Kitabı oku: «Etik – Ahlak Felsefesi», sayfa 2
c. Ahlaktan Etiğe
Ne var ki sofistler de, Sokrates ve Platon da “ahlak” denen fenomenin “ne olduğu”nu, onun ne’liğini, insan yaşamında neden var olduğunu, nereden kaynaklandığını sormuyorlardı. Hemen tüm Grekler gibi onlar da “ahlak” fenomenini tıpkı doğal bir fenomenmişçesine, “kendiliğinden mevcut” bir şey olarak görüyorlardı. Oysa Aristoteles’in bu konuda farklı bir yaklaşımı olduğunu görüyoruz. Aristoteles, kendisinden önce ortaya atılmış çeşitli ahlak görüşlerini sınıflandırarak sistematik bir biçimde irdeleyip eleştiren, bu konudaki araştırmalara ilk kez bir sistematik getiren filozof olmuştur. Örneğin o, insanın tüm ahlaksal eylemlerinin bir “en yüksek iyi”ye ulaşmaya yönelik olduğunu belirtirken, her türlü ahlak araştırması için bir temel çıkış noktası ortaya koymuş oluyordu. Onun Nikhomakhos’a Etik adlı yapıtı şu cümleyle başlar: “Her sanat, her öğreti, bunun gibi her eylem ve her istençli karar, herhangi bir “iyi”ye ulaşmaya çabalar görünüyor.” Aristoteles, bu temel kalkış noktasından hareketle ve kendisinden önceki denemelere bakarak, bu denemeleri herhangi bir iyi’ye ulaşma çabası olarak görüp irdelemiş ve kendisine gelene kadar ahlakla ilgili ortaya atılmış tüm iddiaları kapsamlı çözümlemeler ve sağlam bir çıkarım zinciri içinde eleştirmiştir. Gerçi biraz ileride göreceğimiz gibi, aslında Aristoteles, etiğin başat problemini “en yüksek iyi” olarak belirlemişken, birçok filozof ya “doğru eylem” ya da “istenç özgürlüğü” problemini başat problem olarak görecektir. Bununla birlikte, ilk kez Aristoteles’te gördüğümüz bu irdeleyici, sınıflandırıcı, temellendirici ve eleştirel tavır, kendisini etiğin kurucusu olarak görmemizin nedenidir. Gerçekten de onun bu konudaki kitabında, Nikhomakhos’a Etik’te geçen etik sözcüğü, o günden beri “ahlak felsefesi”nin karşılığı olarak kullanılagelmektedir.
Etik ve ahlak (moral) arasında yaptığımız bu ayrıma rağmen günlük dilde, hatta felsefede, her iki sözcüğün birbiri yerine kullanılageldiğini de sık sık görmekteyiz. Dedik ki, ahlak fiilen ve tarihsel olarak bireysel, grupsal, toplumsal düzeyde yaşanan bir şey, bir fenomen olmasına karşılık; etik, bu fenomeni ele alan, ahlak görüşlerini, öğretilerini irdeleyip sınıflandıran, aralarındaki benzerlik ve farklılıkları ortaya koyan, bunları karşılaştırıp eleştiren felsefe disiplininin adıdır. Tam bu nedenle, örneğin ileride “İçerikli Değer Etiği” başlığı altında Scheler’le birlikte kendisinden söz edeceğimiz Nicolai Hartmann, “Ahlaklar çokluğuna karşı etik tektir,” der.6 Öbür yandan, etimolojik bir irdeleme bize şunu da gösterir: Etik sözcüğü Grekçe “ethos”, moral sözcüğü ise Latince “mos” sözcüklerinden gelir. Ve “ethos” da, “mos” da töre, gelenek, görenek, alışkanlık, yerleşik hale gelmiş duygululuk hali, karakter, huy, mizaç vb. anlamlarına gelir. “Moral” karşılığı dilimizde kullandığımız “ahlak” sözcüğü de Arapça “hulk” kökünden gelmektedir ki, bu kök de yine töre, gelenek, görenek, alışkanlık, huy, karakter vb. anlamlarını taşır. Buna göre, “etik”, “moral” ve “ahlak” sözcükleri, nüanslar göz ardı edilirse, aynı anlama sahip sözcüklerdir ve onları etimolojilerine göre değil, felsefede kazanmış oldukları anlamlarını dikkate alarak birbirinden ayırıyoruz. Ve bu sözcükleri bundan sonra, felsefede kazanmış oldukları anlamları dikkate alarak kullanacağız. Burada hemen şunun belirtilmesi uygun olur: Etiğin görevi, herhangi bir ahlak geliştirmek, ahlaklar çokluğuna bir yenisini eklemek ve insanlara bu ahlaka uyulmasını öğütlemek değildir. Tam tersine, etik, “ahlak” denen fenomeni inceleme alanıdır. Başka bir deyişle etik, pratik bir etkinlik alanı olan ahlakı teorik bir inceleme konusu kılan felsefe disiplinidir. Fakat şimdiden belirtelim ve ileride üzerinde duracağımız gibi, etikçilerin, ahlak fenomenine ve çeşitli ahlak görüşlerine bakış ve değerlendiriş tarzlarına, kendileri farkında olsun veya olmasın, şu veya bu ölçülerde belli bir ahlakın, tikel bir ahlak görüşünün bakış ve değerlendiriş tarzı sızmış, sinmiş olabilir.
Böyle durumlarda etik ile ahlak arasındaki sınırların belirsizleştiği, bunların iç içe girdikleri görülür. Ve bu hiç de seyrek rastlanan bir durum değildir. Öyle ki, etik-ahlak ayrımı, her zaman belli ölçülerde bulanık bir ayrım olarak kalır.7
Etikte Temellendirme Tarzları
Felsefe tarihinde (daha geniş olarak, düşünce tarihinde) ahlak fenomenini temellendirme girişimlerinin, büyük çoğunluğu evrenselci bir tutum doğrultusunda olmak üzere, üç kaynağa dayanılarak gerçekleştirilmiş olduğunu görüyoruz. Başka bir ifadeyle, ahlak fenomeninin ilksel nedenlerini göstermede ve bunlara dayalı bir açıklamasını yapmada üç kaynağa başvurulmuştur: Evren (kozmos), insan ve Tanrı.
Kozmolojik Temellendirme
Sofistler, septikler, agnostikler vb. dışında Grek filozofları ve genellikle Grek halkı, evrendeki düzen ile insan yaşamındaki düzen arasında bir farklılık görmüyorlar, insan yaşamındaki düzeni evren düzeninin (kozmik düzenin) bir devamı sayıyorlardı. Onlar için evrende bir akıl, logos vardı ve logos’un hükmettiği bu evren, “akılsal düzene sahip evren” anlamına gelmek üzere, kozmos olarak adlandırılıyordu. Pek tabii ki, insanlar bir kez içinde yer aldıkları evrenin bir kozmos olduğuna inandılar mı, onlar için “iyi yaşam”, “ahlaksal yaşam”, kozmosla, kozmik düzenle uyum içindeki bir yaşam anlamına gelir. Evren ile insan arasındaki uyumu ve türdeşliği göstermek için Greklerin kullandıkları iki terim vardır: Evren insana göre makrokozmos; insan ise evrene göre mikrokozmostur. Bu demektir ki insan, kendi içinde büyük evrenin, makrokozmosun hem formlarını, hem öğelerini barındıran bir küçük evrendir. Tabii böyle bir anlayış altında ahlaksal yaşam da bir çeşit doğal yaşam sayılıyor veya doğal yaşamın bir uzantısı olarak görülüyordu. Başka bir ifadeyle, evren ile insan (özellikle ahlaksal yaşamı içindeki insan) arasında öz ve nitelik yönünden bir fark olduğu veya olabileceği fikri, Grek düşüncesine büyük ölçüde yabancı bir şeydi. Bu durumda, varlık düzeni ile ahlak düzeni, olgu ile değer, doğa yasası ile ahlak ilkesi vb. birbirlerinden öz ve nitelik bakımından ayrı şeyler olarak görülmek bir yana, tersine, birbirinden türetilebilir şeyler olarak görülüyorlardı. Evren düzeni aynı zamanda ahlak düzeni için de örnek ve model oluşturuyor; doğa yasası potansiyel bir ahlak yasası olarak düşünülüyordu. Örneğin stoacılar, ileride de göreceğimiz gibi, kendi ahlak öğretilerinin temel ilkesini “doğayla uyum içinde yaşamak” olarak belirlemişlerdi. Başka bir deyişle, onlar için “iyi yaşam”, “ahlaksal (ahlaklı) yaşam”, aklın yol göstericiliğinde gerçekleştirilmesi gereken bir çeşit doğal yaşamdır.
İşte, evren ile insanın ahlaksal yaşamı, olgu ile değer, varlık düzeni ile ahlak (ve bağlı olarak, toplum, hukuk, siyaset vb.) düzeni arasında öz ve nitelik bakımından bir ayrım yapmayan, tam tersine, ahlak fenomenini kozmolojik yönden temellendiren bu temellendirme tarzına kozmolojik temellendirme diyoruz.
Dinsel/Teolojik Temellendirme
Tanrı’yı evrenin yaratıcısı olarak kabul eden dinlerde, özellikle semavi dinlerde (Yahudilik, Hıristiyanlık, İslamiyet) ahlak fenomenini temellendirme tarzı, artık sadece kozmolojik bir temellendirme tarzı değildir. Burada “iyi”, en azından, artık kozmik düzenle uyumlu olmakla sınırlı değildir. “İyi”, Tanrı’nın kutsal iradesi, onun buyruklarıdır. Kozmik düzen de kendi irade ve buyruklarına göre onun kendisinin şekillendirdiği bir şeydir. “Doğru” veya “doğru eylem” de böylece bu iradeye, bu buyruklara uymak, itaat etmek olur. Tabii buna göre “kötü” de bu iradeye, bu buyruklara aykırılığı ifade eder. Ve bu iradeye, buyruklara aykırı eylemler de “yanlış”, “yanlış eylem” olarak adlandırılır. Örneğin, Hıristiyanlıkta Tanrı’nın, kendi iradesini ya buyruklarda (Eski Ahit’teki On Emir vb.) ya da kendini insan kılığında cisimleştirerek (bedenlenme, incarnation) ve yetkin bir kişilik halinde İsa (Christus) olarak ortaya koyarak (kişileşme, personification) açımladığına (relevation, Offenbarung) inanılır. Böylece insanın ahlaksal yaşamı Tanrı’nın irade ve buyruklarına göre yönlendirilmesi ve düzenlenmesi gereken bir yaşam olarak anlaşılır. İslamiyet (özellikle Ortodoks İslamiyet) bedenlenme ve kişileşmeyi kabul etmemekle birlikte ahlaksal yaşamın Tanrı’nın vahiy yoluyla peygamberlere ilettiği irade ve buyruklarını içeren kutsal kitaba (Kuran’a) göre düzenlenmesini talep eder. Başka bir deyişle, semavi dinlerde ahlaksal yaşam, Tanrı’nın irade ve buyruklarına göre yönlendirilen ve düzenlenen yaşamdır. Ve semavi dinler, başka (özellikle din dışı) bir ahlaksal yaşam şeklinin toplumsal meşruluğunu kabul etmez istemezler ve hatta bu çeşit bir ahlaksal yaşam şeklini, kendi akideleri doğrultusunda yasaklarlar.
İşte, ahlakı belli bir dinin akidelerine göre temellendirmek isteyen bu temellendirme şekline dinsel/teolojik temellendirme adı verilir. Yalnız, burada şu hususun altının çizilmesi gerekir: Dinsel/teolojik temellendirme tüm semavi dinler için geçerlidir. Fakat teolojik olup dinsel olmayan temellendirmeler de vardır. Örneğin 20. yüzyılın bazı varoluşçu filozoflarının dinsel akideleri benimsemeyen, fakat Tanrı’yı merkeze alan bir ahlak önerdiklerine tanık olunur (Blondel, Maritain). Bu türlü temellendirmeye yalnızca teolojik temellendirme demek uygun olur.
Antropolojik Temellendirme
Ahlaksal yaşamı evrenden (kozmos) ya da bir dinin akidelerinden veya sadece Tanrı’dan yola çıkarak temellendirmek istemek, düşünce tarihinde en sık rastlanan durumdur. Bununla birlikte, özellikle “özne merkezli” olarak nitelendirilen yeniçağ felsefesiyle birlikte, ahlaksal yaşamı insandan yola çıkarak temellendirme girişimlerinin, diğer temellendirme şekillerinin bir ölçüde önüne geçtiği bile söylenebilir.
Ahlaksal yaşamı insandan yola çıkarak temellendirme şekline antropolojik temellendirme adı verilir. Bu temellendirme şeklinde iki farklı yola rastlanır.
a. Doğalcı Antropolojik Temellendirme
Greklerin kozmosu; empirik yoldan, araştırma, inceleme yoluyla elde edilmiş bir kavram değil, tamamen rasyonel olarak tasarlanmış, “düşünülmüş”, bu anlamda kurgusal bir evrendi. Yeniçağa biçim veren temel düşünce ise, evrenin rasyonel bir düzene, logos’a sahip olduğu şeklindeki bu Grek inancını korumakla birlikte, evrendeki düzenin ve ondaki rasyonel yapının, olgulara ve nesnelere gidilerek ve araştırma, inceleme yoluyla ortaya konulması gerektiğidir. Bu, modern doğa bilimlerinin ortaya çıkışını ve gelişimini de gözümüzde açık kılar. Öyle ki yeniçağın kullandığı terim “kozmos” değil, “doğa”dır (natura). “Doğa”, bilimsel yöntemlerle araştırılıp yasaları ortaya konulan, deneyimlenebilir olan fizik dünyadır. Ve onun aynı zamanda bir “kozmos” olduğu, ancak deneyim yoluyla gösterilebildiği sürece kabul edilebilir. Aynı şey tabii ki insan için de geçerlidir. İnsanın bir “mikrokozmos” olup olmadığı ancak onun fiziksel, biyolojik, psikolojik bir inceleme ve araştırmanın konusu yapılmasından sonra ve bu inceleme ve araştırmanın sonuçlarına bakılarak söylenebilir. Bununla birlikte, yeniçağa özgü doğa bilimci anlayış, insanı ve insanın ahlaksal yaşamını, Grekler gibi, doğal bir yaşam, doğanın bir uzantısı olarak görmeyi sürdürmüştür. Dolayısıyla insanın ahlaksal yaşamı da ancak aynı insanın biyolojik, psikolojik, bu demektir ki doğal yapısı ve doğal belirlenimi göz önünde tutularak temellendirilebilir ve açıklanabilir. Bu durumda “iyi”, insanın doğal ve toplumsal gereksinimlerini en uygun şekilde gidermesinde ölçüt olan şeydir. Bir toplumsal varlık olarak insan, doğal ve toplumsal gereksinimlerini yine ve ancak toplum içinde karşılayabilir. Dolayısıyla “iyi”; insana, diğer insanlarla ilişkisi içinde “yarar” getiren şeydir. İleride “yararcı etik” (John Stuart Mill vb.) başlığı altında göreceğimiz gibi, ahlaksal yaşamın temellendirilmesinde insanın doğal yanını esas alan bu temellendirme şekline doğalcı antropolojik temellendirme adını veriyoruz.
b. Tinselci Antropolojik Temellendirme
İleride Kant’ın ödev etiğini ele alırken göreceğimiz gibi, insanın ahlaksal yaşamını temellendirmede insanın doğal yanından değil de onun tinsel yanından yola çıkan ve hatta doğalcı antropolojik temellendirmeleri reddeden temellendirme şekline tinselci antropolojik temellendirme adını veriyoruz. Kant, insanın doğal yanını esas alan tüm antropolojik temellendirme şekillerini şu gerekçeyle reddeder: Bu temellendirmelerde insanın doğal yanı esas alınmakla kalınmamış, insan doğal varlık olmaya indirgenmiştir. Oysa Kant’a göre, insan aynı zamanda bir tinsel varlıktır. Akıl varlığı olarak insan, doğal belirlenim altında olmasının yanı sıra kendi belirlenimini kendinden alan, yani kendi kendisini belirleyebilen bir güce sahiptir. Kendi kendisini belirleyebilen, akıl sahibi varlık olarak insan, iradesine başvurup sadece kendisine açık bu olanağı kullanarak, ahlaksal yaşamını kendi koyduğu bir yasaya, “ahlak yasası”na göre belirleyip düzenleyebilir. Ve o ancak bu sayede, yani kendi yasasını kendisi koyarak (otonomi) ve bu yasanın buyruğunu yerine getirmeyi ödev kabul ederek özgür olabilir ve özgür olma olanağı ancak insana açık bir olanaktır. Burada artık insan, ahlaksal yaşamı, doğa ortasında ve fakat doğal yanından az çok bağımsız bir dünya, özgürce kurduğu, kendisine ait bir dünya olarak kurmuş olur. Kant çıkışlı bu antropolojik temellendirme tarzına tinselci antropolojik temellendirme adını veriyoruz.8
Felsefi Etik-Dinsel/Teolojik Etik Ayrımı
Dinsel/teolojik etikte ahlaksal ölçütleri koyan, iradesine ve buyruklarına koşulsuz uyulmasını talep eden bir Tanrı, bir tanrısal otorite vardır. Bu ölçütler ve buyruklar, dogmalar halinde karşımıza çıkarlar. Bu demektir ki bunlar üzerine asla tartışılamaz. Bunlar, üzerinde düşünülmesi, irdelenmesi ve eleştirilmesi gereken değil, mutlak olarak inanılması gereken ölçütler ve itaat edilmesi zorunlu sayılan buyruklardır. Oysa felsefede, özellikle eleştirel felsefede, bizzat ölçütleri koyduğuna inanılan da dahil olmak üzere, bu dinsel/teolojik ölçütlerin ve buyrukların da ele alınıp irdelenmesi ve eleştirilmesi gerekliliği vardır. Çünkü felsefeyi felsefe kılan, onu diğer düşünüş şekillerinden ayıran en önemli yön, onun istisna tanımayan eleştirelliğidir. Bu da ahlak fenomenini, ahlaksal yaşamı dinsel/teolojik dogmalara başvurmadan ele almayı gerektirir. İşte, felsefi etik ile dinsel/teolojik etik arasındaki temel ayrım burada karşımıza çıkar. Gerçi felsefi etikte ele alınan sayısız konu ve sorun, aynı zamanda dinsel/teolojik etikte de ele alınır. Fakat yinelemek gerekir ki, dinsel/teolojik etik, temel hareket noktasını felsefi etik gibi gözlemci, irdeleyici ve eleştirel bir tavırda değil, tersine, tanrısal açımda, vahiyde ve tanrısal buyruklarda bulur. Ve en önemlisi, dinsel/teolojik etik, bu bakımdan bir etikten çok, bir ahlak öğretisine yakındır; hatta dinsel/teolojik etikleri birer ahlak öğretisi olarak kabul etmek daha uygun olabilir. Örneğin bir “Hıristiyan etiği”, bir “İslam etiği”nden söz edenler vardır. Yüzyılların birikimine sahip bu etikler, hemen tüm etik sorunlara da el atmışlardır. Fakat biraz önce belirttiğimiz gerekçelerle, bunlara “Hıristiyan ahlakı”, “İslam ahlakı” denmesi daha uygundur.
Tüm bu belirlemeler, bizim burada işlemeye çalışacağımız etiğin felsefi etik olacağı, dinsel/teolojik etiklerin de sadece ve ancak, tam da dinsel/teolojik olmaları bakımından, felsefi etik içinde eleştirel bir incelemenin konusu olabileceğini gösterir.
Etikte Temel Problemler
Felsefe tarihi içinden bakıldığında, antikçağdan bu yana geliştirilmiş olan tüm etik teorilerde başlıca üç ana problem etrafında dolanıp durulduğu görülür: 1. İyi veya en yüksek iyi problemi. 2. Doğru eylem problemi. 3. İrade (istenç) özgürlüğü problemi. Bu problemlerin şu üç temel soruya yanıt getirme girişimiyle ilgili oldukları belirtilir: 1. Neyi seçmeliyim? 2. Ne yapmalıyım? 3. Neyi istemeliyim?
Etik tarihi boyunca aslında birbirinden bağımsız olmayan, tam tersine birbirinden kopmaz olan bu üç problemden ve üç sorudan birine öncelik veren, fakat öncelik tanınan probleme ve soruya göre öbür iki problemi mutlaka çözmeye ve öbür iki soruya da mutlaka yanıt getirmeye çalışan çok çeşitli etik teorilerle karşılaşırız. Öyle ki, bu çok sayıda etik teoriyi tek tek ele almanın güçlüğü, bunları belli tipler altında toplama gereğini ortaya çıkarır. Bu tiplerin sayısı bile hiç de az değildir.
Şimdi, önce üç temel problemle ilgili çözüm denemelerindeki bazı ortak yönlere ve üç temel soruya verilen belli başlı yanıtlara değineceğiz. Daha sonra bu çözüm denemelerine ve yanıtlara göre birbirlerinden ayırt edilen etik tiplerine geçeceğiz.
En Yüksek İyi
Pek çok etikçi için bir “en yüksek iyi” (agathon, summum bonum) sayıltısına dayanmayan herhangi bir ahlaksal yaşam biçimi yoktur. Bu etikçilere göre, özellikle günümüzde eylemlerini ve yaşama biçimlerini “iyi”, “kötü” gibi değerlendirme ölçütlerine tâbi tutmadan düzenlemek isteyen, hatta bu gibi değerlendirme ölçütlerini “aşılmış”, “geride kalmış” sayarak aşağılayan insanların çoğalmasına rağmen, farkında olsunlar olmasınlar, bu insanlar da dahil olmak üzere, herkesin kendine göre benimsediği veya bir grup (parti, sendika, cemaat, devlet vb.) tarafından kendisine benimsettirilmiş bir “iyi”yi gerçekleştirmeye çabaladıkları açıktır. Örneğin, kişisel bakıldığında, sağlık, güvenlik, refah vb. gibi şeyler “iyi”dirler ve yine bunlar kişinin “mutluluğu” ile ilgilidirler. Eylemlerimizi şöyle bir sınadığımızda, onları, değerli bulduğumuz bazı şeyleri gerçekleştirmek veya değerli bulduğumuz bazı amaçlara ulaşmak için yaptığımızı saptarız. Buna göre, en değerli bulduğumuz şey “en yüksek iyi” olarak görünür bize. Böyle görüldüğünde, bazı çağdaş etikçilere göre, insan yaşamının anlam ve değeri, bazıları farkında olmasalar da, herhangi bir “en yüksek iyi”yi gerçekleştirme veya ona ulaşma çabasında belirir. Gerçekten de etik tarihine bakıldığında (özellikle etik ile ahlak arasında bulanık bile olsa belirgin bir ayrımın yapılmadığı başlangıç dönemlerinde) böyle bir “en yüksek iyi” konumlamaya çalışmak, çok sık rastlanan bir durumdur. Örneğin, bu “en yüksek iyi”, ulaşılmak veya gerçekleştirilmek istenen bir şey olarak, çeşitli ahlak öğretileri tarafından, doğaya uygun yaşama (stoacılar), acıdan kaçıp olabildiğince haz duymak (haz; Aristippos, Kirene Okulu), yarar (sofistler, Mill vb.) olarak tanımlanır.
Pek tabii ki bu ahlak öğretileri kendi “en yüksek iyi”lerinin biricikliğinden, öbür öğretilerin “en yüksek iyi”lerinin hiç de öyle olmadığından şüphe duymazlar. Zaten ahlak öğretilerinin bu çok sayıdaki “en yüksek iyi”lerini birbirleriyle bağdaştırmak da pek olanaklı değildir. Tabii ki böyle bir saptamayı bir ahlakçı değil, bir ahlak öğretisi geliştirme peşinde olmayan, tersine, bizzat bu öğretiler çokluğunu irdeleme ve eleştiri konusu kılan bir etikçi yapabilir. Etikçi ahlakçıdan, yani ahlak öğretisi geliştiren filozoftan ayrı olarak şunu da saptamaları arasına katar: Ahlak öğretileri geliştirmiş olan tüm filozoflarda ortak olan şey, onların bir “en yüksek iyi” sayıltısına sahip olmaları, bu “en yüksek iyi”yi gerçekleştirmek veya ona ulaşmak gerektiğine inanmış bulunmalarıdır. Öyle ki bu “en yüksek iyi”, bir olması gereken olarak tasarlanır (olan-olması gereken ayrımını Dördüncü Bölüm’de genişliğine ele alacağız).
“En yüksek iyi”nin, öbür yandan, “Neyi istemeliyim?” sorusuna yanıt olduğu da görülebilir. Ne var ki, “Neyi istemeliyim?” sorusuna verilen yanıt hep “‘En yüksek iyi’yi istemelisin” olsa da bu “en yüksek iyi”nin tanımı konusunda bir birlik olmadığı, tam tersine, bu konuda birbiriyle bağdaşmaz bir tanımlar çokluğuyla karşılaşıldığı, etik tiplerini ele aldığımız sayfalarda daha yakından görülebilecektir.
Doğru Eylem
“Ne yapmalıyım?” sorusuna verilen yanıt hep “Doğru olanı yapmalısın!” olmuştur. “Doğru olanı yapmak”, aynı zamanda doğru eylemde bulunmaktır. Doğru eylemde bulunmak için bir insanın sahip olması gereken niteliklere ise erdem adı verilir. Ne var ki, doğru eylemin tek bir tanımı olmamış, bu konuda farklı görüşlerin ortaya koydukları farklı tanımlarla karşılaşılmış, ortalığı bir tanımlar çokluğu kaplamıştır. Buna bağlı olarak çok çeşitli erdem tanımlarına rastlanacağı da açıktır. Örneğin, bir görüşe göre, eylemlerimizi değerler yönlendirir ve doğru eylemde bulunmamızı sağlayan şey, eylemlerimizi yönlendiren bu değerler hakkındaki “sezgisel bilinç”tir. İleride “İçerikli Değer Etiği” başlığı altında ele alacağımız bu görüşe göre, maddi değerlerden ahlaksal/tinsel ve mutlak değerlere kadar uzanan bir değerler hiyerarşisi vardır ve özellikle ahlaksal/tinsel ve mutlak değerler, a priori ve ideal özlü şeylerdir ve onların bilinmeye ve gerçekleştirilmeye gereksinimleri vardır. Bu olanaklıdır; çünkü bizde bir a priori değer bilinci mevcuttur. Buna karşıt bir görüşe göreyse, böyle bir a priori ve ideal değerler evrenine inanmak, kötüleyici (pejoratif) anlamda bir idealizmdir. Değerler, hiçbir idealiteleri olmayan, olsa olsa insanın doğal eğilim ve gereksinimleri kadar ahlaksal/tinsel eğilim, dünya görüşü ve inançları doğrultusunda yine insan tarafından geliştirilip benimsenmiş, bu nitelikleriyle insan eylemlerini yönlendiren, bu eylemler için birer direktif olabilen şeylerdir. Öbür yandan Kant ve onu izleyenler, doğru eylemin, insanın kendi akıl ve iradesiyle kendisine koyduğu ilkelerin (otonomi) gerçekleştirilmesine yönelik eylem olduğunu belirtirler. Buna göre doğru eylemde bulunabilme yetisi ve becerisi olarak erdem de otonomi sahibi olmak anlamına gelir. Onlara göre ahlaklılık zaten ancak bu türlü ilkeler ve onların gerçekleştirilmesi sürecinde ortaya çıkabilir.
Başka bir deyişle, ahlaklılığın kökeni insan aklındadır ve eylemi doğru eylem kılan tek şey, otonomidir. Doğal gereksinimlerin veya toplu halde yaşamanın gerekleri arasında birçoğunun yerine getirilmesinde bir otonomi söz konusu olamayacağından, eylemlerimizin büyük bir bölümü, Kantçı etik açısından “ahlaksal” sayılamaz. Ahlaksal (ve aynı anlama gelmek üzere doğru) eylemler, eylemler çokluğu ve çeşitliliği içinde ancak küçük bir bölümü oluştururlar. Bir üçüncü görüşe göreyse, doğru eylem, insanın doğal ve toplumsal gereksinimlerini gidermeye yönelik, bu anlamda yarar getiren eylemdir ve doğru eylemin ölçütü yarardır vb.
Doğru eylem probleminin beraberinde getirdiği iki problem daha vardır: Erdem problemi ve vicdan problemi.
Erdemi yukarıda doğru eylemde bulunmak için gerekli nitelik, yetenek ve beceri olarak tanımlamıştık. Bu tanımı biraz daha genişletmek istersek, erdemin, bir ereğin gerçekleştirilmesinde kişinin belirli tarzlarda eylemlerde bulunabilme kapasitesi ve yeterliliği olduğu da söylenebilir. Geniş tanımıyla erdem, sadece ahlaksal eylemlerle sınırlı bir anlam içeriğine sahip değildir. Örneğin bir güreşçi için erdem, öncelikle güçlü, kuvvetli ve çevik olmaktır. Bu türlü erdemler ahlaksal erdem sayılmaz. Bunlara meziyet denmesi daha uygundur. Ahlaksal erdemler, bir “iyi”nin gerçekleştirilmesi için kişinin sahip olması gereken yetenek, beceri, kapasite ve yeterlilikler olarak sınırlandırılır ki, bunlara erdem yanında fazilet de denir. Örneğin Platon mutlu olmak için gerekli dört erdem (fazilet) sayar: Kendine hâkim olma, cesaret, bilgelik ve adalet. Güreşçinin rakibini yenmesi için bilge olması gerekmez; fakat mutlu olması için bilgelik erdemine, yani bir ahlaksal erdeme sahip olması gerekir. Erdemlerin, etik tiplerine göre değişiklik gösterdiklerine de değinmiştik. Örneğin kendine aklını kullanarak hâkim olma, stoacı mutluluk öğretisinin temel erdemiyken; yeniçağın kapitalizmle eşzamanlı olan yararcı/pragmatist öğretilerinde temel erdemler, muktesitlik (yatırım amacıyla para biriktirme), girişimcilik vb. olur. Ayrıca Aristoteles’ten beri ahlaksal erdemlerin yanında ve hatta onların üstünde, bir de entelektüel erdemlerden söz edilir. Bunlar ahlaksal bilgelik, phronesis yanında, teorik bilgelik olarak hakikate, sophia’ya. ulaşmak için gerekli olan erdemlerdir.
Vicdanın ne olduğu sorusu da doğru eylemin ne olduğu sorusuna bağlı olarak çeşitli şekillerde yanıtlanır. Eylemlerimizi yönlendiren değerlerin sezgisel bilgisine sahip olduğumuzu iddia eden içerikli değer etiği savunucularına göre vicdan, bu değerler hakkındaki a priori bilincimizin bizzat kendisidir. İleride ele alacağımız Kant’ın ödev etiğinde ise, vicdan kendi kendimize koyduğumuz ahlak ilkeleri (ahlak yasaları) ile eylemlerimiz arasındaki tutarlılığı akılcı ölçütlere göre denetleyen, bir tutarsızlık halinde bu tutarsızlığı bize bir çeşit acı olarak yaşatan bir üst-duygudur. Bir başka deyişle vicdan, ilkeler ile eylemler arasındaki tutarlılık veya tutarsızlığın yargılanma yeridir; o, içimizdeki yargıçtır. Yararcı görüş, doğru eylemi doğal ve toplumsal gereksinimlerin giderilmesine hizmet eden eylem olarak tanımladığı için yararcılara göre vicdan, doğuştan getirdiğimiz bir yeti olmadığı gibi, a priori değer bilinci de olamaz; tam tersine, o sadece eğitimle ve sosyal deneyimle insan bilincinde sonradan yer edinmiş bir şey, deneyimle kazanılmış bir çeşit duygudur. Dinsel/teolojik etiklerde, özellikle semavi dinlerde ise, vicdan Tanrı’nın içimizdeki sesi, eylemlerimizi Tanrı buyruklarına göre yargılayan sestir.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.