Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «İşitilmedik Hikâyeler», sayfa 3

Yazı tipi:

Tırmandığımız düzlüğün üzeri o kadar derin bir surette çalılarla kaplıydı ki orak kullanmadan kendimize bir yol açmaya imkân yoktu. Jüpiter, efendisinden aldığı emir üzerine orakla bize yol açmaya başladı. Yolumuz, sekiz on meşe ağacıyla birlikte yükselen gayet büyük bir tulipie ağacının dibine kadar götürdü. Düzlük üzerinde gayet büyük bir tulipie ağacı, etrafındaki ağaçlardan başka o zamana kadar gördüğüm bütün ağaçların şekil ve yapraklarının güzelliği, dallarının son derece inkişafı ve umum manzarasının ihtişamı itibarıyla hepsine üstündü. Vakta ki ağacın altına vardık. Legrand, Jüpiter’e döndü ve bu ağaca tırmanmaya muktedir olup olmadığını sordu. Zavallı ihtiyar bu sual üzerine biraz şaşalamış göründü. Bir müddet cevap vermedi. Bununla beraber ağacın iri gövdesine yaklaştı. Ağır ağır gövdenin etrafını dolaştı ve inceden inceye tetkik ve muayene etti. Muayeneyi bitirdiği zaman gayet tabii bir tavırla dedi ki:

“Evet mösyö, Jüp tırmanamayacağı ağaç görmemiştir.”

“O hâlde tırman; haydi, haydi! Bir hamlede! Çünkü şimdi ortalık kararacak ve ne yaptığımızı göremeyeceğiz.”

Jüpiter sordu:

“Nereye kadar tırmanmak lazım mösyö?”

“Evvela gövdeye tırman, sonra takip edeceğin istikameti sana söylerim. Ah! Bir dakika dur. Bu hunfesayı da beraber al!”

Zenci dehşetle gürleyerek bağırdı:

“Hunfesa mı? Altın hunfesa ha! Niçin bu böceği de beraberce ağaca çıkarayım ve sihirleneyim!”

“Jüp! Korkuyorsunuz. Siz ki büyük bir zenci, iri ve kuvvetli bir zencisiniz. Küçük ve zararsız bir haşereye dokunmaktan korkuyorsunuz. Hâlbuki siz onu bu sicimle götürebilirsiniz. Eğer siz onu bir suretle veya başka bir suretle götürmezseniz bu çapa ile sizin başınızı yarmak gibi elim bir mecburiyette bulunacağım.”

Utandığı için şüphesiz dost geçinen Jüp dedi ki:

“Allah’ım! Ne oluyor mösyö! Siz daima ihtiyar zencinize zarar vermek istiyorsunuz. Bu bir şakadır, işte o kadar. Ben hunfesadan korkayım ha! Hunefsaya ehemmiyet bile verdiğim yok.”

Kemal-i ihtiyat ile sicimin bir ucundan tuttu. Şimdi haşereyi kendisinden, hâlin müsait olduğu derecede uzak tutarak ağaca tırmanmaya başladı.

Tulipie yahut “liriodendron tulipiferum” Amerika’nın en güzel orman ağacı, gençliğinde şayanı dikkat bir surette düz bir gövdeye maliktir ve yan dallar çıkarmadan büyük bir irtifaya ulaşır. Lakin olgunlaştığı zaman kabuğu her yerde aynı derecede olmayarak pürüzlenir ve gövdesinden sayısız küçük, iptidai yan dallar çıkarır.

Onun için şimdiki hâlde, ağaca tırmanmak pek güç gibi görünüyordu lakin hakikatte güç değildi. Jüpiter, iri, üstüvani20 gövdeyi kolları ve dizleriyle sararak ve elleriyle yeni yetişen yan dalları tutarak ve çıplak ayaklarıyla bunlara basarak bir iki defa düşmek tehlikesi atlattıktan sonra gövdenin ilk çatal yerine ulaştı ve o andan itibaren işini bitmiş addetti. Hakikaten işin tehlikesi hiç kalmamıştı. Fakat bu esnada cesur zenci yetmiş kadem yükseklikte bulunuyordu.

Sordu:

“Şimdi hangi tarafa gideyim Mösyö Wil?”

Legrand “Bu taraftaki kalın dalı takip et.” dedi.

Zenci hemen itaat etti ve görülüşe nazaran çok zahmet çekmiyordu. Çıktı, pek yükseklere tırmandı, o suretle ki sonunda toplanmış olduğu hâlde tırmanan vücudu yaprakların içinde kayboldu. Artık hiç görünmüyordu. O zaman uzaktan sesi duyuldu; haykırıyordu:

“Daha nereye kadar çıkayım?”

Legrand sordu:

“Ne kadar yüksektesin?”

Zenci cevap verdi:

“O kadar yüksekte, o kadar yüksekteyim ki ağacın tepesinden gökyüzünü görebiliyorum.”

“Gökyüzü ile uğraşma! Yalnız benim söylediklerime dikkat et! Ağacın gövdesine bak, bu tarafta, senden aşağıda kaç dal var, kaç dalı geçtin?”

“Bir, iki, üç, dört, beş. Bu tarafta beş büyük dal geçtim mösyö.”

“O hâlde bir dal daha çık.”

Birkaç dakika sonra zencinin sesi yeniden işitildi; yedinci dala ulaşmıştı. Legrand göze çarpan bir heyecan içinde haykırdı:

“Jüp! Şimdi bulunduğun dalın üzerinde mümkün olduğu kadar uzağa gitmenin çaresine bak. Eğer garip bir şey görürsen bana haber ver!”

Bu andan itibaren zavallı dostumun aklını oynattığına dair zihnimdeki en ufak şüphe bile ortadan kalktı. Artık onun tamamen deli olduğuna kani olmamak benim için kabil değildi. Onu eve döndürmek için nasıl bir çare bulunacağı beni cidden endişeye düşürmeye başlamıştı. Ben ne yolda hareket etmem lazım geldiğini düşündüğüm sırada, Jüpiter’in sesi yeniden duyuldu:

“Bu dalın üzerinde daha ileri gitmeye korkuyorum. Bu dal hemen bütün boyunca kurumuş bir daldır.”

Legrand helecandan titreyen bir sesle bağırdı:

“Doğru mu söylüyorsun? Bu ölmüş bir dal mı Jüpiter?”

“Evet mösyö, kapının eski çivisi gibi kurumuş ve çürümüş bir dal mösyö. Bunun işi bitmiş, tamamıyla ölmüş.”

Legrand hakiki bir yeisin pençesinde kıvranır gibi haykırdı:

“Aman Allah’ım! Şimdi ne yapmalı?”

Ben makul bir söz söylemek fırsatını bulduğum için sevinerek dedim ki:

“Yapacak şey, eve dönmek ve yatmaktır. Haydi, geliniz! Beni dinleyiniz arkadaş! Vakit geç oldu, sonra vaadinizi unutmayınız!”

Legrand beni hiç dinlemeyerek haykırdı:

“Jüpiter! Beni işitiyor musun?”

“Evet Mösyö Will, sizi pek iyi işitiyorum.”

“Şimdi bıçağınla ağacı yokla ve tamamıyla çürümüş olup olmadığını bana söyle?”

Zenci hemen cevap verdi:

“Çürümüş mösyö, oldukça çürümüş lakin son dereceye gelmemiş. Ben dalın üstünde biraz daha ilerleyebilirim. Lakin yalnız olarak.”

“Yalnız olarak mı? Ne demek istiyorsun?”

“Hunfesadan bahsetmek istiyorum. O, çok ağır. Eğer önce onu elimden bırakırsam dal, yalnız başına bir zencinin ağırlığını biraz daha çekebilir.”

Legrand pek ziyade müsterih olmuş gibi haykırdı:

“Uçarı çapkın! Bana ne budalaca şeyler söylüyorsun! Eğer haşereyi düşürürsen kafanı koparırım! Jüpiter! Dikkat et! Beni işitiyorsun değil mi?”

“Evet mösyö! Zavallı bir zenci bu muameleye değmez.”

“Pekâlâ! Şimdi beni dinle. Tehlikesizce ve hunfesayı bırakmadan dalın üzerinde son hadde kadar ilerleyebilirsen aşağı iner inmez sana bir gümüş dolar hediye ederim.”

Zenci alelacele cevap verdi:

“Gidiyorum Mösyö Will, işte vardım. Dalın hemen ucundayım.”

Legrand pek ziyade yumuşamış bir hâlde bağırdı:

“Dalın uçundayım mı demek istiyorsun?”

“Neredeyse ucuna geleceğim mösyö. Oh! Oh! Oh! Aman Allah’ım ağacın üzerinde ne var?”

Legrand son derece sevinerek bağırdı:

“Ey! Orada ne var?”

“Ne olacak, bir kafatası! Birisi ağacın üstünde başını bırakmış. Kargalar da etlerini tamamıyla gagalamışlar.”

“Bir kafatası mı diyorsun? Orada nasıl duruyor? Ne ile tutturulmuş?”

“Oh! İyi tutmuş. Lakin görmeli. Ah vallahi bu tuhaf şey! Kafatasında büyük bir çivi var. İşte kafatasını bu çivi ağaçta tutuyor.”

“Pekâlâ, şimdi, Jüpiter sana söyleyeceklerimi yap. Beni işitiyor musun?”

“Evet mösyö!”

“İyi, dikkat et… Kafatasının sol gözünü bul!”

“Oh, oh, işte tuhaf bir şey! Kafanın hiç sol gözü yok!”

“Melun, ahmak! Sağ elini, sol elinden ayırmasını bilir misin?”

“Evet bilirim. Bütün bunları biliyorum, sol elim odun yardığım eldir.”

“Şüphesiz. Sen solaksın. Sol gözün sol elinin bulunduğu taraftadır. Şimdi zannederim ki kafatasının sol gözünü yahut sol gözünün yerini bulabilirsin. Buldun mu?”

Uzun bir zaman geçti. Nihayet zenci sordu:

“Kafatasının sol gözü, kafatasının sol elinin bulunduğu tarafta mı? Lakin kafatasının sol eli mevcut değil. Fakat zararı yok! Ben sol gözü buldum. Şimdi ne yapayım?”

“Hunfesayı delikten geçir, mümkün olduğu kadar aşağıya sarkıt. Lakin ipin ucunu bırakmamaya dikkat et.”

“İşte, dediğinizi yaptım Mösyö Will! Hunfesayı delikten geçirmek kolay bir şey. Bakınız! Aşağıya sarkıttım.”

Bu konuşma esnasında Jüpiter’in kendisi görünmüyordu. Lakin iple aşağı sarkıttığı haşere, şimdi ipin ucunda görülüyor ve batan güneşin son şualarıyla esmerleşmiş altın yuvarlak gibi parlıyor ve bu şuaların birkaçı da üzerinde bulunduğumuz tümseği aydınlatıyordu. Hunfesa aşağı uzatılırken dalların arasından çıkıyordu. Eğer Jüpiter ipi bıraksaydı tam ayak ucumuza düşecekti. Legrand hemen orağı aldı. Hunfesanın üst tarafından üç dört yardalık yerdeki dalları dairevi bir açıklık teşkil edecek surette kesti. Bu işi bitirdikten sonra, ipi bırakıp ağaçtan inmesini Jüpiter’e emretti.

Dostum pek büyük bir itina ile toprağa bir kazık çaktı. Bu kazık hunfesanın tam düştüğü noktaya çakılmıştı. Sonra cebinden bir ölçü şeridi çıkardı. Bu şeridin bir ucunu ağaç gövdesinin kazığa en yakın mahalline raptetti. Şeridi kazığa kadar açtı. Kazıkla ağaç gövdesi istikametinde şeridi uzatmaya devam etti ve elli kadem mesafeye kadar uzattı. Bu esnada Jüpiter orakla çalıları kesiyordu. Elli kadem uzattıktan sonra dostum vardığı noktaya ikinci bir kazık çaktı. Bu kazık merkez olmak üzere etrafına takriben dört kadem çapında bir daire çizdi. O zaman bir bel yakaladı Jüpiter’e. Bir tane de bana verdi. Mümkün olduğu kadar süratle kazmamızı rica etti.

Açık söyleyeyim: Böyle bir eğlence benim hiç hoşuma gitmiyordu ve şimdiki hâlde bunu yapmak istemiyordum çünkü gece olalı hayli zaman olmuştu. Ben de yaptığım hareketlerle oldukça yorulmuştum. Lakin bundan kurtulmak için hiçbir çare göremiyor ve zavallı dostumun harikulade sükûnetini bir ret ile ihlal edeceğim diye titriyordum. Eğer Jüpiter’in yardım edeceğinden emin olabilseydim mecnunu cebren evine götürmekte tereddüt etmezdim. Lakin ihtiyar zencinin ahlakını çok iyi biliyordum. Efendisiyle herhangi bir mücadelede ondan yardım bekleyemezdim. Legrand’ın güneylilerdeki define bulmak vehmiyle dimağının bozulmuş olduğunda ve bu vehmin, bulunan altın hunfesa ile belki de Jüpiter tarafından bu hunfesanın hakiki altın olduğunun iddia edilmesiyle kuvvetlenmiş bulunduğunda şüphem yoktu. Delirmiş bir dimağ böyle bir telkine; hususiyle bu tevafuk zihninin evvelce saplanmış olduğu bir fikre muvafık gelirse pekâlâ kapılabilirdi. Sonra zavallı adamın hunfesa hakkında servet alameti diye irat ettiği nutku hatırlıyordum. Bundan başka son derece endişeli ve mütereddit idim. Lakin nihayet canım sıkılmakla beraber arzusuna uygun davranmaya karar verdim. Gayretle kazmaya ve vehimli arkadaşıma, tahayyüllerinin beyhudeliğini mümkün olduğu kadar çabuk olarak ve kendi gözüyle göstererek onu ikna etmeye azmettim.

Fenerleri yaktık. Jüpiter’le birlikte daha makul bir işe layık bir gayretle kazmaya başladık. Fenerlerin aydınlığı bazen bizi, bazen belleri aydınlattığı sırada teşkil ettiğimiz grubun gayet garip bir şey olduğunu düşünmekten kendimi alamadım. Eğer tesadüfen aramıza biri gelip de bizi bu hâlde görseydi çok garip ve çok şüpheli bir iş gördüğümüze hükmederdi.

İki saat büyük bir gayretle kazdık. Az konuşuyorduk. Başlıca sıkıntımız işimizle pek ziyade alakadar olan köpeğin havlaması idi. İşin sonunda gürültüsü o kadar çoğaldı ki civarda dolaşanlardan birinin yanımıza gelmesinden korkmaya başladık. Bizden ziyade Legrand böyle bir şeyden çekiniyordu. Çünkü bana gelince serseriyi eve götürmek fırsatını bana temin edecek her kesintiden pek ziyade memnun olacaktım. Nihayet gürültü Jüpiter sayesinde kesildi. Jüpiter hiddetle çukurdan fırladı ve pantolon askısıyla hayvanın ağzını bağladı. Sonra muzafferce bir güldü. Vakur bir tavır alarak işine döndü.

İki saat sonra kazdığımız çukur beş kadem derinliğe inmişti. Hiçbir define alameti görülmüyordu. Hepimiz biraz oturduk. Ben maskaralığın sona ermek üzere olduğunu tahmin etmeye başladım. Bununla beraber Legrand şüphesiz pek şaşırmış olmasına rağmen düşünceli bir hâlde alnını sildi; tekrar bele yapıştı. Açtığımız çukur, dört kadem çapındaki dairenin bütün çevresini işgal etmişti. Biz bu hududu biraz yani iki kadem aştık. Hiçbir şey meydana çıkmadı. Benim altın arayıcıma cidden acıyordum. Nihayet simasında en feci bir ümitsizlikle çukurdan fırladı. Sanki teessüf ediyormuş gibi işe başlamadan çıkarmış olduğu elbisesini giymeye başladı. Bana gelince bir mülahazada bulunmaktan sakınıyordum. Jüpiter, efendisinin bir işareti üzerine aletleri toplamaya koyuldu. Bu iş bitince köpeğin ağzı açıldı. Derin bir sükût içinde yola düzüldük.

Ancak on iki adım kadar yürümüştük. Legrand dehşetli bir küfür savurdu; Jüpiter’in üzerine atıldı. Boğazını tuttu. Legrand heceleri söylerken dişlerinin arasından ıslıklar çıkararak haykırıyordu:

“Şaki! Cehennemlik zenci! Zencilerin alçağı! Sana diyorum! Söyle! Hemen bana cevap ver! Sakın hainlik etme! Sol gözün hangisidir?”

Dehşet içinde kalan Jüpiter diz üstü düştü ve haykırdı:

“Merhamet Mösyö Will! Hiç şüphesiz sol gözüm bu! Değil mi?”

Parmağını sağ gözünün üstüne koydu. Sanki efendisinin gözünü çıkarmasından korkuyormuş gibi meyusça bir ısrar ile parmağını oradan kaldırmadı.

Legrand, zenciyi bıraktı. Hizmetçinin mütehayyir nazarları karşısında birçok kere sıçradı ve takla attı, bir taraftan da bağırıyordu:

“Ben de şüphe etmiştim! Bunu pek iyi biliyordum! Horra!”

Zenci ayağa kalkmış, gözlerini efendisinden bana, benden efendisine çeviriyordu.

Legrand dedi ki:

“Haydi! Geri dönmek lazım. Parti kaybolmamıştır.”

Tekrar tulipieye doğru yürümeye başladı. Ağacın altına vardığımız zaman dedi ki:

“Jüpiter, buraya gel! Kafatası dalın üzerinde yüzü dala dönük olarak mı yoksa dışarı dönmüş olarak mı çivili bulunuyor?”

“Yüzü dışarı doğru dönüktü. O suretle ki kargalar gözlerini zahmetsizce oyabilmişlerdir.”

“Pekâlâ, o hâlde sen hunfesayı bu gözden mi öteki gözden mi geçirerek sarkıttın?”

Legrand sırasıyla Jüpiter’in her iki gözüne dokunuyordu.

“Bu gözden mösyö. Söylediğiniz gibi sol gözden.”

Zavallı zenci hâlâ sağ gözünü işaret ediyordu.

“Haydi, haydi! İşe yeniden başlamak lazım.”

O zaman, dostumda, kendisinde gördüğüm veyahut gördüğümü zannettiğim delilik içinde bir usul dairesinde hareket eden bir adam hâli görmeye başladım. Hunfesanın düştüğü yeri gösteren kazığı ilk mevkisinden üç pus21 garbe götürdü. Yeniden yüz ölçümü şeridini açtı. Ağaç gövdesinin en yakın noktasından kazığa kadar uzattı. Evvelce yaptığı gibi aynı istikamette uzatmaya devam ederek elli kadem kadar gitti ve evvelce kazmış olduğumuz noktadan birçok yarda ötede yeni bir noktaya işaret koydu.

Bu yeni merkezin etrafında evvelkinden biraz daha geniş bir daire çizildi. Yeniden belle kazmaya başladık. Ben dehşetli surette yorulmuştum. Zihnimdeki değişimin sebebini düşünmeden bana yükletilen bu işten evvelki kadar nefret hissetmiyordum, izah edilmeyecek bir tarzda bununla alakadar oluyordum. Daha ileri gideyim; heyecan duyuyordum. İhtimal ki Legrand’ın bütün bu delice hareketlerinde bir nevi açıklık ve bir kehanet tavrı vardı; bu, beni tesiri altında bırakıyordu. Hararetle kazıyor ve zaman zaman âdeta intizara benzeyen bir bakışla, talihsiz arkadaşımı deli eden bu defineyi arıyordum. Bir zaman geldi ki bu kuruntu garip bir surette beni sardı. Bir buçuk saat kadar çalışmıştık, tekrar köpeğin şiddetli havlamasıyla durduk. Evvelce bu havlama şüphesiz gelişigüzel bir arzu veya çılgınca bir neşe eseriydi. Lakin bu defa daha şiddetli, daha manalı havlayışı vardı. Jüpiter tekrar hayvanın ağzını bağlamaya kalkışınca çukura atılarak şiddetle mukavemet etti ve şiddetle toprağı tırnaklarıyla kazımaya başladı. Birkaç saniye zarfında bir yığın insan kemikleri meydana çıkardı. Bu kemikler tam iki iskelet teşkil ediyordu. Bunların arasında madenî birçok düğmeler vardı. Bir şey daha görülüyordu ki bu bize çürümüş, parçalanmış bir yün kumaş gibi göründü, bir iki bel vurduktan sonra büyük bir İspanyol bıçağının demiri çıktı, biraz daha kazdık. Dağılmış üç dört altın ve gümüş para göründü.

Bu görünüş karşısında Jüpiter sevinç eseri göstermekten kendini alamadı. Hâlbuki efendisinin siması müthiş bir sukutuhayal ifade ediyordu. Bununla beraber çalışmaya devam etmemizi rica etti. Henüz sözünü bitirmemişti ki benim ayağım sürçtü, ileriye doğru düştüm, potinimin ucu taze kazılmış toprak yığını içindeki büyük bir demir halkaya geçmişti.

Yeni bir hararetle tekrar işe giriştik, ben hayatımda bu kadar şiddetli bir heyecan içinde on dakika geçirmemiştim. Bu müddet zarfında topraktan uzun dikdörtgen şeklinde bir demir sandık çıkardık. Bu sandık hiç bozulmamıştı. Ve şayanı hayret derecede metin idi. Aşikâr bir surette madenîleşme ameliyesine maruz bırakılmış, ihtimal ki biklorür dö merkürle muamele edilmişti. Bu sandığın üç buçuk kadem boyu, üç kadem eni, iki buçuk kadem derinliği vardı. Dövülmüş demir kuşaklarla kuvvetli bir surette sağlamlaştırılmıştı. Bu kuşaklar sandığın etrafında bir nevi kafes teşkil ediyordu. Sandığın kapağına yakın iki tarafında üçer demir halka vardı. Tamamı altı halka ediyordu. Bu halkalarla altı kişi sandığı tutabilirdi. Bütün kuvvetimizi sarf ettiğimiz hâlde sandığı ancak yerinden kımıldatabildik. Derhâl bu kadar ağır bir yükü taşıyamayacağımızı anladık. Hele şükür ki sandığın kapağı ancak iki sürme ile kapanmıştı. Bunları heyecandan titreyerek çektik. Bir an içinde hesapsız bir hazine meydana çıktı, gözümüzün önünde parladı. Fenerlerin ziyası çukura aksediyor, önümüzde öyle bir altın ve mücevherat yığını duruyordu ki hakikaten gözlerimiz kamaşıyordu.

Bu hazineyi seyrederken duyduğum hisleri tarif etmeye teşebbüs bile etmeyeceğim. Tahmin edileceği üzere büht ve hayret her türlü hisse hâkimdi. Legrand heyecandan bitkin bir hâlde görünüyordu. Ancak birkaç kelime söyleyebildi. Jüpiter’e gelince bir zencinin yüzü ne kadar beyaz olabilirse o kadar beyazdı; ölü gibiydi. Şaşkın ve âdeta yıldırımla vurulmuş gibi bir hâle gelmişti. Biraz sonra çukurun içinde diz üstüne çöktü ve çıplak kollarını dirseklerine kadar altınların içine daldırdı. Uzun zaman orada bıraktı. Sanki bir banyonun rahatlığından istifade ediyordu. Nihayet derin bir nefes alarak haykırdı:

“Bütün bunlar altın hunfesadan geliyor! Güzel altın hunfesa; zavallı altın hunfesacık… Ona ne taan ediyor22 ne iftira ediyordum! Pis zenci kendinden utanmıyor musun? Hani, ne cevap vereceksin?”

Bununla beraber efendiyle uşağını uyandırmak ve hazineyi bir an evvel alıp götürmek lazım olduğunu onlara anlatmak icap etti. Vakit gecikmişti. Gün doğmadan evvel her şeyin evimizde emniyet altında bulunması için oldukça faaliyet göstermek lazımdı. Ne yolda hareket edeceğimizi bilmiyorduk. Fikirlerimiz karmakarışık olduğu için müzakere ile çok vakit kaybediyorduk. Nihayet sandık muhteviyatının üçte ikisini kaldırarak sandığı hafiflettik. Ve sonunda pek büyük zahmetlerle sandığı çukurdan çıkardık. Sandıktan aldığımız eşyayı çalıların arasına koyduk; köpeğin bekçiliğine terk ettik. Jüpiter ona hiçbir vesile ile yerinden ayrılmamasını ve biz dönünceye kadar ağzını bile açmamasını anlattı. O zaman sandıkla beraber süratle yola düzüldük ve kazasız kulübeye geldik. Lakin pek büyük bir yorgunluktan ve gecenin saat birinden sonra vardık. Pek bitkin olduğumuz için hemen işe koyulamazdık. Bu tabiatın kuvvetine meydan okumak olurdu. Saat ikiye kadar istirahat ettik. Sonra gece yemeği yedik. Tekrar dağlara doğru yola çıktık. Üç büyük torba almıştık. Çukurun kenarına vardığımız zaman saat dörde yaklaşmıştı. Hazinenin kalıntılarını mümkün olduğu kadar eşit olarak taksim ettik. Ve çukuru doldurmak zahmetine katlanmaksızın kulübemize doğru yollandık. İkinci defa olarak kıymetli yükümüzü birincisi gibi yerine koyduğumuz zaman fecir, ağaçların tepelerini aydınlatıyordu.

Biz katiyen bitkin idik. Lakin şimdiki derin heyecanımız istirahate imkân bırakmıyordu. Üç dört saat endişeli bir uykudan sonra sanki hazinemizi tetkik için sözleşmişiz gibi kalktık.

Sandık ağzına kadar dolu idi. Bütün günü ve ertesi gecenin büyük bir kısmını mücevheratı ve paraları kaydetmekle geçirdik. Burada ne bir istif ne bir intizam vardı. Her şey karmakarışık sandığa doldurulmuştu. Hepsini umumi bir surette ve dikkatle tasnif ettiğimiz zaman bütün tahminlerimizin fevkinde bir servet elde ettiğimizi gördük. Nakit para zamanın rayicine göre inceden inceye hesap edilince dört yüz elli bin dolar kıymetindeydi. Bütün bu paralar içinde hiçbir parça gümüş yoktu. Hepsi pek mütenevvi23 eski altınlardı: Fransız, İspanyol, Alman altınları, birkaç İngiliz ginesi ve emsalini hiç görmediğimiz birkaç marka, birçok da gayet büyük, gayet ağır altın vardı ki çok kullanılmış oldukları için yazılarını okumak kabil olmadı. Hiçbir Amerika parası yoktu. Mücevheratın kıymetini tahmine gelince: Bu iş daha güç oldu. Birkaçı gayet güzel ve fevkalade büyük elmaslar bulduk. Elmasların hiçbiri küçük değildi. Hepsi yüz on tane idi. Şayanı dikkat derecede parlak on sekiz yakut, hepsi pek güzel olmak üzere üç yüz on zümrüt, yirmi bir gök yakut ve bir opal… Bütün bu taşlar yuvalarından çıkarılmış ve karmakarışık sandığa atılmıştı. Bu mücevherlerin yuvalarına gelince diğer altınlardan onları ayırdık. Bunlar, tanınması imkânsız bir hâle getirilmek için çekiçle dövülmüş hamur edilmişti. Bütün bunlardan başka gayet çok miktarda som altından müzeyyenat24 bulunuyordu; Som altın iki yüze yakın yüzük yahut küpe; otuz kadar güzel zincir; eğer hafızam beni aldatmıyorsa gayet büyük, gayet ağır seksen üç haç; gayet kıymetli beş buhurdanlık. Altından, gayet büyük bir punç kâsesi; bu kâse üstüne asma yaprakları ve bakkant resimleri oyulmuştu. Şayanı hayret derecede iyi işlenmiş iki kılıç kabzası ve daha hatırımda kalmayan birçok eşya… Bu eşyanın ağırlığı üç yüz elli livreyi geçiyordu. Bu listede yüz doksan yedi altın saati unuttum. Bu saatlerden üçü beş yüz dolar kıymetinde idi. Saatlerin birçoğu, çok eski ve saat olarak hiç kıymeti olmayan şeylerdi çünkü bunların işlemesi toprağın rutubetinden az çok müteessir olmuş, bozulmuştu. Fakat hepsi gayet güzel taşlarla müzeyyendi. Muhafazaları ise çok kıymetliydi. Bu gece sandıktaki eşyanın kıymetini toplam bir buçuk milyon dolar tahmin ettik. Sonraları bu mücevherattan birkaçını kendimiz kullanmak için alıkoyduktan sonra diğer mücevherat ile taşları sarf ettiğimiz zaman bunlara pek az kıymet koymuş olduğumuzu anladık.

Vakta ki elde ettiğimiz defineyi tasnif ettik ve müthiş heyecanımız bir dereceye kadar sükûnet buldu. Legrand büyük muammanın nasıl hallolunduğunu öğrenmek için sabırsızlıktan ölecek hâle geldiğimi gördü. Ve buna ilişkin ne kadar teferruat varsa hepsini anlattı; dedi ki:

“Size hunfesanın kabataslak krokisini gösterdiğim akşamı hatırlarsınız. Yine hatırlarsınız ki resmimin bir ölü kafasına benzediği hakkındaki iddialarınız beni oldukça incitmişti. Önce bu iddiayı ortaya attığınız zaman latife ettiğinizi zannetmiştim. Sonra haşerenin sırtındaki lekeleri hatırladım ve iddianızın az çok bir esası olduğunu kabul ettim. Bununla beraber benim resim yapmak hususundaki liyakatimle istihza etmeniz beni kızdırıyordu çünkü ben oldukça iyi bir sanatkâr olarak tanınıyorum. Onun için parşömeni bana verdiğiniz zaman onu buruşturup ateşe atmak üzereydim.”

“Kâğıt parçasından bahsetmek istiyorsunuz değil mi?” dedim.

“Hayır. O, her cihetle kâğıda benziyordu. Bende önce onu kâğıt zannetmiştim. Lakin üzerine resim yapmak istediğim zaman bunun gayet ince bir parşömen olduğunu hemen keşfettim. Çok kirliydi. Hatırlıyorsunuz değil mi? Onu buruşturacağım sırada, gözüm tetkik ettiğiniz resme ilişti. Bir hunfesa resmediyorum zannettiğim yerde hakiki bir ölü kafası gördüğüm zaman ne kadar hayret etmiş olacağımı anlarsınız. Bir müddet sersemleştim; doğru düşünemez oldum. Biliyordum ki benim yaptığım kroki umumi hatlarda aslına bir dereceye kadar benzer olmakla beraber bütün teferruatıyla resmettiğimi zannettiğim haşereden başka idi. O zaman şamdanı aldım, odanın öbür ucuna oturarak parşömeni daha dikkatle tahlil etmeye başladım. Tersine çevirdiğim zaman kendi çizgimi tersinden gördüm. Tıpkı yaptığım gibi idi. İlk hissettiğim şey sadece hayretti. Resmin çizgilerinde hakikaten göze çarpacak bir benzerlik vardı. Böyle yaptığım bir kafatası resminin altında tamamen benim resmimin aynı olarak görmediğim bir resmin bulunması garip bir tesadüftü. Benzeyiş yalnız hatlarında değil cesametinde de vardı. Bu tesadüfün garabeti önce beni hayret içinde bıraktı dedim. Bu gibi tesadüflerin tesiri daima böyle olur. Fikir; sebeple netice arasında bir münasebet tesis etmek ister, aciz kalır, bu aciz dimağda geçici bir felç meydana getirir. Lakin ben bu hayretten kurtulunca kendimde derece derece öyle bir kanaatin parladığını hissettim ki bana, bu tesadüften büsbütün başka bir surette tesir etti: Ben parşömen üstüne hunfesanın krokisini yaparken orada hiçbir resim olmadığını müspet ve açık bir surette hatırlamaya başladım. Nihayet kati kanaat hasıl ettim. Çünkü resim yapacağım sırada daha temiz bir yer bulmak için parşömeni evirmiş çevirmiştim. Eğer kafatası resmi olsaydı katiyen nazarıdikkatimi celbederdi. Bunda hakikaten bir sır vardı ki keşfetmekte aczimi hissediyordum. Lakin daha bu andan itibaren idrakimin en derin, en gizli sahasında vaktinden evvel zayıf bir lemanın parlamaya başladığını görür gibi oldum. Bu, geçen akşam o kadar parlak neticeler veren sergüzeştlere ait bir nevi zihnî bir ateş böceği, hakikatin rüşeymî bir tezahürü idi. Azim ile kalktım. Parşömeni itina ile elimde sıktım. İlerisini düşünmeyi yalnız kalabileceğim zamana bıraktım. Vakta ki siz gittiniz. Jüpiter iyice uyudu, işin usulü dairesinde bir kat daha tetkikine başladım. Önce bu parşömenin benim elime nasıl olup da düşmüş olduğunu anlamak istedim. Hunfesayı bulduğumuz mahal kıtanın sahilinde; adanın takriben bir mil doğusunda ve su seviyesinden biraz yukarıda idi. Haşereyi yakaladığım zaman elimi şiddetle ısırdı. Bıraktım. Jüpiter, haşereyi tutmak için mutat olan basiretiyle bir yaprak veyahut buna benzer bir şey arıyordu. İşte bu zamanda idi ki ikimizin de gözlerimiz bu parşömen parçasına ilişti. O vakit ben onu bir kâğıt zannetmiştim. Yarısı kuma gömülmüş, bir köşesi açıkta kalmıştı. Kâğıdı bulduğumuz yerin yakınında hükmedebildiğime göre bir büyük kayık teknesi gördüm. Batmış bir tekne enkazı olan bu kayık ihtimal ki pek eskiden beri orada idi. Çünkü kayık iskeleti denilecek hâli kalmamıştı.

Jüpiter parşömeni aldı. Haşereyi ona sardı ve bana verdi. Az zaman sonra kulübenin yolunu tuttuk. Yolda Mülazım G…’ye tesadüf ettik. Haşereyi ona gösterdim. Onu istihkâma götürmeye müsaade etmemi rica etti. Müsaade ettim. Haşerenin sarılmış olduğu parşömeni almadı, haşereyi öylece yeleğinin cebine koydu. O haşereyi tetkik ettiği müddetçe onu elimde tutuyordum. İhtimal ki fikrimi değiştireceğimden korktu. Ve her şeyden evvel haşereyi temin etmeyi ihtiyata muvafık buldu. Bilirsiniz ki kendisi tarih-i tabiiye ait her şeyin delisidir. Tabii ben de düşünmeden parşömeni cebime koydum.

Hatırlarsınız ki hunfesanın resmini yapmak için masanın başına oturduğum zaman kâğıt konulan yerde kâğıt bulamadım. Masanın gözüne baktım; orada da yoktu. Eski bir mektup bulmak ümidiyle ceplerimi aradım. Parmaklarım parşömene tesadüf etti. Parşömenin elime nasıl geldiğini size bütün teferruatıyla anlatıyorum. Çünkü bütün bu şerait benim fikrime garip bir surette çarpmıştı.

Hiç şüphesiz beni bir hayalperest telakki edeceksiniz. Lakin ben daha o zaman bir nevi münasebet tesis etmiş; büyük bir zincirin iki halkasını birleştirmiştim. Karaya vurmuş bir kayık ve bu kayığın civarında bir parşömen -bir kâğıt değil- ve üzerinde bir kafatası resmi… Tabii bana münasebet bunun neresinde diye sorarsınız. Size cevap veririm ki ölü kafası yahut kafatası korsanların alametifarikasıdır; bunu herkes bilir. Onlar muharebelerinde daima üzerine ölü kafası resim olunmuş bir bayrak çekerler.

Size dedim ki bulduğum bir kâğıt değil bir parşömen parçasıydı. Parşömen çürümeyen bir şeydir. Hemen daimîdir. Az ehemmiyeti olan vesikalar nadiren parşömene tevdi olunur. Çünkü alelade yazılar ve resimler için parşömenden daha çok ziyade kâğıt kullanılır. Bu muhakeme bana şu kanaati verdi ki bu ölü kafasında garip bir münasebet ve hususi bir mana vardır. Aynı zamanda parşömenin şekli de nazarıdikkatimi celbetti. Bir ucu herhangi bir arıza ile tahrip edilmiş olmakla beraber ilk şeklinin dikdörtgen olduğu görülüyordu. Bu, yazı yazmak için seçilen ve mühim bir vesika tevdi olunan ve kemal-i itina ile uzun zaman muhafaza edilmek istenen bir şerit idi.”

Sözünü keserek dedim ki:

“Lakin siz dediğiniz hunfesayı resmettiğiniz zaman parşömenin üstünde kafatası resmi yoktu. O hâlde kayıkla kafatası resmi arasındaki münasebeti nasıl tesis edebildiniz? Çünkü itiraf ettiğiniz üzere kafatası -Allah bilir kimin tarafından ve nasıl- sizin, hunfesa resmettiğiniz zamandan sonra resmedilmiştir?”

“Ah! İşte bütün esrar burada, gerçi ben muammanın bu noktasını halletmek için nispeten az zahmet çektim. Yürüdüğüm yol doğru idi ve beni ancak tek bir neticeye götürürdü. Mesela şöyle muhakeme ediyordum: Ben hunfesamı resmettiğim zaman parşömenin üzerinde kafatasından eser yoktu. Resmi yapıp bitirdim, size verdim. Onu bana iade edinceye kadar sizden gözümü ayırmadım. Binaenaleyh kafatasını siz resmetmediniz. Demek o, insan eliyle yapılmamıştı. Böyle olduğu hâlde kafatası resmedilmişti ve ben onu görüyordum!

Düşüncelerimin bu noktasına varınca bu müddet zarfında vukuya gelen hadiselerin hepsini hatırlamaya çalıştım. Ve tamamı tamamına hatırladım: Hava soğuktu. Oh! Mesut ve nadir tesadüf!.. Ve iyi bir ateş ocakta alev alev yanıyordu. Ben hareket sayesinde kâfi derecede ısınmıştım. Masanın önünde oturuyordum. Bununla beraber tam size parşömeni verdiğim sırada iskemlenizi ocağın yanına çevirmiştiniz. Tetkik edeceğiniz sırada köpeğim Volf içeri girdi, omuzlarınıza sıçradı. Siz onu sol elinizle okşuyor, parşömeni tutan sağ elinizi ateşe yakın bulunan dizlerinizin arasına gelişigüzel bırakarak köpeği uzaklaştırmak istiyordunuz. Dizleriniz ateşe o kadar yakındı ki bir aralık tutuşacak zannettim. Size dikkat etmenizi söyleyecektim. Lakin ben söylemeden evvel siz dizlerinizi çektiniz ve resmi tetkike başladınız. Hadiseleri iyice düşündükten sonra hiç şüphem kalmadı ki parşömen üzerinde gördüğüm resmi meydana çıkaran amil hararetti. Pek iyi bilirsiniz ki -eski zamandan beri- birtakım kimyevi ilaçlar vardır ki onlarla bir kâğıda veya parşömene yazı yazılır ve ateşe tutulunca yazı meydana çıkar. Bazen asidi kobaltî mavi zerrinde eriterek hacminin dört misli su ilavesiyle elde edilen sıvı kullanılır. Bununla yeşil bir renk hasıl olur. Demir bozanı tizapta eritirsek kırmızı renk yapar. Bu renkler kâğıt kuruyuncaya kadar az çok uzun bir zaman sonra kaybolur lakin ısıtınca tekrar meydana çıkar.

O zaman ölü kafasını büyük bir dikkatle tetkik ettim. Haricî hatlar, yani parşömenin kenarına en yakın olan hatlar diğerlerinden daha açıktı. Bu da gösteriyordu ki hararetin tesiri denk ve muntazam değildi. Hemen ateşi yaktım ve parşömenin her kısmını ateşe gösterdim. Evvela bu iş ölü kafasının uçuk renkli hatlarını kuvvetlendirmekten başka bir tesir hasıl etmedi. Lakin tecrübeye devam ettikçe şeridin ölü kafası resmedilmiş olan köşe çapının öbür ucunda diğer bir şekil gördüm ve önce bunu bir keçi resmi farz ettim. Lakin daha dikkatli bir tetkik bana bunun bir oğlak olduğu kanaatini verdi.”

20.Üstüvani: Silindir biçiminde olan. (e.n.)
21.Pus: İnç. (e.n.)
22.Taan etmek: Çekiştirmek. (e.n.)
23.Mütenevvi: Türlü, çeşitli. (e.n.)
24.Müzayyenat: Zinetlendirilmiş, süslenmiş şeyler, süslü şeyler. (e.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
Hacim:
4 s. 8 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6485-44-0
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu