Kitabı oku: «Büyülü şehir», sayfa 2
Şimdi merdivenin başladığı yere yaklaşmıştı. Basamak yerine el ve ayaklarını koyabileceği çıkıntılar vardı. Philip hemen Jack ve Fasulye Sırığı masalını hatırlayıp macera özlemiyle yukarı baktı. Ama merdiven uzun mu uzundu. Öte yandan etrafta herhangi bir yere varmasını sağlayacak başka bir şey göremiyordu. Philip yeşil çayırda tek başına dikilmekten usanmıştı. Hakikaten epeydir burada bekliyordu. Bu yüzden ellerini ve ayaklarını merdivene yerleştirip çıkmaya başladı. Çok uzun bir tırmanış olmuştu bu. Tam üç yüz sekiz basamak vardı, teker teker saymıştı. Üstelik basamaklar merdivenin sadece bir yanında olduğundan son derece dikkatli davranması gerekiyordu. Bir basamak, sonra bir basamak daha çıktı. Böylece ilerlemeye devam etti ta ki ayakları ağrıyana ve yorgunluktan elleri sanki bileğinden kopmuş gibi hissedene dek. Yukarı pek bakamıyordu, aşağı bakmaya ise cesaret edemiyordu. Hiç durmadan tırmanmaya devam etmekten başka çaresi yoktu. Nihayet merdivenin dayandığı zemini görebildi: Düz çizgiler halinde ve görünüşe göre sert kayadan yontulmuş bir taraçaydı. Şimdi Philip’in başı zeminle aynı hizadaydı. Sonra elleri ve ardından ayakları zemine dokundu. Merdivenden kenara zıpladı ve kendini yüzüstü yere bıraktı. Burası soğuk ve mermer gibi dümdüzdü. Onca tırmanışın ardından hissettiği yorgunluk ve ferahlamanın etkisiyle derin derin nefes aldı.
Dinlendirici ve yatıştırıcı türden bir sessizlik hâkimdi çevreye. Philip hemen ayağa kalkıp etrafına baktı. Çok kalın sütunlarla dolu bir kemer gördü. Buraya yaklaşıp temkinli bir şekilde içeriye göz attı. Açık bir alana çıkan kocaman bir kapı vardı. Philip kapının ardında kiliselere ve evlere benzeyen bulanık yığınları seçebiliyordu. Ama hepsi terk edilmişti. Burası her neresi ise ayışığına ve Philip’e aitti.
“Sanırım herkes uyuyor,” dedi Philip. Bu tuhaf kemerin siyah gölgesinde biraz titreyerek ama aynı zamanda merakı ve ilgisi uyanmış olarak bekliyordu.
İkinci Bölüm
Kurtarıcı Ya Da Yıkıcı
Philip siyah kemerin gölgesi altında durup dışarı baktı. Karşısında yüksek ve asimetrik binalarla çevrili büyük bir meydan duruyordu. Ortada bir çeşme vardı. Ayışığında gümüş gibi parlayan suları hafif bir şırıltıyla yükselip düşüyordu. Kemerli girişin yakınında uzun bir ağaç, gövdesinin gölgesiyle yolu örtüp geniş ve siyah bir engel oluşturmuştu. Philip uzunca bir süre etrafı dinledi durdu fakat gecenin derin sessizliği ve çeşmenin çıkardığı inişli çıkışlı yumuşak ses haricinde dinleyecek bir şey yoktu.
Philip’in gözleri loş ışığa giderek alışıyordu. Biraz sonra büyük kare sütunlarla desteklenen kocaman bir kubbe çatının altında durduğunu fark etti. Sağ ve sol yanında ise sımsıkı kapatılmış, koyu renkli kapılar vardı.
“Bu kapıları gün ışıyınca keşfedeceğim,” dedi Philip. Korktuğu söylenemezdi ama tam olarak cesur da hissetmiyordu kendini. Öte yandan cesaretini toplama niyetinde olduğundan “Kapıların ardında ne var bakacağım,” dedi. “Yani en azından kararım bu,” diye ekledi. Çünkü sadece cesur olmamız yetmez, dürüst olmamız da şarttır.
Sonra birden ağır bir uyku bastırdı. Duvara dayandı. Ama oturmasının daha iyi olacağını düşündü. Sonra uzanmak pek rahat geldi. O sırada çok ama çok uzaklardan bir çan sesi duyuldu. Saat on ikiyi vurmuştu. Philip dokuza kadar saydı fakat Helen’ın geçen kış onun için diktiği içi pelüşlü kalın sabahlığa sarınıp derin bir uykuya daldığından onuncu, on birinci ve on ikinci çan sesini duyamadı. Rüyasında her şey eskisi gibiydi. “O adam” gelip Helen’ı götürmeden önce olduğu gibi. Kendi küçük evlerinde, kendi küçük odasında, kendi küçük yatağındaydı. Helen onu çağırmaya gelmişti. Kapalı göz kapaklarının arasından güneş ışığını görebiliyordu. Gözlerini kapalı tutuyordu çünkü ablasının onu uyandırmaya çalışmasını duymak çok eğlenceliydi. Birden gözlerini açıp çoktan uyanmış olduğunu söyleyecek ve birlikte gülüşeceklerdi. Kısa süre sonra uyandı ama evlerinde kendi yumuşak yatağında değil, tuhaf kapılı kocaman bir evin sert zemininde yatıyordu. Üstelik onu sarsarak “Hey, haydi uyan diyorum sana,” diyen kişi ablası Helen değil, kırmızı paltolu uzun boylu bir adamdı. Philip’in gözlerini kamaştıran ışık ise güneşten değil, adamın yüzüne doğru tuttuğu fenerden geliyordu.
“Ne oluyor?” diye sordu Philip uykulu bir sesle.
“Ben de sana soruyorum,” dedi kırmızılı adam. “Muhafız odasına gel de burada ne işin var anlat bakalım genç adam.”
Philip’in kulağını hafif ama sıkı bir şekilde sert başparmağı ve işaret parmağının arasına aldı.
“Bırakın beni,” dedi Philip. “Bir yere kaçacak değilim.”
Sonra ayağa kalktığında kendini çok cesur hissediyordu.
Adam, Philip’in kulağını bırakıp omzunu tutarak onu sabah olunca keşfetmeyi planladığı kapıların birinden geçirdi. Hava henüz aydınlanmamıştı. İki ucunda birer kemer, kenarlarında ise küçük ve dar pencereler bulunan mobilyasız geniş oda, kancalı fenerler ve kalay şamdanlara konmuş uzun ince mumlarla aydınlatılmıştı. Sanki oda askerlerle doluymuş gibi geldi Philip’e. Komutanları oturduğu sıradan kalktı. Kıyafetinde bir sürü altın vardı. Ayrıca gösterişli siyah bir bıyık bırakmıştı.
“Bakın ne yakaladım efendim,” dedi Philip’i omuzlarından tutan adam.
“Hım, nihayet gerçek oldu demek,” dedi.
“Neden bahsediyorsunuz?” diye sordu Philip.
“Senden tabii ki!” dedi komutan. “Korkma küçük adam.”
“Korktuğum falan yok,” dedi Philip. Sonra kibarca devam etti: “Ne demek istediğinizi söylerseniz çok memnun olacağım.” Adres soran insanlardan duymuş olduğu bir cümleyi ekledi: “Ben buranın yabancısıyım.”
Kırmızı ceketliler neşeli bir kahkaha kopardı.
“Yabancılara gülmek terbiyesizliktir,” dedi Philip.
“Sen kendi terbiyenle uğraş,” dedi komutan sert bir tavırla. “Bu ülkede küçük çocuklar söz verilmeden konuşmaz. Yabancısın demek, ha? Eh, bunu zaten biliyoruz!”
Philip bu şekilde terslenmiş olmasına karşın kendini çok iyi hissediyordu. İşte hepsi yetişkin adamlar olan bu askerlerle birlikte bir maceranın tam ortasındaydı. Göğsünü kabartıp cesur bir adam gibi gözükmeye çalıştı.
Komutan uzun bir masanın sonundaki bir sandalyeye oturup üstü tozla kaplı siyah bir kitabı kendine doğru çekti. Sonra küflü bir dolmakalemin ucunu temiz kılıcına sürtmeye başladı.
“Haydi bakalım,” dedi kitabı açarak. “Buraya nasıl geldiğini anlat. Yalan söyleyeyim deme sakın.”
“Ben asla yalan söylemem,” diye cevap verdi Philip gururla.
Bütün askerler ayağa kalkıp onu derin bir şaşkınlık ve saygı dolu bakışlarla selamladı.
“Şey, yani hemen hemen asla,” dedi Philip, heyecandan kulakları kızarmıştı. Askerler bir kez daha kahkaha atıp gürültüyle sıralara oturdular. Philip orduda daha fazla disiplin olduğunu sanıyordu.
“Buraya nasıl geldin?” diye sordu komutan.
“Şu büyük merdivenli köprüden çıktım,” dedi Philip.
Komutan deftere hararetle not alıyordu.
“Neden geldin?”
“Başka ne yapacağımı bilemedim. Uçsuz bucaksız ova dışında bir şey yoktu etrafta. Ben de yukarı çıktım.”
“Çok cesur bir çocuksun,” dedi komutan.
“Teşekkür ederim,” diye cevap verdi Philip. “Cesur olmak istiyorum.”
“Buraya gelmekteki amacın neydi?”
“Herhangi bir amacım yoktu. Sadece yukarı çıkıp buraya geldim.”
Komutan bunu da not aldı. Ardından komutan, Philip ve askerler sessizlik içinde birbirlerine baktılar.
“Şey!” dedi çocuk.
“Ne?” diye sordu komutan.
“Acaba ‘sonunda gerçek oldu’ derken neyi kastettiğinizi öğrenebilir miyim?” diye sordu çocuk. “Sonra evime nasıl döneceğimi söyleyebilir misiniz?”
“Nereye gitmek istiyorsun?” diye sordu komutan.
“Adres: Çiftlik Evi, Ravelsham, Sussex,” diye cevap verdi Philip.
“Orayı bilmiyorum,” dedi komutan lafı uzatmadan. “Zaten eve geri dönemezsin. Merdivenin üstündeki yazıyı okumadın mı? İzinsiz girenler yargılanacaktır. Buradan başka bir yere gidebilmen için önce davanın görülüp karara bağlanması gerekiyor.”
“O merdivenden bir daha ineceğime hapse girerim daha iyi,” dedi. “Hapse girmek çok da kötü bir şey olmasa gerek, değil mi?”
Philip hapse dair düşüncelerini kitaplardan edinmişti. Ona göre biraz nahoş bir şeydi ve hapisten kılık değiştirilerek kaçılırdı. Bu teşebbüs daima maceralarla dolu olup başarıyla sonlanırdı.
“Ne olacağına hâkim karar verecek,” dedi komutan. “Şehrimize izinsiz girmek ciddi bir suçtur. Bu muhafız alayı bilhassa bunu önlemek için görevlendirilmiştir.”
“Şehre izinsiz girenler çok mu?” diye sordu Philip. Komutan iyi birine benziyordu. Philip’in hâkim bir amcası vardı. Bu yüzden hâkim kelimesini duyunca aklına adalet ve cezadan ziyade tavsiye ve nasihat geldi.
“Ne demezsin!” diye cevap verdi komutan âdeta homurdanarak. “Sorun da bu zaten! Daha önce buraya gelen olmadı. Şehre izinsiz giren ilk kişi sensin. Yıllardır muhafız alayı burada bekler durur zira şehir ilk kurulduğunda müneccimler bir kehanette bulundu. Buna göre günün birinde şehre izinsiz giren biri olacak ve bu kişi eşi benzeri duyulmamış fenalıklar yapacaktı. Sonuç olarak şehre girmek isteyenlerin kullanabileceği tek yolda nöbet tutmak şerefini Polistopolis muhafızları olarak biz haiz olduk.”
“Oturabilir miyim?” diye sordu Philip birden. Bunun üzerine askerler onun için sırada yer açtı.
“Babam, büyükbabam ve bütün atalarım muhafız alayında görev yapmıştır,” dedi komutan gururla. “Bu büyük bir onur.”
“Neden merdivenin ucunu kesmiyorsunuz ki?” dedi Philip. “Yani en üst kısmını kastediyorum. Böylece kimse yukarı çıkamaz.”
“Bu hiç işe yaramaz,” dedi komutan. “Çünkü bir başka kehanet daha var. Büyük Kurtarıcımız da aynı yoldan gelecek.”
“Acaba,” diye söze başladı Philip çekinerek, “Şehre izinsiz gireceği değil de Kurtarıcınız olacağı öngörülen kişi olamaz mıyım? Bunu çok isterdim.”
“Bunu isteyeceğinden eminim,” dedi komutan. “Ama insanlar sırf öyle istiyorlar diye Kurtarıcı olamazlar biliyorsun.”
“Peki o ikisinden başka kimse merdivenden çıkamaz mı?”
“Bilmiyoruz. Bize söylenenlerin hepsi bu. Kehanetler nasıldır bilirsin.”
“Korkarım tam olarak ne demek istediğinizi bilmiyorum.”
“Demek istediğim şu ki kehanetler muğlâk ve karmaşıktır. Sana sözünü ettiğim kehanet şöyle:
Merdivenden kim çıkacak?
Sakının, sakının!
Getireceği acı ve eziyetten,
çelik gözlü bakır saçlının.
Hepsi bir gün yukarı çıkacak.
İşte görüyorsun ya, kehanette sözü geçen çelik gözlü bakır saçlı tek bir kişi mi yoksa birden fazla insan mı gelecek kesin olarak bilemiyoruz.”
“Benim saçlarım bildiğiniz çocuk saçı renginde,” dedi Philip. “Ablam öyle diyor. Gözlerim de mavi, sanırım.”
“Bu ışıkta seçemiyorum,” dedi komutan. Dirseklerini masaya yaslayıp dikkatle çocuğun gözlerine baktı. “Yok, göremiyorum. Neyse öteki kehanete gelince, şöyle diyor:
Aşağıdan, çok aşağıdan,
Kral kendine ait olanı almaya gelecek.
Büyülü şehri kurtaracak.
Yaptığı her şey onun olacak.
Sakının, dikkat edin.
Sakının, hazırlanın.
Kral merdivenden çıkıp gelecek.”
“Ne kadar güzel,” dedi Philip. “Ben şiire bayılırım. Böyle başka kehanet yok mu?”
“Bir sürü kehanet var elbette,” dedi komutan. “Müneccimler para kazanmak için bir şeyler yapmak zorunda. Dinle bak, şu çok güzel:
Parlak yıldızların göz kırptığı her gece,
saat ikiyi vurduğunda
muhafızlar dışarı çıkıp bir içecek alacak.
Yıldızsız gecelerde
saat ikiyi vurduğunda
muhafızlar kendi kantinlerinde alacak içeceklerini.
Bu gece gökte hiç yıldız yok. Bu yüzden burada içiyoruz içeceklerimizi. Meydanı geçip kantine gitmek daha zahmetli. Ama kural aynı. Üstüne bir kehanet eklenirse kural harika bir şey oluyor evlat.”
“Evet,” dedi Philip. Sonra uzaklardaki çan bir kez daha çaldı. Bir, iki. Dışarıdan hafif ayak sesleri geliyordu.
Bir asker ayağa kalkıp komutanı selamladı ve kapıyı açtı. Bir sessizlik oldu. Philip birinin üzeri bardaklarla dolu bir tepsiyle içeri girmesini bekledi. Büyük amcasının evinde toplanan beyefendiler yemek vakitleri dışında susadıkları zaman böyle olurdu.
Ama çok başka bir şey oldu. Bir anlık sessizliğin ardından on iki tazı, pamukla doldurulmuş gibi gözüken ve kedilerin patilerini andıran ayaklarıyla yumuşak adımlar atarak içeri girdi. Her köpeğin boynunda yuvarlak bir şey vardı. Resimlerdeki St. Bernard köpeklerinin boynuna takılan minik fıçılara benziyordu bunlar. Nihayet köpeklerin boynundaki şeyler çıkartılıp masaya konuldu. Philip yuvarlak nesnelerin fıçı değil hindistancevizi olduğunu görünce çok sevinmişti.
Askerler yüksek bir raftan birkaç tencere uzattılar. Süngüleriyle hindistancevizlerini delip sütünü döktüler. Hepsi içeceklerini almıştı. Böylece kehanet gerçekleşmiş oldu. Dahası Philip’e de içecek verdiler. Enfes bir içecekti bu, dilediği kadar alabilirdi. Ben hiç kana kana hindistancevizi sütü içmedim, ya siz?
Sonra oyuk hindistancevizlerini yine köpeklerin boynuna bağladılar. Bu zarif ve güzel köpekler ikili sıralar halinde ince kuyruklarını sallayarak dışarı çıktı. Son derece sevimli ve muntazam görünüyorlardı.
“Hindistancevizlerini mutfağa götürüyorlar,” dedi komutan. “Ordunun kahvaltısı için hindistancevizli dondurma hazırlanacak. Hiçbir şey israf olmamalı. Biz burada hiçbir şeyi boşa harcamayız evlat.”
Philip komutanın daha önceki küçümseyici tavrını unutmuştu. Artık onunla erkek erkeğe konuştuğunu fark ediyordu.
Helen onu bırakıp gitmişti ama artık o olmadan yaşamaya alışıyordu. Çiftlik evi, Lucy ve o dadıdan kurtulmuştu. Yiğitler içinde bir yiğitti şimdi. Kendini son derece cesur ve önemli hissediyordu. Bir değil bin hâkimin karşısına çıkarılsa dahi vız gelirdi. İşte bu sırada muhafız odasının kapısına hafifçe vuruldu. Alçak bir ses işitildi:
“Ah, lütfen içeri alın beni.”
Sonra kapı yavaşça açıldı.
“Her kimsen gir bakalım içeri,” dedi komutan. İçeri giren kişi Lucy idi. Philip’in artık kurtulduğunu sandığı Lucy. Helen’ın Philip’i terk ederek seçtiği o iğrenç yeni hayatı temsil eden Lucy. Yün eteği ve kazağı, zarif şekilde örülmüş sarı saçları ve “Keşke arkadaş olabilsek” diyen o hevesli tebessümlüyle Lucy. Philip öfkeden deliye dönmüştü. Çok kötü olmuştu bu.
“Peki bu kim?” diye sordu komutan nazik bir sesle.
“Benim, Lucy,” dedi kız. “Onunla geldim.”
Parmağıyla Philip'i göstermişti.
“Görgüsüz!” diye geçirdi içinden Philip kızgınlıkla. Sonra “Hayır, benimle gelmedin!” dedi kısaca.
“Geldim. Merdivene tırmanırken hemen arkandaydım. O zamandan beri tek başıma bekliyorum. Sen uyumuştun. Peşinden geldiğimi öğrenirse Philip’in bana çok kızacağını biliyordum,” diye açıklama yaptı Lucy askerlere.
“Kızmadım,” dedi Philip suratını asarak ama komutan sessiz olmasını istedi. Sonra Lucy’ye sorular sorup verdiği cevapları deftere kaydetti. Bu iş bitince komutan şöyle dedi:
“Bu küçük kız senin arkadaşın mı?”
“Hayır,” dedi Philip şiddetle. “Hayır, bu kız arkadaşım falan değil. Onu bir kere gördüm hepsi bu. Bir daha da görmek istemiyorum.”
“Çok kabasın,” dedi Lucy.
Sonra Philip’in hiç hoşuna gitmeyen ağır bir sessizlik oldu. Bütün bunlar Lucy’nin hatasıydı. Ne diye içeri sıvışıp her şeyi berbat etmişti? Bir muhafız odasının kızlar için uygun bir yer olmadığını yine en iyi bir kız bilmeliydi. Philip kaşlarını çattı ve tek kelime etmedi. Lucy ise komutanın dizine dayanıp yanına sokulmuştu. Komutan çocuğun saçını okşuyordu.
“Zavallı küçükhanım,” dedi. “Hemen yatıp uyuman lazım. Böylece yarın sabah Adalet Sarayı’na dinlenmiş olarak gidebilirsin.”
Askerlerin paltolarını tahta sıraya sererek Lucy için bir yatak hazırladılar. Ayı derileri harika birer yastık olmuştu. Philip’e de bir asker paltosu ve ayı derisi verip tahta sıra üstünde yer açmışlardı ama neye yarar? Her şey mahvolmuştu artık. Lucy gelmeseydi muhafız odası âdeta açık alandaki bir çadır kadar güzel bir uyku yeri olacaktı. Ama gelmişti işte. Artık muhafız odasının, herhangi bir çocuk odasından farkı kalmamıştı. İyi ama Lucy nasıl öğrenmişti nerede olduğunu? Oraya nasıl ulaşmıştı? Merdivenli köprünün gizemli başlangıcını keşfettiği o uçsuz bucaksız ovaya nasıl varmıştı? Philip baştan ayağı can yakıcı memnuniyetsizlik ve bastırılmış öfkeyle dolu bir şekilde uykuya daldı.
Uyandığında her taraf güneş ışığıyla aydınlanmıştı. Bir asker şöyle diyordu: “Uyanın şehrimize izinsiz girenler! Kahvaltı zamanı!”
“Ne güzel!” diye düşündü Philip, “Asker kahvaltısı yapacağım!” Ama sonra Lucy’yi hatırladı. Oraya geldiği için Lucy’den nefret ediyordu. Bu kızın bir kez daha her şeyi mahvettiğini düşündü.
Hindistancevizi sütü, nane şekeri, ekmek, tereyağı ve sütten oluşan bir kahvaltı benim pek hoşuma gitmezdi. Fakat askerler yemeklerini büyük bir iştahla yiyordu. Lucy’nin de bu kahvaltının tadını çıkardığını görmemiş olsa, her şey tam Philip’in gönlüne göre olacaktı.
“Aç gözlü kızlardan nefret ediyorum,” dedi kendi kendine. Hani birine çok kızdığınızda o kişinin yaptığı, söylediği veya temsil ettiği her şeyden tiksinirsiniz ya; işte Philip o şiddetli öfke halindeydi.
Adalet Sarayı’na gitme vakti gelmişti. Muhafızlar dışarıda yerlerini aldılar. Philip her askerin yeşil bir paspas üzerinde durduğunu fark etti. Hareket emri verilince yeşil paspaslarını hızla ve ustaca kıvırıp kollarının altına aldılar. Kalabalık yüzünden her durduklarında askerler yeşil paspaslarını açıp yeniden hareket emri verilene dek üzerinde dikiliyordu. Şehrin hem büyük meydanları hem de dar sokakları çok kalabalık olduğundan defalarca durmak zorunda kaldılar. Bu olağanüstü bir kalabalıktı. Çeşit çeşit kıyafetler giymiş kadınlar, erkekler ve çocuklar vardı. İtalyan, İspanyol, Rus ve Fransız köylüler mavi bluzları ve tahta ayakkabılarıyla dikkat çekiyordu. İngiliz köylülerinin yüz yıl önce giydiği kıyafetlerdi bunlar. Norveçliler, İsveçliler, İsviçreliler, Türkler, Yunanlar, Hintliler, Araplar, Çinliler, Japonlar, hayvan derilerinden elbiseler giyen Kızılderililer ve üzerine para keselerini bağladıkları pilili etekleriyle İskoçlar oradaydı. Philip çoğu kıyafetin hangi millete ait olduğunu bilmiyordu. Ona göre bu kalabalık capcanlı renklerin oluşturduğu muhteşem bir mozaik gibiydi. Bir keresinde Helen’la gittikleri kıyafet balosunu anımsatmıştı. O gün giydiği palyaço kıyafeti içinde kendini pek şapşal hissetmişti.
Bütün o kalabalığın içinde kendisi gibi giyinmiş tek bir çocuk olmadığını fark etti. Erkek çocukları için uygun tek giysinin kendi üzerindekiler olduğunu düşünüyordu. Bu arada Lucy yanında yürüyordu. Yola çıktıktan hemen sonra “Sen korkmuyor musun Philip?” diye sormuştu. Ama Philip cevap vermemişti. Gerçi, “Elbette korkmuyorum. Yalnızca kızlar korkar,” demek istemişti. Fakat hiçbir şey söylemeyerek Lucy’yi daha çok rahatsız edeceğini düşündüğü için böyle yaptı.
Adalet Sarayı’na vardıklarında Lucy, Philip’in elini tutup birden yüksek sesle şöyle dedi: “Ah! Bu sana bir şey hatırlatmıyor mu?”
Philip hemen elini çekti ve onunla konuşmamaya karar verdiğini unutarak “Hayır,” dedi. Bu hayır cevabı yalandı çünkü gördükleri bina ona bir şey hatırlatmıştı ama ne olduğunu söyleyemezdi.
Tutsaklar ve gardiyanları muhteşem gümüş sütunlar arasındaki kocaman bir kemerden geçip geniş bir koridor boyunca ilerledi. Burada sıralanmış olan askerler onları selamlıyordu.
Philip “Askerlerin hepsi sizi selamlar mı?” diye sordu komutana. “Yoksa yalnızca kendi askerleriniz mi selamlar sizi?”
“Askerler sizi selamlıyor,” dedi komutan. “Kanunlarımız, yaşadıkları talihsizlikler nedeniyle tutsaklara saygı göstermemizi ve onları selamlamamızı emrediyor.”
Hâkim, bronzdan yapılmış yüksek bir taht üzerinde oturmaktaydı. Tahtın iki yanında kocaman bronz ejderhalar ile siyah beyaz renkte, fildişinden yapılmış, geniş ve alçak basamaklar vardı.
İki hizmetçi hâkimin önündeki basamakların üzerine yuvarlak bir paspas serdi. Bu paspas sarı renkli ve epey kalındı. Sonra hâkim ayağa kalkıp tutsakları selamladı. “Yaşadığınız talihsizlikler nedeniyle sizi selamlıyor,” diye fısıldadı komutan.
Hâkim parlak sarı bir kaftan giymiş, beline yeşil bir kuşak bağlamıştı. Peruğu yoktu. Bunun yerine tuhaf biçimli bir şapka takmıştı. Şapkasını başından hiç çıkartmazdı.
Mahkeme uzun sürmedi. Komutan pek az konuşmuştu, hâkim ondan da sessizdi. Tutsaklara gelince, tek kelime etmelerine dahi izin verilmemişti. Hâkim bir kitabı karıştırdı. Sonra kraliyet avukatı ile siyah kıyafetli, ekşi suratlı birine dönüp alçak sesle danıştı. Ardından gözlüklerini takıp şöyle dedi:
“Sanıklar! Şehrimize izinsiz girmekten suçlu bulundunuz. Cezanız ölümdür, tabii hâkim tutsaklardan hazzetmediği takdirde geçerli bu. Eğer hâkim onları severse, cezaları müebbet hapse çevrilir. Ya da hâkim kesin bir karara varana dek hapiste kalırlar. Sanıkları götürün.”
“Ah olamaz!” diye bağırdı Philip neredeyse ağlamaklı.
“Korkmuyorsun sanmıştım,” diye fısıldadı Lucy.
“Sessiz olun,” dedi hâkim.
Sonra Philip’le Lucy’yi götürdüler.
Mahkemeye gelirken geçtiklerinden çok farklı sokaklarda yürüyorlardı. Sonunda bir meydanın köşesindeki simsiyah ve kocaman bir eve getirildiler.
“İşte geldik,” dedi komutan nazikçe. “Elveda. Bir dahaki sefere artık.”
Yakası fırfırlı siyah kadife bir kıyafet giymiş, keçisakallı gardiyan dışarı çıkıp onları samimi bir şekilde karşıladı.
“Nasılsınız canlarım?” dedi. “Burada rahat edeceğinizi umuyorum. Birinci sınıf kabahatliler olmalılar değil mi?” diye sordu.
“Elbette,” diye cevap verdi komutan.
“Üst kata çıkın lütfen,” dedi gardiyan kibarca. Sonra çocukların geçmesine izin vermek için geri çekildi. “Sola dönüp merdivenleri çıkın.”
Yukarı doğru kıvrılıp duran karanlık merdivenler bitmek bilmiyordu. En üst katta bir masa, sandalyeler ve sallanan bir atla sade biçimde döşenmiş büyük bir oda vardı. Daha fazlasını kim ister ki?
“Bütün şehir ayaklarınızın altında,” dedi gardiyan. “Hem burada bana arkadaşlık edeceksiniz. Ne? Ah, beni gardiyan yaptılar çünkü bu benim gibi beyefendilere yakışan kolay bir iş. Yazmaya da bol vaktim kalıyor. Anlayacağınız üzere, ben okuma yazma bilen bir adamım. Ama kendimi yalnız hissettiğim zamanlar da oluyor. Görüyorsunuz ya, gardiyanlık edeceğim ilk tutuklular sizsiniz. Müsaade ederseniz gidip sizin için akşam yemeği getirilmesini isteyeceğim. Akıl ziyafeti ve ruhun akışından memnun olacağınıza eminim.”
Kapı gardiyanın siyah sırtının ardından kapanır kapanmaz Philip, Lucy’ye çıkıştı.
“Umarım artık mutlusundur,” dedi sert bir şekilde. “Bütün bunları sen açtın başımıza. Ne diye buraya geldin ha? Neden peşimden koşturup geldin? Senden hiç hazzetmediğimi biliyorsun!”
“Sen dünyanın en kinci, huysuz ve berbat çocuğusun,” dedi Lucy lafı hiç dolandırmadan. “İşte duydun!”
Philip bunu hiç beklemiyordu. Bu sözleri elinden geldiğince metin bir şekilde karşılamaya çalıştı.
“En azından istenmediğim yere gizlice giren sinsi beyaz bir farecik değilim,” dedi.
Sonra birbirlerine bakakaldılar. İkisi de sinirden hızlı hızlı nefes alıyordu.
“Zalim bir zorba olacağıma beyaz bir fare olurum daha iyi,” dedi Lucy sonunda.
“Ben zorba değilim,” dedi Philip.
Ortalığı yine sessizlik kapladı. Lucy burnunu çekiyordu. Philip boş odaya göz gezdirirken bu talihsizlikte Lucy ile yol arkadaşı olduklarının farkına vardı. Kimin suçu olursa olsun, hapse girmişlerdi. Bu yüzden şöyle dedi:
“Bak, seni hiç sevmiyorum. Seviyormuşum gibi de yapamam. Ama istersen şimdilik seninle barış ilan edeceğim. Buradan bir şekilde kaçmalıyız. İstersen sana yardım ederim. Yapabilirsen sen de bana yardım edersin.”
“Teşekkürler,” dedi Lucy, herhangi bir anlama gelebilecek bir ses tonuyla.
“O halde barış ilan ediyoruz. Pencereden kaçabilir miyiz bir bakalım. Bir sarmaşık olabilir. Ya da bize bir ip merdiven getirecek güvenilir bir uşak bulabiliriz. Çiftlik evinde uşağınız var mı?”
“İki seyis yamağı var,” dedi Lucy. “Ama güvenilir olduklarını sanmıyorum. Bence yaşadıklarımızda düşündüğünden çok daha fazla büyü var.”
“Elbette bütün bunların büyü olduğunu biliyorum,” dedi Philip sabırsızca. “Ama çok gerçekçi olduğu da doğru.”
“Ah yeterince gerçekçi,” dedi Lucy.
Pencereden eğilip baktılar. Ne yazık ki hiç sarmaşık yoktu etrafta. Pencere çok yüksekti. Dışarıdaki duvara dokunduklarında cam gibi pürüzsüz olduğunu gördüler.
“Böyle olmayacak,” dedi Philip. İkisi birlikte pencereden iyice sarkarak aşağıdaki şehre baktılar. Güçlü kuleler, zarif minareler, saraylar, palmiye ağaçları, çeşmeler ve bahçeler vardı. Meydanın karşısındaki beyaz bina tuhaf bir şekilde tanıdık geliyordu. Burası Philip’in çok küçükken gittiği ama bir türlü hatırlayamadığı Aziz Paul Katedrali olabilir miydi? Hayır, bunu şimdi bile hatırlayamıyordu. İki tutsak uzun süren bir sessizlik boyunca dışarı baktı. Şehir aşağıda uzanmaktaydı. Ağaçlar esintiyle beraber hafifçe sallanıyordu. Çiçekler göz alıcı, rengârenk bir mozaik oluşturmuştu. Büyük meydanları bölen kanallar güneş ışığında parıldıyordu. Günlük işleriyle uğraşan şehir halkı meydanlardan ve sokaklardan gelip gitmekteydi.
“Baksana!” dedi Lucy birden. “Bilmiyor musun yani?”
“Neyi bilmiyor muyum?” diye sordu Philip sabırsızlıkla.
“Nerede olduğumuzu. Bütün bunların ne olduğunu bilmiyor musun?”
“Hayır, bilmiyorum. Sen de bilmiyorsun.”
“Bunları daha önce görmedin demek?”
“Hayır elbette görmedim. Sen de görmüş olamazsın.”
“Pekâlâ. Sana haberlerim var. Ben bu şehri daha önce gördüm,” dedi Lucy. “Sen de öyle. Ama bana iyi davranmadığın sürece nerede olduğumuzu sana söylemeyeceğim.”
Lucy’nin sesi biraz üzgün ama kararlıydı.
“Sana iyi davranıyorum zaten. Barış yaptık dedim ya,” diye cevap verdi Philip. “Lütfen söyle, neredeyiz sence?”
“Ben bana soğuk davranacağın, sahte bir barış istemiyorum. Gerçek bir barış istiyorum. Ah, lütfen bu kadar kötü olma Philip. Sana anlatmak için can atıyorum. Ama böyle davranmaya devam edersen söylemem.”
“Tamam,” dedi Philip. “Haydi çıkar baklayı ağzından.”
“Olmaz. Gerçekten barış yaptığımızı söylemelisin. Ben de buradan çıkana dek yanında duracağım ve asil bir dost olacağım. Senden hoşlanmak için elimden geleni yapacağım. Elbette çok uğraşmana karşın beni bir türlü sevemezsen öyle olsun. Ama denemek zorundasın. Şimdi söylediklerimi tekrar et.”
Ses tonu öyle kibar ve ikna ediciydi ki Philip farkında olmadan Lucy’nin sözlerini tekrar etti.
“Ben Philip; sen Lucy’yi sevmeye çalışacağıma, buradan kurtulana dek yanında kalacağıma ve sana karşı daima asil bir dost olarak davranacağıma söz veriyorum. Şimdi gerçekten barış ilan ediyorum. Haydi el sıkışalım.”
“Haydi söyle artık,” dedi Philip el sıkıştıkları sırada. Bunun üzerine Lucy konuştu:
“Görmüyor musun? Senin şehrindeyiz. Misafir odasındaki masaların üstüne kendi ellerinle kurduğun şehir burası. Büyü marifetiyle şehir büyüdü, böylece içine girebildik. Bak,” Lucy pencereden dışarıyı işaret etti. “Şu büyük altın kubbeyi görüyor musun? Pirinç el yıkama tasları onlar. Şu beyaz bina ise benim eski Aziz Paul Katedrali minyatürüm. İşte şuradaki Buckingham Sarayı, tepesinde oyma sincap ile satranç taşları ve mavi beyaz porselen biber saksıları var. İçinde bulunduğumuz bina ise Japon tarzı siyah etajer.”
Philip etrafa bakınca Lucy’nin söylediklerinin doğru olduğunu anladı. Burası gerçekten kendi kurduğu şehirdi.
“İyi ama ben binalarımın iç kısımlarını inşa etmemiştim,” dedi. “Hem sen benim yaptığım şehri ne zaman gördün?”
“Binaların içi büyüyle oluşmuş sanırım,” dedi Lucy. “Halam dün gece beni eve getirdi. Sen yatağa yollandıktan sonra. İşte o zaman gördüm yaptığın şehirleri ve bayıldım! Philip, barış yaptığımıza çok seviniyorum çünkü senin son derece akıllı olduğunu düşünüyorum. O güzel şeyleri yaptığını görünce halam da aynı fikirde olduğunu söyledi. Dadının her şeyi yıkacağını biliyordum. Bunu yapmaması için yalvardım ama kararlıydı. Bunun üzerine kalkıp giyindim ve ayışığında şehri bir kez daha görebilmek için aşağı indim. Tuğlalar ve satranç taşlarından birkaçı devrilmişti. Sanırım dadı yapmış olacak. Bu yüzden elimden geldiğince düzgün bir şekilde onları yerine koymaya çalıştım. Gerçekten çok hoşuma gitmişti bu oyun ama sonra kapı açıldı. Hemen masanın altına gizlendim. İçeri sen girdin.”
“Yani oradaydın? Peki büyü nasıl başladı gördün mü?”
“Hayır ama bir anda her yer çimenlerle kaplanmıştı. Sonra senin çok uzakta olduğunu gördüm, bir merdivenden çıkıyordun. Ben de peşinden geldim. Ama beni görmeni istemedim. Kızacağını biliyordum. Sonra muhafız odasının kapısından içeri baktım. Ayrıca hindistancevizi sütünü görünce çok canım çekti.”
“Peki burasının benim şehrim olduğunu ne zaman anladın?”
“Askerlerin benim kurşun askerlerime benzediğini düşündüm. Ama hâkimi görene kadar emin olamamıştım. Gemideki ihtiyar Nuh!”
“Gerçekten öyle!” diye haykırdı Philip. “Muhteşem bu! Hakikaten muhteşem! Keşke tutsak olmasaydık. O zaman şehri dolaşırdık. Binalara girip içlerinde ne olduğunu görürdük. Bütün insanları görürdük. Çünkü içeri insan koymamıştım.”
“Herhalde daha fazla büyü anlamına geliyor. Ama… Ah, zamanla öğreneceğiz.”
Lucy ellerini çırptı. O anda kapı açıldı ve gardiyan gözüktü.
“Bir ziyaretçiniz var,” deyip başka birinin içeri girmesi için kenara çekildi. Uzun boylu ve zayıf biriydi bu gelen. Siyah kapüşonlu bir pelerin giymişti, yüzünde insanların karnaval zamanlarında kullandıkları türden siyah ve yarım bir maske vardı.
Gardiyan kapıyı kapatıp gidince uzun boylu adam maskesini çıkarttı ve pelerini düştü. Karşılarında simasına aşina oldukları Bay Nuh’u, nam-ı diğer hâkimi gören çocuklar çok şaşırmıştı.
“Nasılsınız?” diye sordu. “Bu gayrı resmi bir ziyaret. Umarım yanlış bir zamanda gelmemişimdir.”
“Sizi gördüğümüze çok sevindik,” dedi Lucy. “Çünkü bize anlatabileceğiniz…”
“Sorulara cevap vermeyeceğim,” dedi Bay Nuh sarı paspasına dimdik oturarak. “Ama size bir şey söyleyeceğim. Sizin kim olduğunuzu bilmiyoruz. Fakat ben Kurtarıcımız olabileceğinizi düşünüyorum.”
“İkimizin de değil mi?” dedi Philip kıskançlıkla.
“Biriniz ya da ikinizin. Kehanete göre Yıkıcı kızıl saçlı olacak. Oysa sizin saçlarınız kızıl değil. Halkı Yıkıcı olmadığınıza ikna edene kadar düşünmek ve tartışmaktan benim saçlarıma aklar düşecek. Bazı insanlar öyle kalın kafalı ki! Ben de düşünmeye çok alışkın değilim zira bunu sık sık yapmam gerekmiyor. Bana sıkıntı veriyor düşünmek.”
Çocuklar çok üzgün olduklarını söylediler. Philip ekledi:
“Lütfen şehrinizden bahsedin bize. Bir soru değil bu. Yalnızca bütün bunların büyü olup olmadığını öğrenmek istiyoruz. Bu da bir soru değil.”
“Ben de onu anlatacaktım,” dedi Bay Nuh. “Ama sorulara cevap vermeyeceğim. Elbette bütün bunlar büyü. Dünyadaki her şey büyüden ibarettir, tabii siz bunu anlayana kadar. Şehrimize gelince, size tarihimizden biraz bahsedeceğim. Bundan binlerce yıl önce büyük ve güçlü bir dev, uzak diyarlardan getirdiği malzemelerle ülkemizin tüm şehirlerini inşa etti. Şehir halkı kısmen onun seçtiği insanlardan, kısmen de açıklaması çok güç olan ve kendiliğinden gerçekleşen bir büyü sonucu teşkil oldu. Şehirler kurulup sakinleri yerleştirilince şehir hayatı başladı. Burada yaşayanlar için her şey hep böyle olmuş gibiydi. Zanaatkârlar gece gündüz çalışıyor, müzisyenler çalarken ozanlar şarkı söylüyordu. Müneccimler bu amaçla inşa edildiği belli olan uzunca bir kulede buldular kendilerini. Yıldızları izleyip kehanette bulunmaya başladılar.”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.