardı. Ancak kaptan geminin olduğu gibi kalmasını istediğinden bunu kabul etmiyordu; sonunda güverte lostromosunun bunu yapmayacak olursa geminin savrulacağını ve nihayetinde batacağını söylemesi üzerine kaptan ikna olmuştu. Ön direkler kesilir kesilmez geminin orta konumunda bulunan direkler çok fazla gevşemiş ve gemiyi öylesine şiddetli sallamaya başlamıştı ki adamlarımız sonunda bu direkleri de keserek güverteyi tamamen dümdüz etmek zorunda kalmışlardı.

Deneyimli tüm denizciler, benim gibi dehşete kapılmış acemi bir denizcinin o anda hangi koşullarda olduğunu ve bütün bu süreç boyunca daha önce hiç olmadığı kadar çok korktuğunu kesinlikle anlayabilirdi. O zamanlar aklımdan geçen düşünceleri şimdi bu mesafeden dile getirmem gerekirse eski inançlarımdan, ilk başta aldığım kararlara geri dönmemden dolayı tüm düşüncelerim on kat daha fazla korku doluydu, ölümle burun burunaydım; bir de buna fırtınanın dehşeti eklendiğinde, yaşadığım korku ve dehşetin boyutlarını kelimelerle tarif etmem mümkün değildi. Ancak başımıza henüz daha kötüsü gelmemişti; fırtına öyle bir öfkeyle şiddetleniyordu ki, denizciler sürekli olarak daha önce bu denli kötüsünü görmediklerini, geminin kaynadığını söyleyerek bağrışıyorlardı. İyi bir gemimiz vardı, ancak o kadar yüklüydü ki denizcilerin hepsi bir anda geminin denizin dibini boylayacağından korkuyorlardı, kaptan ve güverte lostromosunun Tanrı’ya yakararak ağladıklarını görebiliyordum. Tam olarak ne olduğunu öğreninceye kadar, bu kaynama sözü ile neyi kastettiklerini anlamamış olmam benim açımdan gayet iyi olmuştu. Bununla birlikte, fırtına o kadar şiddetlenmişti ki böylesi bir duruma ancak çok nadiren rastlanabilirdi; kaptan, güverte lostromosu ve sinirleri sağlam olan birkaç denizci dua ederek, sanki her geçen dakika geminin denizin dibine batmasını bekliyordu. Gece yarısı, denizcilerden birkaçı geminin alt kısımlarını kontrol etmek için aşağı inmiş, içlerinden biri koşarak yukarı çıkmış ve bağırarak geminin su aldığını söylemişti; aşağıdan gelen bir diğeri ise ambarın dört ayak boyu suyla kaplı olduğunu anlatıyordu. Herkes tulumbaların başına çağırılmıştı. Duyduğum bu kelimeler, kalbimin sıkışmasına neden oluyordu, kendimi ölecekmiş gibi hissediyor, nefes alamıyordum, kamaramda ayağa kalktığım anda sırtüstü yere devrilerek sonunda kendimden geçtim. Neyse ki denizciler beni kısa sürede kendime getirdiler, daha önce hiç işlerine yaramamış olsam da şimdi en azından tulumbayla su çekebileceğimi söylediler; bu bir anda toparlanmamı sağlamıştı ve tulumbaya koşarak tüm gücümle çalışmaya başladım. Biz tulumbalarla uğraşırken kaptan etrafta sürüklenerek bize doğru yaklaşmakta olan birkaç küçük gemi olduğunu fark etmiş ve onların bize çarparak daha fazla tehlike yaratmamaları için bir top atılmasını emretmişti. Ne demek istediklerini tam olarak anlayamadığımdan, top atıldığı anda ortaya çıkan korkunç gürültüden geminin parçalandığını ya da çok daha korkunç bir şeyin olduğunu düşündüm. Tek cümleyle açıklamak gerekirse, o kadar korkmuştum ki tekrar yere yığılıp bayılmıştım. Herkesin canı burnundaydı, kimsenin beni düşünecek hâli yoktu, ben bile kendimi toparlayacak durumda değildim, ayılmış olsam da yattığım yerden kalkamıyordum. Benim kullandığım tulumbanın başına başka birisi geçti, adam herhâlde benim öldüğümü düşünmüş olacak ki kendine yer açmak için ayağıyla beni kenara itti, çok uzun süre sonra tekrar ayağa kalkabilecek kadar gücümü toparlayabilmiştim.

Dur durak bilmeden çalışıyorduk; ancak ambarda biriken su bitecek gibi değildi, geminin batacağı apaçık ortadaydı. Fırtınanın hızı biraz olsun kesilmiş olsa da geminin herhangi bir limana girene kadar yüzmesi mümkün değildi; kaptan sürekli top atışlarıyla yardım çağırmaya devam ediyordu; kısa bir süre sonra çok yakınımızdan geçmekte olan küçük bir gemi yardımcı olmak için gemi sandalını bize göndermeye cesaret edebildi. Teknenin bizim gemimize yaklaşması son derece tehlikeliydi; ancak sandala binebilmemiz ya da onu gemiye doğru iyice çekmemiz de imkânsızdı, sandaldaki denizciler canhıraş bir çabayla kürekleri çekiyordu, bizi kurtarmak için resmen kendi canlarını tehlikeye atıyorlardı; adamlarımız geminin arka tarafından onlara ucunda şamandıra bağlı olan bir halat fırlattılar, bir süre çabaladıktan sonra sandaldakiler halatı yakalayabildiler ve böylece hepimiz geminin arka tarafından sandala inebildik. Sandala bindikten sonra, kimsenin onların gemisine ulaşmak için herhangi bir düşüncesi ya da amacı olmadı; tek hedefimiz sandalın savrulmasına izin vermeden olabildiğince hızlı bir şekilde en yakın kara parçasına ulaşmaktı, böylece kara yönünde kürekleri çekmeye başladık. Kaptanımız sandal parçalanacak olursa karşı geminin tayfaları için kaptanlarıyla konuşacağına dair söz verdi; kısmen kürek çekerek kısmen de sürüklenerek sandalımızın kuzey yönüne doğru yanlamasına ilerlemesini sağlayarak Winterton Ness yakınlarına kadar ilerlemeye devam ettik.

Ayrılmamızın üzerinden henüz daha on beş dakika bile geçmemişti ki gemimizin sulara gömüldüğünü gördük, işte tam bu noktada geminin denizde kaynamasının ne anlama geldiğini anlamıştım. Denizciler geminin battığını söylediklerinde, gözlerimde buna seyirci kalacak takatim kalmamıştı; zira sandala bindiğim andan itibaren, hem yaşamış olduğum gerginlikten, hem heyecandan, hem de sonrasında başıma geleceklerin korkusundan yine baygınlık geçirmiştim.

Sandalı tüm güçleriyle kürek çekerek karaya ulaştırmaya çalışan denizcilerimiz, büyük dalgaların arasından yükselip, alçalan sandalı dengede tutmaya çalışırken dalgaların arasından görebildiğimiz kıyıda bize yardım etmek için oradan oraya koşuşturan bir sürü insanın el kol hareketlerini görebiliyorduk. Ancak çok yavaş bir şekilde kıyıya yanaşabiliyorduk; Winterton Deniz Feneri’nin yanından geçmediğimiz sürece kıyıya yanaşma olanağımız yoktu, kıyı Cromer’ın batısında kalıyordu, küçük bir koy şeklindeki kara parçası içine girdiğimiz anda rüzgârın şiddetini biraz olsun kırabilecek konumdaydı. Uzun süren çabaların sonucunda kıyıya yanaşabildik ve güvenli bir şekilde karaya ayak basabildik, sonrasında yürüyerek Yarmouth’a gittik. Kasaba halkı gemi kazazedeleri olmamızdan dolayı büyük bir insaniyet göstererek bizlere yardımcı oldular, kasabanın ileri gelenleri hepimizi iyi semtlere yerleştirdiler ve içlerinden bazı tüccarlar istediğimiz takdirde Londra’ya ya da Hull’a geri dönebilmemiz için ihtiyaç duyabileceğimiz kadar para yardımında bulundular.

Aslında o anda akıllıca davranarak Hull’a, oradan da doğrudan evime geri dönmüş olsaydım gayet mutlu bir adam olarak hayatımı devam ettirmiş olurdum ve babam da yüce kurtarıcımız İsa’nın buyurduğu gibi besili bir danayı benim için kurban ederdi; çünkü binmiş olduğum geminin Yarmouth açıklarında battığını, ancak boğulmadığımı çok uzun bir süre boyunca yapmış olduğu araştırmaların neticesinde öğrenmişti.

Ancak hastalıklı kaderim beni hiçbir şeyin önleyemeyeceği bir içgüdüyle yola devam etmeye zorluyordu; mantığımın sesi eve geri dönmem konusundaki kararımı sürekli yüksek sesle ifade etmeye çalışırken yüreğim bu kararı vermeme engel oluyordu. Bile isteye kendi yok oluşuma doğru koşmamı, göz göre göre kendimi tehlikeye atacak olduğumu bilmeme rağmen, hâlâ yolculuğa devam etmek için kendimi teşvik ediyor olmamı nasıl adlandırmam gerektiğini bilmiyorum. Ancak ilk yaşadıklarımdan sonra aldığım büyük derse, kaçındığım düşüncelerime ve gözü kara bir şekilde mantıklı olan fikirleri reddetmeme neden olan şeyin sadece ve sadece yazılmış olan kaderimin gizli ilahî gücünden başka bir şey olamayacağına inanıyordum.

Başta aklımı çelip bu yolculuğa çıkmak için beni yüreklendiren arkadaşım, kaptanın oğlu da artık cesaretini kaybetmiş gibi görünüyordu. Hepimiz farklı farklı mahallelere yerleştirilmiş olduğumuzdan, Yarmouth’a vardıktan ancak iki ya da üç gün sonra onunla konuşabildim; beni ilk gördüğü anda onun fazlasıyla değişmiş olduğunu söyledim; yüzü çok düşünceli görünüyordu ve başını sallayarak ne durumda olduğumu sordu, yanında duran babasına benim kim olduğumu, bu yolculuğa sadece ileride çıkmayı düşündüğüm çok daha uzun bir yolculuğa hazırlık olması amacıyla katılmış olduğumu söyledi. Babası bütün konuşmaları dinledikten sonra çok ciddi ve endişe verici bir tonla bana, “Genç adam!” dedi. “Sen bir daha asla denize çıkmamalısın; bu yaşamış olduklarını kesinlikle bir denizci olamayacağının belirgin bir işareti olarak görmelisin.”

1.Lostromo: Ticaret gemilerinde tayfaların başı. (e.n.)
₺24,97

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-605-121-967-7
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu