Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Arthur Gordon Pym’in Öyküsü», sayfa 2

Yazı tipi:

Penguen, Nantucket’de görülen en azgın fırtınalardan birine maruz kaldıktan sonra, sabah saat dokuz sıralarında limana girdi. Augustus da ben de Bay Barnard’ın bir gece önceki partiden dolayı biraz geç başlayan kahvaltısına vaktinde yetişebildik. Zannederim masadakilerin hepsi ziyadesiyle yorgun oldukları için, bizim bitkin hâlimizin pek farkına varamadılar. Tabii durumumuz dikkatli bir incelemeden kaçmazdı. Ama öğrencilerin hilekârlıktaki marifetleri meşhurdur ve inanıyorum ki Nantucket’deki arkadaşlarımızın hiçbirisinin, kasabadaki bazı denizcilerin bir gemiye çarpıp otuz-kırk kadar zavallı denizcinin ölümüne neden olduklarına dair anlattıkları korkunç hikâyeye ya da Ariel’den, benden veya yol arkadaşımdan bahsettiklerine dair hiçbir malumatları olmadı. Biz o zamandan beri sık sık aramızda bu olayı konuştuk, fakat her seferinde korkudan tüylerimiz ürpererek… Augustus, bana bütün samimiyetiyle, teknede ne denli sarhoş olduğunu ilk anladığında ve bunun kendisini nasıl yavaş yavaş ölüme çektiğini idrak ettiğinde kapıldığı azap verici dehşeti hayatında daha önce hiç yaşamadığını itiraf etti.

2. BÖLÜM

İşin içine lehte veya aleyhte herhangi bir ön yargı karıştığı zaman, en basit bilgilerden bile kesin bir hükme varmamız mümkün değildir. Başımızdan geçen bu boyutta bir felaketin, benim henüz yeni yeni filizlenmeye başlayan denizcilik sevdamı öldürdüğü akla gelebilir. Oysa tam aksine, daha mucizevi kurtuluşumuzun üzerinden bir hafta geçmişti ki içimde bir denizcinin yaşayabileceği serüvenlere karşı coşku dolu ve önlenemez bir özlem belirmişti. Bu kısacık zaman, hafızamdaki bütün kötü izlenimleri silmeye yetmiş ve yaşadığımız kazanın zevkli, heyecan verici taraflarını bütün resimselliği ile gün ışığına çıkarmıştı. Augustus’la yaptığımız konuşmalar artık günden güne artmaya ve daha bir heyecanlı olmaya başlamıştı. Okyanus hakkındaki hikâyeleri öyle bir ballandıra ballandıra anlatış tarzı vardı ki bugün düşündüğümde aslında yarıdan fazlasının safi uydurma olduğuna inanıyorum. Sanki tam benim tabiatıma göre uyarlanmışlardı; bazen ağır aksak, bazen de alabildiğine heyecanlı ve masalsıydılar. Yaşadığı çetin anları, başına gelen felaketleri ve acıları naklederken, benim denizcilerin yaşamlarına ilişkin duygularımdan faydalanma gibi bir acayip huyu vardı. Denizciliğin neşeli yanları beni pek sarmıyordu anlaşılan. Benim kafamda hep batmış gemiler, kıtlık, ölüm veya korsanlar tarafından esir edilerek okyanusun ortasında kaybolmak ve yanaşılması mümkün olmayan ıssız bir kayalıkta hayat boyu sefalet sürmek gibi marazi düşünceler vardı. Böyle düşünceler veyahut da arzular (ki bunlara ancak arzu diyebiliriz) -sonraları iyice anladım ki- bütün melankolik denizcilerin paylaştığı ortak bir özlemdi. O zamanlar onları gözlemlediğimde, bir kehanet misali kendi hayatımı ve muhakkak surette yaşayacağım maceraların izlerini görüyordum sanki. Augustus da hepten benim gibi düşünmeye başlamıştı. Birbirimize bu kadar yakın olmamız, karakterlerimizin de kısmen birbirinden etkilenmesine yol açmıştı.

Ariel’in uğradığı faciadan yaklaşık on sekiz ay kadar sonra, Lloyd ve Vredenburgh şirketi (Zannederim Liverpool’daki Messicurs Enderby firmasıyla ilişkisi olan bir şirketti bu.), “Grampus” adlı iki direkli bir yelkenliyi balina avı için onarmak ve hazırlamakla meşguldü. Aslında oldukça külüstür bir tekneydi bu, yapılabilecek bütün tamirat yapıldıktan sonra bile pek denize çıkabilecek bir şey değildi. Sahiplerinin daha iyi başka gemileri varken niye o seçilmişti anlamıyorum doğrusu, ama öyleydi işte. Geminin kaptanlığını Bay Barnard almıştı ve Augustus da onunla beraber gidecekti. Yelkenli sefere hazırlanırken, Augustus, boyuna bana seyahat arzumu gerçekleştirebilmem için bundan daha iyi bir fırsat ele geçmeyeceğini söyleyip duruyordu. Tabii benim de bu işe can attığımı görüyordu, ama ne yazık ki mesele bu kadar basit değildi. Babam görünüşte bu fikre karşı çıkmamıştı ama annem… En ufak bir imada bile isteri krizlerine kapılmıştı. Hepsinden kötüsü, kendisinden çok şeyler beklediğim büyük babam, ona bu konuyu bir daha açtığım takdirde harçlığımı bir şiline indireceğine yemin etmişti. Buna rağmen bütün bu zorluklar, benim şevkimi kırmak bir yana, bende yangına körükle gitmek gibi bir etki yapmıştı. Tüm zorluklara katlanmaya kesin kararlıydım ve niyetimi Augustus’a açtıktan sonra tasarılarımızı gerçekleştirebilmek için beraberce plan yapmaya koyulduk. Bu zaman zarfında ailemden kimseyle bu konu hakkında konuşmayarak ve her zamanki gibi derslerime çalışır görünerek onların artık yolculuk planlarımdan vazgeçtiğimi sanmalarını sağladım. O zamandan beri bu davranışımı bazen esefle, bazen de şaşkınlık duyarak değerlendirmişimdir. Planımı gerçekleştirmek için takındığım ve o dönemde söylediğim her söze, her harekete işleyen böylesine uzun süreli bir ikiyüzlülük, ancak yapacağım müthiş yolculuğun bende yarattığı coşkulu heyecanla dayanılır hâle gelmişti.

Bu hilekârca planın uygulanması işinin büyük bir bölümünü, günün çoğunu Grampus’da babasının işlerine yardım ederek geçiren Augustus’a bırakmak zorundaydım. Fakat geceleyin muhakkak buluşup hayallerimiz üzerine uzun uzadıya konuşuyorduk. Neredeyse bir ay geçmişti ve henüz ele avuca gelir bir çözüm bulamamıştık. Augustus, sonunda artık akla gelebilecek her türlü yola başvurmaya mecbur olduğumuzu vurguladı.

New Bedford’da ara sıra iki-üç haftalığına evinde kaldığım Bay Ross adında bir akrabam vardı. Yelkenli 1827 yılının Haziran ayı ortalarına doğru yola çıkacaktı ve tam denize açılmasına birkaç gün kala, önceden kararlaştırıldığı üzere, babam sanki Bay Ross’dan gönderilmiş gibi bir not alacak ve bu notta da Bay Ross beni iki haftalığına evine davet ederek oğulları Emmet ve Robert’la kalmamı isteyecekti. Augustus, mektubu yazdırma ve gönderme işini kendi üzerine aldı. Ben güya New Bedford için yola çıktıktan sonra, benim için gemide saklanma yeri ayarlayan arkadaşıma haber verecektim. Augustus, bana gizleneceğim yerin uzunca bir süre boyunca rahat edebileceğim bir şekilde olacağına dair güvence vermişti, ki bu süre zarfında kendimi göstermemem gerekiyordu. Gemi, geri gönderilmenin söz konusu olmayacağı bir mesafeye eriştiğinde de resmî bir şekilde konforlu bir kamaraya yerleştirilecektim. Babasına gelince, o da herhâlde bu oyuna gülüp geçecekti. Yol boyunca nasılsa durumu açıklayıcı bir mektubu aileme verilmek üzere yollayabileceğimiz bir gemiye rastlayacaktık.

Nihayet haziran ayının ortası gelip çatmıştı ve her şey yolunda gidiyordu. Not yazılmış ve gönderilmiş ve ben de bir pazartesi sabahı güya New Bedford’a gitmek için yola çıkmıştım. Fakat tabii ki doğruca sokağın köşesinde beni beklemekte olan Augustus’un yanına gittim. Planımıza göre aslında bütün gün saklanacak ve gece olduğunda da bir yolunu bulup gemiye giriverecektim. Şansımızdan ortalığı yoğun bir sis tabakası sarmıştı ve gizlenmem için hiç vakit yitirmemeye karar verdik. Augustus önde, ben birkaç adım arkada, üzerimde kolayca tanınmamam için Augustus’un bana verdiği kalın bir denizci peleriniyle iskeleye doğru yola çıktık. Tam Bay Edmund’un kuyusunun önünden geçip ikinci köşeyi dönmüştük ki kimi görelim… Aman Tanrı’m, bu tam önümde duran ve yüzünü dikkatle suratıma dikmiş olan büyük babam yaşlı Peterson’dan başkası değildi, “Bak sen şu işe Gordon!” deyiverdi uzunca bir duraksamadan sonra. “Bu üzerindeki kirli pelerin de kimin böyle?” “Bayım.” diye atıldım; durumun çok nazik olmasından dolayı sesime sanki hakarete uğramış havası vererek ve düşünebildiğim en kaba saba ve cahilce aksanla devam ettim. “Buraya bak, sen galiba şaşırdın, benim adım öyle Goddin moddin falan değil, hem şuna bak hele, bir de benim yeni pelerinime kirli dersin ha!” Zavallı yaşlı adamın kendisini böyle azarlayışımı nasıl da garip garip dinlediğini görünce, kahkahalar atmamak için kendimi zor tutmuştum. Birkaç adım gerileyerek durdu, yüzü önce bembeyaz, sonra kıpkırmızı oldu ve gözlüklerini çıkarıp atarak şemsiyesini yukarı kaldırdı. Sonra sanki aklına bir şey gelmiş gibi olduğu yere mıhlandı ve hırsından titreyerek ağzının içinde çevirdiği “Olmaz ki… Ah bu yeni gözlükler… Ben de sandım ki… Hay lanet denizci serseriler.” mırıltılarıyla topallaya topallaya dönüp gitti.

Bu olaydan böyle kıl payı sıyrıldıktan sonra, daha büyük bir dikkatle yolumuza devam ettik ve sonunda varış noktamıza güvenle ulaştık. Gemide hepi topu bir-iki kişi vardı, onlar da tayfaların kamara işleriyle uğraşıyordu. Bay Barnard ise, çok iyi biliyorduk ki Lloyd ve Vredenburg firmasındaydı ve akşam geç vakitlere kadar orada kalacaktı. Dolayısıyla onun için endişelenmemize gerek yoktu. İlk önce Augustus, geminin yan tarafından tırmandı, kısa bir süre sonra da ben gemide çalışan adamlara belli etmeden onu takip ettim ve hemen kabinin içine girdik. İçeride kimsecikler yoktu. Bir balina gemisinde az görülebilecek şekilde çok rahat ve konforlu bir biçimde döşenmişti burası. İçeride dört adet şahane özel kamara vardı. Aynı zamanda büyükçe bir soba gözümüze ilişti. Son derece kalın ve değerli görünümlü bir halı kabinin ve kamaraların tabanını kaplamıştı. Tavan tam iki metre yirmi santim yüksekliğindeydi ve kısaca diyebilirim ki her şey benim beklediğimden çok daha rahat ve kabul edilebilir bir görünümdeydi. Bununla beraber Augustus, bana şimdi etrafı incelemenin sırası olmadığını söyleyerek bir an evvel saklanmam gerektiği konusunda ısrar ediyordu. Daha sonra beni sancak tarafındaki bölmenin yanında olan kendi özel kamarasına götürdü. İçeriye girdikten sonra kapıyı kapatarak sürgüledi; herhâlde hayatımda şimdiye kadar içinde bulunduğum bu odadan daha güzel bir oda görmediğimi söyleyebilirim. Aşağı yukarı üç metre uzunluğundaydı ve içeride daha önce de bahsettiğim geniş ve rahat görünümlü ranzalardan beş tane bulunuyordu. Odanın bölmelere en yakın olan kısımdaki üç metrekare kadar bir alanda, bir masa, bir sandalye ve genellikle yolculuk ve serüvenle ilgili bir sürü kitap bulunan raflar vardı. Odada daha birçok küçük konfor vardı ki bunlardan biri de unutmadan söylemem gereken soğutucu gibi bir kutuydu. Augustus, bana bu kutunun içindeki yiyecek ve içecek bölümünde bulunan bir sürü lezzetli mezeyi işaret etti. Daha sonra, şimdi bahsettiğim bölümdeki halının üzerindeki belli bir noktaya parmaklarının eklemleriyle basarak, bana yerdeki bu alanın yarım metrekare kadarının düzgünce kesildiğini ve sonra tekrar düzeltildiğini gösterdi. Basılan bölüm yeterli derecede yukarı kalkarak parmaklarının alta geçmesini sağlamıştı. Böylece üzerinde hâlâ çiviyle tutturulmuş halı bulunan kapağın ağzını yukarı kaldırdı. Bundan sonra fosforlu bir kibritle elindeki fitili yakarak fenere yerleştirdi ve eliyle onu takip etmemi işaret ederek girişten aşağıya doğru inmeye başladı. Denileni yaptım. Sonra halının altına çakılmış bir çivi vasıtasıyla deliğin kapağı kapatıldı. Kapak şimdi orijinal yerini bulduğundan deliğe ait bütün izler ortadan kalkmıştı. Fitil çok zayıf bir ışık yaydığından etrafı seçebilmem çok zor oluyordu. Üstüne üstlük etrafta birbirine geçmiş sürüyle kereste vardı. Yine de gözlerim yavaş yavaş karanlığa alışmaya başladığı gibi, artık arkadaşımın paltosunun ucunu da tutmuş ve çok daha rahat yürüyebiliyordum. Binbir türlü dar geçitten dolandıktan sonra nihayet demir kaplı bir sandığın önüne geldik; bu daha çok değerli seramik işlerini saklamak için kullanılanlara benziyordu. Sandık bir metre seksen santim uzunluğunda, bir metre yirmi santim yüksekliğinde, fakat çok dardı. Üzerinde iki adet büyük ve boş yağ fıçısı duruyordu. Yine bunların tepesinde muazzam miktarda hasır, mat tavana kadar yığılmıştı. Geri kalan bölümlerin hepsi tahta kamalarla sıkıştırılmış, hatta tavan bile bu işten nasibini almıştı. Odanın içi her türden gemi mobilyasıyla karman çorman doldurulmuştu. Bunların yanı sıra her tarafa kümelenmiş kasalar, sepetler, variller ve balyalar vardı ki doğrusu bu durumda sandığa giden bir yol bulabilmemiz mucize sayılmalıydı. Sonradan anladığımıza göre Augustus, odayı mahsus bu hâle getirmişti, amaç benim bütünüyle saklanabilmemi sağlamaktı. Sefere katılmayacak olan bir denizci de bu işi yaparken ona yardım etmişti.

Arkadaşım bana sandığın herhangi bir yüzünün istendiğinde nasıl açılabileceğini gösterdikten sonra, kapaklardan birini yana doğru sürerek içerisini görmemi sağladı. Çok hoşuma gitmişti doğrusu burası. Kamaralarda bulunan bir ranzadan alınan şilte sandığın bütün tabanını kaplamıştı. Sandığın içinde böylesine ufak bir yere sığdırılabilecek her türlü konfor vardı. Dahası içeride istersem oturabileceğim, istersem boylu boyunca yatabileceğim kadar bir alan bile kalmıştı. Diğer şeylerin yanı sıra burada bazı kitaplar, kalem, mürekkep, kâğıt, üç adet battaniye, büyük bir sürahi dolusu su, bir teneke peksimet, üç dört tane kocaman Bolonya sosisi, devasa bir jambon, közlenmiş soğuk koyun budu, yarım düzine kadar kuvvet şurubu şişesi ve likörler vardı. Ben şimdi büyük bir zevkle küçük sarayıma yerleşmeye hazırlanıyordum. Hiçbir hükümdar yeni bir yere girerken benim kadar sevinmemiştir herhâlde. Augustus, bana sandığın açık olan bölmesini nasıl kapatacağımı gösterdikten sonra fitili kamaraya doğru tutarak yerdeki koyu renkli bir kordonu gösterdi. Bu, benim gizlenme yerimden başlayarak ve tahta bölmelerin arasında gerekli kıvrımları dolandıktan sonra, odadaki kamaraya çakılmış bir çiviye ulaşıyordu. Bu da kendi özel odasına giden kapağın tam altındaydı. Bu kordon sayesinde, hesaba katmadığımız bir kaza olması hâlinde onun rehberliğine ihtiyaç olmadan yolumu bulabilecektim. Augustus, bana fenerle bol miktarda fitil ve fosforlu kibrit bıraktıktan sonra, farkına varılmadan gelmeyi becerebilirse sık sık ziyaretime uğrayacağını söyleyerek gitti. Bu, Haziranın on yedisindeydi.

Hatırlayabildiğim kadarıyla, gizlendiğim deliğin tam karşısındaki iki kasanın arasında dikilip kollarımı ve bacaklarımı germek için çıktığım iki sefer dışında, hiç çıkmadan üç gün üç gece kalmıştım. Bütün bu zaman zarfında Augustus hiç ortalarda gözükmemişti. Bu da beni epey endişelendirmeye başlamıştı. Çünkü biliyordum ki geminin denize açılma zamanı yakındı ve o zaman bütün gürültü patırtı arasında pek aşağıya inme şansı olmayacaktı. Nihayet kapağın açılıp kapandığını duydum. Çabucak seslenerek her şeyin yolunda olup olmadığını ve bir şey isteyip istemediğimi sordu. “Hayır.” diye cevapladım. “Rahatım yerinde. Gemi ne zaman sefere çıkıyor?” “Yarım saate kalmadan.” diye cevapladı. “Sana, bunu haber vermek için, bir de belki yokluğumdan endişeye kapıldığını düşünerek korktuğum için geldim. Uzun bir zaman daha gelmeyeceğim; belki de üç dört gün. Yukarıda her şey yolunda. Ben yukarı çıkıp kapağı kapattıktan sonra kordonu takip ederek yukarı gel ve çivinin çakıldığı yeri bul. Orada benim saatimi bulacaksın. Zamanı anlayabilmen için güneş ışığı olmadığından sana yararı olacaktır. Herhâlde ne zamandan beri burada gömülü kaldığını bilmiyorsundur. Sadece üç gün; bugün ayın yirmisi. Saati aşağıya getirirdim, ama yokluğumu anlarlar diye korkuyorum.”

Bunları söyledikten sonra tekrar yukarı çıktı. Augustus, yukarı çıktıktan yaklaşık bir saat sonra geminin kesinlikle hareket ettiğinin farkına vardım. İşte sonunda yolculuğum başlıyordu; bu sevinçle kendi kendimi tebrik ettim. Artık rahattım ve bundan sonra kafamı fazla yormayacaktım. Olayları doğal akışına bırakarak sandıktan kamaraya geçmeme izin verileceği zamanı beklemeye koyuldum. Kamara muhakkak daha büyük olacaktı, ama doğrusu daha rahat olabileceğini pek tahmin etmiyordum. Şimdi ilk halletmem gereken şey saati almaktı. Fitili yanık bırakarak el yordamıyla yürümeye başladım. Kordonu izlerken bazen, binbir dönemeçten geçip uzunca bir mesafe katettikten sonra daha önce bulunduğum yerin kırk-elli santimetre yakınına geri döndüğümü keşfettim. Sonunda çivinin bulunduğu yere ulaştım ve yolculuğumun amacı olan nesneyi aldıktan sonra güvenli bir şekilde geri döndüm. Bundan sonra kitapları incelemeye koyulmuştum. Lewis ve Clarke’in Columbia ağzına yaptığı yolculuk hakkındaydılar. Augustus’un bunları getirmesi büyük bir incelikti gerçekten. Bunlarla kendimi biraz oyaladıktan sonra uykum gelmeye başlamıştı ve büyük bir dikkatle ışığı söndürdükten sonra kendimi derin bir uykuya bıraktım. Uyandığımda kafam tuhaf bir şekilde uyuşmuştu ve içinde bulunduğum durumla ilgili olayları hatırlayabilmem epey bir zaman aldı. Yavaş yavaş kendime geldikçe hatırlamaya başlamıştım. Bir kibrit çakarak saati kontrol ettim ama durmuştu. Şimdi kaç saat uyuduğumu kestirebilmem imkânsızdı. Uzuvlarımın çoğuna kramp girdiğinden iki kasa arasında gerilerek onları gevşetmek zorunda kaldım. Karnım açlıktan zil çalıyordu, aklıma uykuya dalmadan hemen önce yediğim ve tadına doyamadığım koyun budu geldi. Fakat onu tamamen bozulmuş bir hâlde bulduğumda uğradığım şaşkınlığı bir düşünün. Bu olay beni oldukça sarsmıştı. Çünkü uyandığım andaki sersemliğimi buna bağlıyordum; herhâlde aşırı uzun bir zaman uyumuş olmalıydım. Sandığın içindeki kapalı ortamın da buna bir tesiri olabilir ve aslında çok ciddi tehlikeler doğurmuş olabilirdi. Başım çatlayacak gibi ağrıyordu ve zorlukla nefes alıp verebiliyordum, kısacası başım iyice dertteydi. Yine de kapağı açıp gürültü yapmayı göze alamıyordum. Bu yüzden saati tekrar kurduktan sonra artık hâlime razı olup beklemeye başladım.

Bunu takip eden son derece eziyet verici bir yirmi dört saat içinde, ne gelen oldu ne de giden. Augustus’un bu vurdumduymaz tavrına kızmaktan kendimi alamıyordum. Beni esas endişelendiren, sürahideki suyun neredeyse bitmiş olmasıydı. Koyun budunun telef olması beni bol miktarda Bolonya sosisi yemeye itmişti ve bu da dayanılmaz bir susuzluk hissi veriyordu şimdi. Huzursuzluğumun artık had safhada olmasından dolayı kitaplar da artık beni oyalamaktan acizdi. Hepsinin üstüne şimdi bir de uyku bastırmıştı, ama odanın kapalı ortamında, yanan kömürün ortaya çıkarabileceğine benzeyen zararlı etkiler olabileceğini düşünüp korktuğumdan uyumayı göze alamadım. Bu esnada geminin sallantılarından okyanusa iyiden iyiye açıldığımızı tahmin edebiliyordum ve sanki çok uzaklardan geliyormuş gibi kulağıma ulaşan yeknesak uğultu, bana dışarıda alelade bir rüzgâr esmediğini söylüyordu. Augustus’un yokluğuna hiçbir anlam veremiyordum. Şu anda eminim ki yolculuğumuzda benim ortaya çıkmamı sağlayacak kadar ilerlemiştik. Başına bir kaza gelmiş olabilirdi, fakat beklenmedik biçimde ölmüş veya gemiden düşmüş olması dışında, beni burada uzun süre hapis bırakmasını açıklayabilecek bir neden bulamıyordum. İyice sabırsızlanmaya başlamıştım. Olasılıklardan biri de belki bodoslama rüzgâra maruz kalmış ve hâlâ Nantucket’in çevresinde bir yerlerde döneniyor olmamızdı. Fakat kısa bir süre sonra, bu fikrimi değiştirmek zorunda kaldım, çünkü eğer öyle olsa geminin durmuş olması gerekirdi. Oysa geminin iskele tarafına doğru aldığı devamlı eğim, sancak bölgesine varan sürekli rüzgârla baştan beri yola devam ettiğimize dair kesin bir kanı oluşturmuştu bende. Ayrıca hâlâ adanın yakınlarında olduğumuzu kabul etsek bile, Augustus neden gelerek beni durumumuzdan haberdar etmemişti? Bu şekilde yalnız ve ümitsiz hâlimin üzerine iyiden iyiye kafa yorduktan sonra, bir yirmi dört saat daha beklemeye ve eğer gelen olmazsa yukarı çıkarak arkadaşımla konuşma girişiminde bulunmaya veya en azından kapak aralığından biraz temiz hava almaya ve özel kamaradan su tedarik etmeye karar verdim. Bununla beraber, kafam bu düşüncelerle meşgulken bütün karşı koymama rağmen ağır bir uykuya yenik düştüm. Rüyalarım tam anlamıyla dehşet vericiydi. Başıma gelmedik felaket ve dehşet yoktu âdeta. Her türlü kâbusun yanı sıra bir sürü korkunç vahşi yaratık, kocaman yastıklarla beni öldüresiye boğuyordu. Dev gibi yılanlar gövdemi sarmış, korku verici parlayan gözlerini delici bakışlarla üzerime dikmişlerdi. Ve çöller… Uçsuz bucaksız, ıssız ve korku verici bir biçimde önümde göz alabildiğine uzanan çöller… Sonsuzluğa yükselircesine art arda sıralanmış gri yapraksız devasa ağaç gövdeleri… Kökleri, kasvetli ve kapkara durgun sularıyla her yeri kaplamış korkunç görünümlü bataklıkların altında gizlenmişti. İnsan kimliğine bürünmüşçesine iskeletimsi kollarını ileri geri sallayan garip ağaçlar, kulakları yırtan çığlıklar atıyordu. Sanki korkunç bir ızdıraba ve umutsuzluğa bulanmış haykırışları, durgun sulardan merhamet dileniyormuş gibiydi. Sonra manzara birdenbire değişti; şimdi Sahra Çölü’nün yakıcı kumlarının ortasında yalnız ve çıplak duruyordum. Ayaklarımın ucunda çömelmiş vahşi bir aslan bekliyordu. Bir an sonra kıpkırmızı ağzından yükselen gök gürültüsü gibi kükreme beni hızla yere yapıştırdı ve sonunda korkunun yol açtığı ani krizle nefesim kesilmiş bir hâlde kendimi yarı yarıya uyanık buldum. Gerçeğin ta kendisi olan bir canavar, kocaman pençelerini şiddetle göğsüme bastırıyordu. Canavar, yaratık ya da her neyse, herhangi bir saldırıda bulunmadan olduğu gibi duruyordu. Biliyordum ki bu hâlde çaresiz yatarken her an ölümle burun burunaydım. Aklımı yitirmiş ve tüm gücümü kaybetmiş bir hâlde korkudan öleceğimi sandım. Beynim uyuşmuş, elim ayağım boşanmış, görünüşüm zayıflamaya başlamıştı. Üzerime dikilmiş ateş saçan gözler bile gitgide gözümde bulanıklaşmaktaydı. Var gücümü toparlayarak ağzımdan dökülen zayıf çığlıkla Tanrı’ya sığındım ve kendimi ölümün kollarına bıraktım. Sesim, üzerimde yatan yaratığın içinde birikmiş tüm öfkeyi alevlendirdi sanki. Öyle ki şimdi vücudunun bütün ağırlığıyla boydan boya üzerime çöküvermişti. Fakat o da nesi? Aman Tanrı’m! Beni parçalayacağını sandığım bu yaratık aniden kesik hırıltılarla yüzümü ve ellerimi yalamaya başlamıştı. Hem de nasıl bir arzu ve coşku dolu bir sevgi gösterisiyle! Şaşkınlıktan aklım başımdan gitmişti âdeta; kendine has garip bir hırıltısı ve aynı derecede tuhaf sevgi gösterileri olan Newfoundland cinsi köpeğim Tiger’ı nerede olsa tanırım. Bu oydu… Aniden şakaklarıma hücum eden kanı hissettim. Kurtulmanın verdiği tarif edilmez coşkunun tesiri başımı döndürmüştü. Yattığım şilteden hızla fırlayıp kendimi sadık dostumun boynuna doladım ve yaşadığım kâbusun içimde oluşturduğu sıkıntıyı içten gözyaşlarıma dökerek ağladım… Ağladım… Rahatlamıştım. Aynı daha önce olduğu gibi, şilteden kalktığım zaman sanki bütün bağlantılar kopmuştu. Fakat çok yavaş da olsa düşünebilme yeteneğim azar azar yerine geliyordu ve olayları birleştirmeye başlıyordum. Tiger’ın nasıl olup da burada olduğuna bir türlü aklım ermiyordu. Aklımdan binbir türlü tahmin geçirdikten sonra, bu işi olduğu gibi kabullenmeye karar verdim. Benimle burada olması beni mutlu etmeye yetiyordu. Hüzünlü yalnızlığımı paylaşacak, arkadaşlığıyla beni rahatlatacaktı. Biliyorum, insanların çoğu sahibi olduğu köpekleri sever. Ama benim, Tiger için duyduğum sevgi bambaşka bir şeydi ve diyebilirim ki başka hiçbir yaratık da bu sevgiyi onun kadar hak etmemiştir. Yedi yıl boyunca benim ayrılmaz bir can yoldaşım olmuş ve böylesi bir hayvanı değerlendirirken aranılan asalet ve sadakate, yaşadığım sayısız olayda tanık olmuştum. Onu daha henüz ufacık bir yavru iken Nantucket’de boynuna geçirilmiş bir iple suya atacak olan bir serserinin elinden kurtarmıştım ve üç sene kadar sonra artık yetişkin bir köpek iken beni bir sokak hırsızının sopasından kurtararak borcunu ödemişti.

Saati yeniden elime aldıktan sonra kulağıma dayadım ve tekrar durduğunu anladım. Fakat bu beni hiç de şaşırtmadı. Çünkü hislerim bana daha önce olduğu gibi çok uzun bir süre uyuyakaldığımı söylüyordu. Tabii bu süreyi tahmin edebilmek imkânsızdı. Ateşler içinde yanıyordum ve susuzluğum dayanılmaz bir hâl almıştı. Sandığın içinde el yordamıyla hareket ediyordum, çünkü lambadaki fitil köküne kadar yanıp bitmişti, fosforlu kibritler de uzanabileceğim yakın bir yerde değildi. Sürahiyi bulduğumda ne yazık ki tamamen boştu. Herhâlde bizim Tiger’ın işiydi bu, suyu halletmenin yanı sıra koyun budunun geri kalanını da bir güzel mideye indirmiş, afiyetle sıyırdığı kemiği sandığın kapağının önüne bırakmıştı. Çürümüş eti paylaşmaya bir diyeceğim yoktu, ama suyu düşününce içim gitmişti doğrusu. O kadar zayıf bir hâldeydim ki en ufak bir harekette sanki sıtmaya yakalanmış gibi bütün vücudum titriyordu. Hepsinin üstüne tüy dikercesine, gemi büyük bir şiddetle boyuna baş vurup çalkalanıyordu. Sandığın üzerindeki yağ fıçıları da her an düşme veya çıkış yolunu kapatma tehlikesi taşıyordu. Ayrıca o anda feci bir deniz tutmasından da muzdariptim. Ne olursa olsun artık geçidin ağzına kadar gidip acil yardım istemeye karar vermiştim. Çünkü bir süre sonra bunu yapmak için belki de şansım bile olmayacaktı. Bu karara vardıktan sonra, tekrar etrafta fosforlu kibritleri ve geri kalan fitilleri araştırdım. Ufak bir çabadan sonra kibritleri bulmak pek sorun olmamıştı. Fakat fitilleri, koyduğum yeri tam olarak hatırladığımı düşünmeme rağmen umduğum kadar çabuk bulamayınca aramaktan vazgeçtim ve Tiger’a uslu uslu yatma talimatını verdikten sonra hemen geçidin ağzına doğru yola çıktım.

Bu yolculuk girişimi durumumun kötülüğünü iyice ortaya çıkarmıştı. Yürümek bir yana ancak büyük bir güçlükle sürünebiliyordum. Ellerim ve ayaklarım sanki sık sık yere gömülüyormuş gibi oluyordu. Bazen dizlerim bükülerek yüzükoyun yere kapaklanıyor ve dakikalarca bilinçsizliğin eşiğinde olduğum yerde kalakalıyordum. Yine de kendimle mücadele ederek yavaş yavaş yola devam ettim. Dar ve birbirine geçmiş dolambaçlı kerestelerin arasında, bayılmanın an meselesi olduğunu düşünerek ilerliyordum ki herhâlde öyle bir durumda ölüm kaçınılmaz bir son olurdu. Var kuvvetimi toplayarak kendimi ileri doğru ittirdiğim bir sırada alnımı önümde duran demir kasalardan birinin sivri köşesine şiddetle çarptım. Kaza, beni sadece birkaç dakika için sersemletmişti. Fakat bu sırada geminin büyük bir hızla çalkalanarak kasayı tamamen yolumu tıkayacak şekilde önüme fırlatması fena hâlde canımı sıkmıştı. Kasa etrafındaki kutuların ve mobilyaların arasına öyle bir sıkışmıştı ki kalan bütün takatimle yüklenmeme rağmen yerinden bir santim bile kımıldatamıyordum. Şimdi önümde iki seçenek vardı. Ya kordonu bırakarak başka bir yol bulmaya çalışacaktım ya da bütün bu bitkin hâlimle kasanın üzerinden tırmanarak yoluma kaldığım yerden devam edecektim. Doğrusu birinci seçenek, düşündüğüm zaman içerdiği bütün zorluklar ve tehlikelerle gözümü yıldırmıştı. İçinde bulunduğum bu perişan hâlle böyle bir şeye kalkışmak, yolu kaybedip bu lanet olası labirentlerde kaybolarak sefil bir fare gibi ölmek demekti. Bu yüzden hiç duraksamadan, kalan bütün kuvvetimi ve azmimi elimden geldiğince toplayarak kasanın üzerine tırmanmak için harekete geçtim.

Ayağa kalkıp görüş alanımı genişlettikten sonra, üstlendiğim işin önceki paniklemiş hâlimle düşündüğümden de çetin ve ciddi olduğunun farkına varmıştım. Bu dar geçidin her iki duvarına da tavana kadar yükselen bir sürü ağır kereste yaslanmıştı ve yapacağım en ufak bir hata, bunların üzerime yıkılıp beni ezmesi anlamına geliyordu. Veya bunun olmadığını farz etsek bile, bu sefer de yıkılıp beni orta yerde hiçbir yöne hareket edemeyecek şekilde bırakması olasılığı vardı. Kutunun kendisi uzun ve hantal görünümlü, üzerinde tutunacak hiçbir yer olmayan bir şeydi. Bütün gücümle nafile yere kutunun tepesine yetişmeye çalıştım, ki başaramama hâlinde kendimi yukarı çekmeye gücüm yetmeyecekti. Belki de bu yüzden böylesi daha iyiydi, çünkü sonunda kutuyu can havliyle itmeye çalışırken yan tarafımda epeyce şiddetli bir sarsıntı hissetmiştim. Hevesle tahtaların köşelerini zorlayarak bunlardan büyükçe bir tanesinin gevşemiş olduğunu gördüm. O anda şans eseri üzerimde taşıdığım çakıyla büyük bir uğraşıdan sonra tahtayı duvardan tamamıyla sökmeyi başardım. Tahtayı araladıktan sonra gördüğüm manzara beni sevince boğmuştu, zira arkası boştu. Diğer bir deyişle, sandığın üst kapağı olmadığından tepeye giden yol için önümde hiçbir engel kalmamıştı. Rahatlıkla yoluma devam ederek sonunda çiviye ulaştım. Heyecandan kalbim deli gibi çarparak ayağa kalktım ve hafifçe zorlayarak düzeneğin kapağını yukarı doğru ittirdim. Hemen açılacağını ummuştum, fakat öyle olmadı; aksine yukarı kalkmak bir yana, yerinden bile kımıldamamıştı. Augustus’tan başka birinin onun özel odasında olabileceğini düşünüp korkmama rağmen biraz daha kararlılıkla kapağı tekrar ittim. Hayrete düşmüştüm, kapak hâlâ yerinden hiç oynamıyordu. Şimdi iyice endişelenmeye başlamıştım. Daha önce gördüğüm kadarıyla kapağı açmak için, çok az güç gerekiyordu. Bu sefer bütün gücümle yüklendim ama boşunaydı, sanki inatla açılmamak için direniyordu; öfke ve umutsuzluğumun verdiği son çırpınışlarla ortaya koyduğum mücadeleye meydan okumayı sürdürdü. Kapağın gösterdiği dirence bakılırsa, ya geçit keşfedilerek çivilenerek kapatılmış ya da ittirilip yerinden oynatılmayacak derecede büyük bir ağırlıkla kapatılmıştı, ki bu durumda kapağı kaldırmayı düşünmek boşunaydı.

Ne yapacağımı bilemez bir hâlde, korku ve endişe içinde kalakalmıştım. Burada böyle gömülü kalmamın nedeni ne olabilirdi? Bir fikir yürütmeye çalışıyordum ama nafileydi. Olayların bağlantısını yitirmiş bir hâlde, öylece döşemeye yığıldım. Kafamı, bir örümcek ağı gibi, açlıktan ve susuzluktan ölmek, havasız kalıp boğularak can vermek şeklinde karanlık düşünceler kaplamıştı. Ölmeden mezara konulmuştum sanki. Tekrar kendimi toplamaya çalışarak ayağa kalktım ve geçidin etrafını yoklayarak parmaklarımla kıvrımları veya olası çatlakları araştırdım, bulduktan sonra da yakından göz gezdirerek yukarıdaki odadan ışık sızdırıp sızdırmadıklarını tetkik ettim, fakat ışıktan eser yoktu. Daha sonra çakımın keskin ucunu çatlaklardan geçirerek kazımaya kalkınca, bunun masif demir olduğunu keşfettim. Çakının cisim üzerinde gidip gelirken hafifçe dalgalanır gibi olması, bana bunun zincir gibi bir şey olduğunu söylüyordu. Artık yapılacak tek şey, geri dönerek sandığın olduğu yere gitmek ve orada, ya kaderime razı olarak sonumu beklemek ya da zihnimi dinlendirdikten sonra ne olursa olsun bir kurtuluş planı hazırlamaktı. Dönüş yolunda yine sayısız güçlükle karşılaştıktan sonra, nihayet sandığıma vardım ve kendimi tükenmiş bir hâlde şilteye attım. Tiger, beni görür görmez boylu boyunca yanıma uzanmış ve sanki beni teselli etmek istermiş gibi bana sarılmıştı. Karamsarlığa düşmememi, metin olmamı söylemek istiyordu belki de bana.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
Hacim:
3 s. 6 illüstrasyon
ISBN:
978-625-99846-5-0
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu