Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Evrensellik Mitosu»

Yazı tipi:
Felsefe

Notos Kitap 137


Kuram 025

Felsefe 20


©Doğan Özlem, Evrensellik Mitosu, 2015

©Notos Kitap Yayınevi, 2015


Birinci Basım

Aralık 2015

Sertifika 16343


Editör

Kaan Özkan


Kapak Resmi


Leonardo da Vinci, Deluge, 1517

Notos Kitap Yayınevi

İnönü Caddesi, Dümen Sokak, 7/7

Gümüşsuyu, Beyoğlu 34427 İstanbul


0212 243 49 07


www.notoskitap.com

facebook.com/NotosKitap

twitter.com/NotosKitap

Bu dijital eser Libronet e-kitap atölyesinde üretilmiştir.



Doğan Özlem

1944’te İzmir’de doğdu. İzmir Atatürk Lisesi’nde başladığı lise öğrenimini tamamlayamadan kunduracı kalfası ve tezgâhtar olarak çalışmak zorunda kaldı. 1965’te Sivas’a er olarak askere gitti. Liseyi askerliği sırasında dışarıdan sınavlara girerek bitirdi. Yine askerliği sırasında üniversite giriş sınavını kazandı. 1967’deki terhisinden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde yükseköğrenimine başladı ve bu bölümden 1971’de mezun oldu. 1971–1974 arasında Almanya’da bulundu ve çeşitli işlerde çalıştı. Mezun olduğu bölümde 1974’te başlayıp daha sonra Max Weber’de Bilim ve Sosyoloji (1990) adıyla yayımlanan doktora tezini 1979’da tamamladı. Yükseköğrenimi ve doktora çalışması sırasında (1967–1979) Almanya’da ve Türkiye’de işçi, büro memuru, sendikacı, muhasebeci ve yönetici olarak çalıştı. 1980’de, otuz altı yaşındayken, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde asistan olarak göreve başladı. 1988’de doçent, 1993’te profesör oldu. 2001’de kendi isteğiyle emekliye ayrıldıktan sonra, aynı yıl içinde, Muğla Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde yeniden akademik hayata döndü ve uzun süre bölüm başkanlığı yaptı. 2003’te adına armağan kitap yayımlandı. 2004’te TÜBA – Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü’nü aldı.



Notos Kitap’tan çıkmış kitapları


Bilim Felsefesi


Hermeneutik ve Şiir


Mantık


Tarih Felsefesi


Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi


Metinlerle Hermeneutik Dersleri I


Metinlerle Hermeneutik Dersleri II


Felsefe ve Doğabilimleri


Söyleşiler – Yaşamı ve Felsefeyi Anlama Serüveni


Etik – Ahlak Felsefesi


Persona


Kant Üstüne Yazılar


Türkçede Felsefe


Çeviri Kitapları


Wilhelm Dilthey, Hermeneutik ve Tin Bilimleri

ÖNSÖZ

“Evrensel” ve “evrensellik” terimleri özellikle son yüz elli yıldır, felsefede, bilimde, sanatta olduğu kadar günlük dilde de en yaygın ve en sık kullanılan terimler arasında yer almıştır. Buna karşılık bu kitapta yer alan yazılar, özellikle insan, tarih, toplum söz konusu olduğunda bu terimlerin bu alanlarda kullanımının sakıncalarını, hatta yanlışlığını savunan, bunu hemen her yazıda bir leitmotif olarak yineleyen yazılardır. Başka bir deyişle, bu yazılarda insanı, tarihi ve toplumu konu edinen felsefe alanlarında ve bilimsel etkinliklerde “evrenselliğin” insanı, tarihi ve toplumu kavramakta geçersiz ve hatta yanlışlara sürükleyici, bu alanların bilgisine ulaşmayı engelleyen bir işlev yüklendiği gösterilmeye çalışılmaktadır.

Aslında evrensellik problemi felsefe tarihinin erken dönemlerinden beri bilinen çatışmalara, hizipleşmelere, hatta kutuplaşmalara yol açmış bir problemdir. Felsefenin görevinin genel kavramlara başvurarak evrensele ulaşmak olduğunu düşünen evrenselciler ile evrenselin yalnızca bir ad (nomina) olduğunu, herhangi bir gerçekliği karşılamadığını ileri süren adcılar (nominalistler) arasındaki “evrenseller tartışması” felsefe tarihinin tanıdığı en önemli tartışmalardan biri olmuştur. Bu kitaptaki yazıların ortak savlarından biri ve belki de en önemlisi, adcı gelenek doğrultusunda, “evrensel” ve “evrensellik” terimlerinin bir gerçekliği işaret etmedikleridir. Buna karşılık bu terimler, felsefenin tanımlanmasında bile, “felsefe evrenselin bilgisine ulaşmaya çalışır” örneğinde olduğu gibi, temel dayanak yapılacak ölçüde belirleyici olmuşlar, itibar görmüşlerdir.

Esasen evrensellik fikri, düşünen kafalar için düşünce tarihinin hemen her evresinde çok cazip bir fikir olmuştur. Öyle ki, düşünen kafaların büyük çoğunluğunun felsefe ve bilimde evrensele ulaşma çabası kadar ahlakta, hukukta ve siyasette evrenseli toplum yaşamına sokma, evrensel kurallara göre düzenlenmiş bir toplumsal yaşam oluşturma girişiminden vazgeçmedikleri görülür. Bu girişim, ilk bakışta çok saygıdeğer bir girişim izlenimi yaratabilir. Ne var ki, bilgi alanında evrenseli arama serüveni kadar toplumsal yaşama, hukuka ve siyasete de evrenseli sokma çabaları, insanlık tarihi içinden bakıldığında doğruyu, herkes için istisnasız geçerli olanı bulma aşkına ve tüm insanlığın yararı düşünülerek sürdürülmüş olsalar ve bu yüzden saygıdeğer bulunsalar bile, beklenenin tersine, düşünce ve eylemde farklılaşmanın, hizipleşmenin, gruplaşmanın, kamplaşmanın ve çatışmanın en etkili güdümleyicileri olmuşlardır. Tuhaf olan şudur ki, tüm insanları ve toplumları aralarındaki farklılıkları aşarak bir evrensel toplum düzeni içinde birleştirme yolundaki evrenselci çabalar, beklenenin tam tersine, “evrensel”den anlaşılanın farklılığı (çoğu zaman da karşıtlığı) sebebiyle, farklılaşma, hizipleşme, gruplaşma, kamplaşma yaratmışlardır. Bunun gibi, siyasette herkesin üzerinde uzlaştığı bir evrensel ilke, kural olmadığından, evrensellik daima kimilerinin görüş, eğilim ve inançları doğrultusunda savunulan, savunulmakla da kalmayıp kendisine içtenlikle inananların yine içtenlikle dayattıkları bir şey olmaktan kurtulamamıştır. Daha da önemlisi bu dayatma başka bazılarının görüş, eğilim ve inançları doğrultusunda aynı konuda başka evrenselliklerin dayatılmasına yol açmıştır ki, bu karşılıklı dayatmalar bilgide, ahlakta ve siyasette anlaşmazlık ve çatışmanın bu nedenle kaynağı olmuşlardır. Öbür yandan bu evrenselci dayatmacılık, kendi evrensellerine içtenlikle inananları, bu dayatma sırasında totaliter ve globalist bir tavır içine ister istemez sokmuştur. Tam da bu yüzden, evrenselcilik, insanlık tarihinde birliğin ve uyumun değil, ayrılığın ve çatışmanın başlıca sebebi olmuştur. Evrensel olduklarını iddia eden İslamiyet ve Hıristiyanlık gibi dinler arasındaki bin beş yüz yıllık, liberalizm ve sosyalizm gibi ideolojiler arazındaki iki yüz yıllık çatışma, çeşitli evrenselcilikler arasındaki çatışmanın en bilinen örnekleridir. Onların her biri, tam da kendi evrensellerinin geçerliliğine duydukları inanç doğrultusunda totaliter, çatışmacı, globalist ve dışlamacı olmuşlardır.

18. yüzyılın ortalarından bu yana adcı (nominalist) cepheden evrenselciliğe yöneltilen eleştiriler, ortaçağ sonlarındaki eleştiriler kadar köktenci olmakla birlikte, özellikle yeniçağda bilim kavramının evrenselci yorumuna tepki doğrultusunda, daha çok bir bilim eleştirisi etkinliği çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Özellikle sosyal bilimlerin (tin bilimlerinin, kültür bilimlerinin, insan bilimlerinin) felsefi statüsü ve epistemolojik temelleri konusunda yoğunlaşan bu eleştiriler, bizzat “bilgi” ve “bilim” kavramlarının yeniden değerlendirilmesine zemin hazırlamışlardır.

İşte, bu kitaptaki yazılar, adcı/tekilci/tarihselci/hermeneutik bilgi/bilim anlayışı doğrultusunda evrenselci bilgi ve bilim anlayışının eleştirisine yönelmiş bazı yazılarımı içermektedir. Yazılar, felsefi/epistemolojik bir duruş yanında, konuyla ilgili hemen tüm yazılarımda olduğu üzere, siyasal bir duruşu da sergilemeye çalışmaktadır. Öyle ki, yazılarda, siyasal bir duruşu doğrudan içermeyen veya en azından arkasında bulundurmayan bir felsefi/epistemolojik duruşun, hele sosyal bilimler/insan bilimleri söz konusu olduğunda eksik ve güdük bir duruş olacağına her vesileyle vurgu yapılmaktadır.

Üsküdar
Kasım 2015

Bilim Nedir, Ne Değildir:
Bilime Tarihten Bakmak1

Giriş

Bursa’ya, Uludağ Üniversitesi’ne, son zamanlarda hemen her yıl, bazen aynı yıl içerisinde iki kez geliyorum. Bundan da oldukça memnunum. Burada meslektaşlarımla, dostlarımla ve siz öğrencilerle birlikte olmaktan memnuniyet duyuyorum. Bu sefer de aynı memnuniyeti duyduğumu belirtmek ve beni davet etme nezaketini gösteren Uludağ Üniversitesi Felsefe Kulübü üyesi öğrencilere ve ilgilerini esirgemeyen Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü ile Sosyoloji Bölümü’nün değerli öğretim elemanlarına teşekkür ederek sözlerime başlamak istiyorum.

2000 yılında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim elemanlarına verdiğim bir konferansta, “Bilim Nedir, Ne Değildir?” başlığına uygun bir sunumda bulunmuştum. O konferansımdaki çerçeveyi burada da muhafaza etmeye çalışacağım. Bununla birlikte, burada felsefeyle doğrudan ve daha yoğun olarak ilgilenenlere hitap ettiğimin bilincinde olarak, o çerçeveyi daha geniş tutmak istiyorum.

Konferansın başlığındaki soruya burada hermeneutik geleneği doğrultusunda ve dört bölüm içerisinde bir cevap getirmeye çalışacağım. Birinci bölümde, hermeneutik geleneğinde bu soruya verilmiş olan yanıtı daha yakından anlamayı sağlayacak olan iki kutuplaşma, özcülük-nominalizm, evrenselcilik-tekilcilik kutuplaşmaları üzerinde duracağım. İkinci bölümde, “Bilim Nedir?” sorusuna getirilmiş olan bazı yanıtları, hatırlatma amacıyla, kısaca irdelemeyi ve bunların bu kutuplaşmalar açısından değerini belirtmeyi deneyeceğim. Üçüncü bölümde, son dört yüz yılda bilimin ve biliminsanının başından geçenlerin bir küçük öyküsünü anlatmaya gayret edeceğim. Dördüncü bölümde, “Günümüzde bilimin felsefece, özellikle hermeneutik açısından görünümü nedir?” sorusuna bir yanıt oluşturabilecek bazı tespit ve değerlendirmelerimi sunacağım.

Bilim Nedir?

Günümüzde “matematik” bileşik adında (mathema+techne) yaşamaya devam eden Grekçe mathema ve mathesis terimleri, MÖ 6. yüzyıldan, Latince scientia terimi ise MS 13. yüzyıldan beri, kısmen eşanlamlı terimler olarak, “bilim” karşılığı kullanıla gelen terimlerdir. Bununla birlikte, 16. ve 17. yüzyıllardan günümüze, özellikle scientia teriminin yeni bir anlam içeriğiyle karşımıza çıktığını görüyoruz ki, o bu yeni görümüne uygun olarak artık, “modern bilim” olarak anılmaya başlıyor. Bu konferansın konusu, Batı kültürü ve düşüncesinde karşımıza çıkan yeni görümüyle, işte bu modern bilimdir.

Modern bilimin ne olduğu, onun nasıl ortaya çıktığı ve geliştiği gibi sorular, ancak yeniçağ Batı felsefesi ve yeniçağ Batı zihniyeti göz önünde tutularak yanıtlanabilir. Çünkü modern bilim bu felsefe ve zihniyetin bir ürünüdür. Bu nedenle, burada önce, modern bilim kavramını ortaya çıkaran zihniyet ve düşünce iklimi ve modern bilim kavramı ortaya bir kez çıktıktan sonra bu kavram ekseninde geliştirilmiş olan felsefi görüşleri ve son olarak felsefe içinde modern bilim hakkında ortaya konulmuş değerlendirme ve eleştirileri, sadece adlarını anmak ve birkaç cümleyle üzerinde durmakla sınırlı kalsa da, aktarmayı deneyeceğim. Ancak, bu aktarımı, son yıllardaki çalışmalarımda, başta bilim olmak üzere, hukuktan siyasete kadar işlediğim hemen her konuyu kendileri yönünden ele almaya çalıştığım iki kutuplaşma, özcülük-nominalizm ve evrenselcilik-tekilcilik kutuplaşmaları açısından yapacağım. Bana göre bilimin ne olduğuna, bu kutuplaşmalar göz önünde tutulduğunda, şimdiye kadar bu konuda verilmiş olan yanıtlardan çok daha anlamlı yanıtlar verilebilir.

Özcülük-nominalizm kutuplaşması, felsefe tarihinin tanıklık etmiş olduğu en eski kutuplaşmalardan birisidir. Önce özcülüğü analım. Felsefe tarihi bilgilerimizi şöyle bir yokladığımızda, özcülük, çok genel ve kaba bir tanımla, her şeyin tüm değişmelere rağmen değişmeyen bir yön olarak bir kendiliği (Selbstheit, entity) bulunduğu, o değişmeyen yönün sabit ve sürekli olduğu, bu sabit ve sürekli yönün, bizzat “öz” (essentia) adını aldığını savunan görüştür. İlgili olarak öz; nesnelerin, tüm değişmelere rağmen değişmeyen, zorunlu ve tanımlayıcı nitelik veya nitelikleri olmayı da ifade eder. Öz, özellik (species) ile değil, nitelik (quality) ile ilgilidir. Bu nedenle o, bir varlığın veya nesnenin herhangi bir özelliğini belirtmez; o, bir varlığın veya nesnenin bu özelliği bile mümkün ve anlaşılabilir kılan zorunlu yapısı anlamına gelir. Örneğin Aristoteles’te öz, bir nesnenin görünür gerçekliğinden, varoluşundan (existentia) önce ve ondan bağımsız olarak düşünülen doğası, zorunlu yapısıdır (essentia). Bu durumda bir nesnenin özü, algılanan varoluşundan bağımsızdır, varoluş değişse bile öz değişmez ve bu öz, belirli bir nesneler sınıfının geçirmiş olduğu tüm değişmelere rağmen, o sınıfın tüm bireyleri için geçerli tümel yön veya yönler olarak kalır. Özcülük, buna göre, tümelciliği/evrenselciliği bizatihi içermiş olur. Bir nesnenin özünden olduğu gibi, bir kavramın da özünden söz edilebilir. Özellikle “kavram realizmi” olarak bilinen bir özcülük çeşidine göre, kavramın özü, ilişkili olduğu, hakkında düşünüldüğü nesneden bağımsız olarak, sadece kavram olması bakımından değişmeyen bir yapısının, bir tümelliğinin ve bu anlamda bir gerçekliğinin bulunmasını ifade eder.

Şimdi, bu özcülük betimlemesine uygun olarak, özcülerin, bir genel kavram olarak “bilim” kavramının da bir özünün olacağını iddia edecekleri açıktır. Bu demektir ki, bilimin de bir özü vardır; yani bilim de değişmeyen, sabit kalan niteliklere, tüm bilimsel faaliyetler için geçerli tümel yön veya yönlere sahiptir.2 Böyle bir anlayışa “özcü bilim anlayışı” denebilir.

Felsefedeki geleneksel özcülüğe karşı, felsefe tarihinin yine pek erken dönemlerinden, sofistlerden, şüphecilerden bu yana nominalizm (adcılık, ismiyye) diye anılan bir ikinci anlayış da vardır. Nominalistlere göre, bir şeyin sabit ve aynı sınıftan diğer şeylerle ortak ve tümel olan yönü anlamında öz, bir kurgudur; onun bir gerçekliği yoktur. Genel kavramların, tümellerin bir varoluşu da olamaz. “Şeylerin özü”nden söz edilemez. Tanımlarımız, kavramlarımız bir şeyleri işaret etmekten çok, bizim şeylere verdiğimiz adlar, birer dilsel ürün olarak, terimler olmaktan öteye geçemezler. Bu durumda ne “şeylerin özü”nden ne de “şeylerin tümelliği”nden söz edilebilir. Nominalistlere göre her şey tekillik arz eder; başka bir ifadeyle, “şey” olmak, tekil olmaktır. Kavramların tümelliği ve esasen tümellik denen şey, tekil nesneleri gruplar, kümeler halinde kavramamızı kolaylaştırsın diye, mantığa başvurarak bizim icat ettiğimiz bir zihinsel üründür. Bu durumda öz ve onda bulunduğu varsayılan tümellik, evrensellik sadece ve sadece bir mantıksal tasarım, bir konstrüksiyondur, bir kurgudur. Tümelin/evrenselin bir gerçek (reel) karşılığı, ona denk düşen bir varlık veya varoluş yoktur. Nominalistlere karşı, “Peki ama, kurgusal kalsa da, bir konstrüksiyondan ibaret olsa da tümellik, bizim mantıksal/zihinsel düşünme faaliyetimizde içerilmiştir, o düşüncemize içkindir, onsuz yapılamaz” diye bir itiraz yapılabilir. Böyle bir itiraza nominalistlerin verdiği yanıt, zaten onlara “nominalist” denmesini anlaşılır kılan bir yanıttır: “Evet, tümel, evrensel diye bir şey vardır; ama o sadece ve sadece, düşünmemizde mantıksal düşünme tarzımızda içerilmiş bir şey, bir tasarım olarak vardır, onun bir gerçekliği yoktur; o sadece nesne gruplarına, kümelerine ad (nomina) olsun diye uydurulmuştur.”

Bu kısa betimlemeler, özcülük ile nominalizm arasındaki karşıtlığı, en önemli yönüyle göstermeye yöneliktir. Genel felsefe kitaplarında bulunan bu bilgileri bir konferansta uzunca bir şekilde aktarmak gereksiz bulunabilir. Ne var ki, genel felsefe kitaplarında üzerinde gereğince durulmayan bir yön vardır ve o da şudur: Bu iki anlayış, felsefe yapma tarzlarını bile belirlemiş olan anlayışlardır. Ne var ki genel felsefe kitaplarının çoğu özcü bir anlayışla yazıldıklarından, nominalizmi ve ona bağlı felsefe yapma tarzını önemsizleştirirler. Oysa felsefe tarihi boyunca ortaya konulmuş felsefe anlayışlarının büyük kısmını, özcü ve nominalist olmaları bakımından sınıflandırmak bile mümkündür. Bu iki karşıt anlayış sadece epistemolojide değil, ontolojide, ahlakta, hukukta, sanat felsefesinde, kısacası felsefenin hemen her alanında birbiriyle sürekli tartışan anlayışlar olarak karşımıza çıkıyorlar. Yine felsefe tarihinden bildiğimize göre, bu iki anlayıştan özcü/evrenselci anlayış, nominalist/tekilci anlayışa karşı bariz bir üstünlük sağlamıştır. Öyle ki hatta, özcülük ve evrenselcilik, hatta felsefenin tanımlanmasında bile belirleyici olabilmişlerdir. Özellikle Grek felsefesinden kaynaklanan bu özcü/evrenselci anlayışın, Batı felsefesinin kaderini büyük ölçüde tayin ettiğini, Batı felsefesinin esasen özcü/evrenselci bir doğrultuda geliştiğini görüyoruz. Buna göre, “felsefe”nin en yaygın tanımlarından biri olarak karşımıza, “tümele, evrensele kavramsal bir irdelemeyle ulaşmak” tanımının çıktığını belirliyoruz. Bu özcü/evrenselci anlayışın en büyük temsilcileri, felsefe tarihinin de en büyük isimleri arasındadırlar; Platon, Aristoteles gibi. Bu filozoflar, bugün “evrenselci/tümelci tip felsefe” dediğimiz bir felsefe tipinin en büyük geliştiricileridir. Bugün “evrenselci/tümelci tip felsefe” terimini kullanabiliyorsak, bunu, bir başka tip felsefenin mevcudiyetinin en nihayet son yüz yıldır tanınmasına, hakkının teslim edilmesine borçluyuz. Nominalistler/tekilciler evrenselci/tümelci tip felsefenin ezici yaygınlığı altında felsefe tarihinde fazla bir varlık gösterememişlerse de, seslerini kısıp bir kenarda da oturmamışlardır. Hatta son yüz yıldır, “nominalist/tekilci tip felsefe” adını verebileceğimiz bir felsefe tarzının, felsefenin hemen tüm konu ve sorunları karşısında, ilkçağın sofistlerinden, septiklerinden sonra yeniden canlandığını ve etkili olmaya başladığını görüyoruz.

Andığım karşıtlıklar ve bu karşıtlıklar doğrultusunda oluşmuş olan iki felsefe tarzının temel iddiaları, “bilim”i anlama ve değerlendirme bakımından bana çok aydınlatıcı geliyor. Bana göre, 16. yüzyıldan bu yana “modern bilim” adıyla karşımıza çıkan fenomen, aslında yeniçağ felsefesinin kendine özgü özcülüğünün/evrenselciliğinin en önemli uzantısı olarak görülebilir. Bu özcülük/evrenselcilik, modern bilimin tanımında ve niteliklerinin sıralanmasında kendini zaten açıkça ortaya koymaktadır.

Özcü/Evrenselci Bilim

Özcü/evrenselci açıdan “bilim”i, “modern bilim”i (Aristoteles’ten beri söylendiği üzere, her tanımın eksik tanım olacağını, şeylerin mükemmel tanımlarının olamayacağını bilerek) şöyle tanımlamak mümkün: Bilim, olgu ve olaylardan empirik yöntemlere başvurarak yasalara, hipotezlere, teorilere ulaşmaya, denetlenebilir bilgi üretmeye çalışan, açıklamacı bir bilgi faaliyetidir. Modern bilimin epistemolojik temellerini atanların en önemlilerinden birisi olan Francis Bacon, bilimin olgu ve olaylardan yasalara, genellemelere geçmeyi sağlayan tümevarımsal yönüne daha çok vurgu yapıyor, hipotez ve teori geliştirme yönünü ikincil sayıyordu. Onun deneyimci/tümevarımcı bilim anlayışı, 19. yüzyılın sonlarına kadar etkili olmuş, o andan sonra felsefe içi tartışmalarda bilimdeki kuramsal/tümdengelimci yönün önem ve değeri üzerinde daha çok durulmaya başlanmıştır. Bugün bilimde hangi yönün daha ağır bastığı hakkında tartışmalar devam etse de onun iki temel yönü olduğu üzerinde artık tartışılmıyor. Bu iki yönün bir aradalığını gözeterek bir bilim tanımı şöyle yapılabilir: Bilim, olgulardan empirik yoldan (gözlem, deney, sayım, ölçme vb.) deneysel yasalara (tümevarımsal yasalara) ulaşmaya ve daha sonra açıklama gücü deneysel yasalara göre çok daha fazla olmakla birlikte, deneysel/tümevarımsal değil, kuramsal/tümdengelimsel yoldan buluşçu düşünme faaliyetiyle geliştirilmiş hipotez ve teoriler geliştirmeye ve böylece konusu (doğa ve toplum/tarih) hakkında tümel/evrensel bir açıklama getirmeye çalışan bir bilgi faaliyetidir.3

Bu tanımda bilimin ve bilimsel bilginin niteliklerinin neler olduğu da içkin olarak belirtilmiştir:

a. Bilimi ve bilimsel bilgiyi mümkün kılan şey, öncelikle rasyonel/mantıksal düşünmedir. Akla aykırı (irrasyonel) ve mantık dışı (alojik) bir düşünmeyle bilim yapılamaz. Bu nitelik belki de kendiliğinden anlaşılır bir nitelik sayılacak ve ayrıca belirtilmesinin gerekli olmadığı düşünülebilecektir. Ne var ki, biraz sonra özcü/evrenselci bilim anlayışına yöneltilen eleştirileri andığımda, bilime içkin sayılan bu rasyonel/mantıksal düşünme yönünün de tartışmalı olduğu görülebilecektir.

b. Bilim, rasyonel/mantıksal düşünme kalıpları altında, olguların empirik yoldan araştırılması ve açıklanması faaliyetidir.

Yukarıda sayılan yönlere, bilimi bilim kılan epistemolojik koşullar denebilir. Bunların yanı sıra, bilimi bilim kılan, bilimi bilim olmayandan ayırmayı sağlayan bazı ahlaksal ve toplumsal ölçütler de sıralanmıştır. Bunların en önemlileri şunlardır:

a. Bilim yapmak için değer yargılarından arınmış olmak gerekir. Ahlaksal, siyasal, estetik değer yargılarınızı bilimsel faaliyete taşırsanız, bilim yapmış olmazsınız, denmiştir.

b. İnsani eğilimlerinizi, isteklerinizi ve arzularınızı da bilimsel faaliyete bulaştırmamalısınız.

c. Kişisel veya grupsal çıkarlarınızı gözeterek bilim yapamazsınız.

Böylece, bilimi bilim kılan, ikisi epistemolojik, üçü ahlaksal/toplumsal nitelikte olmak üzere beş koşul ve ölçüt saymış oldum. Artık, “Bilimi bilim olmayandan ne ayırır?” sorusuna şu şekilde yanıt verilebilir:

a. Epistemolojik değeri yönünden bilimsel bilgi, empirik yoldan elde edilebilir ve yine empirik yoldan denetlenebilir olan bilgidir. Başka bir ifadeyle, bilimsel bilgi, olgu ve olaylarla her an karşılaştırılabilir, olgu ve olaylara uygunluğu ve uygunsuzluğu bu karşılaştırmayla her an sınanabilir olan bilgidir. Buna karşılık bilimsel olmayan bir iddia, “bilgi” olarak sunulmuş olsa da, olgu ve olgularla karşılaştırılamazlığı nedeniyle, doğruluğu veya yanlışlığı gösterilemeyen bir ifade olarak kalır.

b. Bilimsel bilgi, rasyonel/mantıksal düşünme koşullarına ve ölçütlerine uygun ve yöntemli olarak elde edilmiş bilgidir. Buna karşılık bilimsel olmayan bir iddia, rasyonel/mantıksal düşünme koşullarına ve ölçütlerine uygun olsa da yöntemli olarak elde edilmiş bir bilgi olma özelliği taşımaz.

c. Bilimsel bilgi evrensel bilgidir ve olgular söz konusu olduğunda aynı zamanda yasa bilgisidir. Bilim, yasaların bir bilgisini bize verebildiği ölçüde bilim adına layıktır.

d. Bilimsel olmayan bir iddia, evrenselleşemeyen bir kanaat olmaktan öteye geçemez. Oysa bilgi, hele bilimsel bilgi, kanaat değildir, o denetlenebilir, kanıtlanabilir. Ve o zaten böyle olduğu için “bilgi”dir.

1.Yeniçağ felsefesinde ve özellikle 18. yüzyıldan itibaren yeniçağın empirist eğilimli epistemolojisinde “öz” kavramının fenomenal olana değil, numenal olana gönderme yapan, metafizik anlamlar yüklü bir kavram olduğu ileri sürülmüş ve kavram hatta, özellikle pozitivist epistemolojide, felsefeden ve bilimden elenmek istenmiştir. Bununla birlikte, örneğin Locke’tan Husserl’e kadar, numenal olmasa da fenomenal dünya için “birinci nitelikler” (Locke) ve “eidos” (Husserl) kavramlarına başvurularak “öz”den veya “özler”den söz edildiğine de tanık olunur. Bu yazının konusu olan “bilim” de numenal “öz”ü reddetmekle birlikte, açık veya örtük, fenomenal özlerin peşinde olmuştur. Buna “bilimsel özcülük” adı verilebilir ve bizzat bilimin de bu anlamda bir “öz”ünden söz edilebilir.
2.Sosyal Bilimlerin (tin bilimleri, kültür bilimleri, insan bilimleri) yapı ve yöntem bakımından doğabilimlerinden farklılığını (ben de dahil) savunanların görüşlerine ileride değineceğim.
3.“Ortak insan doğası’’ndan söz edenler, sosyal ve tarihsel durum ne olursa olsun, kültürel ve tarihsel koşul ve koşullanmalar ne kadar değişirse değişsin; özellikle doğa nesnelerini algılayış ve biliş biçimimizde bu koşul ve koşullanmaların etkili olamayacağını, burada bir göreliliğin söz konusu edilemeyeceğini ileri sürerler. Ne var ki, yeniçağ filozoflarının bir çoğunun ağızlarından düşürmedikleri bu şeyden, yani bir “ortak insan doğası”ndan söz etmek problematiktir. Bu konuya değişik yazılarımda yeri geldikçe sürekli değiniyorum. Son zamanlarda yapılan bir araştırmanın sonucunu, burada bu konuda bir küçük örnek olarak veriyorum (Bilim ve Teknik, Haziran 1999, sayı 389, s. 45): Araştırma, Eskimoların “beyaz” algısı ile Ekvator kuşağında yaşayanların “beyaz” algısının oldukça farklı olduğunu göstermiştir. İklim ve coğrafya, algılarımızı önemli ölçülerde farklılaştırabiliyor. En azından, tüm insanlar için ortak bir algılamadan ve dolayısıyla öz halinde ve evrensel bir insan doğasından söz edilemez. Tarih ve toplum dünyasında durum çok daha belirgindir. Daha Pascal, yaklaşık üç yüz elli yıl önce, “Pirenelerin bu tarafından doğru olan, öbür tarafından yanlıştır” derken, yalnızca değişik toplumlarda farklı, hatta karşıt ahlak anlayışlarının, inançların, değer yargılarının mevcudiyetine değinmiş olmuyor, daha esaslı olarak, kültürel koşullanmaların farklı algılamalara yol açtığını anlatmak istiyordu.