Kitabı oku: «Büyülü şehir»
Edith Nesbit Hakkında
Edith Nesbit 1858 senesinde Londra’da dünyaya geldi ve öğretmen olan babası 1862 yılının Mart ayında öldüğünde henüz dört yaşına gelmemişti. Kız kardeşi Mary’nin hastalığı nedeniyle ailesinin İngiltere, Fransa, İspanya ve Almanya’nın farklı kentlerinde ikamet etmesi gerekiyordu. Daha sonra Kent şehrinin kuzeybatısındaki Halstead’e yerleştiler. Burada üç yıl yaşadıkları Halstead Hall, Nesbit’in daha sonra kaleme alacağı Demiryolu Çocukları’na ilham olacaktı. İngiliz yazar William Morris’in takipçilerinden olan Edith Nesbit 17 yaşındayken ailesi tekrar Londra’ya taşındı. 1877 yılında, yani 19 yaşındayken banka memuru Hubert Bland’le tanıştı ve 22 Nisan 1880’de evlendiler. Nesbit’in üç çocuğu oldu: Demiryolu Çocukları’nı adadığı Paul Bland (1880-1940), Iris Bland (1881-19??) ve bademcik ameliyatı sonrası henüz 15 yaşında ölen Fabian Bland (1885-1900). Yazar, Beş Çocuk ve O kitabını ve devam serisini Fabian’a adadı. Nesbit ve Bland 1884 yılında (İngiltere İşçi Partisi’nin seleflerinden) Fabian Society’nin kurucuları arasında yer aldı. Bu topluluğa oğulları Fabian’ın ismi verilmişti. Ayrıca topluluğun Today adlı dergisini birlikte yönettiler. Nesbit ve Bland kısa bir süre Social Democratic Federation ile de ilgilendi fakat bu oluşumu aşırı radikal bularak reddettiler. Nesbit 1880’li yıllarda sosyalizm üzerine dersler veriyor ve yazılar yazıyordu. Ayrıca eşiyle birlikte “Fabian Bland” ismiyle de yazılar kaleme aldı fakat bir çocuk kitapları yazarı olarak başarısı arttıkça bu faaliyetleri azaldı. 1899’dan 1920’ye kadar Well Hall House’da yaşadı. Bland’in vefatından üç yıl kadar sonra, 20 Şubat 1917’de, Woolwich Ferry’de gemi mühendisi olan Thomas “the Skipper” Tucker’la evlendi. Yaşamının sonuna doğru Friston’da “Crow-link” adlı bir eve, ardından St Mary’s Bay’e taşındı. Muhtemelen çok fazla sigara içmesinin sonucu olarak akciğer kanserine yakalandı. 1924’te öldü ve St Mary in the Marsh mezarlığına defnedildi.
Birinci Bölüm
BAŞLANGIÇ
Philip Haldane ile ablası, kırmızı çatılarla süslü küçük bir kasabada, kırmızı çatılı küçük bir evde yaşıyordu. Küçük bir bahçe ve küçük bir balkonları, içinde bir midilli atı ve atın çekmesi için bırakılmış küçük bir el arabasının bulunduğu küçücük bir ahırları vardı. Cumbalı küçük penceredeki küçük kafeste minik bir kanarya tellere asılmıştı. Titiz ve cici hizmetçi sayesinde her yer pırıl pırıldı.
Philip ve ablasının birbirlerinden başka kimseleri yoktu. Anne babaları ölmüştü. Helen, Philip’ten yirmi yaş büyüktü ve aslında onun üvey ablasıydı. Fakat Philip için gerçek bir anne gibi olmuştu. Helen öyle iyi kalpli, sevecen ve zekiydi ki Philip kendi anneleriyle yaşayan öteki çocuklara hiç imrenmezdi. Ablası bütün zamanını Philip’e ayırıyordu. Bildiği tüm ders konularını ona Helen öğretmişti. Muhteşem oyunlar ve maceralar icat eder, saatlerce Philip’le oyun oynardı. Bu yüzden Philip, her sabah neşeli ve ilginç olaylarla dolu yepyeni bir güne uyandığını biliyordu. Philip on yaşına gelene kadar günler böyle geçip gitti. Her şeyin sonsuza dek aynı kalacağından en ufak şüphesi yoktu. Helen’la piknik yapmak için şelalenin bulunduğu küçük ormana gittikleri gün, hayatlarındaki değişimin başlangıcıydı. Kuvvetli midilli atlarının peşinden eve dönüyorlardı. Bu at çok iyi huylu ve sakin olduğu için ablası Philip’in ona binmesine izin verirdi. Evlerinin bulunduğu köşeden önceki son dar yolu çıkıyorlardı. Bu sırada Helen şöyle dedi:
“Yarın yıldızpatıların toprağını temizleyip beş çayımızı bahçede içeceğiz.”
“Harika,” dedi Philip.
Köşeyi dönünce küçük bahçe kapılarını gördüler. Kapıdan bir adam çıkıyordu. İkisinin de tanıdığı arkadaşlardan biri değildi. Adam dönüp onları selamlamak üzere yaklaştı. Helen elini dizginlere koydu. Oysa Philip’e asla böyle yapmamasını tembihlerdi. Bunun üzerine midilli durdu. Philip’in deyimiyle “uzun boylu ve sosyetik” adam, midilli atının burnunun önüne gelip Helen’ın oturduğu tarafta durdu. Helen adamın elini sıkıp âdet olduğu üzere “Nasılsınız?” diye sordu. Fakat sonra fısıldayarak konuşmaya başladılar. Fısıldıyorlardı! Philip, fısıltıyla konuşmanın ne kadar kaba bir davranış olduğunu biliyordu çünkü Helen bunu sık sık söylerdi. Philip, “Nihayet,” “Artık bitti,” ve “Öyleyse bu akşam,” gibi birkaç söz işitebilmişti.
Ardından Helen, “Bu benim kardeşim Philip,” dedi. Adam, Philip’in elini sıktı. Ama bunu Helen’ı çaprazda bırakacak şekilde yapmıştı. Philip bu hareketin de görgü kurallarına aykırı olduğunu biliyordu. Adam sonra “Çok sıkı dost olacağımızı ümit ediyorum,” dedi. Pip, nezaket gereği “Memnun oldum,” diyerek cevap verdi ama içinden “Arkadaş falan olmak istemiyorum seninle,” diyordu.
Adam şapkasını çıkartıp oradan uzaklaştı. Philip ile ablası eve gittiler. Helen’da bir değişiklik var gibiydi. Philip’i her zamankinden erken göndermişti odasına. Ne var ki Philip uzunca bir süre uyuyamadı çünkü önce kapı zili çalmıştı, ardından Philip’in yatak odasının hemen altındaki küçük misafir odasında bir adamla Helen’ın hararetle konuştuklarını işitmişti. Sonunda uykuya daldı. Sabah uyandığında yağmur yağıyordu, kapalı gökyüzü insanın içini karartıyordu. Philip yaka düğmesini kaybetti, çorabının biri yukarı çekerken yırtıldı, parmağını kapıya sıkıştırdı, diş kupasını içindeki suyla beraber yere düşürdü. Kupa kırılmış, su ise çizmelerine dökülmüştü. Bilirsiniz, bu tür şeylerin yaşandığı sabahlar vardır. İşte öyle bir sabahtı bu.
Sonra kahvaltı için aşağı indi. Yedikleri her zamanki gibi lezzetli gelmedi. Tabii sofraya geç kalmıştı. Helen’ın söylediğine göre onu beklerken tabağındaki jambonun yağı donmaya başlamıştı. Daima kardeşinin işitmekten zevk aldığı şeyleri söyleyen o neşeli sesiyle söylemişti bunu. Fakat Philip hiç gülümsemedi. O sabah gülümsenecek sabahlardan değil gibiydi. Bir yandan da iç sıkıcı yağmur damlaları pencereye vuruyordu.
Kahvaltının ardından Helen şöyle dedi: “Bahçede çay içmeyi kesinlikle başka bir güne bırakmalıyız. Hava ders yapmak için de hiç uygun değil.”
Helen’ın hoş fikirlerinden biri buydu: Yağmurlu günler ders yaparak daha kasvetli hale getirilmemeliydi.
“Ne yapalım?” diye sordu Helen. “Adadan bahsedelim mi? Bir haritasını daha yapayım mı? Bahçeleri, çeşme ve salıncakları da ekleriz, ne dersin?”
Ada Philip’in bayıldığı oyunlardan biriydi. Bu ada palmiye ağaçları ve gökkuşağı renginde kumların olduğu sıcak denizlerdeydi. Sevdikleri ve istedikleri her şeyi hayal ederek güzelleştirdikleri kendi adalarıydı. Philip ada hakkında konuşmaktan hiç bıkmazdı. Öyle ki bu adanın gerçek olduğuna inandığı zamanlar oluyordu. Kendisi adanın kralı, Helen ise kraliçesiydi. Adada ikisinden başka kimsenin bulunmasına izin yoktu.
Ama bu sabah adayı hayal etmek bile Philip’i neşelendirememişti. Sallana sallana pencereye gidip sırılsıklam olmuş çimlere ve yapraklarından sular damlayan sarısalkım ağaçları ile demir kapıdan süzülen kocaman yağmur damlalarına kederli gözlerle baktı.
“Ne oldu, Pippin?” diye sordu Helen. “Sakın kızamık oldum deme. Yoksa kızıl humma ya da boğmaca başlangıcı mı var?”
Hemen Philip’in yanına gelip alnına dokundu.
“Ah, çok ateşin var canım. Söyle ablana, neyin var?”
“Sen söyle,” dedi Philip usulca.
“Neyi söyleyeyim, Pip?”
“Tıpkı kitaplardaki karakterler gibi her şeyi tek başına göğüslemen, soylu davranman gerektiğini falan düşünüyorsun ama bana anlatman lazım. Benden hiçbir şeyi gizlemeyeceğine söz vermiştin Helen, biliyorsun.”
Helen kardeşine sarıldı ve tek kelime etmedi. Philip bu sessizlikten en vahim ve yürek burkan sonucu çıkardı. Sessizlik devam ediyordu. Bu sırada yağmur damlaları su borularının içinde şırıldıyor ve sarmaşıklara damlıyordu. Pencerede asılı yeşil kafesteki kanarya başını bir yana yaslayıp bir çekirdek kabuğunu çıkarttı ve Philip’in yüzüne fırlattı. Sonra meydan okurcasına ötmeye başladı. Ama Helen hiçbir şey söylemiyordu.
“Yavaş yavaş anlatma,” dedi Philip birden. “Her şeyi bir kerede söyle.”
“Neyi söyleyeyim?” dedi Helen bir kez daha.
“Neler oluyor?” diye sordu Philip. “Biliyorum, böyle beklenmedik talihsizlikler yaşanabilir. Bir anda biri çıkagelir. Sonra haberler aile fertleriyle paylaşılır.”
“Neden bahsediyorsun?” diye sordu Helen.
“Başımıza gelenlerden,” dedi Philip nefes nefese. “Ah Helen, ben küçük bir bebek değilim. Anlat bana her şeyi! Banka battığı için bütün paramızı mı kaybettik? Ev sahibi mobilyalarımıza icra mı getirtti? Yoksa sahtekârlık veya hırsızlıkla mı suçlanıyoruz?”
Philip’in o güne dek okuduğu tüm kitaplar birleşip bu hüzünlü çıkarımlara varmasına yol açmıştı. Helen güldü. O anda kardeşinin katılaşan vücudunun kollarının arasından sıyrıldığını hissetti.
“Pippin, canım hayır,” dedi aceleyle. “Düşündüğün gibi korkunç şeyler olmadı.”
“Öyleyse nedir sorun?” diye sordu Philip, bir kurt gibi içini kemiren ve giderek artan sabırsızlıkla.
“Böyle alelacele anlatmak istemedim,” dedi Helen endişeli bir sesle. “Ama sakın üzülme canım. Beni çok mutlu eden bir şey oldu. Umarım sen de sevineceksin buna.”
Philip ablasının kollarının oluşturduğu daire içinde sallanıp ani bir coşkuyla ona baktı.
“Ah Helen, şimdi anladım! Biri sana yılda yüz bin sterlin bıraktı. Bir keresinde trende kendisine kapıyı açıp yardım ettiğin birisi. Artık sadece bana ait bir midilli atım olabilir, değil mi?”
“Evet,” dedi Helen yavaşça, “Sana bir midilli alabiliriz. Yalnız kimse bana bir şey bırakmadı. Beni dinle Pippin,” diye ekledi. “Daha fazla soru sormak yok, tamam mı? Sana her şeyi anlatacağım. Senin gibi küçük bir çocukken çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Bütün gün oyunlar oynardık. Arkadaşlığımız büyüdüğümüzde de devam etti. Bize çok yakındı evi. Sonra başka biriyle evlendi ama karısı öldü. Şimdi onunla evlenmemi istiyor. Bir sürü atı ve çok güzel bir evi var. Evin bir parkı bile var,” diye ekledi.
“Peki ben nerede yaşayacağım?” diye sordu Philip.
“Benim yanımda elbette.”
“Ama sadece ikimiz olmayacağız artık,” dedi Philip. “Oysa sonsuza dek birlikte yaşayacağımızı söylemiştin.”
“Ama o zamanlar olacaklardan habersizdim canım. Benimle evlenmeyi öyle uzun zamandır istiyordu ki…”
“Ben de seni yanımda istemiyor muyum?” dedi Pip kendi kendine.
“Hem birlikte oyun oynayabileceğin küçük bir kızı var,” diye devam etti Helen sözlerine. “Adı Lucy. Senden bir yaş küçük. Onunla çok iyi arkadaş olacaksınız. İkinizin de midilli atları olacak ve…”
“Nefret ediyorum o kızdan, “diye haykırdı Philip. “O adamdan da onların pis midilli atlarından da nefret ediyorum. Senden de nefret ediyorum!”
Bu korkunç sözlerle ablasının kollarından kurtuluverip hışımla odadan çıktı. Kapıyı bilerek arkasından çarpmıştı.
Neyse, Helen onu ayakkabılıkta buldu. Tozluklar, galoşlar, kriket kazıkları ve eski raketlerin arasına saklanmıştı. İki kardeş sarılıp ağlaştı. Philip terbiyesizlik ettiği için özür diledi ama aslında tek bir şeye üzülmüştü: Helen’ı mutsuz etmiş olmasına. “O adam”dan hâlâ nefret ediyordu. En çok da Lucy’den nefret ediyordu.
O adama nazik davranmak zorundaydı. Ablası ondan çok hoşlanıyordu ve bu durum Philip’in duyduğu nefreti daha da artırıyordu. Aynı zamanda nefretini göstermemek için dikkatli olmasına neden oluyordu. O adamdan nefret etmek, çok sevdiği ablasına karşı haksızlık olacaktı. Lucy’ye gelince, ona duyduğu tiksintinin önüne geçebilecek hiçbir şey yoktu. Helen’ın anlattığına göre Lucy sarı saçlıydı ve saçlarını iki örgü yapıyordu. Philip onu şişko ve bodur bir kız olarak hayal ediyordu. Tıpkı “Savruk Peter” adlı dikdörtgen kapaklı eski kitapta okuduğu “Şekerli Ekmek” hikâyesindeki küçük kız gibi. Bu kitap küçükken Helen’ındı.
Helen çok mutluydu. Sevgisini gözünden sakındığı kardeşi ile evleneceği adam arasında paylaştırmıştı. İkisinin de kendisi kadar mutlu olduğuna inanıyordu. Nişanlısı, yani Peter Graham oldukça mutluydu. Philip ise ablasının çabaları sayesinde neşelenmişti fakat bu keyifli hali bir görüntüden ibaretti. Gerçekte mutsuzluktan perişan haldeydi.
Düğün günü gelip geçti. Philip çok sıcak bir günde, tuhaf trenlerde ve tuhaf bir vagonda, tuhaf bir eve doğru yola çıktı. Burada tuhaf bir dadı ve Lucy tarafından karşılanacaktı.
“Yanında ben olmadan Peter’ın güzel evinde kalmanın bir mahsuru olmaz, değil mi canım?” diye sordu Helen. “Herkes sana çok iyi davranacak. Üstelik Lucy ile oyun oynayabileceksiniz.”
Philip sakıncası olmadığını söyledi. Yine fenalık edip Helen’ı ağlatmamak için başka ne diyebilirdi ki?
Lucy, Şekerli Ekmek’teki kız çocuğuna hiç benzemiyordu. Sarı saçlı olduğu doğruydu ama iki örgü yapılmış saçları çok uzun ve düzdü. Ayrıca uzun boylu ve zayıf bir kızdı, çilli bir yüzü ve neşeyle ışıldayan gözleri vardı.
“Geldiğine çok sevindim,” dedi Lucy, Philip’i o güne dek gördüğü en güzel evin merdivenlerinde karşılayarak. “Tek başıma oynamadığım bütün oyunları oynayabiliriz. Ben tek çocuğum,” diye ekledi hüzünlü bir gururla. Sonra güldü. “‘Tek’ kelimesi ‘yek’ ile kafiyeli, değil mi?” diye sordu.
“Bilmem,” dedi Philip kasten yalan söyleyerek, zira bunun doğru olduğunu çok iyi biliyordu.
Başka bir şey söylemedi.
Lucy iki ya da üç kez daha sohbet etmeye çalıştı fakat Philip kızın söylediği her şeye karşı çıkıyordu.
“Korkarım pek aptal bir çocuk bu,” dedi Lucy dadısına. Son derece iyi eğitim almış olan dadısı, Lucy’yle tamamen aynı fikirdeydi. Ertesi gün halası onu görmeye geldiğinde Lucy, yeni gelen çocuğun çok aptal ve bir o kadar huysuz olduğunu söyledi. Philip davranışlarına ilişkin bu hükmü öyle güçlü bir şekilde tasdikledi ki genç ve sevecen bir kadın olan hala hemen Lucy’nin eşyalarını hazırlatıp yeğenini birkaç günlüğüne kendi evine götürdü.
Böylece Philip ve dadı çiftlik evinde yalnız kalmıştı. Evde hizmetçilerden başka kimse yoktu. Philip artık yalnızlığın ne demek olduğunu anlamıştı. Ablası balayı için gittiği Avrupa’nın tarihi şehirlerinden mektup ve resimler yollamıştı ama bunlar çocuğun keyfini yerine getirememişti. Tam tersine, ablasının yalnızca onunla ilgilendiği ve kartpostal veya mektup göndermeye gerek kalmayacak kadar yakınında olduğu o mutlu zamanları hatırlatarak çileden çıkmasına neden oluyordu.
Lucy’nin son derece iyi eğitim almış olan gri üniformalı, beyaz başlıklı ve beyaz önlüklü dadısı, disiplinli tabiatının her zerresiyle Philip’i kınıyordu.
“Aksi domuzcuk,” diyordu ona içinden.
Kâhyaya içini dökmüştü: “Öyle zor ve huysuz bir çocuk ki! Anlaşılan doğru düzgün bir terbiye almamış. Sıkı bir disipline ihtiyacı var.”
Ne var ki dadı, Philip için sıkı bir disipline başvurmadı. Zorbalıktan bile daha sinir bozucu bir kayıtsızlık sergiledi. Issız ve boş türden büyük bir serbestliğe sahipti Philip. O kocaman evde istediği gibi koşturabiliyordu. Fakat evin içindeki hiçbir şeye dokunmasına izin verilmiyordu. Bahçede istediği gibi dolaşabilirdi ama tek bir çiçek veya meyveyi bile koparmaması kaydıyla. Evet, hiç ders yoktu fakat oyun da yoktu. Evde bir çocuk odası vardı ama oraya hapsedilmiş değildi. Tam tersine, orada zaman geçirmesi için teşvik edilmiyordu. Yürüyüşe çıkması için dışarı gönderiliyordu çünkü park büyük ve güvenliydi. Ama o koca evde Philip’i en çok cezbeden yer göz alıcı oyuncaklarla dolu olan çocuk odasıydı. Gerçek bir midilli büyüklüğünde bir sallanan at, görülmemiş güzellikte oyuncak bebekler, içi çay takımlarıyla dolu ahşap ve çömlek malzemeden kutular, bulmaca haritaları, domino ve satranç taşları, dama tahtaları, kısacası sahip olduğunuz ya da sahip olmayı dilediğiniz her türden oyuncak veya oyun buradaydı.
Gelgelelim Pip’in bunların hiçbiriyle oynamasına müsaade yoktu.
“Hiçbir şeye dokunma lütfen,” diyordu dadı, üniformasına yakışan o buz gibi nezaketiyle. “Bu oyuncaklar Küçükhanım Lucy’ye ait. Hayır, onlarla oynamanıza izin verme sorumluluğunu üstlenemem. Hayır, oyuncaklarıyla oynamanız uygun mu diye sormak için mektup yazarak Küçükhanım Lucy’yi rahatsız edemem. Hayır, size Küçükhanım Lucy’nin adresini de veremem.” Evet, can sıkıntısı ve oyun oynama arzusu Philip’i, Lucy’nin adresini isteyecek kadar alçaltmıştı.
İki koca günü çiftlik evinde geçirdi. Bu evden ve içindeki herkesten nefret ediyordu çünkü hizmetçiler de dadıya uymuştu. Dolayısıyla çocukcağızın koca evde tek bir arkadaşı yoktu. Her nasılsa, bu süre içinde Helen’ı üzmemesi gerektiğine iyice ikna olmuştu. Bu yüzden ablasına yazdığı mektupta “Çok iyiyim, teşekkürler. Park çok güzel. Ayrıca Lucy’nin bir sürü oyuncağı var,” demişti. Kendini âdeta bir şehit gibi cesur ve asil hissediyordu. Dişini sıkıp her şeye katlanmaya hazırlandı. Sanki birkaç günü dişçide geçirmek gibi olacaktı.
Sonra birden her şey değişti. Dadı bir telgraf almıştı. Denizde boğulup öldüğü sanılan ağabeyi, hiç beklenmedik bir anda eve dönmüştü. Hemen onu ziyarete gitmesi gerekiyordu. “Ya buradan ayrılınca işime son verilirse,” dedi kâhyaya.
Kâhya şöyle cevap verdi: “Merak etme, sen eve git. Ben şu çocukla ilgilenirim. Somurtkan velet, ne olacak.”
Böylelikle dadı mutlu bir telaşla valizini hazırlayıp ailesinin evine gitti. Kapı eşiğinde onun arabaya binişini izlemekte olan Philip birden ileri atıldı.
“Dadı!” diye bağırdı neredeyse harekete geçmiş olan arabanın tekerine çarparak. Kadına ilk defa bir isimle hitap ediyordu. “Dadı, lütfen Lucy’nin oyuncaklarıyla oynayabileceğimi söyleyin. Burada çok yalnızım. Oynayabilirim değil mi?”
Belki kendi mutluluğu ve ağabeyinin yaşıyor olması haberi dadının kalbini yumuşatmıştı. Belki de çok acelesi olduğundan ne söylediğinin farkında değildi. Her halükârda Philip üçüncü kez “Oyuncakları alabilir miyim?” diye sorduğunda dadı hızlıca cevap verdi:
“Tanrı iyiliğini versin çocuk! İstediğini al. Aman tekerleğe dikkat et. Hoşça kalın!”
Geniş merdiven basamaklarının başında toplanmış hizmetçilere el sallayan dadı, ölümden dönen kardeşiyle buluşmasına doğru yola çıktı.
Philip derin bir nefes alıp doğruca çocuk odasına gitti. Akşama kadar bütün oyuncakları çıkarıp bir bir inceledi.
Ertesi gün her şeye bir kez daha baktı. Bu oyuncaklarla bir şey yapmak istiyordu. Yeni şeyler inşa etmenin verdiği zevk tanıdıktı. Helen’la rüya adası için bir sürü şehir kurmuşlardı. Bunun için Philip’e ait iki kutu tuğla blok, Helen’ın Japon tarzı etajeri, domino ve satranç taşları, karton kutular, kitaplar, tencere ve çaydanlık kapakları gibi eşyaları kullanmışlardı. Fakat yeterince tuğla blokları yoktu. Oysa Lucy’nin her şeye yetecek kadar oyun tuğlası vardı.
Philip, çocuk odasındaki masa üzerinde bir şehir inşa etmeye başladı. Ama diğer bir sürü şeyle şehir kurmaya alışkınsanız, sadece tuğla blok kullandığınızda ortaya yetersiz bir iş çıkacaktır.
“Bu bir fabrikaya benzedi,” dedi Philip memnuniyetsiz bir şekilde. Binayı yıkıp farklı kutulardan aldığı oyun tuğlalarını kullandı.
“Aşağı katta işime yarayacak bir şey olmalı,” dedi kendi kendine. “Dadı ‘İstediğini al,’ dememiş miydi?”
Tuğla ve blok kutularını kucağına doldurup iki üç kez aşağı inip çıktı. Kutuları uzun misafir odasına götürdü. Burada kristal avizeler, kahverengi Hollanda kumaşıyla kaplı koltuklar, uzun ve açık renk pencereler, dolaplar ve üzeri ilginç şeylerle örtülü masalar vardı.
Büyük bir yazı masasındaki hokka, gümüş yazı takımı ve kırmızı kaplı kitaplar gibi işe yaramayan ve önemsiz eşyaları kaldırınca şehri için alan açmış oldu.
Hemen şehri kurmaya başladı.
Siyah ve altın renkli dolabın üzerindeki bronz Mısır tanrısı odanın öteki tarafından ona bakıyor gibiydi.
“Tamam,” dedi Philip. “Sana bir tapınak inşa edeceğim. Biraz bekle.”
Bronz tanrı bekliyordu. Bu sırada tapınak yükselmeye başladı. Üstünde satranç taşlarının bulunduğu iki gümüş mumluk, revak1 için harika birer sütun görevi görüyordu. Nuh’un Gemisi’ndeki hayvanları getirmek için çocuk odasına koştu. Birer tuğla blok üzerinde duran bir çift fil, girişin iki yanını kaplıyordu. Eseri muhteşem gözüküyordu. Tıpkı Helen’ın Philip’e gösterdiği resimlerdeki Asur tapınakları gibiydi. Ancak sadece tuğla kullanarak yaptığı kısımlar pek çirkin olmuştu. Öyle ki bunlar fabrikaları ve çalışma evlerini2 andırıyordu. Tuğla bloklardan ibaret yapılar hep böyledir.
Philip bir kez daha keşfe koyuldu. Kütüphaneyi buldu. Birkaç defa gidip geldi. Kapakları mermer desenli beyaz parşömenle ciltlenmiş yirmi yedi cilt kitap, bir Shakespeare seti ve mağribi usulüyle ciltlenmiş yeşil kapaklı on cilt kitap daha getirdi. Bunlar tapınağın sütunları ile karanlık, gizemli ama göz alıcı manastırlarını oluşturacaktı. Nuh’un Gemisi’ndeki diğer hayvanlar binaya bir antik Mısır havası katmıştı.
“Tanrım, ne güzel!” dedi onu çaya çağırmak üzere gelen sofra hizmetçisi kız.
“Pek hünerli elleriniz var Bay Philip. Bunu söylemem gerek. Yalnız bütün bu eşyaları kullanmanıza kızabilirler.”
“Gri üniformalı dadı kullanabileceğimi söyledi,” dedi Philip. “Hem onlarla bir şeyler inşa etmek eşyalara zarar vermez ki! Evde ablamla hep böyle oyunlar oynardık,” diye ekledi hizmetçi kıza onunla bir sır paylaşıyormuş gibi bakarak. Kız, Philip’in inşa yeteneğini övmüştü. Ayrıca Philip bu evde ilk defa birine ablasından bahsetmişti.
“Jetonlu eğlence makinelerinden geri kalır yanı yok,” dedi sofra hizmetçisi kız. “Hindistan’da yaşayan ağabeyimin gönderdiği kartpostallara benziyor. Şu sütunlar, kubbeler falan. Hayvanlar bile var. Böyle şeyler nasıl aklınıza gelmiş hiç bilmiyorum.”
Övülmek hoş şey doğrusu. Philip hemen hizmetçi kızın elini tutuverdi. Birlikte salona giden geniş merdivenleri indiler. Kocaman koyu renkli bir masadaki tepsiye konmuş çay Philip’i bekliyordu.
“Hiç de kötü bir çocuk değil,” dedi Susan müştemilatta çayını içerken. “Şu dadı titizlik edeceğim derken çocuğun ödünü koparmış, orası kesin. Güzelce konuşursanız çocuk gayet terbiyeli davranıyor.”
“İyi ama Küçükhanım Lucy de onu korkutmuş olamaz herhalde,” dedi aşçı. “Ona nasıl davranmıştı hatırlasana.”
“En azından uslu bir çocuk. Sabahtan akşama kadar hiç sesi çıkmıyor,” dedi oda hizmetçisi. “Biraz şapşal sanki.”
“İçeri giriverip kurduğu şehre bakın yeter,” dedi Susan. “O zaman o çocuğa şapşal falan diyemeyeceksiniz. İçinde bir Hindistan ve pagodalar3 eksik.”
Hep birlikte sessizce içeri girdiler. Bu sırada Philip yatmaya gitmişti. Yapı epey ilerlemiş ama henüz tamamlanmamıştı.
“Hiç dokunmayacağım,” dedi Susan. “Bırakalım yarın da oynasın çocuk. Şu dadı geri dönmeden her şeyi toplarız. Keplerine, yakalarına, hele o kendini beğenmişliğine sinir oluyorum!”
Böylece Philip ertesi gün bina kurmaya devam etti. Aklınıza gelecek her şeyi kullandı bu yapı için: domino taşları ile domino kutusu, tuğla bloklar ve kitaplar, bin bir dil dökerek Susan’dan aldığı masuralar, bir yakalık kutusu ve aşçının katkısı olan birkaç kek kalıbı. Domino taşlarıyla merdivenleri, domino kutusunu kullanarak ise taraçayı yaptı. Bahçeden biraz karapelin otu getirip masuralara doldurdu. Bunlar güzel birer saksı görevi görmüştü. Tıpkı büyük saksılardaki defne ağaçlarına benzemişti. Pirinç malzemeden el yıkama tasları kubbe olacaktı. Salondaki şifonyerden aldığı yine pirinç malzemeden çaydanlık kapakları ve kahve cezveleri ise göz kamaştırıcı derecede ihtişamlı minarelere dönüşmüştü. Satranç taşları da minare olarak işe yaramıştı.
“Asfalt yollar ve çeşme yapmalıyım,” dedi Philip düşünceli bir şekilde. Yollar sedef kart düzenleyicilerle döşendi. Gümüş ve cam bir küllük ise çeşme olmuştu. Bunun ortasından telkâri işlemeli bir iğne kutusu yükseliyordu. Philip, çeşmenin akan sularını yapmak için gümüş çikolata kâğıtlarının ince kısımlarını kullandı. Helen bu çikolatayı veda ederken vermişti. Palmiye ağaçlarını yapmak çok kolay olmuştu çünkü daha önce Helen’ın gösterdiği yöntemi izlemesi yeterliydi. Bunun için karaçam parçalarını oyun hamuru yardımıyla mürver ağacı köklerine yapıştırdı. Lucy’nin oyuncakları arasında bol bol oyun hamuru vardı. Her şeyden bol bol vardı.
Böylece şehir masayı kaplayana dek büyüdü. Philip hiç azalmayan enerjisiyle başka bir masada yeni bir şehir yapmaya koyuldu. Bu şehrin en çok göze çarpan yapısı, tabanını bir çeşmenin çevrelediği büyük su kulesiydi. Artık Philip’i hiçbir güç durduramazdı. Çeşmeleri yapmak için büyük avizelerin kristal damla taşlarını söktü. Bu şehir ilkinden daha görkemli olmuştu. Muhteşem bir kulesi ve gözlem evi vardı. Bunlardan ilki müsvedde kâğıtların atıldığı bir çöp kovasından, ikincisi de bir fotoğraf büyütme makinesinden yapılmıştı.
Philip’in kurduğu şehirler gerçekten çok güzeldi. Keşke size bunları en ince ayrıntısına kadar tasvir edebilsem. Fakat bu şehirleri anlatmam sayfalar alacaktır. Bahsettiğim şeylerin yanında bir de kuleler, taretler4, büyük merdivenler, pagodalar, kameriyeler, gümüş kâğıt şeritleriyle parlak ve su gibi bir görünüm verilmiş kanallar ile üzerinde bir teknenin bulunduğu bir göl vardı. Philip, oyuncak bebek evindeki eşyalardan uygun olduğunu düşündüğü her şeyi inşa ettiği yapılarda kullandı. Ahşaptan yiyecekler ve tabaklar, kurşun çay fincanlarıyla kadehler faydalandığı eşyalardandı. Şehir halkı olarak da domino taşlarıyla piyonları kullandı. Yakışıklı satranç figürleri ise minare görevi görecekti. Kaleler yaptı ve bunlara kurşun askerleri yerleştirdi.
Çok sıkı ve zekice çalıştı. Şehirler güzelleşip ilgi çekici hale geldikçe Philip eserlerini daha çok seviyordu. Artık mutluydu. Mutsuz olmak için zamanı yoktu.
“Helen gelinceye kadar bozmayacağım şehirleri. Bunlara bayılacak!” dedi.
İki şehir bir köprüyle birbirine bağlanmıştı. Bunun için bir cetvelden faydalanmıştı. Bu cetveli hizmetçilerin dikiş odasında bulmuş ve hiçbir itirazla karşılaşmadan almıştı. Zira evdeki bütün hizmetçiler arkadaşıydı artık. İlk önce Susan’la dost olmuştu ve bu her şeyi değiştirmişti.
Köprüyü yerleştirip şehir sakinlerini temsil etmeleri için Bay ve Bayan Nuh’u ana meydana koymuş, eserinin uyandırdığı hayranlık hissiyle kendinden geçmiş halde durmaktaydı ki omuzlarına dokunan bir çift sert el irkilip çığlık atmasına neden oldu.
Dadının ta kendisiydi bu. Beklendiğinden bir gün erken gelmişti. Gerçek şu ki ağabeyi yeni evlendiği karısıyla dönmüştü. Dadı ile yengesi birbirlerinden hiç hazzetmemişlerdi. Bu yüzden dadının keyfi pek bozuktu. Philip’i omuzlarından tutup sarstı. Bu, Philip’in daha önce hiç başına gelmemiş bir şeydi.
“Seni yaramaz kötü çocuk!” dedi dadı çocuğu sarsmaya devam ederek.
“Ama ben hiçbir şeye zarar vermedim. Hepsini yerine koyacağım,” dedi. Korkudan titriyordu, yüzünün rengi de solmuştu.
“Bir daha hiçbir şeye dokunmayacaksın. Sabah her şeyi kendi ellerimle yerine koyacağım. Sana ait olmayan şeyleri nasıl alırsın?”
“Ama istediğimi alabileceğimi söylemiştiniz,” dedi Philip. “Eğer yaptığım yanlışsa bu sizin hatanız.”
“Yalancı çocuk seni!” diye bağırdı dadı ve Philip’in parmak boğumlarına vurdu. Daha önce kimse Philip’e vurmamıştı. Çocuğun benzi iyice attı ama ağlamadı. Gerçi elleri hakikaten çok acıyordu. Çünkü dadı ona vurmak için sert ve köşeli cetveli kapmıştı.
“Siz bir korkaksınız,” dedi Philip. “Yalan söyleyen sizsiniz, ben değilim.”
“Kapa çeneni,” dedi dadı. Sonra Philip’i hemen yatağa yolladı.
“Akşam yemeği falan yok sana!” dedi öfkeyle, Philip’i yatırıp yorganının kenarlarını sıkıştırırken.
“Yemek falan istemiyorum zaten,” dedi Philip. “Hem güneş batmadan sizi affetmem gerek.”
“Affedecekmiş!” diye cevap verdi dadı bir hışımla dışarı çıkarken.
“Özür dilediğinizde, sizi affetmiş olduğumdan emin olabilirsiniz,” diye bağırdı Philip arkasından. Elbette bu sözler dadıyı eskisinden de çok sinirlendirecekti.
Philip’in yalnız kaldığında ağlamış olup olmaması bizi ilgilendirmiyor. Dadının Philip’i sarsıp dövdüğünü gören ama müdahale etme cesaretini gösteremeyen Susan, biraz sonra sessizce yukarı çıkıp Philip’e biraz süt ve kek getirdi. Ama Philip uyumuştu ve Susan’ın söylediğine göre kirpikleri ıslaktı.
Philip uyandığında oda öyle aydınlıktı ki önce sabah olduğunu sandı. Ama hemen sonra bu güzel aydınlığın kaynağının sarı güneş ışığı değil, beyaz ayışığı olduğunu fark etti.
İlk başta neden bu kadar üzgün olduğuna şaşırdı. Sonra Helen’ın uzaklara gittiğini ve dadının ona ne denli kötü davrandığını hatırladı. Dadının şehri yıkacağı geldi aklına. Helen kardeşinin eserini hiç göremeyecekti. Philip bir daha öyle güzel bir şehir kuramazdı. Sabah olduğunda hepsi yok olacaktı. Philip o şehri nasıl yaptığını hatırlayamayacaktı bile.
Ayışığı çok parlaktı.
“Acaba şehrim ayışığında nasıl gözüküyor?” dedi Philip kendi kendine.
Sonra büyük bir heyecan içinde aşağı inip şehrinin nasıl göründüğüne bakmaya karar verdi.
Hemen sabahlığını giyip odasının kapısını yavaşça açtı ve sessizce koridoru yürüyüp geniş merdivenden indi. Sonra iç balkondan geçip misafir odasına girdi. İçerisi çok karanlıktı ama el yordamıyla pencerelerden birini bulup perdeyi açtı. İşte kurduğu şehir, yoğun ayışığı altında tıpkı hayal ettiği gibiydi.
Âdeta kendinden geçmişti, bir süre eserinden ayıramadı gözlerini. Sonra kapıyı kapatmak için arkasını döndü. Bu sırada tuhaf bir baş dönmesi hissetti. Bu yüzden bir süre elini başında tutarak bekledi. Sonra dönüp yine şehrine doğru yürüdü. Yaklaşınca küçük bir çığlık kopardı ama kimseler duymasın diye hemen sustu. Biri gelip onu odasına yollayabilirdi. Geri çekilip şaşkınlık içinde etrafına baktı. Bir kez daha başı dönüyordu. Şehir göz açıp kapayıncaya kadar geçen o kısacık sürede ortadan kaybolmuştu. Misafir odası da öyle. Masanın yakınındaki sandalye de ortalıkta yoktu. Uzakta dağları andıran devasa tepelerin yükseldiğini görebiliyordu. Tepelerin üstüne ayışığı vuruyordu. Fakat kendisi geniş ve düz bir ovadaydı. Ayaklarını çevreleyen uzun çimlerin yumuşaklığını hissediyordu. Ama bu engin yeşilliği dağıtacak tek bir ağaç, ev, çalılık veya çit yoktu. Ovanın bazı bölümleri daha koyu renkliydi. İşte hepsi bu kadardı. Macera kitaplarında okuduğu uçsuz bucaksız çayırları anımsamıştı.
“Galiba rüya görüyorum,” dedi Philip. “Gerçi daha biraz önce kapı kolunu çeviriyordum. Hemen nasıl uykuya dalmış olabileceğimi anlamıyorum. Yine de…”
Bir şeyler olmasını bekliyordu hâlâ. Rüyalarda daima bir şey olur. İşte ancak o zaman rüya sona erer. Ama hiçbir şey olmuyordu. Philip oracıkta sessizce duruyor, ayak bileklerinin çevresindeki ılık ve yumuşak çimleri hissediyordu.
Sonra, tam gözleri ovanın karanlığına alıştığı sırada, biraz uzakta çok dik bir köprü olduğunu gördü. Bu köprü, üzerine beyaz ayışığı vuran karanlık bir tepeye varıyordu. Philip oraya doğru yürüdü. Yaklaşınca bunun bir köprüden ziyade bir merdivene benzediğini ve baş döndürücü bir yüksekliğe doğru uzandığını gördü. Sanki karanlık gökyüzünde çok yükseklerdeki bir kayaya dayanıyordu. Kayanın içi kocaman karanlık bir mağara şeklinde oyulmuş gibiydi.