Kitabı oku: «Aşk’a Doğru»
Aşk’a Doğru
Hac ve Umre Günlükleri
Ebru Yavuz
Ebru Yavuz
1979 Ağrı Eleşkirt doğumlu olan Ebru Yavuz ilk ve orta öğrenimini Ağrı-Eleşkirt Tahir İlköğretim Okulu’nda tamamladıktan sonra eğitim hayatına Almanya’nın Hanau şehrinde devam etmiştir. Akabinde ticaret hayatına atılarak kendi işini kurmuştur. Bunun yanı sıra Fahri Camii Rehberliği ve çocuklara yönelik dini eğitim programları gibi çeşitli hizmetlerde bulunmuştur. Şu anda yaşamına Almanya’da devam etmekte ve ticaretle meşgul olmaktadır.
BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM
Aileme ve sevdiklerime ithafen
Bana, “Yaz!” diyerek hayalime giden yolda ilham olan, duasıyla desteğini esirgemeyen kıymetli hocam Ahmed Yasin Efendi’ye;
Hac ve umre ziyaretlerimde rehberlik eden İGMG Bölge Başkanı Sayın Abdullah Kodaman’a;
Yardımlarını esirgemeyen Hülya Köse ve Berfin Köse’ye;
Kapak tasarımında emeği geçen Nesibe Taşova’ya;
Sevgili kardeşlerim Ertan Yavuz ve Serkan Yavuz’a;
Maddi ve manevi desteğini esirgemeyen aileme;
Bu güzel yolda beni yalnız bırakmayan, heyecanımı paylaşan Nazlıhan Öztürk’e ve tüm dostlarıma;
Hayallerini dualarıyla büyüten, istediğine ulaşmaktan vazgeçmeyenlere;
Son olarak, gönlümden damlayan bu sevdalı satırların ulaştığı ve duygularımı paylaşan herkese teşekkürü bir borç bilirim.
Bir kelamla bin duygunun yükünü yüklendim
Bir kelam ki nice sırlı kapılar açtı. Bir nazar ki içimdeki yangınları körükledi. Onun eteklerinde esiyor bu rüzgâr. O, gümüş bir kutu içinde yanımdan ayırmadığım, takmaya da kıyamadığım bir zümrüt. O aydınlatıyor gönlümün kara noktalarını. Kıymetli hocam Ahmet Yasin Efendi. Rehberim. Her daim himmet dilediğim. Sözünün üstüne söz koymadığım. Yoluna baş koyduğum sevgiliye giden kapı.
On sene sonra tekrar umre yolculuğuna niyet edince ziyaretine gittim. Niyetim güzel bir duasını, sevgi dolu bir nazarını almaktı. Buyur ettiler. Hacı Anne bir kahve ikram etti. Halimi arz ettim, dua istedim. Ziyaretim boyunca Yasin Efendi sükût etti.
En nihayet müsaade isteyip kalkacağımda sükûtunu bozarak, “Yaz, anılarını paylaş kızım, istifade edilir,” dedi. Saniyeler içinde aldığım ağır bir sorumluluk ve dünyalara bedel bir iltifat. Gülsem mi ağlasam mı bilemediğim o nadide anda içimde ardı ardına güller açtı. “Kızım,” dedi, “Yaz kızım!” Cebrail a.s.’ın, Efendimiz s.a.v.’e “Oku!” demesi canlandı gözümde. Hocam da bana, “Oku!” diyor hep. Şimdi de “Yaz!” diyordu. “Peki, efendim,” dedim, “Siz nasıl uygun görürseniz. Himmet buyurun efendim. Himmet buyurun”. Himmetiyle döküldü bu satırlar hamdolsun. O gün duasını ve kıymetli hediyesini alarak ayrıldım yanından. Eve varana kadar kulaklarımda hep o iki kelime yankılandı. “Yaz kızım!” Ne sahiplenen bir kelime! Ne mutlu eden bir hitap! Babaannem geldi aklıma birden. Gece gündüz başından eksik etmediği bembeyaz yaşmağı, içinden hayat fışkıran elmacık yanakları, altı numara miyop gözlüğüyle torunlarına, komşu çocuklarına çorap ören babaannem. Her bahaneyle Kur’ân-ı Kerîm’i bağrına basan babaannem. O da bana “Kızım,” derdi. “Güzel kızım, hadi sodamı getiriver. Kibar kızım, hadi şu yastık kılıfını değiştiriver.” Küçükken anlamazdım. Aklım karışırdı. Kızım diye halalarıma seslenmesi lazım, bana neden kızım diyor, derdim. Şimdi anladım, kızı olmak ne demek. Canımdan bir parça. Kıymetlim. Dua etmeyi eksik etmediğim. Gözümden sakındığım. Evimin nadide çiçeği. Evimi güzelleştiren süsüm demek. Hocam da bana “Kızım,” dedi. Böyle kıymetli bir efendinin kızı olmak ne büyük lütuf.
Ağır ağır yürüdüm eve
Çocukluğumu düşündüm. On yaşlarımı. On yaş heyecanlarımı. Akranlarıma göre olgunluğumu. Esmâü’l Hüsna’nın hayatımın her köşesine taht kurmasını düşündüm. On yaş! Annesinin Enes r.a.’ı, Kâinatın Efendisi s.a.v.’e, “Evladım sizindir, size teslim ettim,” dediği yaş. Şimdi şimdi anlıyorum. O yaşımda filizlenmeye başlamış içimdeki aşk. Hayallerim vardı. Annesinin eteğini bırakmadan ağlayan çocuk misali istiyordum hayalimdekini. Aşkla istiyordum. İlk hayalim! İlk aşkım Kur’ân-ı Kerîm’di. Her bir harfini öğrenmek, okumak, hatmetmek istiyordum. Öğrendim. Her okuduğum ayet aşkımı artırıyordu. İstemsizce içimde Kurân’ın doğduğu mekânları, Kurân’ı bize taşıyan Efendimiz s.a.v.’i görme arzusu oluşuyordu. Öyle gelip geçici bir hayal değildi bu üstelik. Gitgide daha da büyük bir arzuya dönüşüyordu. Sevdiğimi, sevildiğimi, her saniye daha çok yaklaştığımı hissediyordum. Sanki görünmez bir el vardı ve bu gizemli el sırtımı sıvazlıyordu. Gönlüme aşk nakşediyordu. Vedûd isminin tecellisini yaşıyordum. Bilgim yoktu. Ama içimde yoğun bir muhabbet vardı. Dedim ya, on yaş. Âşıktım her harfe. Sevgilinin kelamına. Her gün artan bir heyecanla susuzluğumu okyanusla gidermeye çalışıyordum. Yâsin Sûresi’ni ezberledim. Neden ezberlenir bilmiyordum ama öyle istiyordum ki ezberlemeyi. Nedenini bilmediğim bir arzu dolmuştu kalbime.
Seçilmiştim belki de. Enes r.a. gibi. Hizmete koşacaktım. İnsanlara inanmanın güzelliğini, zarifliğini anlatacaktım. Belki de o yüzden o sevda koyuldu yüreğime.
En çok Kâfirûn Sûresi’ni okurdum
Özellikle yavaş yavaş ve heceleyerek okurdum Kurân’ı. Ya yanlış yaparsam, günaha düşersem korkusu sarıyordu. O yaşlarda başlayan, şu an bana eşsiz güzellikte gelen o masum savaş. “Öyleyse sizin dininiz size, benim dinim bana” mealindeki olağanüstü ayet. O halde nefsim sen bildiğini oku, benim Allâh’ım var, der gibi. Kelimeyi tevhit sırrını içinde taşır gibi! Dilersen vur nefsine, dilersen küfründe inat edene haykır. Manasını bilerek okuduğum tek ayetti. Öyle hoşuma giderdi ki, kendimi çok önemli bir şey yapmış gibi hissederdim. Bir o kadar da özeldim aslında bu ayeti inanarak okuduğum için. Şimdi anlıyorum. O yaşlarda kazanmışım bu şerefi. Bu ayrıcalığa, Müslüman olma lütfuna kavuşmuşum. Kurân hocama minnet borçluyum bu yüzden. Ona her daim duacıyım.
Kurân okumak tek hayalim değildi
Tesettüre girmeyi de hayal ettim. Kurân hürmetine kavuştum tesettüre. Örtündüğümde hissettiğim o güzel heyecan. Unutulmazdı. O an farkında değildim. Başımda Allâh’ın emrini taşımaya başlamıştım. Müslüman bir hanımefendi olmuştum. İlahi bir temsildi bu. Ve bu temsil, başıma taktığım yakuttan, zümrütten, pırlantadan bezenmiş bir taçtı. Ne nasipliymişim meğer. Nasip edene sonsuz hamd-ü senâ olsun! İlk zamanlar insanların bakışından çok çekinmiş, utanmıştım. İtiraf etmeliyim ki çok zordu. Benden yaşı oldukça küçük olan kişilerin bana teyze demesi, yaşlı zannetmeleri üzüyordu beni. Başımı neden örttüğümü sorguluyordu devamlı etrafımda bilmeyen insanlar. Örümcek kafalı olduğumu, beynimin yıkandığını söylüyorlardı. Hatta misafir olduğum bazı yerlerde beni bir odaya çekip uzun uzun nasihat ediyorlardı. Tatlı dille başlayan nasihat, benim kararlı olduğumu görünce hakarete dönüşüyordu bir süre sonra. Çok inciniyordum. Küçüktüm. Savunacak bilgim yoktu. İçimde sadece bunu yapmaya dair bir aşk vardı. Tüm bunlara rağmen zamanla alıştım. İncinmemeyi öğrendim. Bu şekilde davranan insanları affettim çünkü Kâinatın Efendisi s.a.v. öyle buyurmuştu. “Yâ Rabbi! Bilmiyorlar, bilseler, böyle yapmazlardı,” demişti. Affettim. Efendimiz s.a.v. hürmetine onları affettim.
O zamanlar köyde yaşıyordum. Yaşadıklarıma rağmen öyle seviyordum ki köyümü. Taşı toprağı altından, gümüşten diye düşünüyordum. Evden çıktığımda sıkıntılı anlar yaşıyordum fakat ev ortamım cennetten bir köşeydi. Perşembe akşamları Kurân için özel bir zaman ayrılırdı. Konuşurken ağzından inciler dökülen, yüzünden nur saçan babaannem nasihat ederdi. Yâsin Sûresi’ni okumadan uyumazdık. Rabbim gani gani rahmet eylesin inşallâh. O gecenin aslında Cuma gecesi olduğunu, amellerimize kat kat daha çok sevap verildiğini, o mübarek gecede getirilen salavât-ı şeriflerin güzeller güzeline aracısız ulaştığını bilmiyordum. Babaannem söylüyordu, ben de sorgusuz sualsiz yapıyordum. Gönlüme huzur doluyor, kalbim, iç organlarım, vücudumun tüm azaları sükûna eriyordu. Sonrasında bir özlem sarıyordu içimi, Kurân’ın doğduğu yere ve Kurân’ı getirene duyulan özlem.
Taşı toprağı maneviyat kokan köyümüzde bir de Şehitlik Dağı vardı. Babaannem orada, vatanını savunurken şehit düşen askerlerin yattığını söylüyordu. Yâsin Sûresi’ni okuyarak ruhlarına hediye eder etmez pencereye koşuyorduk. Gözlerimizi dört açarak dağa bakıyorduk. Bize kendilerini göstereceklerini düşünüyorduk. Babaannem öyle söylemişti. “Eğer onlar için Yâsin okursanız size kendilerini gösterirler,” demişti. Gecenin o zifiri karanlığında, dilimizde dualar ve kalbimizde derin bir muhabbet ile şehit yolu gözlüyorduk. Zaman zaman bazı yerlerde ışıklar görüyorduk. Yanıp sönen kandillere benziyordu bu ışıklar. Kuzenlerimle birlikte o an öyle mutlu oluyor, heyecanlanıyorduk ki, sevinçle birbirimize sarılıyorduk. Bu yüzden Perşembe gecelerini iple çekiyorduk. Şehitlerin bizi selâmlaması olağanüstü bir şeydi. Yaptığım ikinci hatmi onlara bağışlamıştım. Tüm bu olanlar, okuduğumuz Kurân hürmetine gerçekleşiyordu. Bu yüzden köyümün taşı toprağı maneviyat kokuyordu ve benim için çok özeldi. Kutsala olan muhabbetim, aşkım orada başlamıştı çünkü. Şehitlik Dağı ilk duraktı benim için. Yolculuğumun ilk durağı. Aşkımın ilk filizlendiği, kalbime ilk işlediği zamandı. Aşk, önüme altın tepsilerde, altın kâselerin içinde sunuluyordu ve ben o şerbeti yudum yudum içiyordum.
Yedi yaşındayken oruç tutmaya başladım
Oruç tutuyordum ama gizli gizli su içiyordum. Kimse görmez sanıyordum. Çocukluk işte. Rabbimin Basîr ismi şerifini o zamanlar idrak edemiyordum. Sonra sonra öğrendim Rabbimin Basîr olduğunu. Rabbim her şeyi gören, kendisinden hiçbir şey saklanmayandı.
Ramazan ayında evimizde ayrı bir iklim oluyordu. Toplu teravih namazları, hep birlikte okuduğumuz Kurânlar. Kurân sayfalarını aynı anda çevirmemiz ayrı güzeldi. Tek yürek oluyorduk. Sayfaları çevirirken çıkan o ses birliğimizin göstergesiydi. Tuttuğumuz oruçlar ve sonunda iftar sofrasında toplanarak dualar eşliğinde ezanın okunmasını beklememiz mutluluk veriyordu. Ramazan, evimize neşe ve huzur getiriyordu. Bu ay bizi birbirimize kenetliyordu. Rabbim Kerîm’di. Lütfu, ihsanı bol olan, karşılıksız çokça ikram edendi ve rahmetini üzerimize sağanak sağanak yağdırıyordu.
On bir yaşındaydım
Ramazan ayının kıymetini bilmiyordum ama içinde birçok güzellik barındırdığını fark ediyordum. Köyümüzün camisinde hanımlar için bir program hazırlamıştık. İlk sohbetimi o zaman yapmıştım. Konu neydi hiç hatırlamıyorum fakat çok heyecanlı olduğumu ve hararetli hararetli anlattığımı hatırlıyorum. Anlattıkça açılmıştım. Sesim gürleşmiş, içimdeki muhabbet artmıştı. Böylece çember genişliyordu ve gönlümde, etrafımdaki insanlara karşı merhametim artıyordu. Zaman artık benim için farklı akıyordu. Farklı haller yaşıyordum. Rüyalarım tecelli ediyordu. Hayal ettiğim şeyleri rüyalarımda görüyordum. Ve bu rüyalar farklı farklı zamanlarda gerçekleşiyordu. Günün birinde Medine-i Münevvere’ye gittiğimi gördüm. Uyandığımda bütün gece bulutlarda uçmuşum gibi bir his vardı içimde. Medine’ye gitmeyi hayal bile edemezdim o zamanlar. Oralara ancak yaşlanınca gidilir sanıyordum. O kutsal toprakları, hacıların hediye getirdikleri fotoğraflı dürbünlerden görüyordum sadece. Mekke ve Medine’ye “Allâh’ın Evi” diyordum. Bir yer vardı uzaklarda. Benim için erişilmesi mümkün değildi. Dualarımda gizliydi. “Allâh’ım sana gelmek istiyorum,” diyordum. “Senin evine gelmek istiyorum,” diye yakarıyordum içten içe. Ben gidemiyordum ama o kutsal mekânlar rüyalarıma geliyordu. Rabbim lütfunu gösteriyordu. Şehîd olan Rabbim yine rahmetini oluk oluk akıtıyordu.
Tarihi yerlere gitmek, oraların tarihini öğrenmek çok ilgimi çekiyordu
Ayrı bir hazzı vardı benim için. O yaşlardaki ilk gezim Ağrı İshak Paşa Sarayı’na olmuştu. Oraya girer girmez kendimi bir zaman yolculuğu içinde buldum. Bambaşka bir atmosfere adım atmıştım. Kırmızı taşları üst üste koyan eller. Onları oyarak şekil veren, tasarlayan zihinler. Belki de İshak Paşa o görkemli, ince ince oyulmuş kapıdan içeri her girdiğinde gözlerini kapatarak rüzgârın sesini dinliyordu. Ya da belki sarayın yakınında bulunan Ahmed-i Hani Hazretleri’ne selâm veriyordu. Belki de beni o kadar etkileyen şey, o mübareğin orada olmasıydı. O’nun orada olduğunu bilmiyordum. İçimde bir şeyleri orada bırakıp da eve dönmüştüm sanki. Hatta içimdeki o şey hep eksikti ve o eksik olan şeyi arıyordum gittiğim her yerde. Gün be gün inşa ettiğim bir mozaik tablosu ve kayıp taşları. Tarihe olan ilgim bile ondandı. Oraya olan özlemimden! Asr-ı Saâdet’e. Asr-ı Saâdet’i Asr-ı Saâdet yapana. Tarih beni eskimeyene götürsün istiyordum. Götürsün ve bir daha geri getirmesin.
Yirmi beş yaşım
İlk umremi yaptığım yaş. Öncesinde aldığım nefesi verdim diyene kadar geçen seneler. Beyhude geçen onca zaman. Nefsim ile tanışmam. Kimi zaman yenik düşmem isteklerine. Yabancı bir ülkede atıldığım iş hayatının gölgesinde üşüdüğüm yirmi beş yaşım. Yol boyu düşündüm. Gökyüzünü. Sırlı kapıların ardı ardına açıldığı o mekânı. Geceleri avunduğum karanlık aynayı. Yıldızların arasında aradığım cennet bahçelerini. Bazen saatlerce, zamanı unuturcasına, içimdeki tufanı dindirmek için yalvaran bakışlarla nöbet tuttuğum engin boşluğu düşündüm. Hayallerimde bulduğum huzuru. Her gece onlara sarılarak uyumamı düşündüm. Dünya derdini dert edinmediğim, güzelliğine tamah etmediğim nadide zamanlarda gönlümün nasıl sürura gark olduğunu düşündüm. Ve bir rüya ile sarsılmamı. Yine hayallerime açılan kapının rüyamdan geçmesi gerçeğinin çarpıcılığı. İnsanı kendine getiren, özünü hatırlatan bir rüya. Henüz gidememiştim ama o gelmişti. Kâbe’m. Kalbi dergâhım. Sevdaya dair ne varsa yoluna serdiğim kara gözlüm.
Rüyamda kalabalığın önünde hızla yürüyordum. Bir yerlere gidiyordum. Gittiğim yer, Aşkın Mekânı’ydı. Sevdalıların buluşma yeriydi. O yer, Mekke’ydi. Kalabalıktan önce varınca, zafer kazanmış asker misali, “Ben kazandım, geldim,” diyerek sevinç çığlıkları atarken gökyüzünde Beytullâh’ı görmemi düşündüm. Belki de o gördüğüm kalabalıklar yirmi beş yaşıma kadar beni boğan nefsimin oyunlarıydı. Kâh ağlatan kâh güldüren dünyanın halleriydi belki. Anlamıştım. Artık hayallerimin gerçek olma zamanı gelmişti.
İlk umremdi
Korkuyordum çünkü bilmiyordum Mekke ve Medine nasıl bir yer. Neyle karşılaşacaktım? Kâbe nasıl bir yerdi? Onu gördüğümde nasıl hissedecektim? O devasa kalabalığın içinde ibadetlerimi yapabilecek miydim? Ardı ardına sorular aklıma diziliyordu. Bu düşünceler içinde boğulurken, kendimi pencerenin pervazına atmıştım. Uzun uzun yine gökyüzüne baktım. Gönlüme bir ferahlık geldi o an. El-Veliyy olan vardı yanımda. O, inananların dostu ve yardımcısıydı. Vekîl olana tevekkül ederek içsel yolculuğuma başlamıştım.
Zaman nasıl aktı bilmiyorum ama gün gelip çatmıştı
Kutlu yolculuğa saatler kalmıştı. Sabahın nurunda hazırlanmıştım bile. Allâh rızası için iki rekât namaz kılıp Allâh’a halimi arz etmiştim. Gaflet içinde seneler geçirmiştim ve bu günahın yükünü sırtıma yüklenmiştim. Böyle bir yükle huzuruna gidiyordum. Bana merhamet ederek çağırdığı için de şükrümü eda ederek yola çıkmıştım. Zaman geçmiyordu. Kâbe’yi ilk kez görenin duası kabul olurmuş diye zihnimde sürekli tekrarlanan bir duam vardı. Teslim olmuştum ve duamın kabul olmasını heyecanla bekliyordum.
Bir yandan da her geçen saniye korkum artıyordu. İlk kez tek başıma yolculuk yapıyordum ve ilk kez yabancı bir ülkeye gidiyordum. Uçak, Cidde, otobüs, aktarma derken Mekke’ye varmıştık ve Beytullâh’a kavuşmaya dakikalar kalmıştı. Neyse ki salimen gelmiştik ve korkularım azalmıştı. Otelden çıkmadan önce tekrar iki rekât namaz kılıp halimi arz etmeye çalıştım. Mahcuptum. Affa muhtaçtım. Rahmetine taliptim. Varlığımı onu var edene emanet ederek Kâbe’ye gitmek üzere otelden çıktık. Yürüme mesafesindeydi. Biraz yürüdükten sonra önümde oldukça ihtişamlı, kocaman mermer bir yapı, devasa kapılar görünce hemen sordum, “Kâbe burası mı?” diye. Gecenin karanlığına sırtını dayamış öyle güzel parlıyordu ki beni benden almıştı. “Kâbe oranın içinde,” dedi hocam. Kendi kendime, “Dışı böyle ise içi nasıldır kim bilir,” dedim. Korkularımın yerini heyecan almıştı o andan itibaren. Daha Kâbe’yi görmeden dualarım kabul olmuştu. Çağırılmıştım, Rabbimin misafiriydim.
“Kâbe’yi görene kadar başınız önünüzde ilerleyin,” demişlerdi
Göğüs kafesimin içinde gümbür gümbür davullar çalıyordu. Etraftaki sesleri duymuyordum. Unutmamak için yapacağım duamı zikrediyordum her adımda. “Durun,” dedi hocamız. “Durun ve gözlerinizi açın!” O söz ile dondum. Dünya ve ukbâya ait her şey çekildi etrafımdan. Zaman, mekân silindi zihnimden. Sadece Kâbe ve ben! Tüm ihtişamıyla karşımda duruyordu. Her şey anlamını yitirmişti. O âna kadar her adımda tekrar ettiğim duamı yapamadım. Utanmıştım. Böyle bir güzellik karşısında nasıl olur da dünyalık bir şey isterdim. Gözlerimi ayıramıyordum. Bir nazarıyla gönlümdeki kiri pası silivermişti. Ruhum bedenimden hicret etmiş, bedenimden önce tavafa başlamıştı. Kendimi aşk ummanına atılmış gibi hissettim. Tavafa başladım. Döndükçe yüzüyordum, yüzdükçe bedenim ve ruhum şifa buluyordu. Eşsiz bir hazdı. Sarhoş olmuştum. Dilimden sadece hamd sözcükleri dökülüyordu. Bu ne büyük lütuftu! Ne büyük ihsandı! Rabbim ile baş başa anlar. O aşk sarhoşluğu ile Rabbimize sonsuz şükrederek say ibadetine geçtik. Hacer Validemiz gibi teslim olmuştum. Gözüm hep Kâbe’deydi. Sütunların arasından göz göze geliyordum. Her seferinde içimde bir volkan patlıyordu. Say ibadetini de bitirince ihramdan çıktık. Otelimize döndük. Dinlenmeye çekildik.
Uzandığım yerde gözlerimi tavana dikip düşünüyordum. Aşk, tohumlarını ekmişti yüreğime ve her dakika filizleniyordu. İki cihan saadeti sunuyordu Rabbim. Bu dünyamı da ahiretimi de âbâd edeceğini vaat ediyordu. Rabbimin Hay ismi şerifi ile yeniden doğuyordum sanki. Orada geçen her saniye yeni yeni şeyler öğreniyordum. Öğrendiklerim beni hakiki muhabbete sürüklüyordu. Manasını bilmesem de yapmam gereken ibadetlere odaklanmıştım. Hemen hemen hiç uyumuyordum. Ayaklarım şişene kadar tavaf ediyor, mecnun misali, döndükçe dönüyordum. Duyduğum her bilgi kırıntısını bir kenara not ederek uyguluyordum. Acizliğim, bilgisizliğim her köşede karşıma çıkıyordu. Eksiktim. Tamamlamam gereken çok şey vardı. Tebliğ etmek, kardeşlerime de faydalı olmak istiyordum. Kutsal topraklara layık olabilmek istiyordum. Korktuğum şeylerden emin kılmıştı beni. Kendimi harikalar diyarında hissediyordum. Kâbe’den ferah esintiler vuruyordu. Rahatlıyordum. “Sabret, her şey zamanla oluşur, gayret et,” diyordu sanki. “Nasip et,” diye yalvarıyordum. Kalbim devamlı tazarru halindeydi. “Nasip et, aşkını nasip et,” diyordum. “Aşkına dair ne varsa beni karşılaştır, bahtımı açık eyle,” diyordum. Dua ettikçe sabrım, sadrım genişliyordu. Aşktan bîtap düşüyordum. Sarhoşluğu sarmıştı benliğimi. Günler geçmesin istiyordum. Aşk şerbetini içtikçe susuzluğum artıyordu. Senelerce aç kalmış ruhum doymuyordu. Vücudum bitkin düşüyordu. Bir gün sabah namazında uyukladığımı hiç unutmuyorum. İmamın, “Allâhu Ekber!” demesiyle irkilerek uyanmış, devamında yine uyuklamıştım. Kıyamda, rükûda, secdede! Uygunsuz da olsa bu halime doyamamıştım. Orada yaptığım her şeyin ayrı tadı vardı. Rahmeti kuşatıyordu. Sevgiyle sırtımı okşuyordu sanki. Namazın sonunda arkadaşlarla buluşacaktık. Merve tepesine çıkış kapısında beklerken kaldırımda uzanarak taşın üzerinde uyumuştum. Uyuduğum en güzel uykuydu. Kuş tüyü yastıklardan daha rahat, daha konforluydu. Hangi aşk kaskatı olmuş taşı yumuşak eyler diye düşünmüş, defalarca şükretmiştim.
Bu sevdanın yükü ağırdı. Yüreğim taşımayacak kadar bîçareydi. Dünya sevdasını gönlümden silmeye karar vermiştim. Bu sevdaya taliptim artık. Sabır gerekiyordu ama bu sabrın lezzeti başkaydı. Başaracaktım, başarmalıydım.
Her şey rüya gibiydi. Birkaç fotoğraf ve notlarım olmasa, gitmiş olduğuma şüphe edeceğim. Çoğu şeyi hatırlamıyorum. Toprağa düşen cemre misali yüreğime düşen o aşk kıvılcımı ve gönlümdeki ince sızı hariç. Ondan sebep Kâbe’m, gönül sızım, diye severim her anışımda.
Kâbe’ye ilk dokunduğumda gözlerimi sımsıkı kapatmıştım
Ellerimle dokunarak kaydetmeye çalışmıştım. Özleyince böyle hasret giderecektim. Muhteşem bir akım hissediyordum her dokunuşumda. O akım iliklerime kadar aşkı iletiyordu. İçim içime hiç sığmıyordu. Gözümü açarak etrafıma bakınca, nice dokunanlar olduğunu gördüm. Binbir çeşit insan ile aynı hisleri paylaşmak, aynı gaye uğruna orada olduğumuzu bilmek dokunuşumu daha bir güzelleştirmişti. Hepimiz tek yürektik. Kalpler bir noktada atıyordu. Hepimizi seviyor, ayrı ayrı ilgileniyordu Kâbe’m. Her bir azamızla günah işleyerek gelmiştik. Tövbe ediyorduk. Affolunduğumuzu hissediyorduk. Beytullâh’a kabul edilmiştik. Ve bu kabul ediliş her an şükrümüzü artırıyordu.
Bir ayetin gönlüme nakşedildiğini hissediyordum. “O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz!” Rahman sesleniyordu. O seslendikçe gönlümdeki şükür hali coşuyordu. Daha çok şükretmek, daha çok Rabbimi anmak istiyordum. Hiçliğimin farkına varıyordum. Akarsuda sürüklenen küçük bir saman tanesiydim. Rabbim beni yönlendiriyordu. El-Cebbâr olan Rabbimin kudreti ve lütfuyla karşılaşıyordum her yerde.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.