Kitabı oku: «Afrika masalları»
Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Norveç Masalları, Kore Masalları, Çingene Masalları, Eskimo Masalları ve Kelt Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada Afrika Masalları var.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.
Setuli ya da Kuşların Kralı
Bir Swazi Masalı
Çok uzun yıllar önce Setuli adında yoksul bir adam yaşardı. Zavallıcık hem sağır hem de dilsizdi. Doğuştan beri tek kelime edebilmiş değildi, yalnızca işaretleri anlıyordu. Üstelik, bütün erkek ve kız kardeşleri de ondan nefret ediyordu.
Güçlü bir kabile şefinin oğlu olmasına karşın kimse yüzüne bakmıyordu. Bu yüzden evlenip kendi yuvasını kurmayı hayal bile edemiyordu. Tek bir dostu vardı. Ağabeylerinden biriydi bu. Setuli’ye yemek verip kendi evinde barındırır, ona daima iyi davranırdı. Bu ağabey epey yaşlıydı, ayrıca büyük bir büyücü olarak tanınmaktaydı. Her bir otun şifasını ve kuşlarla hayvanların muhteşem güçlerini bilirdi. Sihirli bitki aramaya çıktığında Setuli’yi de daima yanına alırdı çünkü kardeşinin ülkedeki herkesten daha keskin gözleri ve daha hünerli parmakları vardı.
Bir bahar günü, ilk yağmurlarla ıslanan kuru toprakta yeşil filizler çıkarken, iki birader her zamanki gibi bitki toplamaya gitti. Dağların arasına doğru ilerlediler, ta ki yeni yaprak açan ağaçlarla dolu dar bir vadiye ulaşana dek. Koca kayalar arasından berrak bir çay akıyor, eğreltiotlarının ilk yaprakları henüz açılıyordu. Korunaklı köşelerdeki büyük kızıl papatyalar minik birer güneş gibi parlıyordu. Yaşlı büyücü ve Setuli hemen işe koyuldu çünkü burada nadir yetişen pek çok bitkiye rastlamışlardı. Bir saatten fazladır çalışmaktaydılar. Bu sırada kıvrımlı uzunca kuyrukları olan, güzel ve siyah renkli bir kuş sürüsü gökyüzünde zikzak çizerek yaklaştı yanlarına. Kuşlar dalların üzerinde bir aşağı bir yukarı sallanıp uzun kuyruklarını dengeleyerek alçak çalılıkların üzerine yerleşmişti.
İki birader başlarını kaldırıp yukarı baktılar. Yaşlı büyücü ciddi bir ses tonuyla kuşlara seslendi: “Sakobulalar1, eskiden olduğu gibi uykuya yatıp kalkarız.”
İşte kuşlar bu sihirli selamı bekliyordu. Bu sözlerin ne anlama geldiğini söyleyemem size ama bunu işiten sakobulalar mutlu bir şekilde uçup gitti. İki birader toprağı kazmaya devam etti. Çay boyunca ilerliyorlardı. Sonra birden küçük rooibekkielerden2 oluşan kalabalık bir sürü belirdi. Kahverengi, ufacık kuşlardı bunlar. Göğüsleri pembe, gagaları ise parlak kırmızıydı. Neşeyle ötüp kanat çırpıyorlardı.
İhtiyar büyücü bir kez daha başını kaldırıp “Mantsiane3, eskiden olduğu gibi uykuya yatıp kalıyoruz,” dedi. Bu sözleri işiten rooibekkieler mutlu mesut kanat çırpıp uzaklaştı. Ardından iki birader yeniden toprağı kazmaya koyuldu. Uzun bir süre çalıştılar. Sonra birden tepeden tırnağa sapsarı tüylerle kaplı çok güzel kuşlar uçuştu üstlerine doğru. Boyunları kadifemsi siyah halkalarla kaplıydı, kanatlarında da siyah tüyler vardı.
“Peşimizden gelin! Peşimizden gelin!” diye seslendiler iki biradere.
“Bunlar sarı asma kuşu,” dedi yaşlı büyücü. “Belli ki büyük bir macera bizi bekliyor.”
Ardından, otları bırakıp kuşları takip etmesi için kardeşine işaret etti.
Üç gün üç gece altın kuşları izleyerek dağları aştılar. Dördüncü günün sabahında kuşlar onları dik bir dağ yamacından aşağı indirerek derin ve yeşil bir vadiye getirdi. Vadinin ortasında geniş bir ırmak akıyordu. Kuşlar büyük ağaçların gölgesi altındaki derin ve berrak gölete varana dek ırmak boyunca ilerlediler. Su, pek serin ve durgundu. Ayrıca göletin etrafı uzun kamışlar ve kocaman beyaz zambaklarla kaplıydı. Suyun üstünde de beyaz ve mor renkli nilüferler vardı.
Altın kuşlar büyücüye dönüp şöyle dedi: “Kardeşini buraya getir. Başına ne gelirse gelsin, asla korkmamasını söyle. Kamışlar ve zambakların arasındaki göletin kenarında beklesin.”
Ağabeyi hemen Setuli’yi kolundan tutup getirdi ve yapması gerekenleri anlattı. Sonra kardeşini yalnız bırakıp oradan ayrıldı. Bu yeni maceranın neler getireceğini çok merak ediyordu.
Her ne kadar Setuli, bütün ailesi ve akrabaları tarafından hor görülüyor ve ondan nefret ediliyor olsa da aslında hem zeki hem de cesurdu. Su kenarına oturup sessizce beklemeye koyuldu. Birden hareket etmeye başlayan suların içinden bir timsah fırladı. Koca kuyruğunu çarpıp iri çenesini açarak Setuli’ye yaklaştı. Dişleri güneşte parlıyordu. Su kenarında yürürken Setuli’yi ısıracak gibi ağzını açıp küçücük gözleriyle kötü kötü baktı. Fakat Setuli sanki timsahı fark etmemiş gibi hiç kıpırdamadan yerinde oturmaya devam etti. Timsah uzun burnunu neredeyse Setuli’nin suratına yapıştırdı, sonra bir kez daha çenesini açtı ama Setuli’nin hiç korkmadığını görünce kuyruğunu çevirip gölete daldı.
Setuli oracıkta oturmaya devam ediyordu. Şimdi ne olacak diye merak ediyordu. Kısa bir süre için gölet durgun kaldı ama sonra sular yine dalgalandı ve bu defa timsahtan çok daha iğrenç ve korkunç bir canavar çıktı ortaya. Tüm vücudu gözlerle kaplıydı. Bu gözlerin her birini sağır adama yöneltmişti. Sonra şiddetle kükreyip Setuli’nin üzerine atıldı. Ne var ki Setuli’nin kılı bile kıpırdamamıştı. Canavar yine bağırdıktan sonra tıpkı timsah gibi gözden kayboluverdi.
Bu olayın ardından saatler boyunca ses seda çıkmadı. Setuli göletin kenarında oturmuş etrafı seyrediyordu. Artık başka bir şeyin olmayacağını düşünmeye başlamıştı ki sular hafifçe dalgalandı ve yaşlı bir kadın kılığında bir peri belirdi. Beline kadar suyun içinde olan kadın, bakışlarını Setuli’den ayırmıyordu. Sağ eline güzel bir siyah sakobula, sol eline ise küçük bir rooibekkie tünemişti. Başında da dolunay gibi parlak tüylü muhteşem bir sarı asma kuşu vardı. Yaşlı kadın Setuli’ye bakmaya devam ederek üç kez “Konuş!” diye bağırdı.
Kadın üçüncü defa bu emri vermişti ki Setuli, yeni bir güce ulaştığını fark etti. Artık diğer insanlar gibi konuşabiliyor ve perinin tüm söylediklerini anlayabiliyordu.
“Ağabeyinin yanına git,” dedi kadın. “Artık iyileştiğini göster. İkinizi de uzun zamandır izliyorum. Size yardım etmeye karar verdim. Bundan böyle ne dilersen olacak, istemen yeterli.”
Bu sözlerin ardından peri gözden kayboldu. Onunla birlikte üç kuş da kanat çırpıp gitti.
Setuli hemen ağabeyini buldu. Yaşlı adam, sağır ve dilsiz kardeşinin artık konuşabildiğini görünce hem çok şaşırmış hem de çok sevinmişti. Setuli, yolculuğun başında bıraktığı o üç kuş sürüsünü bulduğuna çok mutlu olmuştu. Kuşlar üç ayrı grup halinde uçmaktaydı. Her gruba da ötekilerden daha güzel bir kuş rehberlik etmekteydi. Setuli, bunların periye eşlik eden kuşların ta kendisi olduğunu hemen anladı. Belli ki Setuli’ye yardımcı olmaları için peri kadın göndermişti onları. Setuli bir süre derin düşüncelere dalıp yeni planlar yaptı. Sonucu birazdan öğreneceksiniz.
“Yaşlı kadın Setuli’ye bakmaya devam ederek üç kez ‘Konuş!’ diye bağırdı.”
İki birader yolculuklarına devam ettiler, ta ki şiddetli bir fırtınanın yükseldiğine şahit olana dek. Gökyüzü kararmıştı. Sürekli bir gök gürültüsü işitiliyordu.
“Dolu yağacak,” diye haykırdı büyücü. “Açık havada doluya yakalanacağız.”
Fakat Setuli’nin bir emriyle anında kulübeler belirdi. Ağabeyi hem hayrete düşmüş hem de çok sevinmişti. Sonra sordu: “Bu kadar çok kulübeyi ne yapacağız? İkimizden başkası yok ki burada.”
“Askerlerim ve halkım için istedim bu kulübeleri,” dedi Setuli. Sonra kuşlara döndü ve tek bir kelimeyle hepsini birer savaşçıya dönüştürdü. Sakobulalar, Setuli’nin birinci alayını teşkil etmekteydi. Bunlar leopar derisine sarınmış uzun boylu adamlardı, ellerinde ise assegai4 ve öküz derisinden yapılmış kocaman kalkanlar vardı. Ama eski hallerini tamamen yitirmemişlerdi. Her adamın başında, sakobulaların uzun kuyruk tüylerinden yapılmış bir şapka vardı. Sıraya girip şeflerini selamladılar. Ardından kulübelerine yöneldiler. İkinci olarak, altın renkli sarı asma kuşları geldi. Bunlar Setuli’nin koruması olup sakobulalardan bile daha hoş kuşlardı. Gümüş renkli çakal derisine bürünmüşler, dizleri ile kollarına beyaz öküz kuyruğundan halkalar sarmışlardı. Bunlar umfaan yani ordunun yükünü taşıyıp hizmet eden delikanlılar olmuştu. İlk dolu taneleri toprağa düştüğü esnada Setuli herkesi kulübelerine yolladı. Başlarında ise uzun ve siyah deve kuşu tüyleri vardı. Hemen önlerinde dolunay gibi parlayan altın sarı asma kuşu duruyordu. Setuli’nin yanındaki bu kuş, ordunun komutanıydı. Nihayet rooibekkieler de geldi.
Bir saat boyunca kimse yerinden kımıldamadı. Fırtınanın sesi, mütemadiyen işitilen bir gök gürültüsüne benziyordu. Kristal gibi keskin, uçları sivri dolu taneleri kocaman birer erik büyüklüğündeydi. Dolu yağışı nedeniyle ağaçların yaprakları dökülmüş, sığınak bulamayan kuşlar ve hayvanlar telef olmuş ya da sakatlanmıştı. Fırtına dindiğinde etraftaki her oyuk buz yığınlarıyla dolmuştu. Hava, yüce dağların tepesinin kış ortasındaki hali kadar soğumuştu. Vadilerin arasından nemli bir sis yükseliyordu. Fakat Setuli hiç üşümüyordu. Artık güçlerini kanıtladığı için cesareti büyüktü. Bir kez daha askerlerine seslendi, onlara neşe ve gururla bakıyordu. “Sefere çıkıp büyük bir krallığı fethedeceğiz,” dedi Setuli ağabeyine. “Çok zengin bir adam olacağım.”
Askerleri, yalnızca şefi selamlamak için kullanılan “Bayeta” kelimesini haykırarak Setuli’yi asla yalnız bırakmayacaklarına yemin ettiler. Orduyu oluşturan üç bölüme birer general atandı. Bu liderler, peri kadının ellerine tüneyen kuşların ta kendisiydi. Erzak ve barınak konusunda hiç sıkıntı çekmeyeceklerdi zira Setuli’nin sadece dilemesi yeterliydi. Bir anda istemedikleri kadar yiyecek içecek konuyordu önlerine.
Setuli, fethedilecek bir krallık bulmaya kararlıydı. Dağların ve ormanlarla kaplı vadilerin bulunduğu o diyardan ayrılıp hâkimiyeti altına alacağı yeni insanlar bulmak üzere büyük yaylalara doğru yöneldi. Ordusuyla beraber bir sene boyunca yol aldıysa da ufacık bir kulübe dışında bir şey göremedi. Topraklar bomboştu. Her taraf göz alabildiğine çimenlerle kaplıydı ama ne bir yol ne de bir ağaç görünüyordu. Zaman zaman yanlarından geçen kalabalık geyik sürüleri sayesinde güzel bir av fırsatı çıkıyordu ama aylarca yol aldıkları halde tek bir kadın ya da erkeğe rastlamadılar.
Setuli artık pek bilge bir adam olmuştu. Ayrıca büyük büyücü ağabeyinin nasihatlerini de aklına kazımıştı. Şu anda içinden geçtiği ülkenin halkına egemen olmak ve büyükbaş hayvanlarını ele geçirmek istiyordu ancak bu ülkede kudretli bir canavarın hüküm sürdüğünden emindi. İşte önce onu bulup yok etmesi gerekiyordu. Şimdi yapması gereken tek şey canavarı bulundukları alana çekip gafil avlamak için bir çare bulmaktı. Bu nedenle büyük bir av planladı. Emrindeki kuşlar farklı şekil ve renklere büründü. Setuli her kuşun kuyruğundan bir tüy çekip kocaman ve rengârenk bir top hazırladı. Sonra bunu başına taktı. Tüyler sihirli olduğundan bu başlığın onu koruyacağına inanıyordu. Ardından av sonrası verilecek büyük ziyafet için hazırlıkların başlamasını istedi. Adamlarına özel talimatlar verdi:
“Avladığınız bütün kuşları yemeyin. Yarısını kulübelerin önüne koyun. Önce bütün bir kuşu koyun, ardından yediğiniz kuşların kafalarını alanın etrafına dizin. Son olarak, bunların üç katını benim kulübemin önüne yerleştirin.”
Adamlar bu emirleri dikkatle yerine getirdi. Çok geçmeden bütün kamp her renk ve türden ölü kuşla çevrilmişti. Ziyafet ve eğlence sona erince kamp sessizliğe büründü. İşte o zaman Setuli kendi kulübesinden sessizce dışarı çıkıp girişi örten perdenin ardına gizlendi. O gece dolunay vardı. Her taraf gümüş gibi parlıyordu. Çalılıkların bittiği nehir kenarında mürekkep siyahı keskin gölgeler belirdi. Her kulübenin etrafında ince ve karanlık bir halka vardı ki bu halkaların içinde hiçbir nesne görünmüyordu. Setuli, kamışlardan yapılma perdesinin arkasında çömeldi. Kamp son derece sessiz ve ıssızdı. Gece yarısına doğru ayak sesleri işitti. Sesler arada sırada kesiliyor sonra tekrar devam ediyordu. Setuli daha da eğildi. Şüphesiz, yayladaki tüm şehirlere hükmeden canavar yaklaşmaktaydı. Ayak sesleri eşit gelmiyordu, çok yavaş bir şekilde zıplayan birini andırıyordu. O sırada kocaman ve kara bir gölge belirdi, elinde uzun bir assegai tutuyordu. Bu adamın tek bir bacağı ve tek bir kolu vardı. Öyle açgözlüydü ki her kulübede durup kapı önündeki kuşları mideye indiriyordu. İyice yaklaşınca Setuli bunun akıllara ziyan çirkinlikte bir adam olduğunu gördü. Gözleri bir acayipti; biri alnının tam ortasında, öteki ise başının arkasındaydı. Bu sayede nereye dönse her şeyi görüyordu. Elinden kaçmak imkânsızdı. Setuli’nin kulübesinin girişinde durdu, onca kuşu görünce sevincini belli eden bir hırlama sesi çıkardı. Sonra ziyafetin tadını çıkarmak üzere yere oturdu.
Bir kolu olduğu için elindeki assegaiyi kapının hemen önüne bırakmıştı. Setuli bundan iyi bir fırsat bulamazdı. Çabucak ayağa kalkıp assegaiyi kaptı ve canavarı boğazından bıçakladı. Canavar, inleyerek yere yığıldı. Oracıkta hiç kıpırdamadan yatıyordu. Belli ki ölmüştü.
Setuli neşe içinde adamlarını uyandırdı. Sabah olurken onları büyük yaylaya götürdü. Burada tıpkı kendileri gibi iki ayak üstünde yürüyen ve konuşabilen insanları görünce çok şaşırdılar. Canavarın ölümüyle birlikte insanlar kötü bir büyünün esaretinden kurtulmuştu. Setuli ve adamlarına katılmaktan çok mutluydular. Hayvanlarını da beraberlerinde getirdiler. Akşam vakti geldiğinde sefer için her şey hazırdı. Şafak sökerken dağlara doğru yola çıktılar.
Koca bir gün yürüdükten sonra büyük yaylanın hemen yukarısında yüksekçe bir yere vardılar. Bu esnada Setuli, tüylerden yaptığı topu kaybettiğini fark etti. Halkını geri döndürmek istemiyordu ama başlığı olmadan ilerlemesi de mümkün değildi zira o başlığın sihirli güçleri vardı. Ayrıca yeni bir başlık yapması uzun zaman alacaktı. Bu yüzden askerlerine ağabeyinin liderliğinde ilerlemelerini emretti. Kendisi ise var gücüyle dağ yolundan aşağı inip kamp kurdukları o vadiye ulaştı. Burada gördüğü manzara, yüreğini ağzına getirmişti. Öldüğünü düşünerek orada bıraktığı canavar sapasağlamdı. Yerde oturan canavarın etrafında ise her biri tıpkı babaları gibi tek bacaklı ve tek kollu küçük canavarlar hoplayıp zıplıyordu. Sihirli tüylerden yapılmış topu birbirlerine atıp coşkuyla bağırışıyorlardı.
Setuli tehlikeyi göze alıp başlığını geri alması gerektiğini düşünüyordu. Bu görevi başardıktan sonra oradan hemen kaçabilmek için de hızlı ayaklarına güvenmek zorundaydı. Bir anda canavarların arasına dalıp tüylerden yapılmış topu kaptı ve hemen dağ yoluna geri döndü. Topa dokunur dokunmaz küçük canavarlar buhar olup uçuverdi. Sadece büyük canavar kalmıştı geriye. Bir an için gözleri kararan canavar neler olduğunu anlayamadı. Ama sonra ayağa kalkıp şaşırtıcı bir hızla Setuli’nin peşinden koştu. Setuli aralarındaki mesafeyi açmayı deniyordu ama canavar çok güçlüydü, ayrıca patikaları iyi biliyordu. Kayadan kayaya, ağaçtan ağaca atladılar ta ki büyük geçide çıkan çimenli yamaçlara varana kadar. Günbatımına dek tırmandılar. Dağ sırasının zirvesinde Setuli, ordusunun devasa kayalıklar ve kocaman ağaçlarla çevrili yüzlerce metre derinliğinde bir vadi kenarında konaklamakta olduğunu gördü. Uzaklardaysa ırmaklarla dolu yeşil yamaçların süslediği bir başka dağ yükselmekteydi.
“Bayeta!” diye bağırdı askerler şeflerini gördüklerinde.
“Askerlerim,” diye cevap verdi Setuli. “Bir saniye bile kaybedecek zamanımız yok. Düşmanımız peşimizde. Eline düşmemiz an meselesi. Her kadın, erkek ve çocuk, dağın karşı yamacına gözlerini çevirip var gücüyle atlasın.”
Halkı karşıya atlarken Setuli canavarın sesini işitiyordu. Hemen ileri atıldı, kuş tüylerinden yapılmış başlığını büyükbaş hayvanlara değdirdi. Bunun üzerine hayvanlar da var güçleriyle atladılar. Hepsi sağ salim karşıya geçmeyi başarmıştı. Artık korkunç canavarla aralarında derin bir vadi vardı. Son olarak Setuli atladı. Bu sırada canavar nefes nefese ve bitap düşmüş bir halde yamacın kenarına ulaşmıştı.
Akşam oldu. Ertesi sabah güneş yeniden doğduğunda Setuli ve bütün halkı tamamen güvendeydi. Bir kez daha yolculuklarına devam ettiler. Bütün gün yol aldıktan sonra akşama doğru o güne dek gördükleri en güzel vadiye ulaştılar. Aşağıdaki bu vadi geniş, yemyeşil ve bereketliydi. Eğreltiotlarının gölgesinde berrak bir çay akıyordu ortasından. Suyun iki kenarında ise kırmızı çiçeklerin kapladığı gür çalılar vardı. Vadi, batan güneşe doğru göz alabildiğine uzanıyordu. İki yandaki tepeler sık ağaçlarla kaplıydı ve sulaktı. Setuli, ağabeyine dönerek şöyle dedi: “Burası gördüğüm en güzel yer. Halkımızla birlikte buraya yerleşeceğiz.”
Vadinin sonunda bir kraal5 vardı. Ülkenin şefi burada yaşıyordu. Setuli, bu şefi de kendi halkına katıp adamlarından biri yapmaya kararlıydı.
Setuli, koruması olarak görev yapan adamlarını yanına alıp dağ yolundan aşağı indi. Kraalın girişine vardılar. Şefin kulübesine yaklaştıklarında Setuli, sihirli assegaisiyle adamlarının her birinin bacağına vurdu. Bunun üzerine adamlar tek bacakları üzerinde yürümek zorunda kaldı.
“Hiç böylesi büyük bir sihir gücüne şahit olmamıştım,” dedi kraalda yaşayan Şef. “Bizim kralımız ol ve tüm düşmanlarımıza karşı bizi koru.”
“Size daha nice harikalar göstereceğim,” dedi Setuli. Sonra adamlarına bir kez daha vurdu. Bunun üzerine hepsi eskisi gibi iki ayak üstünde yürümeye başladı. Şef ağzı açık halde bu mucizeyi seyrederken Setuli dağ yamacına dönüp haykırdı: “Ey adamlarım, ortaya çıkın!”
Bir anda yüce dağın tepesinden eteğine kadar muhteşem savaşçılar dizildi. Hepsi leopar derisine sarınmış savaşçıların ellerinde beyaz mızraklar vardı. Ardından sağ ellerini havaya kaldırıp “Bayta!” diye haykırdılar. Öyle ki sesleri vadinin bir yanından diğerine gök gürültüsü gibi yankılandı.
Sonra Setuli bir kez daha bağırdı: “Adamlarım, kaybolun!”
Hemen ardından dağ yamacı bomboş kaldı ve etraf sessizliğe büründü.
“Görüyorsunuz,” dedi Setuli, “Ne zaman ihtiyacım olsa adamlarım emrimdedir.”
“Sen bizim kralımızsın!” diye haykırdı halk. Böylece Setuli ile ağabeyi ve ona tabi olan bütün kadın ve erkekler o vadide kaldı. Huzur ve mutluluk dolu bir yaşam sürdüler.
“Dağ yamacına dönüp haykırdı: ‘Ey adamlarım, ortaya çıkın!’”
Kralın Oğlu ve Sihirli Şarkı
Bir Swazi Masalı
Bir zamanlar dağların arasında büyük bir kral yaşardı. Bir dolu büyükbaş hayvanı vardı ve onları çok severdi. Bu hayvanlardan biri de kıvrık boynuzları alnını örten ve böğürmesi gök gürültüsünü andıran peri öküzdü. Bu öküz, sürünün lideriydi. Tek bir çağrısıyla diğer hayvanları peşine takabiliyordu. Hayvanlar gündüzleri vadideki uzun çimlerde otluyordu. Geceleri ise tehlikelerden korunmaları için büyük kraala getiriliyorlardı. Kral ve bütün adamlarının kulübeleri de buradaydı. Kraalın çitleri sağlam ve yüksekti. Ayrıca kralın adamları, hayvanların başına kötü bir şey gelmemesi için daima nöbetteydi.
Kral büyükbaş hayvanlarını öyle çok seviyordu ki kendi oğullarından birini çoban yaptı. Bu çocuk her sabah hayvanları çayıra götürüp otlatır, akşam güneş batarken de sürüyü kraala geri getirirdi. Sürüden ayrılıp kaybolmasınlar ya da bir hırsızın gazabına uğramasınlar diye bütün gün güneşin altında hayvanların peşinden koşardı. Yaz mevsiminde çimler iyice uzayıp boyunu aştığından etrafı görmesi zor olurdu. Bu yüzden hayvanları izlemek için vadiye yayılan büyük kayalıklardan birine tırmanırdı. Bir kulübe büyüklüğündeki bu kayaların gölgeleri serin olurdu, ayrıca kenarlarında küçük eğreltiotları bitmişti. Kayaların güneş ışığı vuran üst kısmında küçük kertenkeleler kıvrılıp sinek avlardı.
Delikanlı sürülerle ilgilenirken yorulur, sıcak havada yatıp uyumak isterdi. Ama tek bir öküz dahi kaybettiği takdirde babasının öfkeleneceğinden korktuğu için dinlenmeye cesaret edemezdi.
Gelgelelim, günün birinde yine sürüsünü güderken ihtiyar bir kadın kılığına bürünmüş bir peri çıktı karşısına. Kadın yanına gelip şöyle dedi: “Hep seni izliyorum. Hayvanlar sürüden ayrılmasın diye gözlerini bir an bile ayırmıyorsun onlardan. Babanın düşmanları gelip seni öldürür ve hayvanları alıp götürür diye çok korkuyorsun.”
Peri büyük, yassı ve yuvarlak bir taşı gösterdi. Vadideki çimlerin hemen yukarısında belirmiş bir kulübeyi andırıyordu. Delikanlı öylece bakakaldı zira bu taşı daha önce hiç görmemişti. “Gel bak,” dedi kadın. “Bu taş senindir. Dümdüz olduğu için üzerinde kimse tutunamaz ama sen hiç kaymadan ayağını basabileceksin bu taşa. Sen büyüdükçe bu taş da büyüyecek. Üstüne çıkıp bütün vadiyi izleyebileceksin ve hiçbir düşman sana zarar veremeyecek çünkü sana erişemeyecekler. Ama bu taşın üzerinde uykuya dalayım deme sakın. Yoksa hırsızlar sürünü çalar.”
Ayrıca Peri, delikanlıya sihirli bir şarkı da öğretti: “Gel sürü, gel. Haydi, bütün sürü yanıma gelsin.”
Bu şarkının büyüleyici melodisini işiten hayvanlar hemen şarkıyı söyleyenin peşinden gidiyordu. Bütün bunlardan sonra Peri ortadan kayboldu.
Böylelikle çocuk harika bir çoban haline geldi. Her akşam onlara şarkı söylediği için hayvanları kraala kadar peşinden geliyor ve hiçbiri sürüden ayrılmıyordu. Ayrıca her gün kayalığın üzerine çıkıp sürüsünü dikkatle izlediği için hiç kimse tek bir hayvanı dahi çalamamıştı. Fakat nihayet çok sıcak bir yaz günü delikanlı kayanın üzerinde uyuyakaldı. Onu gözetleyen düşmanlar bunu gördüler. Hemen tepeden inip hayvanların hepsini götürdüler. Çocuk uyandığında öküzlerden eser yoktu. “Gel, sürü gel,” diye şarkısını söylediyse de nafileydi. Hayvanları onu duymayacaktı. Güneş batana dek sihirli şarkıyı söyleyerek vadiyi aradı. Sonra utanç ve korku içinde tek başına kraala geri döndü. Babasının yanına gidip her şeyi anlattı ama Kral çok kızmıştı. “Hayvanlarımı getirmeden gözüme görünme sakın!” diyerek oğlunu evden kovdu.
Bunun üzerine zavallı çocuk boynu bükük halde vadiye geri döndü. O büyük taşa çıkıp ayışığında ağlamaya başladı. Hem sürüsünden hem de yuvasından mahrumdu artık. Oracıkta yatmış ağlarken biri koluna dokundu. Başını kaldırınca ihtiyar kadını gördü karşısında. Ona büyük taşı gösterip sihirli şarkıyı öğreten perinin ta kendisiydi bu.
“Başına gelenleri biliyorum,” dedi kadın. “Uyuyakaldın. Sonra seni ikaz etmiş olduğum gibi sürünü çaldılar.”
“Hayvanları bulana kadar eve dönmem yasak,” diye ekledi çocuk tekrar ağlamaya başlayarak.
“Üzülme,” dedi kadın. “Hayvanlarını alan şefe gidip onun hizmetine girmek istediğini bildir.”
Bunun üzerine çocuk ayağa kalktı. Gece boyunca ayışığında yürüdü. Dumanlı dağların arasından geçip çayır ve kayalıklarla çevrili dolambaçlı patikalardan yürüdü, ırmakları ve çalılıkları aştı. Nihayet sabah olduğunda düşmanının yaşadığı kraala vardı. Burada babasının hayvanlarının sesini işitti.
Hemen kraala girip şefin yanına gitti, onun hizmetine girmek istediğini söyledi. Şef, delikanlıyı kendi sürüsünün çobanı yaptı. Çocuk her sabah hayvanları çayıra götürüp otlatıyor, akşamları ise sihirli şarkıyı söyleyerek onları eve götürüyordu. Böylece tek bir hayvan bile sürüden ayrılıp kaybolmuyordu. Delikanlı, şefe işte bu şekilde, ta ki büyüyüp yetişkin bir erkek olana kadar yıllarca hizmet etti. Ama babasının evine dönme arzusu hep canlı kalmıştı. Bu yüzden sürüyü geri alıp kendi kraalına dönmenin bir çaresini düşünüp duruyordu. Sonunda aradığı fırsat ortaya çıktı. İlk hasat festivali yaklaşmıştı. Kadınlar bira yapıp kraalın her köşesine sukabakları diziyordu. Kutlamaların yapılacağı gün köydeki bütün kadınlar ve erkekler yılın ilk darısını toplamaya çıktı. Çocuklar ise yemeklerin pişirileceği ateş için odun toplamaya gittiler. Böylece kraalda ihtiyar bir kadınla kralın oğlundan başka kimse kalmadı. Bu genç adam sürüden sorumluydu.
Herkes gidince bizim çoban, biraz sango otu topladı. Bu otu tüketen biri hemen sarhoş olup uykuya dalardı. Genç çoban topladığı otları güzelce ezip toz haline getirdi. Ardından akşam eğlencesi için bekletilen içi bira dolu sukabaklarının yanına gitti. Her sukabağına bu tozdan biraz kattı. Sonra herkesin geri dönmesini bekledi.
Şef ve halkı geri döndüğünde tüm kraala büyük bir neşe hâkimdi. Şef için yeşil dallardan bir kulübe yapılmıştı. İlk meyveler buraya getirildi. Sunulan her meyveden bir dal, Şef’in kollarına veya boynuna bağlandı. Ardından büyücüler şifalı otlar ve deniz suyundan hazırladıkları bir içecek getirdi. Orada bulunan diğer herkese de bu içecekten verdiler. Böylece eğlenceler başlamıştı. Herkes yeni toplanan darıdan ve taze yemişlerden yiyip bira içti. Yalnızca Kral’ın oğlu biradan hiç içmemişti. Nihayet bütün ahali uykuya daldı. Gece olup ay doğduğunda uyanık halde ne bir kadın ne de bir erkek kaldı.
Bir süre sonra Kral’ın oğlu ayağa kalkıp hayvanların bulunduğu kraalın duvarına tırmandı ve “Gel sürü, yanıma gel,” diye şarkı söyleyerek kraalın kapısını açtı. Hayvanlar hemen ayaklanıp Kral’ın oğlunun peşine takıldı. Kulübeler ve uyuyan insanların önünden geçerek kırlara çıktılar. Bu esnada kıvrık boynuzlu peri öküz yüksek sesle böğürüyordu. Onun çağrısı üzerine doğudan, batıdan ve güneyden6 hayvanlar gelip Kral’ın oğlunu takip etmeye başladı.
Kral’ın oğlu şimdi babasının evine gitmekteydi.
Sabahleyin düşmanları uyanınca sürünün kraalda olmadığını gördü. Etraftaki otlaklarda da hayvanlardan eser yoktu. Yaşlı şef, hayvanları Kral’ın oğlunun çaldığından emindi. Bütün adamlarına suçluyu yakalamaları için emir verdi. Bunun üzerine Şef’in adamları öküz derisinden kalkanlarını ve assegailerini alıp hayvanların ayak izlerini takip etmeye koyuldu. Kral’ın oğluna yetişmeleri çok uzun sürmedi zira sürü yavaş ilerliyordu. İkinci günün akşamı sürüyü gördüler. Hayvanları yakalayacaklarını düşündükleri için çok sevinmişlerdi.
Düşmanlarının hemen arkadaki dağlardan inmekte olduğunu gören Kral’ın oğlu, çok korkmuştu. Hayvanlar çok yavaş yürüdüğünden ne yapacağını bilemedi. Küçük bir ırmak boyunca uzanan dağlardan aşağı indirmişti sürüyü. Irmağın iki yanı ağaç ve uzun kamışlarla kaplıydı. Bunların arasında ise küçük iğne yastıklarını andıran sarı çiçekli kalın dikenler ve küçük meyveli yaban incirleri vardı. Ağaçların dallarından sarkan maymun ipleri kayalara ve suya değiyordu. Her yanda eğreltiotları bitmişti. Berrak sular bir göletten diğerine geçip yapraklar ve hasır otlarıyla oynayarak taşların arasından hızla akıyordu. Ağaçların arasından sızan küçük güneş ışıklarında gezinen parlak sinekler suların üstünde sallanıyordu. İşte Kral’ın oğlu sürüyü buradaki çalılıkların arasında saklamış, kendisi ise ne yapacağını düşünmek üzere büyük bir incir ağacının altındaki çimlere oturmuştu.
Ne var ki sürüyü kurtarmak için hiçbir çare gelmiyordu aklına. Akşam vakti gelip çattı, derenin üzerine düşen gölge dağ yamacına doğru ilerledi.7 K urbağalar vıraklamaya ve cırcır böcekleri ötmeye başladı. Tatarcıkların vızıldaması da işitiliyordu. Genç adam incir ağacının altında oturup düşmanlarının bulunduğu dağa bakıyordu ve sabah olduğunda onu öldürüp hayvanları alacaklarını farkındaydı.
Gece karanlığında bir yarasa kanat çırpmaktaydı. Hayvan iyice yaklaşmıştı. Genç adam başını kaldırıp baktığında bu kuşun ona yardım eden Peri olduğunu gördü. “Üzülme,” dedi kadın. “Görevin neredeyse tamamlanmak üzere. Dediklerimi yaparsan her şey yoluna girecek. Şimdi gidip beyaz bir öküz öldür ve derisini kesip on bin küçük kalkan hazırla. Ben de sana asker bulacağım.”
Bunun üzerine Kral’ın oğlu öküzü öldürüp derisini yüzdü ve tam on bin adet beyaz kalkan hazırladı.
Ardından Peri derenin kenarında yaşayan kurbağalara seslendi. O sırada tepe boyunca uzanan taşların altında oturan kurbağaların sesleri bütün vadide yankılanıyordu. “Kurbağalar!” diye bağırdı Peri, “Bu kalkanları elinize alıp Kral’ın oğlunun emrine uyacak mısınız?”
Kurbağalar, vadinin dört bir yanından haykırarak cevap verdiler: “Evet, uyacağız.”
Bunun üzerine Kral’ın oğlu kurbağaların her birine bir kalkan verdi ve gece boyunca ayışığında onlara tatbikat yaptırdı. “Hey!” dediğinde kurbağalar ayağa kalkıp haykırarak kalkanlarını uzatıyor, “Ho!” diye seslendiğinde ise yere kapanıp saklanıyorlardı.
Şafak vaktinden önce kurbağaları uzun bir sıra halinde dağ yamacına yerleştirdi. Böylece düşmanları ordusunu rahatça görebilecekti.
İlk düşman birliği görününce kurbağalar hep birlikte ayağa kalktı. Sonra kalkanlarını kaldırıp “Heey!” diye gürlemeye başladılar. Gürültüleri öyle etkili olmuştu ki düşmanları korku içinde geri çekilip Şef’in yanına döndü. “Derenin karşısında binlerce adamlık bir impi8 var,” dediler. “Kimse onlara karşı duramaz.”
Bunun üzerine Şef daha büyük bir birlik gönderdi ama bunlar da aynı bahaneyle geri döndüler.
Sonra Şef bütün ordusunu toplayıp bizzat geldi fakat binlerce beyaz kalkanı görüp savaş naralarını işitince korkudan az daha kalbi duracaktı. “Hayatımızı kaybetmektense, sürüyü kaybetmeyi yeğlerim,” diyerek ordusuyla birlikte eve döndü.