Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Afrika masalları», sayfa 2

Yazı tipi:

Böylelikle Kral’ın oğlu kurtuldu. Kurbağalara teşekkür edip sürüsünü topladı ve babasının kraalına gitti. Kral onu büyük bir sevinçle karşılayıp onurlandırdı. Ayrıca bir prensesle evlendirdiği oğlunu diğer bütün oğullarının şefi ilan etti. Kral’ın oğlu her gece sihirli şarkısını söylemeye devam etti. Böylece sürüsüne bir daha hiçbir zarar gelmedi.

Mağarada Yaşayan Minik Kuşlar

Bir Zulu Çocuk Masalı

Evvel zaman içinde bir dağ eteğinde büyük bir mağara vardı. Burada yüzlerce minik kuş yaşardı. Anne ve baba kuşlarla birlikte bir sürü de yavru vardı. Bu kuşlar kendilerine ait el kadar bir kulübenin bulunduğu küçük kraallarda yaşıyordu. Günlerden bir gün anne kuşlar yemek bulmak için dışarı çıktı, yavrularına ise şöyle tembih ettiler: “Biz tarlaları çapalamaya gidiyoruz. Uslu uslu oturun, kulübeleri dağıtmayın.”

Anne kuşlar yiyeceklerini yetiştirdikleri ufacık tarlalarına bakmaya gittiler. Küçücük mısırlar ve şeker kamışları, fıstık büyüklüğünde balkabakları ve çim tohumu kadar yemişler vardı tarlalarda. Evde bıraktıkları yavru kuşlar pek usluydu. Kulübeleri güzelce temizleyip topladılar. Sonra yemek pişirilen deniz kabuklarını yıkayıp küçük yapraklara su doldurdular. Bütün bu işler tamamlanınca oturup anne babalarının gelmesini beklediler.

Onlar beklerken birden mağaranın kapısına bir karatavuk geldi. Uzun, sivrice bir gagası ve çok uzun pençeleri vardı. Başını içeri sokup önce bir yana, sonra diğer yana “Firr-r-r! Fir-r-r-r!” diye bağırdı yüksek bir sesle. Bunun üzerine bütün yavru kuşlar, bu davetsiz misafirin kim olduğunu görmek için başlarını küçük kulübelerinden çıkardı.

Karatavuk dedi ki: “Yavru kuşlar! Hemen dışarı çıkmanız gerek. Çünkü bu mağara benim!”

Yavru kuşlar bu sözlere çok kızmıştı. İçlerinde en cesuru doğruca karatavuğun üzerine uçup onu uzaklaştırmak istedi ancak karatavuk, yavru kuşun boynunu gagaladı. Zavallıcığın boynundan ince bir hat halinde kömür karası kanlar aktı ve oracıkta can verdi.

Ardından karatavuk diğer yavrulara saldırdı. Bir tanesinin bacağını kırdı, bir diğerinin gözlerini çıkardı ve üçüncü kuşunsa kanadını kopardı.Hepsini iyice korkutup dağıttıktan sonra oradan uçup gitti.

O akşam anne kuşlar eve döndüğünde mağara çok sessizdi. “Neler oluyor?” diye sordular şaşkınlık içinde. “Yavrularımızın cıvıltısı, kanat sesleri neden işitilmiyor? Kesinlikle kötü bir şey olmuş olmalı.”

Yavru kuşlardan birini ölü, diğer pek çok kuşu ise yaralı halde bulduklarında acıları tarifsizdi. “Kim yaptı bütün bunları size?” diye bağırdılar. Bunun üzerine yavru kuşlar başlarına gelenleri bir bir anlattı.

“Siyah tüylü, koca gagalı kötü bir kuş yaptı bunları. İşte, yine kapıya gelmiş!”


Anne kuşlar başlarını çevirip tek vücut halinde bu haydut kuşun üzerine uçtu. Ne var ki karatavuk “Fir-r-r-r! Fir-r-r!” diye bağırıp ellerinden kaçtı ve yükseklere doğru süzüldü.

Ertesi gün karatavuk bir kez daha geldi ve kuşların küçük tarlalarını dağıttı. Tek bir mısır tanesi veya şeker kamışı bile kalmadı. Anne kuşlar perişandı. O akşam mağarayı terk edip başka bir yerde daha güvenli bir ev bulmaya karar verdiler.

Birden tırnak kadar küçük bir kuş girdi mağaraya. “Cik, cik!” diye tatlı tatlı öttü. Sonra bir dişi tavuğun yanına doğru uçarak “Sen,” dedi, “karatavuğu öldüreceksin.”

Bütün kuşlar bir ağızdan bağırıp dişi kuşun yeterince güçlü olmadığını söyledi.

“Onu sen öldüreceksin,” dedi küçük kuş. “Karatavuğun başına doğru uçarak gözlerini çıkar. İşte o zaman kolayca işini bitireceksin onun.”

Küçük tavuk cesaretini toplayıp korkmayacağına söz verdi.

Ertesi sabah karatavuk tekrar göründü. Bu kez mağarayı ele geçireceğinden şüphesi yoktu. Başını kraalın kapısına koyup o kötü sesiyle bağırdı: “Fir-r-r! Fir-r-r!”

Küçük tavuk doğruca karatavuğun başına uçtu ve o daha neler olduğunu anlayamadan gözlerini yuvalarından çıkardı. Sonra anne ve baba kuşlar saldırdı karatavuğa. Birkaç dakika içinde kötü kuş ölmüştü.

Bu olayın ardından bütün aileler huzur ve mutluluk içinde yaşadı, bir daha onları kimse rahatsız etmedi.

Işık Saçan Prenses

Bir Msuto Masalı

Bir zamanlar uzak dağların arasında yemyeşil bir vadide çok güzel bir kraal kurulmuştu. Kraalın içindeki kulübe parlak yeşil renkliydi, çatısı çim ve sazlarla örtülüydü, güzelce cilalanmış kızıl topraktan zemini ise oldukça sağlamdı. Bütün tencereler kırmızı kilden olup özenle duvarlara yerleştirilmişti. Bunların hemen yanında süt ve kaymak dolu sukabakları vardı. Yerde yeşil renkli ince hasırlar seriliydi. Yalnız bir köşesi altın renkli dağ samanından örülmüş küçük bir hasırla kaplıydı. Kulübenin etrafı yüksekçe ve tertemiz bir yeşil çitle çevriliydi. Hakikaten her şey yerli yerindeydi. O civarda bu kadar düzenli ve temiz tutulan bir başka kraal daha yoktu.

Aslında şaşılacak bir şey değildi bu zira burası büyük bir şefin karısının eviydi. Kocası yıllar önce ölmüş ve kadıncağızı üç yaşındaki Maholia adlı kızlarıyla bir başına bırakmıştı. Kadın gençliğinde çok güzel bir kadındı. Küçük kızı da büyümüş ve tıpkı annesi gibi güzel ve sevimli olmuştu. Çok iyi yetiştirilen bu kız, güzel olduğu kadar iyi huylu ve uysaldı. Annesine gelince, bir daha hiç evlenmemişti. Zaten böyle bir şey hiç uygun düşmezdi çünkü o bir zamanlar kralın karısıydı. Kraliçe sadece çocuğu için yaşıyordu artık. Anne kız birbirlerini çok seviyorlardı. Ülkedeki bütün kızlar Maholia’ya imreniyordu. Kolyeleri, bilezikleri ve boynuna sardığı halka dahil üzerindeki her şey altın ayın rengindeydi. Büyüdükçe güzelliği ve cazibesi daha çok dikkat çekmeye başladı. Öyle hoş bir kız olmuştu ki ona bakanların gözleri kamaşıyordu. İşte bu yüzden Işık Saçan Prenses diye anılıyordu.

Zaman hızla geçiyordu. Artık yetişkinliğe erişen genç kıza nice soylular talip oluyordu. Günlerce süren yolculuklarla ulaşılan diğer ülkelerde tek bir şef oğlu yoktu ki Maholia’yla evlenmek istemesin. Fakat ne Prenses ne de annesi taliplerin herhangi birini kabul etti. Maholia’nın evlenmesi akıllarından dahi geçmiyordu.

Günlerden bir gün pek kudretli bir kralın yolladığı bir elçi kapılarına geldi. Kral, oğluyla evlendirmek için güzel bir kız arıyordu. Bu amaçla görevlendirdiği danışmanları uzak yakın nice diyarı gezmiş ve hükümdarlarının kraalına onlarca genç kız getirmişti. Gelgelelim, Kral bu kızların hiçbirini oğluna münasip bulmamıştı. Bu yüzden arayışın sürdürülmesini emrederek baş induna9 ve yanına verdiği hizmetçileri görkemli bir törenle uzak diyarlara yollamıştı. Görevleri, güzelliğiyle ün salmış prensesleri bulmaktı. Aylarca süren yolculuğun ardından induna, Işık Saçan Prenses’ten söz edildiğini işitti. Onu ziyaret etmeye karar verdi ancak bir kez daha hayal kırıklığına uğramaktan da çok korkuyordu. Fakat yeşil kraalı gördüğünde umudu arttı. Prenses onu hemen kapıda karşıladı. Genç kız, parlak güneşin altında tepeden tırnağa ışık saçıyordu. Boynunda kızıl ve altın rengi bakırdan kalın halkalar vardı. Güzel kollarını ise bileğinden dirseğine kadar bakır ve tunç bileziklerle süslemişti. Bacakları da, ince ayak bileklerinden dizlerine kadar aynı takılarla donatılmıştı. Belini saran altın boncuklu kemer arkada kalınca bir ip halinde burulmuştu, öndeki kısmı ise uzun ve ışıl ışıl bir püskül şeklinde kısa deri önlüğünün üzerine sarkıyordu. Önlüğü, altın ve bakır boncuklarla kareler halinde işlenmişti. Güzel omuzlarını yine altından dairelerle işlenmiş ve geniş kenarı ışıltılı boncuklarla çevrelenmiş bir şal örtüyordu. Enfiye kutusu olarak kullandığı sukabağı bile altın renkliydi ve çakal derisiyle kaplıydı. Genç kızın her hareketi zarafet doluydu. Gülen yüzü ve ışıl ışıl gözleri, kalbinin güzelliğini gösteriyordu.



Induna, tıpkı geceleri göklerde yükselen ay gibi ışıldayan altınlara bürünmüş bu güzel kızı görünce “İşte aylardır aradığım prenses!” dedi. “Yüce Kralımızın oğlu, işte bu kızla evlenecek!”

Induna hemen Maholia’nın annesiyle görüşmeyi talep etti. Sonra Kral’ın oğlu adına genç kızı annesinden istedi. Günlerce meseleyi tartıştılar. Kraliçe biricik evladından ayrılmak istemiyordu. Fakat induna efendisinin kudreti ve zenginliğinden, damadın cesaret ve bilgeliğinden öyle güzel bir dille söz etti ki nihayet Kraliçe kızını vermeyi kabul etti. Bunun üzerine elçi kendi ülkesine geri dönüp büyük bir neşeyle Kral’ın yanına gitti. Işık Saçan Prenses’in güzelliğini ve iyiliğini uzun uzun anlattı. Kral, şefine dinlenmesini söyledi. Bu sırada kendisi ise Kraliçe’ye düğün armağanı olarak gönderilecek büyükbaş hayvanların toplanmasıyla ilgilenecekti. Tam yüz tane semiz hayvan seçildi, sürünün başında ise bir peri öküz yürümekteydi. Kral’ın gurur kaynağı olan bu muhteşem hayvan, Işık Saçan Prenses gibi güzel bir kız için verilebilecek yegâne armağan olarak görülmüştü. İki uzun beyaz boynuzu dışında bütün vücudu kömür karasıydı. Omuzlarının arasında ise hiç sönmeyen bir ateş yanıyordu. Bu ateş, geceleri hayvanın yolunu aydınlatıp ona sihirli güçler veriyordu.

Bütün hazırlıklar tamamlanınca düğün alayı gelini almak ve armağanları kızın annesine teslim etmek için yola çıktı. Kraliçe, hediye edilen sürüyü görünce çok sevinmiş, bilhassa da peri öküzü pek beğenmişti.

“Kızım, bu öküzü yanına al,” dedi kızına. “Bu sana hediyemdir. Yolun uzun, bu hayvana binebildiğin için minnettar olacaksın.”

Ardından Kral’ın adamlarına döndü: “Kızımı yalnız bırakmayın. Başına kötü bir şey gelmesinden çok korkuyorum. Eğer onu tek başına bırakacak olursanız, hemen anlarım; zira evdeyken oturduğu köşe un gibi ufalanıp yıkılacaktır.”

Düğün alayındakiler Maholia’yı özenle koruyacaklarına, bir an bile gözlerini ondan ayırmayacaklarına samimiyetle söz verdiler. Prenses ve annesi acı acı ağlayarak vedalaştı. Ardından güzel Prenses ve emrindeki hizmetçi kızlar Kral’ın adamlarıyla beraber yola çıktı.

İki gün her şey yolunda gitti. Fakat üçüncü gün büyüklü küçüklü yüzlerce geyik çıktı karşılarına. Bunların arkasından kalabalık fil ve zürafa sürüleri belirdi. Bütün arazi av hayvanlarıyla dolmuştu. Kral’ın adamları bu manzara karşısında daha fazla dayanamayıp avlanmaya başladılar. Ömürlerinde böyle bolluk görmemişlerdi. Sonunda kızlar bile avcılara katıldı. Çok geçmeden herkes hayvanların peşindeydi. Tek başına kalan Işık Saçan Prenses, tümsek şeklindeki bir karınca yuvasının üzerinde oturmaktaydı. Yanında sadece peri öküz vardı. Tam o sırada, annesi kulübesinde oturmuş uzaklardaki kızı için endişelenirken, altın kilimin serili olduğu köşe baştan aşağı yıkılıverdi.

Bu arada düğün alayı neşeyle avlanmaktaydı. Onlar ilerledikçe daha güzel hayvanlar çıkıyordu karşılarına. Sonunda güzel Prenses tamamen akıllarından çıkmıştı. Av günlerce sürdü. Zavallı gelin oracıkta bir başına oturmaya devam etti, ta ki bir grup yamyam tarafından fark edilene kadar. Yamyamlar hemen kızı yakalayıp götürdüler. Peri öküzü götürmek için de çok çabaladılar ancak hayvan bir anda havaya sıçrayıp düşmanların arasından kurtuldu ve adeta uçarak Prenses’in annesine koşturdu.

Zavallı Kraliçe, öküzü kraal kapısında karşıladı. Kızının başına kötü bir şey geldiğini anladı. Kraliçe, önünde diz çökmüş anlattıklarını dinlerken sihirli öküz hiç kıpırdamadan duruyordu.

“Peki ama kızım şimdi nerede?” diye haykırdı Kraliçe, “Nereye götürdüler onu?”

“Bütün bildiklerim bu kadar,” dedi öküz. “Yamyamlar onu alıp götürdü. Ben de var gücümle sizin yanınıza koştum. Ama üzülmeyin, her şey yoluna girecek.”



Bu arada Kral ile oğlu müstakbel gelinin gelmesini bekliyordu. Haftalar ve aylar geçtiği halde düğün alayı ortalıkta görünmeyince korkuya kapıldılar. Büyük bir felaket yaşanmış olduğunu düşünmeye başladılar. Sonra adamları birer birer görünmeye başladı. Olanları büyük bir utançla anlattılar. Prenses’i yalnız bırakıp avlanmaya gitmişler ve kızı unutmuşlardı. Geri döndüklerinde her yeri arasalar da onu bulamamışlardı. Bunu duyan Kral hepsini idam ettirdi. Ardından bütün şeflerini toplayıp ona tavsiye vermelerini istedi. Sonunda şu karara vardılar: Damat, seçkin adamlarıyla birlikte bizzat yola çıkmalı ve gelini annesinin evinde aramalıydı.

Kraliçe onları büyük bir sevinçle karşıladı fakat kızından hiç haberleri olmadığını görünce tarifsiz bir acıya kapıldı. Sonra onlara peri öküzün nasıl geri döndüğünü ve kızının başına gelenleri anlattı.

“İçiniz rahat olsun,” dedi Prens. “Peri öküzü yanıma alacağım ve kızınızı bulmadan geri dönmeyeceğim.”

Bu sözlerin ardından Prens öküzü alıp yolculuğuna başladı. Haftalarca ve aylarca yol aldığı halde Prenses’in izini bulamadı. Günlerden bir gün parlak sarı meyvelerle kaplı bir marula ağacına10 geldi.

“Bunun şırası güzel olur,” dedi Prens. “Biraz meyvelerinden yiyeyim.”

Birkaç meyve yemişti ki ağaçtan tok bir ses geldi: “Ne istiyorsun?”

“Işık Saçan Prenses’i arıyordum,” dedi Prens. “Doğru yolda mıyım?”

“Büyük incir ağacına kadar devam et,” dedi marula ağacı.

Prens, bir ırmağın kenarında kırmızı incirlerle dolu ulu ağaca varana dek otlarla kaplı arazide ilerledi. Ağacın kökleri dahi meyvelerle kaplıydı. Yaprakları öyle sıktı ki güneş ışığı içlerinden geçemiyordu.

“Işık Saçan Prenses’i arıyorum. Doğru yolda mıyım?” diye sordu Prens.

“Büyük bir nehre varana kadar devam et,” dedi incir ağacı. “Nehrin ardında büyük bir orman vardır, işte Prenses’i o ormanda bulacaksın.”

Prens neşeyle yola devam etti ve dere boyunca ilerledi. Ertesi gün derin bir ırmağın karşısında buldu kendini. Ne var ki son hızla akan nehrin genişliğini gören genç adamın karşıya geçebileceğine inancı yoktu.

“Benim sırtıma bin,” dedi peri öküz. “Ben seni karşıya geçiririm.”

Prens, hayvanın dediğini yaptı. Sihirli öküz suya dalıp karşı kıyıya yüzdü. Sonra rüzgâr hızıyla koşarak kocaman bir ovayı aştı. Uzaklarda ormanı gördüler ve oraya doğru yol aldılar. Her saat orman daha da büyüyordu. Nihayet ormanın kenarına ulaştılar. Prens, o güne kadar hiç bu denli uzun ve kalın gövdeli ağaçlar görmemişti. Genç adam ne kadar etrafına bakınsa da bir patika bulamadı. Ağaçlar başının üzerinde birleştiğinden içeri ancak loş bir ışık sızıyordu. Her yanda uzun eğreltiotları bitmişti. Prens, arada sırada kenarları baldırıkara otlarıyla kaplı küçük çayların yanından geçiyordu. Ağaçsız bir alan bulma ümidiyle işte böylece hiç güneş görmeden saatlerce dolaştı. Nihayet biraz uzakta güneş altında parlayan bir gölet gördü. Ağaçların arasından sızan titrek ışığın rehberliğinde suya doğru ilerledi. Yaklaştığında göletin kamışlarla çevrili olduğunu gördü. Tam ortada uzunca bir kamış titriyordu. Suyun ışıltısı giderek büyüyor ve altın rengini alıyordu. Sonunda sık çalılıkların hepsini aşan Prens, bunun bir gölet olmadığını anladı. Işık Saçan Prenses, uzun çimlerin oluşturduğu bir dairenin ortasında oturmaktaydı.

Prens, genç kızı neşeyle selamladı. Böylesi bir güzellikle karşılaşmayı hiç beklemiyordu. Maholia’ya gelince, gelen delikanlının nişanlısı olduğunu hemen anlamıştı zira başka hiç kimse böyle yetenekli ve cesur olamazdı. Üstelik, peri öküz de oradaydı. Hayvanın iki omzu arasındaki ışık coşkuyla yanıyordu.

Eğreltiotlarının arasında saatlerce oturup başlarından geçenleri birbirlerine anlattılar. Kızın anlattığına göre yamyamlar Maholia’yı büyük ormanın kenarına götürmüştü zira o tarafta yer alan krallarının ülkesine doğru gidiyorlardı. Karanlık bir gecede, genç kız ellerinden kaçmayı başarmıştı. İşte o günden beri büyük çalılığın ortasında saklanarak hayatta kalmıştı. Prenses yaşadıklarını anlattıktan sonra kendi macerasını anlatma sırası Prens’e geldi. Ardından genç kıza çok güzel olduğunu ve onun için her tehlikeye atılmaya değeceğini söyledi. Bu sözler, Prenses’in tekrar tekrar işitmek istediği şeylerdi.

Doğrusu, Prenses bir anda annesini hatırlayıp “Benim için nasıl da üzülmüştür,” diye düşünmeseydi, ormandan ayrılmak akıllarına dahi gelmeyecekti.

“Peki ama seni eve nasıl götüreceğim?” diye sordu Prens. “Seni saklamam imkânsız. Öte yandan, seni yanımda görenler kıskançlığa kapılıp elimden almaya kalkışacaktır.”

“Ben size yardım edebilirim,” dedi sihirli öküz, burnunu şefkatle genç kıza sürterek. “Prenses’i çirkin ve ihtiyar bir adama dönüştüreceğim. Böylece onu kimse tanıyamayacak. Sonra rüzgâr gibi uçup ayrılacağız buradan.”

Prenses bir anda ufak tefek, ihtiyar bir adama dönüştü. Prens ile birlikte peri öküzün sırtına binip yedi gün boyunca ormanın, nehrin ve dağların üzerinden uçtular, ta ki Prenses’in annesinin yaşadığı evin kapısına varana kadar.

Nihayet tehlikeden kurtulmuşlardı. Işık Saçan Prenses ve cesur Prens evlenip kendi krallıklarında yaşamaya başladılar. Yıllarca huzur ve mutluluk içinde hüküm sürdüler. Peri öküze gelince, ömrünün sonuna dek onların sadık hizmetkârı ve akıl hocası olarak yaşadı.

Tavşan Prens

Bir Şangani Masalı

Çok uzun yıllar önce çok sıkı dost olan bir Tavşan ile Duiker11 yaşardı. Tavşan, diğer tüm hayvanlardan daha zeki ve kurnazdı. Oysa Duiker insanları pek seven masum bir antilop yavrusuydu. Bu yüzden kraaldan çok uzaklaşmazdı.

Günlerden bir gün Tavşan, Duiker’e dedi ki: “Şu ötedeki kraalda yaşayan insanlar gibi biz de kendi arazimizi çevirip darı ve sukabağı yetiştirsek olmaz mı? Toprağın verimli olduğu bir yer biliyorum.”

Duiker bunu hemen kabul etti. Böylece iki arkadaş bir toprak parçası seçtiler. Sonra toprağı çapalayıp darı, sukabağı ve fıstık ektiler. Komşu kraaldaki şefin eşlerinin böyle yaptığını görmüşlerdi. Duiker daha büyük olan toprak parçasını almıştı, ektiği darılar fevkalade uzun ve güzeldi. Sonbahar yaklaşınca Tavşan her gün eline bir çuval alıp darı ve fıstık toplamaya gidiyordu. Ne var ki kendi tarlasından toplamıyordu bu ürünleri. Bu sayede tarlası hiç bozulmadan kalmıştı. Günlerden bir gün Duiker tarlasına bakmaya gitmiş ve ekinlerinin toplanmış olduğunu gördü. Hemen Tavşan’dan şüphelenerek onu hırsızlıkla suçladı.

Bu suçlama karşısında çok öfkelenen Tavşan her şeyi inkâr etti: “Senin tarlana elimi bile sürmedim. Kralların Kralı bunu yapmış olmalı. Ne var ki hırsızı asla yakalayamayacaksın.”

“Madem öyle, yediğin darıları nereden buldun söyle bakalım. Senin tarlandan değil o darılar!”

“Ne diye bir kraalın yakınında yaşıyoruz sanıyorsun?” dedi Tavşan neşeyle. “Ben şefin darılarından yiyorum.”

Bu duydukları Duiker’in aklını iyice karıştırmıştı. Özellikle de sadece bir gün sonra ekinleri bir kez daha çalınınca iyice şaşkına döndü.

“Böyle giderse yakında yiyecek hiçbir şeyim kalmayacak,” dedi Tavşan’a. “Ne yapabilirim sence?”

“İyisi mi bir tuzak kuralım,” dedi Tavşan. “Belki bu sayede hırsızı yakalamayı başarırız.”

Tavşan, bir atın kuyruğundan birkaç kıl koparıp bunlara ilmek atarak uzunca bir ip yaptı. Ardından bu ipi yere koyup küçük sopalarla sabitledi ve kimseler farkına varmasın diye üzerine toprak serpti. Bunun üzerine de darı serpti. Böylece darıları yemek isteyecek olan kuşlar ayaklarını düğümlere sürtüp ipe takılacak, kaçmaya çalıştıkça ip daha da sıkı hale gelecekti.

Ertesi sabah Tavşan ile Duiker birlikte tuzağı incelemek üzere darı ekili olan toprağa gitti. İnce siyah iplere çok güzel bir kuşun yakalanmış olduğunu görünce pek sevindiler. Kuş, uzun kanatlarını çaresizce çırpmaktaydı. Tavşan düğümleri dişleriyle tuttu, bu sırada Duiker de kuşu yakaladı. Ne var ki bu küçük hayvan pek hızlıydı. Düğümlerin çözüldüğünü fark eder etmez, kanatlarını var gücüyle çırparak Duiker’in elinden kurtuldu ve bulutlara doğru süzüldü.



“Aldırma,” dedi Tavşan. “Bu gece tuzağı tekrar kurarız.”

Ertesi gün aynı güzel kuşun bir kez daha ipe takılmış olduğunu gördüler. Ama bu defa yalnız değildi. Onun kadar güzel bir sürü kuş vardı yanında. Havada daireler çizip uçuşan kuşlar, suçluyu yakalayıp düğümleri çözmeye çalışan Tavşan ile Duiker’i izliyordu. Bu defa daha dikkatli davrandıkları için avlarının kaçma şansı kalmamıştı. Çok güzel bir kuştu bu ama en dikkat çekici özelliği sadece bir kanadında bulunan upuzun bir tüydü. Kurnaz Tavşan, bu tüyün kuşa güç verdiğini hemen tahmin etmişti. Tüyü çekip kopardı ama çok şaşırtıcı bir şey oldu: Kuş bir anda ortadan kayboldu. Onun yerinde şimdi güzel bir prenses vardı. Tavşan hemen sihirli tüyü saklayıp Prenses’ten kulübede kalmasını rica etti. Ona çok iyi bakacak ve her gün yemek getirecekti.

Böylece Prenses kulübede kaldı. Zaten sihirli tüyünü yitirdiği için bulutlardaki evine geri dönmesi imkânsızdı. Kuşlar her gün kulübenin kapısına gelip ne zaman eve döneceğini soruyordu güzel kıza.

“Sabırlı olun,” diye cevap veriyordu Prenses. “Tam zamanında eve döneceğim.”

“Uzun tüyün nerede?” diye soruyordu kuşlar. “Kayıp mı ettin onu?”

“Uzun tüyüm güvende,” diyordu Prenses. “Tavşan onu sakladı.”

İşte Prenses günlerce böyle yaşadı. Tavşan’ı gördükçe onun bilgeliğine ve kurnazlığına hayran kalıyordu. “Bir tavşan olması ne yazık!” diye geçirdi içinden. “Babamın yönettiği diyarlarda onun eline su dökebilecek tek bir şef çıkmaz!”

Prenses aslında bir periydi ve sihirli güçleri vardı. İşte bu yüzden, Tavşan’ı bir insana dönüştürmeye karar verdi.

Günlerden bir gün Prenses ve Tavşan yalnız kalmıştı. Tavşan sordu: “Sihirli tüyünü kim aldı, biliyor musun?”

“Evet, biliyorum,” dedi Prenses. “Sen aldın.”

“Çok haklısın,” dedi Tavşan. “Peki, tüyü nereye sakladığımdan haberin var mı?”

“Hayır,” diye cevap verdi Prenses. “Fakat sayende sihirli tüyümün güvende olduğundan eminim. Lütfen onu saklamaya devam et, yalnız bir kez görmeme izin ver.”

Prenses öyle güzeldi ki Tavşan, onun bu isteği karşısında daha fazla direnemedi. Hemen gidip tüyü getirdi. Prenses tüyü eline aldı fakat onu kullanarak kaçmayı denemedi. Gülmekle yetinip tüyü Tavşan’a fırlattı.

Tavşan bir anda yakışıklı bir prense dönüşüverdi. Prenses buna öyle sevinmişti ki! Tavşan Prens, bu durumun gelecekteki hayatında büyük bir değişimi beraberinde getireceğini anlamıştı. Artık eşit olduklarına göre Prenses’i elde etmeye çalışabilirdi. Gelgelelim, ona hediye edebileceği toprağı yoktu. Sonra Duiker’in güzel tarlası geldi aklına. “Artık bir insanım,” dedi Tavşan. “Duiker’i öldürüp tarlasını Prenses’e veririm.”

Pusu kurup bekledi ve küçük antilopu öldürüp kulübeye getirdi. O akşam yemeğinde bu eti yediler. Bu sırada Tavşan Prens, Prenses’e sordu: “Benimle evlenir misin?”

Prenses, “Evet, elbette evlenirim,” dedi ve ekledi: “Ama bunu kimselere söylemeyelim. Her gün memleketimden gelen kuşlar bu haberi işitmemeli zira annemle babam yeryüzündeki bir faniyle evlenmeme asla izin vermez.”

Bu arada kuşlar Prenses’i beklemekten usanmıştı. Kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı: “Bütün bunlar Tavşan Prens’in suçu. Onu öldürmeliyiz. Aksi halde Prenses bir daha evine dönemeyecek.”

Sonra ülkenin en bilge büyücüleri kabul edilen ve çok yakında yaşayan Fare ile Ağaçkakan’a danıştılar. Fare ve Ağaçkakan, Prens’in yemeğine konulabilecek güvenli bir zehirden bahsetti. Fakat Prenses kendi tebasını pek iyi tanıdığından Prens’i tam vaktinde ikaz etmeyi başardı.

Prens hiçbir şey yemedi. Böylelikle ölüm tehlikesinden kurtuldu. Bu süre zarfında Fare ile Ağaçkakan, genç Prens’e öyle ısınmıştı ki artık ona bir kötülük yapmayı redderek evlerini onun kulübesine yakın bir yere kurdular. Böylece genç adamı her gün görebileceklerdi.

Fakat artık Prenses kendi ülkesine dönmek istiyordu, evini ve ailesini çok özlemişti. Prens’e şöyle dedi: “Annemle babamı görmek ister misin?”

“Çok isterim,” diye cevap verdi Prens. “Nerede yaşıyorlar?”

“Gökyüzünde yaşıyorlar,” dedi Prenses. “Haydi git de sihirli tüyümü bana getir.”

Tavşan Prens tüyü bir kez daha sakladığı yerden çıkarıp Prenses’e verdi. Genç kadın, sihirli tüyü yere koydu. Bir anda tüy uzamaya başladı, ta ki bulutlara ulaşana dek uzamaya devam etti.

Sonra tırmanmaya başladılar. Önce Prens ile Prenses çıktı tüyün üzerine. Ardından Fare ile Ağaçkakan onları izledi. Prens’i tehlikelerden korumak için onlarla gelmek istediklerini söylemişlerdi. Bulutların tepesine çıkana kadar tırmandılar. Devasa bir mağaranın ağzında buldular kendilerini. Fakat burası büyük taşlarla kapalıydı. Prenses çaresizlik içinde haykırdı: “Bu kayaları nasıl kaldıracağız?”

“Benim kemirip içini oyamayacağım hiçbir şey yoktur,” dedi Fare. “Birkaç dakika denememe izin verin.”


“Bulutların tepesine çıkana kadar tırmandılar.”


Ağacın bir köşesini var gücüyle kemirmeye başladı ama pes etmek zorunda kaldı çünkü taşta küçücük bir delik dahi açmayı başaramamıştı.

Bunun üzerine Ağaçkakan ileri atıldı. “Bir de ben deneyeyim,” dedi. “Ben küçük yuvamı ağaçlara yaparım. Gagamın giremeyeceği bir gedik görmedim henüz.”

Bu sözlerin ardından Ağaçkakan büyük taşın kenarına dikkatle vurmaya başladı. Sonra birden şöyle bağırdı: “İşte şimdi oldu!”

Taşın bir kenarında parmak kadar bir fırdöndü bulmuştu. Bunu çekince taş geriye yuvarlandı ve mağaranın ağzı açıldı.

Prens tam Prenses’le birlikte içeri girmek üzereyken kocaman bir canavar çıktı karşılarına. Başında iki boynuz vardı. Her bir boynuza ise bir insan kafası saplanmıştı. Vücudu baştan aşağı gözlerle kaplıydı ve yeşil ışıklar saçan bu gözlerinin her birini Prens’e çevirmişti. Ama Prenses’in uzun tüyünü bir kez daha çekip canavarın yüzüne batırması yetti. Canavar bir anda toz olup uçuverdi!

“Artık güvenle ilerleyebiliriz,” dedi Prenses. İçeri girip mağaranın diğer ağzına kadar yürüdüler. Şimdi tıpkı bizimkine benzeyen bir başka dünya vardı karşılarında. Yemyeşil büyük vadilerde çağlayarak akan ırmaklar görülüyordu. Bunların önünde ise özenle yapılmış saz kulübelerin oluşturduğu büyük bir kraal bulunuyordu. İşte burası Prenses’in ülkesiydi. Genç kız büyük bir neşeyle evine doğru koştu. Annesiyle babası insan şeklinde gelip kızlarına sarıldı. Sonra Prenses’in kadın erkek bütün dostları neşe içinde yanına koşturup onu karşıladı. O âna dek Prens bütün bu kişileri birer kuş olarak görmüştü.

“Yanındaki bu adam da kim? Onu nereden buldun?” diye sordu Prenses’in babası, karşılama töreni sona erince.

“Onu aşağıdaki dünyadan çaldım,” diye cevap verdi Prenses neşeyle gülerek.

Babası kaşlarını çatmıştı. Yeryüzü sakinleriyle hiç işi olmazdı. Onlarla herhangi bir ilişki kurma düşüncesi onu çok kızdırmıştı. Prenses, Tavşan Prens’i kendisine eş olarak seçtiğini açıkladığında hem anne babası hem de arkadaşları çok bozuldu. İki gencin evlenmesine kesin bir dille karşı çıktılar. Prenses, sevgilisi adına çok dil döküp yalvardı. Genç adamın hünerlerinden söz ederek hiçbir kızın böyle zeki ve asil bir kocası olmadığını anlattı. Fakat yaşlı Şef, bulutlar diyarından bir kızın yeryüzünden bir erkekle evlenmesinin görülmüş şey olmadığını söyleyerek konuyu kapattı. Prens kendi ülkesine dönmeliydi.

Gelgelelim, Prenses genç adama sıkı sıkıya tutunup onu göndermeyi reddetti. Bunun üzerine Prenses’in ailesi ve arkadaşları, Tavşan Prens’in öldürülmesine karar verdi. Prenses’in eve dönüşünü kutlamak üzere büyük bir ziyafet düzenlediler. Fare yemek tencerelerinin dibinden ayrılmıyor, bütün gün etrafta dolanıp leziz yemekleri didik didik ediyordu. Kimsecikler onu görmese de Fare’nin ufak siyah gözlerinden hiçbir şey kaçmıyordu. Ziyafet sabahı misafirler için sofranın hazırlanmış olduğunu gördü. Prens’e ayrılan yemekler iki küçük siyah tencereye konmuş ve yeşil yapraklarla süslenmişti. Kimsenin yemeklere bakmadığı sırada tuhaf giyimli bir kadın belirdi. Şüphesiz bir cadıydı bu. Prens’in yemeklerine garip bir toz serpti fakat diğer tencerelere hiç dokunmadı.

Tam ziyafet başlayacakken Fare, Prens’in sırtına çıkıp kulağına fısıldadı: “Senin için hazırladıkları şeylerden sakın yeme. Sadece biradan içebilirsin, güvenle tüketebileceğin tek şey o.”

Prens bu ikaza kulak vererek ilk tehlikeden kaçmayı başardı. Fakat başarısız olan bulutlar diyarı halkı en maharetli büyücülerini toplayıp yeni bir plan yaptı. “Bir dolu fırtınası çıkaracağız,” dedi büyücüler. “Prens’i yarın ovaya çıkarın. Canlı olarak geri dönemeyecek.”

Ertesi sabah Gökyüzü Kralı, Tavşan Prens’i büyük bir ovanın ötesindeki bir başka kraala gönderdi. Üç saat kadar yolculuk ettikten sonra ufukta büyük bulutlar belirmeye başladı fakat Prens’in etrafta sığınabileceği hiçbir yer yoktu. Koyu mavi ve kara renkli bulutlar gitgide genişliyordu. Sonunda güneş gözden kaybolmuştu. Derken uzaklardan durmak bilmeyen bir gök gürültüsü işitildi. Bir an dahi ara vermeyen bu ses giderek yaklaşmaktaydı. “Bu gökgürültüsü değil,” dedi Prens. “Dolu yağacak. Ama etrafta sığınabileceğim hiçbir yer yok. Prenses’in yüzünü bir daha göremeyeceğim!”

“Korkma,” dedi bir ses kulağına yaklaşarak. Genç adam başını çevirince Ağaçkakan’ı gördü. “Yere uzan. Ben başını koruyacağım zira ben de bir büyücüyüm.”

Prens yere uzandı. Küçük Ağaçkakan kanatlarını açıp genç adamın üzerinde uçmaya başladı. Sanki bir silahtan fırlatılmış gibi kocaman bir dolu tanesi düştü yere. Ardından bir dolu tanesi daha geldi. Derken, ördek yumurtası büyüklüğünde, sivri uçlu ve buz gibi soğuk yüzlerce ve binlerce dolu tanesi şiddetli bir sağanak halinde ve korkunç bir gürültüyle sarp kayalıkların üzerini kapladı. Daha önce kimse bulutlar diyarında böylesi şiddetli bir fırtınaya şahit olmamıştı.

Prens’in sağ salim geri döndüğünü, üstelik keyfinin de pek yerinde olduğunu gören düşmanları şaşkına dönmüş ve eskisinden de çok öfkelenmişlerdi. Ama kararlarından dönmediler. Gölgeli bir ağacın altında bütün kabile şefleri ile büyücülerin katıldığı büyük bir indaba12 düzenlediler. Kral’ın önderliğinde günlerce sürecek bir ava çıkılmasına karar verildi. Kraaldan uzak kalacakları bu süre zarfında Prens, bir assegai ile öldürülecekti. Ancak bu olaya kaza süsü verilecekti çünkü Prenses’in, kocasının cinayete kurban gittiğini düşünmesini istemiyorlardı. Bu defa planlarının işe yarayacağını düşünüyorlardı çünkü av heyecanı sırasında ellerine pek çok fırsat geçecekti. Fakat gölgesinde toplandıkları ağacın dallarına tüneyen Ağaçkakan her şeyi işitmişti. Bu bilge kuş, büyük bir büyücüydü. Hain planı öğrenir öğrenmez bulutlar diyarının baş büyücüsünün boş kulübesine giderek burada koruyucu bir muska hazırladı. Yılanların en öldürücüsü mamba ile yılanların en büyüğü pitonun yağından aldı, sonra kaplanın akciğerlerini saran deriden biraz kopardı. Bütün bunları karıştırıp piton derisinden yapılmış ve saklaması kolay üç küçük torbaya koydu. Sonra torbaları ağzına alıp doğruca Tavşan Prens’in yanına koşturdu.



“Bunları al ve sakın üstünden ayırma,” dedi Ağaçkakan. “Hayatını tehdit eden yeni tehlikeler var.”

Prens kuşun sözüne uydu ve ava katılmak üzere neşeyle yola çıktı. Günlerce kraaldan uzakta kaldılar ve her gün yeni bir şef genç adamı öldürmeye çalıştı. Ancak fırlattıkları assegailerin hedefi tutturamadan yere düşüveriyordu. Ağaçkakan’ın hazırladığı muska sayesinde Prens bütün bu saldırılardan korunmuştu.

9.Induna: Bir şefin emrindeki yönetici veya lider.
10.Meyvelerinde alkol bulunan bir ağaç. (ç.n.)
11.Duiker: Afrika’nın güneyinde yaygın bir antilop türü. (ç.n.)
12.Indaba: Bir toplantı veya konsey.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺127,68

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
03 temmuz 2023
Hacim:
193 s. 39 illüstrasyon
ISBN:
978-625-8068-10-8
Telif hakkı:
Maya Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Qodirning baxti
Народное творчество (Фольклор)
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre