Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Fülfül büyüsü», sayfa 2

Yazı tipi:

2. Bölüm
MİHRAN

Ömrüm;

Ah, benim ördükçe sökülen yakasız kolsuz hırkam…

Şükrü Erbaş

İskender-i Zülkarneyn ile Hızır’ın Masalı

İskenderun 1949

1949 yılı Mayıs ayının ikinci Perşembesi, saat sabahın üçünü otuz yedi dakika on bir saniye geçe, seneler evvel İstanbul’dan İskenderun’a göç etmiş olan ve geçimini kundura alım satımıyla sağlayan Alacan ailesi büyük bir talihsizlikle çalkalandı. Alacanlar’ın küçük torunu Azraf Mihran’ın henüz uykuya daldığı sırada kanca burunlu, kavruk tenli, patlıcan reçeli bakışlı annesi Azra Alacan, dokuz yıllık yatak odasının tavanında bulunan paslı bir çengelin ucuna bağladığı urgan ile kendini astı. Büyükannesinin çığlıkları üzerine yatağından fırlayıp da annesinin kaldığı odaya koşan Mihran, gördüğü bu korkunç manzara karşısında başını hafifçe öne eğerek, uyandığından beri sündüre sündüre çekiştirdiği mavi çizgili pijamasının açık düğmelerinden içeri kustu ve yaşanan bu talihsiz olayın devrisinde haftalar boyu ağzını açıp da tek kelime dahi etmedi. Kendisine sorulan hiçbir soruya cevap vermedi, bir damla gözyaşı dökmedi ve bakir bir beklenti ile büründüğü bu çocuksu sükûtun günün birinde ona annesini geri getireceğine inandı. Çünkü evin salonunu boydan boya kaplayan geniş pencerelerin önünde başını annesinin dizlerine yaslayarak durmaksızın konuştuğu anlardan birinde,

“Biliyor musun Mihran!” diye söylenmiş Azra Hanım, yüzünde alaycı bir tebessüm vardı. “Bazen öyle çok konuşuyorsun ki, şu bitmek bilmez sorularınla beni öldüreceksin zannediyorum.”

Olmuştu işte! Mihran, öyle çok konuşmuş ve öyle çok soru sormuştu ki en nihayetinde bu uslanmaz huyu annesinin ölümüne sebep olmuştu. Büyükannesinin anlattığı masallarda bahsi geçen “Ehrimen” yani cehennem bakışlı, ifrit yaradılışlı nâm-ı diğer Kötülük Tanrısı, onca gecenin sonunda belli ki Mihran’ın bedenine sızarak ruhunu ele geçirmiş ve onu durmaksızın konuşturarak annesini öldürmeye itmişti. Böylelikle Ehrimen, tebaasına yeni ve taze bir can daha katmış olmanın sevinciyle yeraltındaki dûzahına geri dönerken Mihran da içine düştüğü tuzağın farkına varmış ve her şeyi düzeltip, eski hâline getirebilme umuduyla bildiği bütün sözcükleri unutmayı denemiş, sustukça susmaya devam etmişti. Lâkin gerçekte annesinin intiharı ile hiçbir ilgisi olmadığını anlaması ise yıllarını almış, anladığında ise Ehrimen ile babası arasındaki yakınlığa şaşıp kalmıştı.

Mihran’ın babası Emir Bey; orantısız yüz hatları, kafasına oranla aşırı küçük kulakları, yaz güneşi sarısı rengindeki saçları ve zaman zaman mora çalan kestane karası gözleri ile ailenin tek oğlu, daimi huzursuzuydu. İskenderun’un kalbine yirmi beş kilometre uzaklıkta bulunan ve etrafı incir ağaçlarıyla çevrelenmiş bu iki katlı, hantal duvarlı taşra evinden oldum olası nefret ederdi. Aslında sene be sene çoğalarak ruhunu bütünüyle zapt eden nefretinin asıl sebebi, yaşadığı evden çok, babasının sarsılmaz, sabitkadem tavrından ileri geliyordu. Öyle ki Emir Bey, ne vakit İstanbul’a geri dönme hayalinden bahsedecek olsa babası, katı kurallardan ibaret bir taş parçası misali sıkıntıyla yüzünü ekşitir ve kırlaşmış çember sakalını sıvazlayarak, “Emir!” diye seslenirdi, kendinden emin bir sesle.

“İstanbul sevdasından vazgeçeceksin! O defter temelli kapandı oğlum. Bizim memleketimiz, toprağımız burasıdır artık. Az mı iş geldi başımıza İstanbul denen o gayya âleminde. Dost bildiklerimiz düşman çıktı, memleketlimiz belleyip bağrımıza bastıklarımız bizi sırtımızdan hançerledi. Ocağımıza ateş düşürdüler, yüreğimizi hurdahaş ettiler. Amma İskenderun insanı öyle mi ya! Bunca senedir buradayız, tek bir kalleşlik, tek bir yanlış gördük mü? Hayır, görmedik. Görmeyiz de. Çünkü insana en büyük kötülüğü gene en yakın bildikleri eder. El kısmı daha insaflıdır, ihsan bilir, hakkaniyetlidir. Şu arzın sathında insanın başına ne gelirse, fazla sevip kıymet verdiğinden gelir. Bu sebepten oğul, o melunlar diyarını söküp atacaksın gayrı içinden. Bir daha da benim çatım altında İstanbul’un adını dahi anmayacaksın.”

Babasının lafını ikiletmemiş, bir daha da onun çatısı altında İstanbul’un adını dahi anmamıştı Emir Bey. Birkaç denemeden sonra kerhen vazgeçmiş ve babasını ikna etme çabalarını belirsiz bir zamana erteleyerek İstanbul’a dönme hayalinden söz etmez olmuştu. Öte yandan kendisini İstanbul’dan daha fazla heyecanlandıran bir hayali vardı şimdi; İskenderunlu Çingenelerin göz bebeği, Zeren…

Emir Bey, kendinden handiyse yirmi yaş küçük olan bu güzeller güzeli Çingene kızı ile tanıştığında, Mihran dünyaya gözlerini henüz açmış kara saçlı, kara gözlü bir bebekti. Alacan ailesinin sakin mizaçlı, nazikendam gelini Azra Hanım, oğlunun gelişiyle beraber uzun zamandır kocasıyla arasında sürüp giden huzursuzluğun da son bulacağına inanmış, bu küçücük yavrunun, evliliklerinde oluşan çatlakları tek tek sıvayacağını düşünmüştü. Saatler süren zorlu bir doğumun ardından Ebe Hatun, Mihran’ı kucağına verdiği ilk anda her şeyin daha iyi olacağına dair beslediği inanç hepten artmış, acıdan morarmış dudaklarını oğlunun pespembe alnına götürüp de ona ilk öpücüğünü sunduğu sırada belli belirsiz bir sesle, “Bismihû,” diye mırıldanmıştı.

“Esirgeyen ve bağışlayan Allahın adıyla! Ey benim güzel Rabbim; sen, oğlumu bütün yarattıklarının şerrinden koru! Onu her daim mutlu ve huzurlu bir insan kıl! Bahtını açık, tecellisini aydınlık et. Bilirim ki hayatın yanılgısı yok. Sen ki bizlere bir şâhreg kadar yakınsın, öyleyse şu aciz kulunun duasını da yüce bergâhından geri çevirme ve hiç değilse yavrumu hayat yolunda muvaffak et!”

Ne var ki Azra Hanım’ın umduğunun aksine Mihran’ın gelişi hiçbir şeyi değiştirmemiş, kocasıyla arasında sürgit devam eden kavgalar eskiye nazaran daha da sıklaşmış, şiddetlenmişti. Emir Bey, gün be gün evinden, ailesinden uzaklaşmaya devam ederken, evliliklerinde de onulmaz yaralar açılıyordu. Azra Hanım’ın beklentileri susuz kalmış bir çiçek misali hızla kuruyup solarken, Emir Bey’in yeni sevgilisine dair beslediği aşk ise günden güne yeşeriyor, bir gül gibi katmerlendikçe katmerleniyordu. Bir kadın için en çaresiz andı bu an. Sevdiğinin gönlünden düşmek ve artık sevilmediğini kabullenmek… Artık ne yapsa dolmayacak bir boşlukla yaşamaya çalışmak… Bunun böyle sürüp gitmeyeceğini de biliyordu Azra Hanım. Gün gelecek, kocası o yol ayrımında duracak ve ya geçmişi, ya geleceği seçecekti. Ya gerisingeri karısına dönecek ya da alıp başını bambaşka bir tenin gölgesinde yürüyecekti. En fenası da hangi yolu seçerse seçsin, bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve Azra Hanım, kocasının vardığı o yol ayrımından sonra aynı kadın olarak kalmayacaktı. Ne kadar istese dahi bir daha asla aynı muhabbetle bakamayacaktı kocasının gözlerine.

Emir Bey, ılık bir Nisan sabahı genç sevgilisiyle beraber çekip gittiğinde Azra Hanım, kendini bu gerçeğe ne kadar hazırlamış olursa olsun gene de üzüntüsünden çıldıracak gibi oldu. Yüreğine inen bu devasa alev topuyla nasıl baş edeceğini bilemeyerek kendini yatak odasına kapattı ve günler boyu uyudu. Oldum olası uykunun iyileştirici bir güce sahip olduğuna inanırdı. Sanki kendini uykunun şifalı ellerine bıraktığı vakit, etrafını çevreleyen bütün husumetler de sessizce ortadan kayboluverecekmiş gibi hissederdi. Rabbin hikmetiydi uyku ve özünde ölüme benzerdi. İnsan ruhunun hislerini kâinattan çekmenin ötesinde, kişinin dış âlemle olan irtibatını da bir nevi askıya alır, işitme ve görme duyularını tamamen sıfırlardı. Her ne kadar ruh, uyku esnasında ait olduğu bedende kalmaya devam etse de insan, gördüğü rüyalar sayesinde gayp âlemine doğru kısa bir yolculuğa çıkardı. Azra Hanım şimdiki zamandan çok, çok önce, dedesinin eşeği üzerinde Kur’an öğrenmek hevesiyle mahalle camiine gidip geldiği günlerde uyku ile ilgili bir ayet işitmiş ve işittiği bu ayeti de bir daha asla unutmamıştı. Zumer Suresi 42. ayete göre Allah, kimi nefisleri öldükleri zaman kimileriniyse uykularındayken yanına alır, böylelikle onları yaptıkları ve yapıyor oldukları işler hakkında sorguya çekerdi. Sonra hakkında ölüm hükmü verdiklerini uykularında alıkoyar ve öbürlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverirdi. Ve bu ayetin devamında ise şöyle denirdi:

“Şüphesiz ki bunda, düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.”

Ne var ki aradan geçen onca zamana rağmen kocasının ihanetini bir türlü kabullenemeyen Azra Hanım bu defa kendini uykunun şifalı ellerine değil, ancak uykuya daldığı sırada kavuşabildiği ebedi sevgilisinin yani diğer bir adıyla “hiçliğin” merhametli kollarına bırakmayı yeğlemişti. Geçirdiği bu ruhi bunalım kolay kolay dinecek gibi görünmüyordu. Oğullarının gidişinden sonra zaten perişan olan Alacan ailesi ise üstüne bir de gelinlerinin gün be gün bozulan sağlığı eklenince hepten mahvolmuştu. Neticede Azra Hanım’ın henüz gençliğinin baharındayken yakalandığı bu ruh sıtması tam üç yıl sürdü. Üç yılın sonunda bir sabah erkenden uyandı ve doğruca mutfağa koşup bulduğu her şeyi karşı konulmaz bir iştahla yemeye başladı. Onun bu hâlini görenler, nihayet üzerindeki ölü toprağını attığını düşünüp boğazından geçen her lokmayı bir iyileşme belirtisi olarak kabul ettiler. Azra Hanım, günler boyu nâmahdut bir iştahla önüne konan, konmayan ne varsa silip süpürdü ve geçen dört haftada tamı tamına on iki kilo aldı. Artık eskisi gibi konuşuyor, gülüyor, oğluyla beraber oyunlar oynuyor, ev işlerinde kayınvalidesine yardım ediyor, akşamüzerleri incir ağaçlarının gölgesinde uzun uzun yürüyor ve kendisini başka bir kadın uğruna terk edip giden kocasının adını dahi anmıyordu. Alacan ailesinde her şey normale dönmüş gibi görünüyordu, tabii şimdilik…

1949 yılı Mayıs ayının ikinci Perşembesi Azra Hanım, her zamanki neşesiyle oğlunun üst kattaki odasına çıkıp onun yanına uzandı ve usta bir masalcı edasıyla o gece için hangi masalı anlatacağını düşünmeye başladı.

“Gepetto ile Pinokyo!” diye sevinçle inledi Mihran. “Gepetto ile Pinokyo’nun masalını anlat anne!”

Mihran, bu iç burkan baba-oğul hikâyesini dinlemekten bıkmıyordu. Her dinleyişinde o küçücük yüreğinde sadece babasız çocuklara özgü bir umutla evvelce açılmamış bir kapı aralanıyordu sanki. Masalın başkahramanı olan Pinokyo’yu ise yarı gıpta ve yarı nefretle seviyordu. İhtiyar Gepetto’nun oğluna duyduğu sevgide kendi hercümercin çocukluğunu buluyor, Pinokyo’nun hayali suretinde onulmaz yalnızlığının ezilmişliğine rastlıyor ve dahi dinlediği bu masalın ardına saklanıp öylece kaybolmak istiyordu. Tabii bir de Pollyanna vardı ki, o da Mihran için vazgeçilmez bir dosttu, çünkü Pollyanna ona bütün bir ailenin bir arada kahvaltı sofrasının başına oturduğu mutlu, güneşli, huzurlu bir Pazar sabahını anımsatıyordu.

Fakat o gece, annesinin anlatacağı masalın içinde ne Collodi’nin Pinokyo’su, ne de Porter’in Pollyanna’sı vardı. Bu hikâyenin başkahramanı, adını doğu efsanelerinde yaşatan, Pers İmparatorluğu’nun kavi ordularını yenip de dünyanın yarısını on üç yıl kadar kısa bir sürede fethetmeyi başaran Makedonya Kralı Alexandros, yani İskender-i Zülkarneyn idi. Mihran, bu yüce cihandarın adını daha önce hiç duymamıştı. Bir toygar kuşunun merakıyla gözlerini koskocaman açtı ve başını annesinin göğsüne yaslayıp sessizce dinlemeye koyuldu.

Makedonya’dan başlayan yürüyüşü, birçok ülkenin istilasından sonra Babil’de son bulan Büyük İskender’in önü alınamaz hırsı, sonsuz merakıyla birleşince dünyaya hâkim olma, dünyada ne kadar “garaip” ve “acayip” varsa öğrenme ve nihayet karanlıklar ülkesindeki ölümsüzlük suyuna ulaşma arzusunu ortaya çıkarır. Bu dur durak bilmeyen hükümdarın yanında her türlü ilme sahip vezirleri vardır. Lâkin diğer taraftaysa vezirlerin de üstesinden gelemediği zor durumlarda İskender’e yardım eden, ona çıkış yolu gösterip de yoldaşlık eden, bazen bir Arap, bazen bir derviş veya kuş suretinde ortaya çıkan Hızır bulunur.

“Hızır kim anne?” diye sordu Mihran. Göz bebekleri üzerinde merak dolu kıvılcımlar çakıyordu. Azra Hanım, oğlunun başını şefkatle okşayıp, “Hızır mı?” diye seslendi işi eğlenceli kılmak adına kalınlaştırdığı sesiyle.

“Hızır, bütün ümit ve imkânların tükendiği, çarelerin sona erdiği anda insanların yardımına koşan semavi bir kahramandır oğlum.”

Yeryüzündeki her millet ve her tıynetten bütün oğlan çocukları gibi Mihran da zor durumlarda insanoğlunun yardımına yetişen süper güçlere sahip kahramanlara karşı büyük bir ilgi ve hayranlık besliyordu. Bu yüzden de Hızır, masalın başkahramanı olan İskender’den daha fazla cezbetmişti onu.

“Peki sonra ne oldu?” diye sordu heyecanla. Azra Hanım, kaldığı yerden anlatmaya devam etti.

İskender, kendisine ölümsüzlük verecek olan âb-ı hayat suyunu bulmak üzere yola çıkarken Hızır’ı da yanına alır ve onu ordusunun yeni komutanı tayin eder. Aylar boyu dört iklim, yedi bucak gezerek beraberce âb-ı hayat suyunu arar dururlar. Derken günlerden bir gün, ağaç kabuğundan yapılma elbiseler giyen ve sadece sebze ile beslenen bir kavimle karşılaşırlar. İskender, bu kavmin yaşadığı bölgede kendisinden yaklaşık olarak dört bin yıl evvel yaşamış olan Zülkarneyn-i Evvel’in mezarına rastlar. Mezarın yanına yaklaştığı sırada gördüğü yazı adeta kanını dondurur. “Ey İskender!” diye yazar mezarın üzerindeki levhada. “Ben de tıpkı senin gibi bütün bir cihanı hükmüm altına aldım, lâkin bununla yetinmeyerek âb-ı hayat suyuna da sahip olmayı arzuladım ve onu bulmak üzere yollara düştüm. Gel gör ki o yüce iksiri bir türlü bulamadım. Anladım ki hayatın ardından insana mutlaka memat erişir. Ol sebepten benim şu aciz hâlim, akıllı bir insana ibret olmak için yeterlidir.” İskender-i Zülkarneyn, tam dört bin yıl evvel yazılmış olan bu yazıyı okuyunca baştan ayağa ürperir ve onun gibi sarsılmaz bir komutana yakışmayacak biçimde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Yaşanan bu esrarengiz olayın ardından âb-ı hayat suyunu aramaktan vazgeçer ve ordusu ile beraber geldiği yoldan gerisingeri dönmeye karar verir. Dönüş yolunda domuz şeklinde devler ile etrafına ateşli zehirler neşreden yılanlarla karşılaşır. Kavi bir komutan edasıyla bu ifrit soyunun hepsini tek seferde helak eder. Ardından işleri büyü olan cadıların kentine girerler. Cadılar, bu yüce cihandarın yanına giderek onun geliş maksadını öğrendikten hemen sonra yaptıkları sihirlerle İskender’in gönlünü çalıp, onu bir ateş çemberinin içine hapsederler. İskender, düştüğü bu tuzaktan tek başına kurtulamayacağını anladığında Hızır’dan yardım ister. “Korkma!” diye seslenir Hızır, “Unutma ki Hak rahman ve rahimdir, ihlas ile yapılacak dua asla geri çevrilmez.” Bunun üzerine Hızır, başını göğe doğru kaldırır ve Allaha dua etmeye başlar. Derken gökyüzünü kapkara bulutlar sarar, hemen sonra da şiddetli bir yağmur yağar. Câilu’n Nûr’un katından dökülen sular, cadıların yaktığı ateşi tarumar eder ve böylelikle İskender, bu belâdan da sağ salim kurtulur.

Masalın tam bu noktasında annesinin gözlerinin içine bakarak, ağlamaklı bir sesle, “Hepsi bu kadar mı yani?” diye mırıldandı Mihran. Göz kapaklarının üzerinde bir ton yük varmışçasına kirpiklerini acı içinde birbirine vurdu. Uyku saati çoktan geçmişti ancak uyuya direnmekte kararlı görünüyordu. Azra Hanım, oğlunun hüzünle ekşittiği yüzüne gülümseyerek baktı ve “Hayır,” dedi. “Bu kadar değil, dahası da var.”

İskender ve askerleri, cadıların şehrinden ayrılıp yola devam ederler ve haftalar süren zorlu bir yolculuğun ertesinde sadece kadınların yaşadığı Şâdkâm şehrine varırlar. Şehirde, yaz kış yapraklarını dökmeyen efsunlu bir ağaç vardır. Bu ağaç, onların mabududur. Ağacın dibinde ise büyülü olduğuna inanılan küçük bir su birikintisi bulunur. Çocuk isteyen kadınlar buraya gelerek kurbanlar keser, bedenlerini ağacın gövdesine sürter, büyülü sudan içer ve en nihayetinde de tam dokuz ay sonra dünyaya bir kız evlât daha getirirler. İskender, bu efsaneyi dinledikten sonra nicedir aradığı âb-ı hayat suyunu bulduğunu zanneder ve Zülkarneyn-i Evvel’in mezarındaki levhada yazanları bir kenara bırakarak, ağacın dibindeki sudan içmek ister. Ne var ki İskender, henüz sözü edilen ağacın yanına bile yaklaşamamışken ansızın şiddetli bir tufan kopar ve ortalığı saran toz duman arasında herkes bir başka tarafa savrulur. Bir süre sonra kendilerine yeni bir yol bularak, karanlığın içinde yavaş yavaş ilerlemeye başlarlar. Derken içi altın, lâl ve yakut dolu bir kuyunun dibine varırlar. İskender, âb-ı hayat suyuna iyice yaklaştıklarını düşünerek sevince boğulur. Lâkin ne kadar yol kat ederlerse etsinler, yine de ölümsüzlük suyuna erişemezler. Bu sırada Hızır ise aniden ortadan kaybolur.

“Kahraman Hızır nereye gitmiş?” diye sordu Mihran.

“Hızır, âb-ı hayat suyunu herkesten evvel bulup içmiş ve İskender’in arzuladığı ölümsüzlüğe kavuşarak yerle gök arasındaki berzahta yaşamaya devam etmiş” diye yanıt verdi Azra Hanım.

Mihran, kahramanlıklarının devamını dinlemeyi umduğu Hızır’ın ansızın ortadan kayboluvermesinden memnun olmamıştı. Vakitsiz ve tıpkı bıçak kesiği gibi bitiveren masallardan nefret ederdi. Başını kaldırıp annesinin yüzüne baktı ve

“Başka bir kahramanlık yapmamış mı?” diye sordu.

“Yapmaz olur mu hiç!” diye mırıldandı Azra Hanım. Elini oğlunun göğsüne koyup hafifçe dokundu.

“O hâlâ burada, bizimle beraber. Özellikle de çocukların yanında. Ne vakit yüreğimizde dağ kadar büyük bir gam birikir, işte o vakit Hızır da hemen yanı başımızda bitiverir. Bizi korur, kollar. Zulüm üstüne zulüm görmemize mani olur.”

Kahraman Hızır’ın hâlâ buralarda bir yerde olması Mihran’ın içini rahatlatmıştı. Derin bir nefes alıp, “Anne!” diye seslendi, “Sen hiç ondan yardım istedin mi?”

Bu beklenmedik soru karşısında Azra Hanım’ın gözleri bulutlandı, bakışlarına koyu bir keder indi. Mahir bir manevrayla oğlunun küçücük ellerini avuçlayarak öptü. Mihran, annesinin dudakları arasından sızan belli belirsiz nefesi, şefkatle içine çekti. Azra Hanım, oğlunun sorusunu yanıtsız bırakırken, şuurunu kaybetmiş bir demkeş edasıyla bakışlarını yerdeki kilimin üzerine doğru devirdi ve kırık dökük bir sesle, “O,” diye mırıldandı.

“O, bana ne yapmam gerektiğini söyledi.”

Mihran Azraf Alacan, 1949 yılı Mayıs ayının ikinci Perşembesi, saat sabahın üçünü otuz yedi dakika on bir saniye geçe, ölüm denen şeyi ilk defa annesinin çehresinde bu kadar yakından gördü ve Azra Hanım’ın paslı bir çengelin ucunda sallanan cansız bedenine bakarken, “Hızır!” diye seslendi içinden.

“Ben büyüyünce ne yapacağım?”

Hızır ise oradaydı, Mihran’ın tam yanında, bir şah damarı mesafesinde duruyordu. Usulca kulağına eğilip, “Ey çocuk!” diye fısıldadı.

“Büyüyeceksin! Büyüdüğün vakit şu dünyadaki bazı insanlar için ölümün tek çare olduğunu ve hayatın mazur görmediği buhranları ancak ölümün dindirebildiğini anlayacaksın. Şüphesiz ki yaşadığın bu acı, seni pek çoklarından daha evvel büyütecek. Lâkin gün gelecek, ömrünün Sahrası’nda yeniden mutlu bir siyabüş gibi bitecek ve acı ile kavrulmuşların ezberden bin efsun okuyabildiklerini göreceksin!”


Bu korkunç hadisenin ardından Mihran’ın büyükannesi, hiç değilse bundan böyle Rabbinin, torununun tecellisini aydınlık kılması umuduyla nice adaklar adayıp, onlarca besili kurbanın kanını akıttı. Kocasının deyişiyle o melunlar diyarı İstanbul’dan sonra İskenderun da onlara bir dem huzur bahşetmemiş, hayatlarına feverandan başka bir şey getirmemişti. Fakat Behnane Sultan kararını vermişti. Torunu Mihran, büyüdüğünde İskenderun’da kalıp da geçmişiyle rûberû olmayacak ve gerisingeri İstanbul’a dönecekti.

Behnane Sultan’ın kararı kati idi.

3. Bölüm
HAYAT

An gelir, önce bir insan durur.

Sonra bir sokak, derken bir semt ve bir şehir…

Bir bakmışsınız, paldır küldür yıkılır bütün bulutlar.

Attila İlhan

1
Bazen Deli Olmama Ramak Kaldı Diye Düşünüyorum

İstanbul 1967

Eğer bu kadar taşralı ve saf bir adam olmasaydı, yanı başında uyuyan şu liman fahişesi kılıklı kadınla birkaç defa daha sevişebilir, tıpkı esmer bir çikolatayı andıran çıplak, narin vücudunu -hiç çekinmeden- doyasıya seyredebilirdi. Belki üzerine de bir keyif cigarası patlatır, ardından da morfin yemiş koca bir fil misali kendini yeniden yatağa bırakırdı. Hâlbuki Mihran gibiler için “taşralı” ve “saf” sözcükleri kuvvetli birer uyarıcı niteliğindeydi. Söyler söylemez insanı kendine getiren, dışarıdaki dünyadan koparıp da bütünüyle içe döndüren, ayıltıcı, tekmilci ve koruyucu bir özelliğe sahiplerdi. Mesela taşradan gelen adamlar, o büyük şehir zamparaları gibi kollarına aldıkları her kadını aç bir gaga gibi doya doya dişleyemezlerdi, erkekliklerinin olduğu kadar çapkınlıklarının da bir sınırı vardı. Mihran da zaman içinde nefsi ile ahbap olmayı öğrenmiş, saf fakat bir o kadar da sabit fikirli bir adamdı. Onun arzuları hiçbir zaman seyyahlık oyununa soyunmamış, o hayalden öbürüne doğru fütursuzca akmamıştı.

Kalkıp kendine sert bir kahve hazırlamayı düşündü. Başucunda duran cep saatine uzanıp baktı, beşe on iki vardı. Akşamdan kalma bol briyantinli saçları, sokak lambasından içeri sızan ölü ışığın altında hafifçe parlıyor, ince bir kemiği andıran kısa kavisli kaşlarının üzerine dökülen bir tutam saç ise yüzüne çocuksu bir ifade veriyordu. Şişkin, inik gözkapaklarını güçlükle aralayıp, sol yanında uyuyan kadının çıplak vücuduna baktı. O an Mihran’ın yerinde başka bir adam olsaydı belki, yanı başında gördüğü bu güzellik karşısında kendini cennette zannedebilirdi. Oysa Mihran için o an, o yatakta olmak tam bir cehennem hissiydi. İçi bulanıyor, başı dönüyor ve bir an evvel içine düştüğü bu cehennem hissinden kurtulup olabildiğince uzak bir yere, hatta mümkünse başka bir zamana ve hayata doğru kaçmak istiyordu. Uykuya dalmadan önce içtiği üç paket sigara ve devirdiği koca bir şişe rakının ardından ağzının içinde küfümsü bir tat kalmıştı. Bu tattan oldum olası nefret ederdi. Çünkü it gibi içtiği akşamların devrisinde oluşan bu iç bulandırıcı tat ona her seferinde yalnızlığı ve çaresizliği hatırlatırdı ki Mihran bu iki sözcükten de ölesiye tiksiniyordu.

Okumayı öğrendiği ilk andan itibaren, günlük hayatta sıkça kullanılan pek çok sözcüğün tek bir anlamdan ibaret olmadığını keşfetmiş ve bu keşifle beraber özellikle üzerinde tesir eden bazı sözcüklerin terkisinde gizlenen anlamları bir dilbilimci titizliğiyle araştırır olmuştu. Zaman içinde sözcüklerin yalnız başlarına var olmadıklarını ve harflerin dizilişi bakımından birbirlerine fazlasıyla yakın olan başka sözcüklere eklenerek tıpkı durgun bir suya fırlatılan taş misali, çember içre çemberler çizerek çoğaldıklarını öğrenmişti. Mesela “yalnızlık” sözcüğü, bir varlığın yalnız olma durumunu, kimsesizliğini, ıssızlığını ve tenhalığını ifade ederken, “çaresizlik” sözcüğü ise çaresi bulunamayan, çare bulamayan, biçare anlamına geliyordu. Ne var ki bu iki sözcük birbirinin ruh eşi ve ki yekpare bir bütünün de iki yarısı gibiydiler. Çünkü çaresizlik, beraberinde yalnızlığı getiriyordu ve yalnızlığın olduğu yerde er ya da geç ince bir çaresizlik de peyda oluyordu. Her ikisi de gelişi kolay ama gidişi zor sözcüklerdi. Bir insanın hayatına kolayca dâhil olabiliyor fakat aynı şekilde yok olup gitmeyi de asla kabullenmiyor, her daim sorun yaratan eski bir sevgili gibi türlü rezillikler çıkarıyor, çirkeflikler yapıyorlardı. İşte tam da bu sebeple Mihran, görünüşleri bakımından pek naif ama yaradılışları bakımından bir hayli çirkin ve özü bozuk olan bu iki sözcükten ölesiye nefret ederdi.

Üzerinde kestane kanatlı çil kuşlarının oynaştığı yorganı kadının çenesine kadar çekip bıraktı. Onun çıplak esmer tenini görmeye daha fazla tahammül edemeyeceğini düşündü. İsmi Neriman olan bu liman fahişesi kılıklı kadının güzelliğine baktıkça kendi çirkinliğinden utanıyor ve elinde olsa spermlerine asit zerk edip, onu tam rahminden zehirlemek istiyordu. “İnsan, böyle bir güzelliğin karşısında cinayet işleyebilir,” diye geçirdi içinden. Sanki damarlarında kan yerine ölümcül bir engerek venomu dolaşıyordu ve kendi çirkinliğine inat yeryüzündeki tüm güzellikleri tek tek gebertmedikçe, hasretini çektiği o sonsuz huzura kavuşmasının da mümkünü olmayacakmış gibi hissediyordu. Gözleri kısık, yüzü gergin, dudakları kuru, bir süre olduğu yerde öylece durup etrafına baktı. Sokak lambasından sızan ölü ışığın gölgesinde canlanan odanın içindeki her ayrıntıyı dikkatle inceledi. Karyolanın yanında duran meşin sandığın üstünde kalın bir toz tabakası birikmişti. Yerdeki koyu yeşil kırpık halının tam köşesinde günü geçmiş birkaç mecmua üst üste yığılmış hâlde duruyordu. Kadıköy Pazarı’ndaki “Her şeyci Kâmil Ağbi”den satın aldığı ve her biri ünlü bir tablonun ucuz birer kopyası olan resimler, asıldıkları duvarların üzerinde simetriden bihaber olmanın mutluluğu içinde pişmiş kelle gibi sırıtıyorlardı. Karyolanın topuzunda asılı duran gömleğini alıp sırtına geçirdi ve tam yataktan kalkacağı sırada başını çevirip, birkaç saat önce kollarının arasında “sevgilim” diye inleyen Neriman’ın yüzüne bir defa daha baktı. Kadının rimelleri akmış, gözlerinin etrafı koyu renkli halkalara bulanmıştı. Kıvrımlı dudaklarının kenarında güzelliğini gölgeleyecek denli sert, yorgun çizgiler vardı.

Yataktan kalkınca koşar adım banyoya gidip uzun uzun işedi. Sıcak bir ağustos öğle sonrası denizden esen serin bir rüzgâr insanın içini nasıl hafifletirse, bir an için tüm vücudunun öylesi bir hafiflikle sallandığını hissetti. Mutfak ve oturma odasının iç içe olduğu geniş salona geçtiğinde, bakır küllükte duran ve bitmeden söndürdüğü bir sigaranın ucunu yeniden ateşleyip, ocağa su koydu. Odanın içi darmadağındı fakat Mihran’ı asıl huzursuz eden dağınıklık, odanın içindekinin aksine çalışma masasının üzerinde duran kâğıt yığınları arasında gizliydi. Çünkü etrafa saçılan boş bira şişelerini, buruşturulmuş sigara paketlerini, kurumuş yemek artıklarıyla kaplı tabakları, bayatlamış yiyecekleri, rastgele fırlatılmış ter ve tütün kokan kıyafetleri her nasılsa toparlayabiliyor, ne var ki çalışma masasının üzerine saçılan sözcükleri bir türlü yerlerine koyamıyor, onları bir araya getirip de cümle kapısını aralayamıyordu. Kaynayan suyu fincana alıp, içine üç kaşık kahve attı. Her sevişme ertesi olduğu gibi gene huzursuz hissediyordu kendini. Aslında sadece sevişmeleri takip eden saatlerde değil, günün her anı bitimsiz bir sıkıntı içinde kıvranıp duruyordu. Uzun zamandır süregelen ve gün geçtikçe de yok olması imkânsıza dönüşen bir durumdu bu. Bazen bir yumrukta dağıtıvermek istiyordu kendini. Eğer böyle bir şeyin mümkünü olsaydı ve insan kendi yumruğuyla yere serebilseydi kederini, bu yolu mutlaka denerdi Mihran. Oysa yeryüzündeki en zor şeydi bir insanın kendi kederiyle dövüşüp de onu nakavt edebilmesi. Aslında mutluluk denen kavram onun için hiçbir zaman önemli olmamıştı ama söz konusu huzur olunca işte o bambaşka bir meseleydi. Belki de huzur, bir insanın şu hayattaki ruh güvenliği demekti. Çünkü nereden geleceği belli olmayan bir mutluluğu bekleyerek gün be gün eksiliyordu insan. Hâlbuki basbayağı onsuz da devam edilebilirdi hayata. Ama huzur yoksa hayat da yoktu ve huzurun bittiği yerde şüphesiz ki yaşam da son buluyordu. Belki kalp yine her zamanki ritminde atmaya, böbrekler tüm hızıyla çalışmaya ve mide, yuttuğu her şeyi enzimleyerek parçalamaya devam ediyordu ama ruh, çalak bir soğuğa kesiyor ve yağmurun ısladığı bir zemin kadar kayganlaşarak üzerindeki hiçbir umudun kayıp düşmeden ayakta kalmasına müsaade etmiyordu. O vakit insan, freni boşalmış bir otomobil gibi ölümün kıyısına doğru hızla sürüklenmeye başlıyor, kendini yaşama bağlayan insani coşkusunu da bütünüyle kaybediyordu.

Böyle zamanlarda İskenderun’daki taş evin salonunu boydan boya kaplayan pencerelerin önündeki sedire uzanıp da başını annesinin dizlerine koyduğu vakit içine dolan o pamuksu huzuru delicesine özlüyordu Mihran. Her gece oyuncak bir ayıya sarılır gibi sarmaş dolaş uyurdu ruhundaki o tatlı huzur duygusuyla. Körfezden geçen gemilerin düdük sesleri, salonu dolduran eşyaların gece karanlığında oynaşan gölgeleri, camlı dolabın raflarında dizili duran seramik balerin bibloları, annesinin büyük bir özenle diktiği sümbülteber rengindeki minder kılıfları, büyükannesinin bakır kül tablasının yanına iliştirdiği tarot destesi, tavandaki lambanın bir türlü yanmayan ampulleri, salonun tam ortasına yerleştirilen masanın üzerindeki karanfil desenli lokumluk ve üstü çiçek motifleriyle süslü üçgen masa örtüsü ile duvarda asılı duran saatli maarif takvimi… Hızla geçip giden bir hayatın içinde fazlasıyla küçük ve önemsiz gibi görünen bütün bu detaylar Mihran için büyük bir huzur kaynağıydı. Her yemek sonrası büyükannesinin kavuniçi renkli yeleğinin cebinden çıkardığı bir avuç beyaz kişnişli nane şekeri bile dünyanın ne denli güzel ve yaşanmaya değer bir yer olduğunu hatırlatırdı ona. Şimdi kendini bu kadar huzursuz ve çaresiz hissederken, yıllardır aklına gelmeyen ve çoktan unuttuğunu zannettiği bütün bu ayrıntılar gözünün önünde birer birer canlanıyor, senelerdir içine hapsedildikleri hafıza odalarından yavaşça dışarı sızıyorlardı. Böyle zamanlarda kendini tıpkı yıllanmış bir antikacı gibi hissediyordu Mihran. Meğer fakında olmadan ne çok şey biriktirmişti hafızasında. Seneler bir kule misali gitgide yükseldikçe, belleğindeki antikacı dükkânının içi de hızla doluyordu sanki. Gördüğü, işittiği, hissettiği her şeyi biriktiriyordu orada. Yediği ilkyaz dondurmasının tadı, annesinin mezarına bıraktığı bir demet karanfilin acısı, ilkokul öğretmeni Topal Rüştü’nün kravatına iliştirdiği iğne, mutfakta kaynatılan ayva reçelinin iştah kabartan kokusu, karyolasının başında asılı duran meleklerin henüz açılmamış kanatları, ilk aşkın yarattığı o meşhur iç bulantısı, bir kadının üzerinde gördüğü ilk sutyen ve onun bir türlü açılmak bilmeyen kopçası… Hepsi ama hepsi eksiksiz bir biçimde oradaydılar işte, belleğindeki antikacı dükkânının içinde. Kimi zaman Mihran, içlerinden rastgele bir tanesini seçip gün yüzüne çıkarıyor ve onunla uzun uzun dertleşiyordu. Dile gelen tüm anılar, “Çok, çok uzun yıllar önce…” diye başlıyorlardı söze. Zaman içinde bu söz, Mihran’ın belleğindeki antikacı dükkânının da ismi hâline gelmiş ve hayali bir tabelanın üzerine kocaman harflerle işlemişti bu garip ama anlamlı ismi. “ÇOK, ÇOK UZUN YILLAR ÖNCE…”

Ne var ki geçmiş zamanın izlerinden sıyrılıp da şimdinin o boğuk atmosferine döndüğü vakit, kendini yine bitmek tükenmek bilmeyen bir huzursuzluğun içinde buluyordu. Zihnindeki her şeyin parça parça dağıldığını hissediyor ve şaşırtıcı bir biçimde her parçanın da kendi içinde hızla infilak ederek evvela yüreğinden zihnine doğru yükselen sabır ve sükût damarlarını tıkadığını fark ediyordu. Gün geçtikçe isminden, esmasından, özünden ve tıynetinden bir adım daha uzaklaşıyor ve ki içine girdiği bu yeni kalıpta sonsuza dek donup kalacağı hissine kapılıyordu. Bu denli gayesiz bir adam olmak da kimi zaman kanına dokunmuyor değildi ama huzurun olmadığı yerde insanı yaşama bağlayan tüm duygu ve arzular da anlamını yitiriyordu nihayetinde, yapacak bir şey yoktu. Mihran da nicedir taş kesmiş bir bez parçası gibi öylece kalakalmıştı işte. Yüreğine ektiği hiçbir tohum filiz vermiyor; can suyu, iyi ya da kötü hiçbir hissi yeşertmeye yetmiyordu. Öyle ki en fazla rıhtıma çarpan bir gemi gibi huzursuzluğunun kıyısına çakılıp kalıyor, bazen de yıllanmış bir iskele gibi kendi kendine gıcırdayıp acı içinde inliyordu. Öte yandan Mihran öyle sanıyordu ki ölüm, tam da buna benzer bir şeydi. Çünkü ölüm, dışarıdan değil içeriden geliyordu ve bazen de insan, ölümün huzurunda secde etmeye, bir uçurum kıyısını kendine kıble edinmeye razı gelecek kadar yaşamak hevesini yitiriyordu. Sanki hayat, lime lime edilmiş et ve ter kokan kirli bir pavyon perdesinin ardına gizleniyor ve insan, onun aslını göremedikçe ölüme daha da yaklaştığı hissine kapılıyordu. Belki de bu yüzden Mihran’a göre her şeyin başı huzurdu, çünkü huzur yoksa hayat da yoktu ve huzurun bittiği yerde şüphesiz ki yaşam da son buluyordu.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.