Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «İstanbul», sayfa 2

Yazı tipi:

Nafile bir direniş sonrasında, pes ettim, gidip kaptanı kucakladım, Olga’yı öptüm, herkesle vedalaştım ve arkadaşımla birlikte bizi gümrüğe götürecek olan dört kürekli bir kayığa bindim. Birlikte bir labirenti andıran dar sokaklardan tırmanarak Pera’nın tepelerinin zirvesindeki Bizans oteline vardık.

BEŞ SAAT SONRA

Sabahın manzarası yok oldu. İstanbul’un tüm aydınlık ve güzel yüzü sonu gelmeyen inişli çıkışlı tepelere ve vadilere yayılmış bir canavardan ve karınca gibi kaynaşan insanlardan, mezarlıklardan, kalıntılardan ve ıssız yerlerden oluşan bir labirentten, dünyadaki tüm şehirlerin suretini ve insan hayatının tüm yönlerini kendinde toplamış daha önce asla görülmemiş bir uygarlık ve medeniyet karmaşasından başka bir şey değilmiş. Karşımdaki büyük bir şehir olamaz, yalnızca onun küçük duvarlardan oluşan iskeleti olmalı çünkü etrafta doğru düzgün çok az ev var ve burası şehirden ziyade, barakayı andıran evlere doluşmuş, asla sayımı yapılmamış, her dinden ve her ırktan insanın nüfusunu oluşturduğu bir Asya kampına benziyor. Yok olup gitmiş şehirlerden, daha yeni doğmuş ve doğmakta olan şehirlerin bir karmaşasından meydana gelmiş, değişen büyük bir şehir. Her şey birbirinin üzerinde ve her yerde inşaat çalışmaları var. Delinmiş dağlar, bitkin tepeler, dağılmış köyler, düzensiz yollar, dev bir moloz yığını, insanlığın elinde mütemadiyen işkence gören toprağın üzerinde çıkan yangınların kalıntıları. İnsanın başını döndüren bir düzensizlik, farklılıkların yarattığı bir karmaşa ve birbirini izleyen tuhaf ve beklenmedik manzaralar. Sonu uçuruma açılan nezih bir sokaktan geçtiğinizi hayal edin, tiyatrodan çıktığınızda kendinizi mezarlığın ortasında bulduğunuzu, bir tepeye çıktığınızda ayaklarınızın dibine bir orman serildiğini, karşınızdaki tepede başka bir şehir olduğunu, biraz önce içinden geçip gittiğiniz mahalleye şöyle bir dönüp baktığınızda onun bir vadinin dibinde ağaçların arasında gizlenip kaldığını, bir evin etrafını dolaştığınızda bir liman buluverdiğinizi, bir sokaktan inerken şehri arkanızda bıraktığınızı, sanki gökyüzünden başka hiçbir şeyin görünmediği ıssız bir sokakta olduğunuzu, şehrin denizden, ormanın arasından, gölgeden, güneşten, yakınınızdan ya da çok uzağınızdan, omuzlarınızın üstünden, ayaklarınızın altından, başınızın üzerinden mütemadiyen ortaya fırlayıverdiğini, yeniden filizlendiğini ya da saklandığını hayal edin, ileri doğru bir adım atın ve uçsuz bucaksız bir manzara göreceksiniz, bir adım geriye gidin, hiçbir şey göremeyeceksiniz, başınızı kaldırın binlerce minare var ve biraz eğin başınızı o binlercesi kaybolup gitsin. Ağ gibi örülmüş sonu gelmeyen sokaklar tepelerin arasından yılan gibi kıvrılırlar ve toprak setlerin üzerinden, sarp kayalıkların kenarlarından, su kemerlerinin altından geçerler, dar sokaklara ayrılır kumların, harabelerin, kayaların, çalıların ortasında basamaklara dönüşürler. Zaman zaman bu koskoca şehir kasabanın sessizliğinde soluklanırmış gibi gelir ve sonra daha güçlü daha renkli, daha neşeli görünür, burada düzleşir ötede yokuşları tırmanır, az aşağıda kaybolur sonra yeniden ortaya çıkar, bir yerde dumana bürünür bir yerde bağırır çağırır, başka bir yerde uyur, bir yerde kızıla bulanır başka bir yerde bembeyazdır, bir yerde bir parça yaldızlıdır, diğer parçası çiçeklerden bir dağ görüntüsündedir. Bu nezih şehir bazı tepelerinden tek bir bakışla görülecek şekilde; şehrin tüm farklılıklarını, köyünü, kasabasını, bağını bahçesini, limanını, ıssız yerlerini, pazarlarını ve mezarlarını kucaklar. Sayısız tuhaf şekil gökyüzünde ve suda belirir, bunlar gözleri kamaştıran mimarinin muazzam çeşitliliği içerisinde öylesine sık, kesik kesik ve dişlenmiş gibilerdir ki insana sanki titriyor ve birbirleriyle iç içe geçiyorlarmış gibi gelir. Türk evlerinin ortasında Avrupai stiliyle yükselen binalar vardır, minarelerin hemen arkasında çan kulesi, terasın üzerinde kubbe, kubbenin arkasında burçlarıyla surlar, tiyatroların kapı girişlerinin üzerinde Çin usulü çatılar, cam pencerelerin tam karşısında haremlerin kafesli balkonları, korkuluklu terasların tam karşısında Mağribi stili pencereler, Arap kemerlerinin altında Meryem heykelleri, avluda mezarlar, ahır gibi evlerin arasında kuleler bulunur ve biri diğerinin üstünde birbirlerini eziyormuş gibi camiler, sinagoglar, Rum, Katolik ve Ermeni kiliseleri dizilir, buldukları her boşluktan yükselen serviler, çam, incir ve çınar ağaçları çatıların üzerine dallarını sallandırır. Tarifi mümkün olmayan derme çatma yapılar, köprüler, payandalar ve hendeklerle çevrili kare kare kesilmiş gibi duran ev parçaları, üçgen kuleler, dik ve ters dönmüş piramitler, bir dağdan toprak kaymasıyla dökülmüş kaya parçaları gibi rastgele sağa sola üst üste istiflenmişlerdir. Her yüz adımda bir, her şey başka bir şeye dönüşür. Burada kendinizi Marsilya Banliyösü’nün sokağında düşünün, bir dönüyorsunuz Asya’da bir köydesiniz, tekrar geri dönünce bir Rum mahallesi ve tekrar dönünce bir Trabzon mahallesindesiniz. Konuşulan dile, gördüğünüz yüzlere ve etraftaki evlerin görünüşüne aldanıp memleket değiştirdiğinizi düşünebilirsiniz, çünkü kimi yerde Fransa izleri, kimisinde İtalya şeritleri ya da İngiltere çizgileri ve Rus greftleri bulmak mümkündür. Şehrin görkemli yüzünde ve mimarisinde şehri yeniden ele geçirmek isteyen Hristiyan dünyası ve kutsal topraklarını var gücüyle savunan İslam dünyası arasındaki münakaşayı görebilirsiniz. Bir zamanlar tamamen Türkleşen İstanbul, Haliç ve Marmara kıyıları boyunca onu yavaş yavaş kemiren Hristiyan mahallelerin öfkeli işgaline uğramıştı, kiliseler, saraylar, hastaneler, parklar, fabrikalar, okullar Müslüman mahalleleri ele geçirmiş, mezarlıklara taşmış, tepeden tepeye ilerlemiştir ve zaten alt üst olmuş şehrin yapısı üzerinde Haliç’i kapladıkları gibi, gün gelecek Boğaz’ın Avrupa yakasını da kaplayacaklardır. Ancak bu genel izlenimler her bir adımda keşfedilen binlerce yeni şey ile yok olup gidebilir: Bir sokağın içinde bir tekke, bir başka sokakta Mağribi tarzı bir kışla, Türk kahvehanesi, çarşı, çeşme, su kemeri görebilirsiniz. On beş dakika içinde on kez yolunuzu değiştirmeniz gerekir: kimi zaman yokuş inersiniz, kimi zaman tırmanırsınız, yamaçtan aşağı atlar, kaya merdivenlerden yukarı çıkar, çamura batarsınız, engelleri aşarak kâh burnunuzu tıkar kâh mis gibi kokan havayı soluyarak kalabalığın, çalılığın içinde kendimize yol açarak geçmeye çalışırsınız. Açık bir alandan bir ışık hüzmesi Boğaz’ı, Asya’yı ve gökyüzünü aydınlatırken, birkaç adım sonrasında mezbeleye dönmüş evlerin dizildiği ve bir dere yatağı gibi taşlarla kaplı çıkmaz sokakların kasvetli karanlığı görülür, taze ve gölgeli bir yeşillikten güneşte parlayan boğucu bir toz bulutuna, rengârenk ve gürültülü kavşaklardan insan sesinin asla duyulamayacağı oyuklara, hayallerimizi süsleyen ilahi Doğu’dan, hayal bile edilemeyecek kadar kirli, yakışıksız bir başka Doğu’ya kadar her şey burada karşınıza çıkabilir. Birkaç saatinizi burada geçirdikten sonra aklınız başınızdan gider. Eğer biri bize hiç beklemediğimiz bir anda İstanbul’u anlat derse, kafamızdaki düşünce fırtınasını dindirebilmek için elimizi alnımıza koymadan ona bir cevap veremeyiz. İstanbul Babil’dir, başka bir âlemdir, bir kaostur. Güzel midir? Harikuladedir! Çirkin midir? Tüyler ürpertici derecede hem de! Sevdiniz mi? Hem de nasıl, insanın aklını başından alır. Orada kalır mısınız? Kim bilir! Bir yıldızda yaşayıp yaşayamayacağını kim söyleyebilir ki? Kim buraya gelirse, evine heyecanlı, aklını başına toplamış, çok sevmiş, tiksinmiş, şaşırmış, hayrete düşmüş ve yavaş yavaş büyük bir bezginliğe dönüşen ve beyninde bir damar tıkanmış gibi karışıklık yaratan bir zihin bozukluğuyla döner. Burada çok hızlı yaşamış ve yaşlanmış gibi.

Pera’da Bir Sokak


Peki, bu canavar şehrin ahalisi nasıldır?

KÖPRÜ

İstanbul ahalisini yakından görebilmek için, Valide Sultan Cami’nin karşısında yer alan ve Galata’nın başından Haliç’in karşı kıyılarına kadar uzanan, dubaların üzerine oturmuş, çeyrek mil uzunluğundaki köprüye gitmek gerekir. Her iki kıyı da Rumeli yakasındadır ancak yine de köprünün Avrupa’yı Asya’ya bağladığı söylenebilir, çünkü bu topraklar Avrupa’da olsa da burayı çevreleyen Hristiyan mahallelerinin bile huyu suyu Asyalıdır. Nehir görünümündeki Altınboynuz iki dünyayı bir okyanus gibi birbirinden ayırır. Avrupa’da olup bitenlerin haberi Galata ve Pera sokaklarında hararetle ve tüm detayları ile tartışılırken diğer kıyıya ise uzaktan yansıyan bir eko gibi karışık ve eksik ulaşır. Batı’nın en önemli insanlarının ve olaylarının şöhreti sanki aşılamaz bir sınırı varmış gibi bir parça suyun ötesine geçemez ve günde beş yüz insanın geçtiği bu köprüden, on yılda bir fikir bile geçmez.

Eğer köprüde öylece durursanız bir saat içinde tüm İstanbul önünüzden geçer gider. Güneşin doğuşundan batışına kadar hiç durmadan birbiriyle karşılaşan ve birbirine karışan bitmez tükenmez bir insan selidir bu, öyle ki buradaki manzara Hindistan çarşıları, Nijniy Novgorod festivalleri ve Pekin bayramlarında bile yoktur.


Galata Köprüsü


Bir şeyi net görebilmek için köprünün belli bir kısmına gözleri dikip hep aynı yere bakmak gerekir, eğer gözleriniz orada burada dolaşırsa görüntü bulanıklaşır ve kafanız karışır. Mütemadiyen akan kalabalık her biri bir grubu temsil eden rengârenk koca dalgalar hâlinde geçer gider. Tipleriyle, kılık kıyafetleriyle, sosyal sınıflarıyla bu insanları zihninizde canlandırsanız da on dakikada ve yirmi adımda geçip giden insan kalabalığının masalsı karmaşası hakkında bir fikre sahip olamazsınız. Sırtlarındaki ağırlığın iki büklüm ettiği koşar adım yanımızdan geçip giden Türk hamalların yarattığı kalabalığın arkasından, Ermeni bir hanımefendinin dışarıdaki insanları dikizlediği fil dişi ve sedefli bir tahtırevan geçer ve bir tarafta beyaz pelerinine sarılmış bir bedevi bir tarafta açık mavi kaftanı ve müslini ile sarıklı bir ihtiyar Türk ve tam yanlarında; atıyla ve peşinde işlemeli ceket giymiş yaveriyle geçen genç bir Rum, onların önünde ise sırma ceketli vardacının arkasından gelen Avrupalı bir sefirin arabasına yol açmak için kenara çekilen külahlı ve deve kılı kaftanlı bir derviş vardır. Tüm bunlar sanki görünmez, yalnızca belirip sonra yok oluverir. Daha arkaya dönmeden, kendinizi astragan kalpaklı Acemlerin ortasında bulursunuz, onları geçince iki yandan yırtmaçlı, uzun, sarı elbisesiyle bir Yahudi, saçı başı dağılmış, sırtına bağladığı bez parçası ile bebeğini taşıyan bir çingene, elinde sopası ve dua kitabı ile Katolik bir papaz, Ermeni, Türk ve Rumlardan oluşan karışık bir kalabalığın ortasında “Açılın!” diye bağıran, çiçek ve kuş desenleri ile boyanmış, içinde beyaz başörtülü ve morlu, yeşilli feraceler giyinmiş harem cariyelerinin bulunduğu faytonu süren dev bir harem ağası, daha arkada Pera hastanelerinden birinde görevli bir rahibe, onu takip eden yanında maymunuyla Afrikalı bir köle ve hikâyeler anlatan falcı kılıklı biri karşınıza çıkıverir.


Galata Köprüsü Üstü


Bu şehrin doğal hâlidir, yalnızca buraya ilk defa gelen biri için tuhaf görünür çünkü birbirinden bu kadar farklı insan yan yana geçerken, tıpkı Londra’dakiler gibi kimse durup da birbirinin yüzüne bakmaz, herkes aceleyle birbirinin önünden geçip gider ve bu yüz tane yüz içinde bir tanesini bile gülerken göremezsiniz. Beyaz iç etekli ve kemerine asılı tabancası ile bir Arnavut, koyun derisinden bir kıyafet giymiş Tatar’ın yanından geçer, debdebeli eşeğine binen Türk yanında iki deveyle sallana sallana gider, on iki yaşlarında, Arap atına binmiş bir şehzadenin lalasının arkasından, bir Türk evinin eski püskü eşyalarını yüklenen bir araba tıngır mıngır ilerler, Müslüman yaya bir kadın, başörtülü bir köle, kafasında kırmızı bir şapkası ve omuzlara kadar inen örgüleriyle bir Rum kadın, başında siyah faldettasıyla bir Maltalı, antik Yehuda kostümlü bir Yahudi, boynuna renkli bir Kahire şalı dolayan siyahi bir kadın, cenaze törenindeymiş gibi baştan aşağı siyah giyinmiş Trabzonlu bir Ermeni olmak üzere tüm bu kadınlar sanki her biri kendini göstermek için buraya gelmişçesine birbiri ardına dizilir öyle yoldan geçerler. İşte bu güçlükle takip edilebilen ve büyük bir hızla mütemadiyen bir araya gelip sonra tekrar dağılan yanardöner bir din ve ırk mozaiğidir. Ayaklar dışında hiçbir şeye bakmayarak gözlerinizi köprünün tahta döşemelerine sabitlemek pek güzeldir: Adem’in ayakkabılarından, Paris’in son moda çizmelerine kadar dünyanın bütün ayakkabıları buradan geçmiştir.


Galatalı Sırık Hamalları


Türklerin sarı, Ermenilerin yeşil, Rumların turkuaz, Yahudilerin siyah pabuçları, çarıklar, Türkistan botları, Arnavut tozlukları, açık ayakkabılar, Anadolu süvarilerin rengârenk paçalıkları, altın işlemeli terlikler, İspanyol espadriller, saten, ipli, bezli ayakkabılar, takunyalar o kadar çoklardır ki birine bakarken diğer yüz tanesini kaçırırsınız. Eğer dikkatli hareket etmezseniz, her an düşebilirsiniz. Bazen sırtında devasa bir şişe ile bir saka, bazen atın sırtında Rus bir hanımefendi, bazen taarruza gidiyorlarmışçasına mühimmatlı giyinmiş imparatorluk askerleri mangası, bazen büyük mal balyalarını astıkları uzun çubukları omuzlarına geçirmiş Ermeni hamallardan oluşan bir güruh, bazen vapurlara binmek için köprünün bir sağından bir solundan fırlayan Türkler hızlıca yanınızdan geçip giderler. Arada sırada kulağa çarpan ve gürültü ile ayak seslerine karıştığı için çok da anlaşılmayan bazı İtalyanca ve Fransızca kelimeler zifiri karanlıkta parlayan noktalar gibi bir etki yaratır. Bu kalabalığın içinde en çok göze çarpan ağır ağır, üçlü ya da beşli gruplar hâlinde gezinen, Napolyon’nun muhafızları gibi eski kürklü kalpaklar takan, uzun siyah kaftanlar giyen, kemerlerinde bir hançer, göğüslerinin üzerinde gümüş fişeklerle dolaşan, sakallı, elleri Rus kanına bulanmış, İstanbul’a kendi kızını ya da kız kardeşini satmak için gelmiş gibi görünen soyguncu tipli Çerkezlerdir. Bizanslı din adamlarını andıran kostümleri ve başlarında sırma işlemeli bir şala sarılmış Süryaniler, kaba işlemeli papaz elbisesi ve kürklü başlıklarıyla Bulgarlar, deri kasket ve metalik kemerin belini sıkıca sardığı tunikleriyle Gürcüler, baştan aşağı püsküller, işlemeler ve parlak düğmelerle bezeli kıyafetlerine sarılmış Ege adalarından gelen Yunanlılar da buradadır. Kalabalık ara sıra azalırmış gibi görünür ancak hemen sonrasında başka bir kalabalık akın eder, kırmızı fes ve beyaz sarıklar arasında silindirik şapkalar, şemsiyeler ve Avrupai hanımefendilerin ehram stili saçları bu Müslüman seli arasında akıntıya kapılmış gibi görünür. Halkın din seçimi konusundaki çeşitliliği insanı hayrete düşürecek seviyededir. Ermeni bir rahibin dalgalanan siyah örtüsü, bir Fransisken rahibinin parlayan kel kafası ve bir ulemanın yeniçeri usulü sarığı, beyaz mintanlı imamlar, başlıklı rahibeler, Osmanlı ordusunda görevli yeşil giyinmiş kılıçlı imamlar, Domeniken rahipleri, boyunlarında tılsımlar asılı Mekke’den dönen hacılar, cizvitler ve dervişler hepsi bir aradadır ve gerçekten çok tuhaftır ki bu dervişler camilerde günahlarının bağışlanması için kendini parçalarken, köprüden güneşten korunmak için şemsiye ile geçerler. Pür dikkat olunursa bu karışıklığın içinde binlerce eğlenceli ayrıntı gözlenebilir. Hanımının içinde olduğu arabaya dikkatlice bakan bir Hristiyan serseriye gözlerini diken bir harem ağası, bir paşanın oğluna kuyruk sallayan, eldivenli, takıp takıştırmış, son moda giyimli Fransız bir koket, Peralı bir hanımın elbisesini rahatça süzebilmek için başörtüsünü düzeltiyormuş gibi yapan İstanbullu bir hanım, merasim üniformasıyla köprünün ortasında dikilen iki eliyle burnunu sıkıp, kime denk gelirse tüyleri diken diken edecek şekilde sümküren süvari çavuşu, gözündeki hastalığını yüzüne doğru yaptığı bir hokus pokus hareketi ile tedavi edeceğine inandırarak fakirin tekinin tüm parasını elinden alan bir şarlatan, aynı gün oraya gelen Asyalı bir ayaktakımının ortasında kaybolmuş genç ve yaşlı yolculardan oluşan bir aile: anneler feryat eden çocuklarına ulaşmaya çalışırken erkekler yol açmak için itişip kakışırlar. Develer, atlar, tahtırevanlar, arabalar, öküzler, yük arabaları, yuvarlanan variller, ayakları kan revan içinde kalan eşekler ve uyuz köpekler kalabalığı ikiye bölüp ortasından tek ve uzun bir sıra hâlinde giderler. Bazen, görkemli atlı arabasına kurulmuş, peşinde onu yaya takip eden hizmetlisi, muhafızı ve zenci kölesiyle kudretli bir paşa geçer, tüm Türkler ellerini alınlarına ya da göğüslerine koyarak onu selamlarlar ve acuze Müslüman dilenciler başları örtülü göğsü bağrı açık hâlde sadaka istemek için arabanın camlarına atılırlar. Görev başında olmayan harem ağaları, ikisi, üçü, beşi birlikte, grup hâlinde geçerler, ağızlarında sigaları, uzun bacakları, siyah bol kıyafetleri ve şişman vücutları ile onları diğerlerinden ayırt etmek mümkündür. Erkek gibi yeşil şalvar, pembe ya da sarı cepken giymiş küçük güzel Türk kızları kınalı küçük elleriyle yolu açarak kedi çevikliği ile oradan oraya koşarlar. Yaldızlı kutuları ile ayakkabı parlatıcıları, ellerinde küçük bir tabure ve leğen ile berberler, sakalar ve şerbetçiler kalabalığın her yerinden fırlayarak Rumca ve Türkçe bağırır dururlar. Her adımda pırıl pırıl askerî üniformalı birine rastlanır: fesli, kırmızı pantolonlu, göğsünde armalarıyla zabitler, ordu generalleri gibi gösterişli saray seyisleri, kemerlerinde silah taşıyan jandarmalar, dev pantolonlarıyla Hotando Venüsü’nü andıran zeybekler ya da sivil askerler, beyaz uzun sorguçlu kaskları ve rütbe şeridi ile kaplı göğüsleri ile padişah muhafızları, ellerinde kelepçe ile volta atan zaptiyeler, ah o İstanbul’un zaptiyeleri! Eskiler onların Atlantik Okyanusu’na kadar her yeri disiplin altında tutabilecekleri söylerler. Sanki bir seyyar çarşısıymış gibi ne var ne yok üzerine geçirmiş olan halk ile üzerinde doğru düzgün bir kıyafet olmayan neredeyse anadan doğma dolaşan halk arasında oldukça tuhaf bir kontrast vardır. Sadece çıplaklık bile başlı başına hayrete düşürür insanı. Arnavutların süt beyaz teninden orta Afrika’nın kapkara rengine ve Darfur’un mavimsi siyah rengine kadar insan teninin her rengini, dokununca bronz bir vazo gibi çınlayacakmış ya da kuru bir toprakmışçasına parçalanacakmış gibi duran göğüsleri, yağlı, taş ve odun gibi semsert, bir yaban domuzuna aitmiş gibi kıllı sırtları, mavi ve kırmızıya boyalı, güllü dallı şekiller, Kur’an’dan ayetler, koca koca tekneler ve ortasından oklar geçen kalp dövmeleriyle kaplı kolları burada görebilirsiniz. Ama tabii ki köprüye ilk defa geliyorsanız tüm bu detayları ilk bakışta fark edemezsiniz. Siz bu boyalı kollara bakar dururken, rehberiniz size yanınızdan bir Sır-pın, bir Karadağlının bir Vlahlının, bir Ukrayna Kazak’ının, bir Don Kazak’ının, bir Mısırlının, bir Tunuslunun ya da bir İmereti prensinin geçtiğini söyleyebilir. Tüm bu insanların nereli olduğunu anlayabilmeniz için çok az vaktiniz vardır. Bu İstanbul’un her zamanki hâlidir: üç kıtanın başkenti ve yirmi memleketin kraliçesi. Ancak bu fikir bile tüm bu ihtişamın sebebi olmaya yetmez, eski kıtayı perişan eden büyük felaketler yüzünden yolları kesişen göç akımlarını düşünün. Ancak uzman bir göz bu görkemli denizde yüzünden ya da kıyafetinden Karaman, Anadolu, Kıbrıs, Kandiye, Şam ve Kudüs’ten gelenleri birbirinden ayırabilir. Dürzüyü, Kürdü, Maruniyi, Hırvatı, Pomakı ve Nil’den Tuna’ya, Fırat’tan Adriyatik’e kadar yayılan coğrafyadaki sayısız toplumun sayısız özelliklerini bilir. Güzeli arayan da çirkini arayan da arzularına yanıt verecek en eşsiz cevapları burada eşit şekilde bulur: Raffaello burada kendinden geçerdi ve Rembrandt saçını başını yolabilirdi. Yunanistan’ın ve Kafkas ırklarının el değmemiş saf güzelliği burada basık burunlara ezik kafalara karışır; tam yanınızdan kraliçeler de geçer suratsızlar da, boyalı yüzler de hastalıktan yaralardan deforme olmuş yüzler de, dev gibi büyük ayaklar da ele benzeyen küçücük Çerkez ayakları da, devasa hamallar, şişko Türkler de iskelet gibi bir deri bir kemik kalmış, insanda acıma ve merhamet hissi uyandıran siyahiler de geçer; münzevi hayatın, hazzın kötüye kullanılmasının, gece gündüz dişini tırnağına takarak çalışmanın, her yerde hükmü geçen zenginliğin ve öldüren fakirliğin yani hayatın dünyadaki en tuhaf yönleri buradadır. Kıyafetlerin çeşitliliği ise insan çeşitliliği ile mukayese edilemeyecek kadar muazzam bir büyüklüktedir. Renk konusunda takıntılı biri burada deliye döner. Aynı kıyafeti giymiş iki insanı asla bulamazsınız, yoktur. Başın etrafına sarılmış şallar, vahşilerin kafasında bandajlar, paçavradan yapılmış taçlar, çizgili ve kareli gömlekler, palyaço kıyafetini andıran iç etekler, kalçalardan koltuk altlarına kadar yükselen bıçaklı kuşaklar, şalvar tipi pantolonlar, yarım pantolonlar, etekler, togaslar, ihramlar, yerlere sürünen çarşaflar, kakım kürküyle süslü elbiseler, altından yapılmış zırhlara benzeyen yelekler, geniş ve sarkık yenler, ruhban giysileri, kadın gibi giyinmiş erkekler, erkeklere benzeyen kadınlar, prensleri andıran dilenci kılıklılar, paçavralar içinde bile bir şıklık, bir renk çılgınlığı, bir püskül, fiyonk, fırfır bolluğu vardır ve sanırsınız ki evrendeki tüm bitpazarları dev bir akıl hastanesine kurulmuş ve burada maskeli bir balo veriliyor. Bu devasa kalabalıktan çıkan boğuk uğultunun üstünde, her dilden gazeteleri yüklenmiş Rum gençlerinin tiz çığlıkları, hamal sürülerinin feryatları, Türk kadınlarının tiz kahkahaları, harem ağalarının çocuksu sesleri, Kur’an’dan ayetler okuyan körlerin falsetto trilleri, sallanan köprünün kasvetli gürültüsü, ıslıklar ve rüzgârının zaman zaman kalabalığın üzerine birkaç dakika boyunca kimsenin kimseyi göremediği dumanı götürdüğü yüzlerce buharlı geminin çanları duyulur. Bu maskeli balo ahalisi, Boğaziçi köylerine ya da Haliç’in mahallelerine ulaşmak için dakikada bir kalkan Üsküdar vapurlarına biner, tüm İstanbul’a yayılır: pazarlara, camilere, Fener ve Balat köylerine varır, Marmara Denizi’nin en uzak mahallelerine kadar ulaşır, Avrupa Yakası’nda sağda sultanın sarayına solda Pera’nın öteki mahallelerine saptıktan sonra tepelerin yamaçları boyunca kıvrıla kıvrıla giden sayısız daracık yolu izleyerek yine köprüye dönerler, böylece Asya ile Avrupa’yı on semt ile yüz mahalleyi düşününce insanı dehşete uğratacak seviyede bir entrika ve gizem ağı sarar. Bu manzaranın insana neşe vereceği düşünülebilir. Ancak bilin ki bu doğru değil. O ilk merak geçtikten sonra, şenlikli renkler solmaya başlar: artık önünüzden geçip giden büyük bir karnaval alayı değil; tüm sefaleti, çılgınlığı, inançlarının ve yasalarının uyumsuzluğu ile geçip giden insan yığınıdır, çürümüş halklar ve umutsuz ırklar için bir tavaftır, yardıma koşulması gereken talihsizlikler, temizlenmesi gereken utançlar ve kırılması gereken zincirler silsilesidir, kanla yazılmış ve kanla yok olacak korkunç sorunlar çöplüğüdür ve bu devasa karışıklık insana sıkıntı verir. Hemen sonra merak duygusu tüm bu sonsuz çeşitlilikteki tuhaf şeylerden tatmin olarak körelir. İnsan ruhunda ne çok çalkantı oluyor işte! Köprüye varışımdan itibaren on beş dakika bile geçmemişti daha, köprünün parapetlerine yaslanmıştım, bir kurşun kalem ile dikkatsizce bir parça karalıyor, bir yandan esniyorken içimden Madam de Stael’in şu ünlü sözünde ne çok doğruluk payı var diye düşünüyordum: “Seyahat etmek zevklerin en hüzünlüsüdür.”


₺34,42
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
Hacim:
72 s. 120 illüstrasyon
ISBN:
978-605-121-800-7
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu