Kitabı oku: «Küçük Paşa», sayfa 2
“Yalnız başına yıkanamazsın deye sana yardıma geldim.”
Selime:
“Köyde yıhanırdım emme, burada garip ite döndüm, eline sağlık abla kadın, yıka; keşik yaparık, ben de seni yurum.”
Şirin Dadı:
“Benim saçım yok ki, iki tas su ile tertemiz olurum.” diyerek kurnanın önüne çömeldi, soğuk su musluğunu kapattı, kurnayı boşalttı, yeniden doldurdu, sabunu aldı işe girişti. “Köylü kiri kolay kolay çıkmaz.” diye söylene söylene sütnineyi çok sıcak su ile öyle bir yıkadı ki, zavallı Selime:
“Yeter kara abla, yeter, kir çıkacak diye beni haşladın, kir değil canım çıkacak!” demek zorunda kaldı. Selime lüzumu kadar haşlandıktan sonra ılık su ile Salih de yıkandı. Soğukluğa çıktılar, Nevnihal Kalfa orada idi. Şirin, Nevnihal kalfaya:
“Akarı kokarı, vesvese edecek hiçbir şeyi, bir sivilcesi bile yok, gümüş gibi tertemiz bir süt ninesidir.” dedi.
Selime, Şirin’in sözünü keserek: “Bunu da Allah yarattı demeden başıma döktüğün kaynar sularla ben de seni haşlasam, gözlerinin akı gibi ağarman da ne yapan?”
Selime ve Salih’e yeni çamaşırlar giydirdikten sonra Nevnihal’in tabiriyle, kuyruklu köy bitlerinin konağı sarmamaları için kadının başına bir haylice sürür sürülmesi unutulmadı. Bütün bu işler bittikten sonra Nevnihal Kalfa, Selime’yi büyük hanımefendinin eteğini öpmeye götürdü, bir aralık lohusaya da gösterildi. Selime’yi kıpkırmızı gören ebe hekim, “Böyle bir kadının sütü ile büyüyecek çocuk en az yüz yıl yaşar.” diyerek sütnineyi sevindirmişti. Selime’nin söbe birer kavun gibi sarkan memeleri, iki çocuğu mükemmelen beslemeye yeter görülmekle beraber, Nüzhet Hanım’ın emri üzerine Nazikter Kalfa Selime ile konuşarak ilerde büsbütün kesilmek şartıyla, şimdilik, Salih’in yirmi dört saatte iki defa emzirilmesine diğer zamanlarda inek, keçi sütüyle doyurulmasına Selime’nin muvafakatini, tahmininden ziyade kolaylıkla aldı.
Konağın ihtişamı, çifte kumalı, çifte musluklu, kaynar sulu hamamı, büyük hanımefendinin güzelliği, heybetli tavrı, zaten şaşırttığı sırada Nüzhet Hanım’ın pek muhteşem yatağı, mavi atlas yorganı, yastığı, baş tarafına takılan el kadar büyük elmas maşallahı ile ince bulutlu bir seher seması gibi görünmesi, Selime’yi büsbütün büyülemişti. Hanımın bu muvaffakiyeti bir sarhoş cömertliği kabilinden olmakla beraber, böyle çeşitli tesirler altında bulunmasa bile Selime’nin daha ağır bir teklife de evet diyeceğine şüphe yoktu.
IV
Her hâlini yakından incelemek, vazifesine uymayacak âdetleri varsa düzeltmek için Nevnihal Kalfa Selime’nin odasında yatmaya memur edildi. Selime’nin saf, temiz ahlakı, tuhaf tuhaf sözleri ihtiyar cariyenin hoşuna gidiyordu, iki üç gün içinde sütnineyi âdeta bir ana duygusuyla sevmeye, onu korumaktan lezzet almaya başladı, Selime de bu iyi yürekli kadını, on sene evvel ölen anası kadar seviyordu. Ona bütün köy hayatını, şimendiferde, vapurdaki, ilk duygularını ve şimdiki hâlinden pek memnun olduğunu güldürücü tabirlerle hikâye ediyor, Nevnihal’in anlayamadığı sözleri daha garip, daha karışık tabirlerle anlatmaya çalışıyordu.
Nevnihal dokuz yaşından beri İstanbul’da bulunuyordu; ihtiyarlığına rağmen dinç ve hayli semizdi. Şeffaf denilecek kadar parlak cildi altında en ince damarları bile görünen beyaz siması, kısa seyrek kirpikleri, biraz kanlı ve daima yaşlı gibi duran açık mavi gözleri, ince dudakları, seyrek dişleri arasından tane tane çıkan sözleri ile Selime’ye pek sevimli görünmüştü.
Nevnihal ilk gecede Selime’nin uykusunu pek ağır buldu. Bunu yol yorgunluğuna ve en ziyade Şirin Dadı’nın kaynar sularla haşlamasına verdi. Uyku ağırlığı bir sütanası için tabii bir kusurdu, fakat diğer meziyetlerine bilhassa uzak bir yerden getirildiğine göre bu kusuru görmemek hâle de uygun olurdu. İki üç gün sonra da aralarında kırk yıllık kapı yoldaşı imiş gibi samimilik hasıl olunca Selime’nin böyle bir kusuru olduğunu kimseye söylemedi. Selime’yi yalnız Nevnihal değil, başta Nazikter Kalfa olmak üzere cariyelerin hepsi pek seviyor, tuhaf sözleri, oturuşu, kalkışı, yürüyüşü büyük küçük hanımefendilerin de hoşlarına gidiyordu. Hazırcevaplığı ile bütün kapı yoldaşları tarafından sevilen ve Suat Paşa tarafından Nüzhet Hanım’a verilmiş olan genç bir cariye; Selime’nin öne arkaya, sağa sola sallanarak yürüyüşüne, sandalyelerin üstüne değil önlerine diz çöküp oturuşuna dikkat ederek: “Sütnine değil, Allah’ın bir devesi!” dediğinde, Selime derhâl “Allah devesi3 iplik gibi ayahlarıyla ince ağlar örer, bürümcükler dohur; benimse elimden, ayağıma bir çorap örmek bile gelmez, Allah’ın pek avare bir kuluyum.” cevabını vermişti.
Konak içinde bütün cariyeler için Selime’nin odası bir mahalle kahvesi olmuştu. Hanımefendi hangi cariyeyi aradıysa bulamayarak Selime’nin odasında olduklarını anlayınca hepsini azarladığı gibi, Selime’ye de: “Onları başına toplayıp da Karagöz mü oynatıyorsun, ne yapıyorsun, hangisini ararsan ‘Sütninenin yanında.’ diyorlar, bu iş kaçkınlarını odana sokma!” deyince, Karagöz’ün ne olduğunu bilmeyen sütninesi:
“Valla hanımefendi; ciğerimden vurulayım, ben ne gözümün ahını, ne de karasını oynatıyorum; lakin bu dürtülesiceler dururlar mı, birer ikişer kapıyı kahan içeri dıhılıyor, ben ne göreyim? Bir bahan yanımda kimse in cin yoh, bir de bahan pekmez kokusu almış sinekler gibi yanıma toplanıp bana tebelleş oluyorlar.”
Selime her gece yatağa girince, “Yattım sağıma, döndüm soluma, melekler gelsin yanıma şahit olsun dinime, imanıma.” diye bir uyku duası okuyup üfledikten sonra gözlerini yumduğu dakikadan itibaren cehaleti kadar derin bir uykuya dalardı. Nevnihal Kalfa icap ettiği zaman Selime’yi uyandırmaya çalışmaktansa, Salih ağlarsa ağzına emzikli bir süt şişesi sokmayı, Haldun adı verilen süt kardeşi ağlarsa kadının memelerinden birini Haldun’un ağzına dayamayı daha kolay bulurdu. Bu iş, bir çeşmenin musluğunu açıp altına bir testi koymak gibi bir şeydi.
Selime’nin yatak duasını hanımefendinin, hatta paşanın da duymaları için çok zaman geçmedi. Birkaç gün içinde bu duayı konakta işitmemiş değil, ezberlememiş kimse kalmamıştı. Pek saf olduğu anlaşılan Selime’nin, melekleri şahit göstererek rahatça uyuduğu, din ve iman hakkındaki bilgilerinin garip şeyler olacağı tahmin edilerek, paşa tarafından, bu husustaki malumatı öğrenmeye Nazikter Kalfa memur edildi; Nazikter bir sırasını getirip Selime’yi sorguya çekti:
“Her gece yatarken melekleri şahit getirdiğin din ve imanın ne olduğunu bilir misin?”
“Onu sorgu melekleri mezarda sorarlar, şimdi sorulmaz, hem de osorgunun karşılığı diri iken verilmez, ölünce verilir.”
“İnsan sağken bilmezse ölünce hiç bilmez”
“Mezara gömülünce imam talkın verir, öğretir.”
“Demek sen hiç bilmiyorsun?”
“Dini din, imanı iman bilirim, işte bu gadar.”
“Allahı nasıl bilirsin?”
“İyi bilirim, lakin görmedim.”
Nazikter, Selime’nin yüzüne bakıp latifeye benzer bir eser göremeyince, kuşkulandırmayarak bütün malumatını anlamak için sözlerine devam etti:
“Pekâlâ, Peygamber kimdir?”
“Allah’ın torunu.
“Babası kimdir?”
“Âdem babamız.”
“Anası da Havva anamız olduğunu tabii bilirsin. Sormaya hacet yok; namaz nedir?”
“Köyde erkeklerden bazıları boş kaldıkça kılar; dişi ehliler kılmaz sevaplı bir iştir.”
“Devlet nedir?”
Selime, böyle bayağı bir sorguya nazaran kendisinin pek ahmak zannedilmesine kızmış gibi bir tavır aldı:
“Bunu herkes bilir: Köylerden vergi, asker alır; fakat kendisi gelmez; kuduz gibi zaptiyeleri saldırır, zift gibi yapışkan tahsildarlar gönderir.”
“Padişah kimdir?”
“Devlet Efendi’mizin altın kafes içinde oturan büyük oğludur.”
“Sizin köyde mektep yok mu?”
“Var, caminin yanında güççük bir dam, yazın tabut, teneşir korlar, kışın imam çocuhlardan bazılarına namazlıhlarını öğretir.”
“Yaz günlerinde öğretmez mi?”
“Yaz günlerinde çoluh çocuh herkes kırda bulunur; köyde yalnız hastalar, kötürümler, düşkün ihtiyarlar kalırlar. Zaten imamın da bir çoh çoluğu çocuğu bir dam dolusu ekmek düşmanları var; o da yazıda, yabanda gezer, çift çubuh arkasında koşar. İmam, kış günleri de çocuhların hepsini okutmalı ister emme, her hafta perşembelik (perşembe günleri hocaya verilen on para) vermek, köyde hangi yiğidin kârıdır? Mektebe üç beş çocuk ya kider, ya kitmez.”
Nazikter Kalfa bu muhavereyi harfiyen paşaya arz etti.
Paşa müteessir oldu. O hafta içinde: “…Bütün köylerimizde mektepler tesis ve küşat ile nimeti mearifin tamimi, İslam akidelerinin halelden masun olarak muhafazası esbabının istihsali…” diyerek her tarafa emirler verilmiş ve o zamanın gazeteleri bu vesileyle uzun makalelerle şu diyanet ve maarifseverliği, sesleri çıktığı kadar alkışlamışlardı.
Vilayetlerimizden birkaçının merkezi ile bunlar dâhilinde bulunan ve nispeten müterakki sayılan beş on kaza, liva merkezleri istisna edilince, diğerlerinde, Selime’nin köyündeki gibi tabut, teneşir koymaya mahsus mahallere veya öteden beri mevcut ahır bozuntusu damlara türlü türlü yeni adlar takarak vilayet dâhilinde üçer beşer bin mektep küşat edildiği resmen ilan olunan ve temelsiz binalar kabilinden idadi mektepleri bile yapılmış olan bazı vilayet mekteplerinde bile hâlâ iptidai mektebi denmeye layık bir tek mektep bulunmadığını hüzünle itiraf edelim.
Naîme (Büyük Hanımefendi)’nin kâtibi olan Nazikter’in sorulan bütün Osmanlı ülkesindeki köylülerin hangisine sorulsa, binde biri, yani mâdum hükmündeki nadirleri istisna edilince, Selime’nin cevapları gibi, belki daha garip cevaplar alınacağından şüphe yoktur.
Geçen devirlerde “Güzarı maarif” kesildiğini yazmadık kalem kalmamış olan imparatorluğun -hazır hâline nazaran, birkaç büyük şehirden, beş on küçük kasabadan başka yerlerinde- maarif gülünün henüz bir tek filizi bile yeşillenmeye başlamamıştı.
Memleketimiz öyle bir hâldedir ki, hükümetçe öteden beri Müslüman tanındıkları, nüfus defterlerine Müslüman adlarıyla yazıldıkları hâlde kendileri Ortodokslukla Katoliklik arasında mütereddit Hristiyanlarla meskûn nahiyeler; tıpkı Avrupa’da Orta Çağ’ın derebeyleri devri gibi kabile halkının evlenmelerinde gelinlerin ilk geceyi reisin ikametgâhında geçirmelerinde uğur uman, okuyup yazmayı ayıp sayan kabileler, “muvakkat nikâh” adıyla ömürlerinin sonlarına kadar nikâhları altında sayısız kadınlar bulunduran aşiretler, Cebrail’i alelade bir posta müvezzisi kadar olsun dikkatten tecrit ederek peygamberlik beratını Ali’ye götürecek iken yanılarak Hazreti Muhammed’e verdiğine inanan yüz binlerce insan bulunduğu gibi, vaktiyle Hindistan’ın Lengam mabedinde her sene bir geceye mahsus olan kötü ayini taklit ile kadın erkek bir yere toplanarak “Çırağı söndüren köyler de var.” diyenler eksik değildirler!
Şu pek kötü hâller meydanda iken maarife, diyanete ne kadar hizmet edildiği iddia edilebilir?
V
Salih, kırk günlük olduğu hâlde geldiği bu konakta, süt kardeşi Haldun ile beraber büyümekte, Haldun’a mahsus iltifatlara tam müsavat derecesine varmamak şartıyla iştirak etmekte idi…
Haldun, 20 aylık olduğu gün, babası Dilaver Bey mirliva rütbesiyle taltif olundu. Konakta bir paşa daha peyda olmasından doğan iltibası kaldırmak için Suat Paşa’ya “Büyük Paşa”, “Büyük Paşa Efendi’miz” denmeye başlandı. Suat Paşa’ya küçük kardeşine karşı iltibası def için değil, ilmini, ahlakını takdiren her zaman “Büyük Paşa” denebilirdi. Selime “Paşa Efendi’miz” demeye bir türlü alışamadı. Paşa Efendi der ve şu kadar ki, buna Anadolu âdeti veçhiyle bir de “Ağa” ilavesiyle “Paşa Efendi Ağa” denmediğinden hürmetin noksan kaldığına canı sıkılırdı. Haldun, Suat Paşa’ya: “Paşa Baba” dediği için hitap inhisarına aklı ermeyen Neferzâde Salih de “Paşa Baba” diyordu. Buna, hanımefendiyle Dilber’den başka kimse ilişik etmiyordu.
Hanımefendi, köylü çocuğun ağzının toplanmasını Nevnihal’e hatırlattığı gibi, Dilber de Selime’ye “Büyük Paşa Efendi’mize Salih’in ‘Paşa Baba’ demesi çirkin oluyor” demişse de Selime:
“Ne göreyim, ben öğretmiyorum ya, Haldun Bey’e baharak o da öyle çağırıyor; uysal it ineği, onun arhasından gidiyor, güpürtüye (gürültüye) ürüyor.” diye cevap verdi.
Suat Paşa’nın ölen karısından da, şimdiki Naime Hanım’dan da çocuğu olmadığından, Haldun’un “Paşa Baba” demesi, baba olmak iştiyakını okşuyordu. Haldun, iki yaşında memeden kesilmişse de sütninesine pek ziyade alışmış olduğu için, Selime, hudutsuz müddetle alıkonmakta idi. Suat Paşa’nın iki kadeh konyakla biraz keyiflendiği bir akşam, büyük küçük hanımlarla Dilaver Paşa da hazırken, Haldun’u takiben içeriye giren Salih bütün hareketlerini taklit ettiği süt kardeşinin “Paşa Baba!” diyerek paşanın kucağına atıldığını görünce, o da “Paşa Baba!” diye paşanın dizi üstüne çıkmakta gecikmedi.
Salih’in şu cüreti orada bulunanların hemen hepsine farklı derecelerde tesir etti. En ziyade Haldun’un dadısı Dilber’in gayretine dokunduğundan, zavallı çocuğu meşhut bir cürüm işlemiş gibi kolundan tutup şiddetle çekti, indirdi; âdeta sürükleyerek kapıdan çıkarmakta iken çocuğun gitmek istemeyerek ağlaması paşanın hassas kalbine dokundu; Dilber’i tekdir etti. Diğer cariyeleri, hatta Selime’yi de çağırtarak:
“Köylü, şehirli, insanlar birdir.” dedi. “Allah’ın indinde bir Müşir Paşa ile bir asker neferinin değil, -çünkü askerlik büyük şeydir- bir dilencinin farkı yoktur. Çocuk, Haldun’u takliden bana (baba) demekle kıyamet kopmaz değil, hiçbir şey olmaz. Baksanıza, bundan daha çirkin olsun, bu yaşıma kadar bir çocuk babası olamadım. Bundan böyle çocuğun yanıma gelip gitmesine, ‘Paşa Baba’ demesine sakın ilişik etmeyiniz; hatta cümleniz şahit olunuz, ben onu evlatlığa kabul ettim; hakkında öz evladım gibi muamele ediniz.”
Selime ile Nazikter, Nevnihal, pek memnun oldular; diğerleri muhtelif derecelerde taaccüp ettiler. Naime Hanım, başına soğuk su dökülmüşe döndü, bozuldu. Pek açık olan iğbirarını belli etmemek için sahte bir sevinçle dudakları titreyerek: “Mademki siz evlatlığa kabul ediyorsunuz, benim de evladım olmuş demektir.” diyebildi.
Nazikter’in işaretle ihtarı üzerine, Selime, paşanın, hanımların eteklerini dinî bir vazife ifa ediyor gibi samimi hürmetle öptü ve arka arka yürüyerek kapıya çarpıp hayli gürültü ile paşayı güldürdü ve çıktı. Bu geceden itibaren cariyeler, uşaklar, Salih’e “Salih Bey” demeyi edep ve terbiye icabı saydılar; Selime bile öyle diyordu. Anadolu’nun en kötü, en küçük bir köyünde Selime gibi bir kadından doğup da böyle büyük bir konağın küçük beyi olmak, Rumeli’nin küçük bir kasabasında dünyaya gelip de Mısır’a hidiv olmak kadar nadir bir talih lütfu idi. Garip tesadüflerden olarak Salih Bey, burnunun ve çenesinin biçimi, söz söylerken dudaklarının hareket tarzları ile Büyük Paşa’yı andırır, gözlerinin renk ve şekli, kaşlarının kurumu ile de biraz Naime Hanım’a benzerdi.
Bu andırıştan, benzeyişten bahse evvelce kimsenin dili varmaz, varamaz idiyse de Salih’in evlatlığa kabulünden sonra Nevnihal bunu hanıma söylemek saygısızlığında bulundu. Her neresiyle olursa olsun Salih’in az çok paşayı andırmasında, hatta tam müşabehetle benzemesinde bile hiçbir önem yoksa da pek düzgün boyu, azasının tenasübü, güneş ziyası gibi parlak, ipek kadar yumuşak saçları, gül renginde dudakları arasında tebellür etmiş birer gülümseme gibi dizilen beyaz, muntazam dişleri, siyah kirpikli, sema renkli gözleri, alelhusus bütün simasının güzellik nâzımı gibi yükselen burnu, Havva kızlarının pek azına nasip olduğuna kanaatten hasıl olan gurur hisleri bu güzel burnun ucunda toplanmış gibi görünen Naime Hanım’a, emsalsiz güzelliğinin en mühim imtiyazı, daha doğrusu görenleri teshir için pek füsunkâr iki tecelligâhı olan gözlerinin hemen aynına bir köylü çocuğunun da malik olması, pek fena tesir etti.
Paşanın evlatlığa kabul ettiğini söylediği anda herkese daha güzel görünmeye başlayan bu köylü çocuk, hanımefendiye her zamankinden daha müstehrek görünmüştü.
Hanımın güzel sözleri Salih’in her yerinde bir başka türlü çirkinlik buluyor, her hâlinde sinire dokunur bir kabalık görüyordu.
Zavallı çocuğun biricik kabahati hanımefendinin rahminde tekevvün etmek şartıyla paşanın sülbünden gelmemek, onun kucağında büyümemekti. Naime Hanım şöyle düşünüyordu: Ölen ilk karısından da çocuğu olmadığına nazaran kısırlık kusuru, kendisinde değil, paşada idi; fakat bunu herkes bilir mi? Paşa kim bilir ne kadar şiddetle baba olmak istiyordu ki, böyle bir köylü çocuğun “Paşa Baba” demesinden lezzet alıp avunmaya çalışıyor; er geç çocuğu olmayacağından katiyen emin olmasa, böyle köylü bir sütninenin çocuğunu evlatlığa kabul ile yüksek şanına halel verir miydi? “Kısırlık kusuru paşadadır.” diye konağın kapısına bir levha asılamayacağına göre, bu uğursuz çocuk: “Hanımefendi kısırdır, hanımefendi kısırdır.” diye mücessem bir ilan gibi daima içerde, dışarda dolaşıp duracak.
Hanımın düşündüğü belaların en büyüğü atiye ait. Paşanın âdeta öz evladı gibi sevmeye başladığı Salih’i kendisine varis tanıması, öyle vasiyet etmesi ihtimali ne kadar kötü bir ihtimal?
Bu ihtimal, pek kıymetli bir yün kumaş içine sokulan güve gibi hanımın kalbini kemirmeye başladığından, Salih’in koca konak içindeki varlığı ne kadar küçük olursa olsun, hanımı, nasılsa gözüne girmiş bir sinek, kulağına kaçmış bir pire gibi izaç ediyordu.
VI
Salih, Haldun’dan ancak 42 gün büyük olduğu hâlde cüssesine nazaran bir yıl daha büyük zannolunurdu. Haldun, Salih’in tabii hakkı olan ana sütünü gasp etmekle onun büyümesine mani olamamıştı.
Hilkatin her şeyle gıdalanmaya mecbur bir köylü midesiyle teçhiz ettiği Salih, soğuk-sıcak, bazen bozuk sütler de içirilmiş olduğu hâlde, Haldun’dan daha kuvvetli, sıhhati daha mükemmeldi.
Salih’in, pek küçükken Selime’nin çiğneyerek iğrenç bir merhem haline getirdikten sonra bir tülbent parçası içine koyup (Sormuk) adıyla ağzına soktuğu, saatlerce emdirip avuttuğu kuru üzüm usaresinden faydalanmış olması muhtemeldir.
Salih’in, anası gibi her türlü illetten masun olduğu, hekim muayenesi ve Babıali’nin muhaberesi ile müspet bir kadın için de meni elzem olan bu iğrenç âdet, Anadolu’da yalnız köylerde değil, kasabalarda da devam etmekte olduğu gibi, çocuğuna başka ağızlarda çiğnenmiş şeyler emdiren analar bugün de büyük şehirlerimizde bile nadir değildir.
Haldun üç yaşına bastığı bir sırada babası ikinci orduya memur oldu. Nüzhet Hanım, kocasından ayrılmak istemediği kadar, Nâime Hanım gibi biraz da kendisi bir konağın büyük hanımlığı hükümetini sürmek istediğinden, Dilaver Paşa, Edirne’ye ailesiyle birlikte gitti. Selime, Haldun’u emzirdiği zaman Salih’in de anası olduğu hiç hatıra gelmez, bu sıfatına hiç hürmet edilmez idiyse de şimdi Suat Paşa’nın evlatlığı olan Salih Bey’in anası olduğu için, Nüzhet Hanım, Edirne’ye gitmesi arzusunda bulunamadı.
Haldun yürümeğe başladığı günden itibaren babasının rütbesine mahsus miralay üniforması giydiği gibi, Salih’in koluna da bir çavuş nişanı takılarak üç yıldır bir onbaşı bile olmayan babasını rütbece geçmiş olduğundan, Selime: “Dünya bu, buynuz kulağı geçer.” demişti.
Dilaver Paşa ile oğlu Haldun Paşa Edirne’ye gidince, konakta küçük paşalık makamının boş kalması Büyük Paşa’nın büyüklüğü için bir nakıs gibi göründüğünden, umumi arzuya binaen Küçük Paşalık Salih Bey’e tevcih olundu; Salih’e çavuş nişanı takıldığı gece Selime tarafından nişanın altına mavi bir boncuk iliştirildiğini görüp: “Konakta Miralay Haldun Bey dururken Salih Çavuş’a kim bakar ki…” diyerek o kötü göz yıldırım siperini söküp Selime’nin yüzüne atan, “Paşa Baba” diye Suat Paşa’nın kucağına çıkan Salih’i nasılsa Şafii mescidine girmiş bir it eniği gibi sürükleyip odadan çıkarmaya teşebbüs eden Dilber, Nüzhet Hanım’la Edirne’ye gitmeyip de Salih’in Küçük Paşa olduğunu görse, bu unvan tevcihi Selime’yi daha ziyade memnun ederdi.
Bu unvandan kimlere, niçin ve kimler tarafından verildiğini bilmeyen Selime, birçok hanımın kocaları Paşa olduklarından dolayı hanımefendiye teşekküre geldiklerini her zaman görmekte bulunduğundan, Salih’in de gerçekten paşa olduğu zannıyla pek mesrur oldu. Paşanın, hanımefendinin eteklerini öptü, teşekkür etti.
İnsanlara her zaman saf bir sürur nasip olmaz; her tatlı, mutlaka az çok bir acılıkla karışır. Dimağında tahayyül kudreti bulunsa, hayalinin havsalasına sığabilecek refahiyet sebeplerinin bu konak kapıcısının veya aşçı yamağının maişetleri derecelerine kadar bile yükselemeyen Selime’nin, üç yaşındaki oğlu “Küçük Paşalıkla” hükümran olduğu hâlde bu kâşane içinde her türlü huzur ve refah arasında bir hoşnutsuzluk rahatsızlığı vardı.
Selime, Haldun’u emzirdiği iki sene müddetle mahkûm olduğu perhizden hayli üzülmüştü; çünkü sütü bozulup Haldun’un sıhhatine dokunacak mukarenetlere imkân vermemek için Selime kocasıyla ayda bir kere Nevnihal Kalfa ve Şirin Dadı’nın nezaretleri altında görüştürülürdü. Şirin Dadı da, Nevnihal de istemeyerek ifa ettikleri “ihtilatı men” memurluğundan dolayı girdikleri günahı Nüzhet Hanım’a yükseltiyor, alelhusus Nevnihal, Selime’nin himayecisi olmak saikasıyla bu yasakçılığın pek zalimane bir işkence olduğunu da söylüyor ve: “Görmüyorlar mı fukara çocukları bir düzine doğar, biri kucakta tepinirken diğeri karnında kımıldanır; biri yeryüzünde emeklerken öteki rahîmde kulaklanır; memeyi biri bırakır, öteki çekiştirir, ne yasak var, ne karantina; ne süt bozulur, ne çocukların kırmızı yanakları solar; bunlar seçme, fakat ne yapalım? Vebali yaptıranların boynuna, biz emir kuluyuz.” sözlerini de ekledi.
Haldun memeden kesilmedikçe, Ali askerliğini bitirip istipdal tezkeresini almadıkça köye gitmek mümkün olamayacağını Ali de, Selime de bildiklerinden, birbirleriyle böyle iki kardeş gibi masumane görüşmeye ister istemez tahammül ediyorlardı.
Siyasi cürümler suçluları gibi pek şiddetli nezaret altında görüşmeye Ali, Selime’den ziyade kızıyordu; bu mahrumiyetin de tesiriyle Ali karısını pek ziyade kıskanmaya başlamıştı. Selime köyde iken böyle değildi. Orada köy kadınlarının maişet tarzları ve iş nevileri gibi, kıyafetleri ve el ayak renkleri hemen birbirinin aynı olduklarından Selime kimsenin dikkatini çekemezdi. Güneş yakması, daima açık havaya maruz olması, kış yaz ağır işlerle uğraşmasının neticesi olarak yüzü pek esmer, vücudu ancak kemiklerini örtecek kadar semiz, eli ayağı siyah ve pürüzlü, kendi tabirleri veçhiyle pişirgeç (saç üstünde yufka ekmek pişirirken kullandıkları yanık değnek) gibiyken, şimdi öyle değil; eli yüzü ağarıp tombullaşmış, yanakları, dudakları kiraz gibi kızarmış; gözleri, çatık, kalın ve mahut “keman” teşbihini istimalde zaruret hasıl edecek kadar kavisli, göz uçlarına kadar inen uzun kaşları daha ziyade koyulaşmış gibi görünüyordu. Yiyecek şeylerin çokluğundan, uyku ve rahatın tasavvurundan ziyade, mükemmeliyetten faydalanarak semirdikçe semirip âdeta tanınmaz bir hâle gelmişti. Vaktiyle belli belirsiz olan çene çukuru, şimdi Ali’nin ağzının suyunu akıtacak kadar derinleşmiş; köy yadigârı üçer tane mavi sırça bilezik evvelce en hafif bir hareketle de şıngır şıngır öterken, şimdi birer birer çatlayarak kırılmış; yalnız vaktiyle pek geniş olan ikisi, Arapların etine dolgun kadınlar için “bacak yahut kol bilezikleri samit kadın” dedikleri gibi boğum boğum halkalanan etler arasına gömülüp susmuşlardı. Çene altında iki sıra katmerlenen ve kalça üzerine yığılan et taşkınlıklarına, bütün mesamlarından fışkıracak gibi kan feyezanlarına gıpta eden Dilber: “Pek eyi kalpli bir kadın, fakat bir hayvan gibi saygısız, besiye çekilmiş kazlar gibi kaygısız!” diye kıskançlıkla bir hakikati söylerdi. Fakat bu sözler, bir sütnine için aranan en iyi vasıfların en mühimlerinden olduklarından, Selime’nin haysiyetine dokunmazdı.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.