Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «İstanbul», sayfa 6

Yazı tipi:

Kapalıçarşı’da Kumaş Satıcıları


Bu düşüncelerden kaçabilmek için, Çubukçular Çarşısı’na girmekten başka çare yoktur. Burada hayal gücü daha yalın arzulara indirgenir. Yasemin, kiraz ağacı, akçaağaç ve gülden sipsiler, Baltık Denizi’nden gelen; kristal gibi pürüzsüz ve parlak, sayısız renk tonu; şeffaf, yakut ve elmaslarla süslenmiş sarı kehribar rengi sigara ağızlıkları, altın ve ipek ipliklerle bezeli marpuçları ile Sezar ağızlıklar, Lübnan’dan gelen, renk renk nakışlı tütün keseleri, gümüş ve çelikten, antik güzel formlarda, hareli, işlenmiş, değerli taşlarla süslü, yaldızlarla ve halkalarla parıldayan Fas marpuçları ile meraklı müşterinin bakmak için yaklaştığı sırada satıcısının gözlerinin fal taşı gibi açıldığı, eğer müşterisi Anadolu’nun bir şehrinde birkaç yıl harcamamışsa, bir paşa ya da vezir değilse dudak büktüğü bohem kristal nargileleri bulunur. Buraya bir şeyler almaya sadece yumuşak başlı vezire minnet göstermek isteyen Hanım Sultan’ın elçisi ya da sarayda yeni bir terfi alan ve bu görev nedeniyle sadece görünüşü için bir çubukluğa elli bin lira saymak zorunda kalan mevki sahibi veya Avrupa hükümdarına eşsiz bir İstanbul hatırası götürmek isteyen bir sefir gelir. Mütevazı Türk yalnızca hüzünlü bakışlar atar ve durmadan ilerler ve kendini teselli etmek için peygamberin cümlesini aklına getirir: “Kim ki altın ya da gümüş çubuk tüttürecek olursa o kişinin karnında cehennem ateşi deve anırması gibi inleyecektir.”

Itriyatçılar Çarşısı’na girince insanın etrafını baştan çıkarıcı kokular sarar ve bu kokular tamamen Doğu’ya özgü ve hoşlandığı şeyleri “kadınlar, çocuklar ve kokular” olarak ifade eden peygamberin en sevdiği şeylerden biridir. Burada öpücüklere koku katan sarayın meşhur pestilleri, Müslüman kadınların diş etleri kuvvetlensin diye Sakız Adası’nın güçlü kuvvetli kız çocuklarının sakız ağaçlarından toplayıp gönderdikleri sakızlar; enfes bergamot ve yasemin esansları, altın işlemeli kadife kılıflarda saklanan ve fiyatı insana dudak ısırtan güçlü gül esansları, kaşlar için rastıklar, gözler için sürmeler, tırnaklar için kınalar, Süryani güzellerin ciltlerini yumuşatan sabunlar, erkeksi Çerkez kadınlarının yüzlerindeki kılları dökmek için kullandıkları haplar, sedir ve portakal suları, yosun keseleri, sandal yağı, esmer amber, fincanları ve çubukları mis kokutan sarı amber, her biri birtakım tuhaf isimle anılan ve alıcısı ya da kullanımı tarifsiz, bir aşk hevesini, baştan çıkarma amacını, saf istek duygusunu temsil eden, bir araya geldiklerinde şehvetli ve keskin bir koku yayan, kendinden geçmiş iri gözler, okşanan parmaklar, yumuşak bir nefes ve öpücükleri ile iç çekişleri hissettiren sayısız toz, su ve merhem vardır.



Tüm bu hayaller karanlık ve ıssız bir sokakta, sefil görünümlü dükkânlarla çevrelenmiş, içinde muhteşem hazinelerin saklı olduğuna kimsenin inanamayacağı kuyumcular çarşısına girince yok oluverir. Mücevherler meşe ağacından yapılmış, halkalı ve demir zırhlı kutularda saklanır ve tüccarların bakışları altında, dükkânın önünde satılır: bu tüccarlar uzun sakallı ve sanki cebinize girip cüzdanınızdakileri sayıyormuş gibi dik bakışlar atan yaşlı Türkler ve yaşlı Ermenilerdir. Kimisi tam siz yanlarından geçerken karşınıza dikilir, önce gözlerini gözlerinize diker ve sonra fevri bir hareketle bir Golcondo elmasını, bir Ormus safirini ya da bir Giamscid yakutunu yüzünüze doğrultur, eğer yüzünüzde negatif bir işaret belirirse de aynı hızla kendini geri çeker. Kimisi de etrafı yavaş yavaş turlar ve yolun tam ortasında sizi durdurur ve etrafı şüpheyle süzdükten sonra göğsünden pis bir paçavra çıkarır ve anlatmaya başlar: Bir yandan size Brezilya’dan güzel bir topaz, Makedonya’dan güzel bir firuze gösterirken bir yandan da sizi yoldan çıkarmak için şeytani bakışlarını üzerinizde gezdirir. Kimileri de tek bir bakışıyla değerli taşlardan birini alıp almayacağınızı anlar ve size bir şey göstermeye tenezzül etmez. Şayet sizde bir Karun havası yoksa ya da yüzünüz bir azize benzemiyorsa, o kutuları açmaya yeltenmezler bile. Opal kolyeler, çiçekli ve yıldızlı zümrütler, Ofir incirleriyle çevrili hilaller ve taçlar, deniz yeşili zümrüt, zebercet, yıldız taşı, akik, lal taşı ve lacivert taşından oluşan göz kamaştırıcı yığınlar beş parasızların meraklı gözlerinden ve özellikle de İtalyan yazarlardan amansızca saklanır. Burada en fazla, yoğun işlerinizde verdiğiniz molaları değerlendirmek için Türklerin yaptığı gibi parmaklarınızın arasında dolaştırabileceğiniz, amber, sandal ya da mercandan yapılan tespihlerin fiyatını sorma riskine girebilirsiniz.

Eğlenip oyalanmak için her bütçeye uygun kumaşlar satan Frenk dükkânlarına girmek gerekir. Siz içeri girer girmez, etrafınızı nereden geldiğini anlayamadığınız insanlar sarar. Yalnızca tek bir kişiyle konuşabilmek asla mümkün değildir. Her zaman tüccarların, ortaklarının, simsarların, çırakların oluşturduğu altı yedi kişilik bir kalabalığın ortasında kalırsınız. Şayet birinden kurtulursanız, hemen bir diğeri sizi yakalayıverir: burada kötü sondan kaçmanın hiçbir yolunu bulamazsınız. Mallarını satabilmek için nasıl bir beceriyle, sabırla, inatla ve şeytani oyunlarla uğraştıklarını anlatmaya kelimeler yetmez. Çok kabarık bir fiyat isterler, üçte birini teklif edersiniz ya bıkmış bir ifadeyle kollarını yana bırakırlar ya umutsuzca ellerini alınlarına koyarlar ya da hiç cevap bile vermezler veya kalbinize dokunmak için bir okyanus dolusu kelime döküverirler önünüze: Siz ne de zalim bir insansınız, dükkânı kapattırmak mı istiyorsunuz tüccara? Kazandıkları üç kuruşu kaybetsinler de fakir olsunlar mı istiyorsunuz? Çocukları da mı hiç düşünmüyorsunuz? Bu kadar kötü davranışı ne yaptılar da hakettiler. Size bir malın fiyatını söylerken, yan dükkânın simsarı size yaklaşır ve kulağınıza fısıldar: “Aman alayım demeyin, sizi kazıklıyolar.” Siz de samimi olduklarını sanırsınız oysa onlar tüccarla iş birliği içindedirler, güveninizi kazanabilmek adına şal için sizi kazıkladıklarını söylerler ve üzerinden bir dakika geçmeden şal yerine kilimi almanızı tavsiye ederler. Siz kumaşları incelerken, onlar kaş göz, el kol hareketleri, dirsek dürtmeler yarım yamalak kelimelerle aralarında anlaşırlar. Eğer Yunanca biliyorsanız, Türkçe konuşurlar, eğer Türkçe biliyorsanız Ermenice konuşurlar, eğer Ermenice biliyorsanız İspanyolca konuşurlar velhasıl her durumda aralarında anlaşmanın bir yolunu bulurlar. Eğer inat eder de hiçbir şey almazsanız, sizi yağlayıp ballamaya başlarlar: dillerini ne kadar iyi konuştuğunuzu, ne kadar efendi, aklı başında biri olduğunuzu, bıraktığınız iyi izlenimi asla unutamayacaklarını söylerler, memleketinizden bahsederler, bir zamanlar orada bulunduklarını anlatırlar zaten gitmedikleri yer görmedikleri şehir kalmamıştır, size kahve yaparlar, giderken size gümrüğe kadar eşlik etmeyi teklif ederler, sizi kötüye kullanacaklarından korktukları içindir sözde, oysa niyetleri sizi ve varsa yol arkadaşlarınızı kumpasa düşürmektir, tüm dükkânı altüst eder, tüm malları önünüze sererler, şayet bir şey almayacak olursanız da kırılmaz, surat asmazlar: nasıl olsa bugün olmasa bile başka bir gün illa bir şey alacağınızı düşünürler, elbet yine çarşıya yolunuz düşecek, av köpekleri sizi mutlaka tanıyacaktır, onların eline düşmeseniz bile mutlaka bir ortaklarının eline düşersiniz, tüccar olarak derinizi yüzemedilerse, simsar olur yine yüzerler, dükkânda canınıza okuyamadılarsa, gümrükte işlerini göreceklerdir: asla sonunda başarısız olmazlar. Nasıl bir toplumdan geliyor bu insanlar? Kimse anlamaz. Farklı farklı dilleri konuşmaktan kendi yerel şivelerini kaybetmişlerdir, sürekli başka biriymiş gibi rol yaptıkları için kendi ırklarının fizyolojik görünümünü de değiştirmişlerdir; nereli olmaları istenirse o milletten olurlar, hangi mesleği icra etmeleri gerekirse o mesleği icra ederler, tercüman, rehber, tüccar, tefeci hepsini bir bir olurlar, her şeyden öte otlanmak sanatını dünya üzerinde en iyi yapan eşsiz sanatçılardır bunlar.

Müslüman tüccarlar hiç de farklı bir izlenim sergilemezler. Aralarında; Bayezid ve Fatih zamanının ete kemiğe bürünmüş hâli olan Türk ihtiyarlar vardır, ancak onlara nadir rastlarsınız. Bunlar Mahmut’un reformları ile ilk çöküşlerini yaşamışlardır; günden güne çökmekte ve değişmektedirler. Cami kubbesi şeklindeki devasa eski sarıkları ile Süleyman zamanından kalma bu ihtiyarları görebilmek için Kapalıçarşı’ya gelmeniz ve bakışlarınızı daracık sokakların en tenha köşelerindeki dükkânların karanlık noktalarına dikmeniz gerekir; dükkânlarda ifadesiz suratlar, cam gibi kırpılmayan gözler, çengelli burunlar, uzun beyaz sakallar, antik turuncu ve mor kaftanlar, belinde koca kuşaklarla kat kat kıvrılmış bol şalvarlar, kibirli ve aynı zamanda kederli davranışlar, afyondan kızaran ve ateşli bir inançla aydınlanan yüzler görürsünüz. Nişlerin dibinde kolları çapraz, bağdaş kurup put gibi hareketsiz oturarak ağızlarından tek bir kelime çıkmadan kaderlerine yazılan müşterileri beklerler. İşler yolunda giderse, mırıldanırlar: “Maazallah! Allah’ım sana şükürler olsun!” eğer işler kötü giderse “Olsun! Öyle olsun.” der ve pes eder şekilde kafalarını eğerler. Kimisi Kur’an okur, kimisi Allah’ın doksan dokuz ismini dikkatsizce mırıldanarak tespihin boncuklarını parmaklarının arasında gezdirir durur, kimisi de işinde gücündedir, nargilelerini içerler, şehvetli bakışlarını ağır ağır etrafında gezdirirler, gözlerinden uyku akar, kimisi de sanki derin bir düşünceye dalmış gibi alnını kırıştırır ve gözlerini kısar. Ne düşünüyorlardır kim bilir? Belki Sivastopol surları arasında can veren çocuklarını, dağılmış kervanlarını, kaybolan umutlarını ya da peygamberin vadettiği, hurma ağaçları ve lal ağaçları gölgesinde, ne bir insana ne de bir canlıya asla saygısızlık etmeyen siyah gözlü bakirelerle evlendikleri cennet bahçelerini düşünüyorlardır. Hepsinde tuhaf bir yön vardır, hepsi resmedilmeye değecek kadar çarpıcıdır, her dükkân heyecan ve macera dolu bir resmin çerçevesidir. Şuradaki kuru ve esmer adam mücevher ve kaymak taşı yüklediği develerini kendi vatanının topraklarından bizzat getiren ve gelirken çöl soyguncularının attığı mermilerin kulağını defalarca sıyırdığı bir Arap’tır. Sarı sarıklı ve efendi görünümlü bir diğeri Sur ve Sayda ipeklerini getirmek için Suriye’nin tenha topraklarını tek başına atıyla katetmiştir. Eski bir Acem şalı ile şapkasını sarmış, alnında büyücülerin onu ölümden kurtarmak için açtıkları yaraları olan ve Teb’deki büyük heykellere ya da piramitlerin tepelerine bakıyormuş gibi kafası hep dimdik duran şu zenci Nubia’dan gelmiştir. Solgun yüzlü, siyah gözlü, beyaz bir cüppe giymiş şu yakışıklı Faslı ise ipek pelerinleri ve halılarını Atlas dağlarının batı yamaçlarından taşımıştır. Yeşil sarıklı Türk, hacca daha bu yıl gitmiş, Anadolu’nun uçsuz bucaksız ovalarının tam ortasında susuzluktan ölen arkadaşları ve akrabalarını gördükten sonra, ölmek üzereyken Mekke’ye varmış, sürüne sürüne Kâbe’yi yedi kez tavaf etmiş, Hacerü’l-esved’i öpücüklere boğarken bayılarak yere düşmüştür. Beyaz yüzlü, kemer kaşlı, şimşek gözlü bir tüccardan çok bir savaşçıyı andıran şu iri yarı hırs ve gurur abidesi, kürklerini gençliğinde birden fazla Kazak’ın kellesini uçurduğu Kafkasya’nın kuzey bölgelerinden getirmiştir. Basık yüzlü, küçük ve eğik gözlü, bir atlet gibi kaba ve tıknaz gariban yün tüccarı daha yakın zamanda Timurlenk’in türbesini koruyan devasa kubbenin gölgesi altında duasını etmiştir: Semerkând’dan yola çıkıp dev Buhara çöllerini aşmış, Türkmen ordularının arasından geçmiş, Çerkez kurşunlarından kaçmış, Trabzon camilerinde Allah diye şükretmiş ve yaşlandığında daima kalbinde taşıdığı Tataristan’a geri dönmek üzere şansını aramak için İstanbul’a gelmiştir.


Kavaflar Çarşısı


En göz alıcı çarşılardan biri de ayakkabıcılar çarşısıdır ve burası belki de çarşının en kalabalık yerlerinin başında gelir. Sokağa sanki bir kraliyet sarayı ya da Arap efsanelerindeki incilerden çiçekler ve altın yapraklı ağaçları olan bahçe havası veren iki sıra ışıltılı dükkân vardır. Burada Avrupa ve Asya saraylarındaki tüm ayaklara göre bir ayakkabı vardır. Duvarlar, kadife, deri, brokar, saten kumaştan en keskin renklerden ve en farklı modellerden oluşan, telkari ile süslenmiş, payetlerle çevrelenmiş, ipek ve kuğu tüyü püsküller ile işlenmiş, altından ya da gümüşten çiçekler ve yıldız desenleri ile dolu, kumaşın görünmesine izin vermeyecek kadar karmaşık işlemelerle ve yanıp sönen zümrüt ve safir ile sarılmış terliklerle doludur. Kayıkçıların hanımlarına da sultanın hanımlarına da burada bir çifti beş liradan bin liraya kadar pek çok çeşit terlik, Pera’nın çakıllı yollarından yürümeye müsait deri ayakkabılar, harem halıları üzerinde kayabilen pabuçlar, hünkâr hamamların mermerleri üzerinde yankılanan takunyalar, paşanın alevli dudaklarının çivilendiği beyaz satenden hanım terlikleri, sultanın yatağının yanındaki güzel bir Gürcü kızının uyanmasını bekleyen bir çift incili terlik, hepsi buradadır. Ama hangi ayaklar bu pabuçların içine sığabilir ki? İçlerinde perilerin ya da hurilerin ayaklarına göre hazırlanmış gibi duran pabuçlar bulunur, zambak yaprağı gibi uzun, bir gül yaprağı kadar geniş, tüm Endülüs hanımlarını umutsuzluğa düşürerek hayallere daldıracak kadar küçük olanlar, sanki pabuç değil de yalnızca masanın üzerinde seyretmelik bir mücevher, bir şekerlik ya da aşk mektuplarının saklanacağı bir kutu gibi görünenleri vardır, bir çiftini elinize alıp en az bir ay boyunca sevip okşamadan bunların içine bir ayağın gireceğini hayal edemezsiniz. Bu çarşı yabancıların en çok uğradığı yerlerden biridir. Burada sık sık genç Avrupalılara rastlanır: Ellerinde bir hanımın ayak ölçüsü yazılı kâğıtlarla dolanan Fransız ya da İtalyan gençler göz koydukları bazı pabuçların ellerindeki ölçüden daha küçük olduğunu öğrenince şaşırır kalırlar, moralleri bozulur, kimisi de fiyatı öğrenince anında toz olur. Burada da sıklıkla Müslüman kadınlar, geniş beyaz başörtülü hanımlar dolaşır, genellikle istedikleri fiyatı elde etmek için satıcılarla uzun diyaloglara girerler, güzel dillerinin harmonik kelimelerini kulağı sanki bir mandolanın sesiymiş gibi okşayan tatlı ve net bir sesle telaffuz ederler: “Bunu kaça verirsin?” “Bu ne kadar?” “Pahalı.” “Çok pahalı.” “Daha fazlasını vermem.” “Daha fazlasını ödemem.” Sonra yaramaz bir kız çocuğu gibi insanda yanağından makas alma arzusu uyandıran çocukça ve şen bir kahkaha atarlar.


Silah Çarşısı


En zengin ve en renkli çarşılardan biri de silahlar çarşısıdır. Aslında burası bir çarşıdan çok hazinelerle dolup taşan, insanın aklına birtakım efsaneleri ve hikâyeleri getiren görüntülerle dolu ve inanılmaz bir merak duygusu uyandıran bir müze gibidir. Burada, Mekke’den Tuna’ya kadar olan İslam savunmasında kullanılmış, sanki Yavuz Selim ve Muhammed Peygamber’in ateşli askerlerinin elinden daha şimdi alınmış gibi duran kılıçlar, Anadolu’dan Avrupa’ya kadar kesilmiş başlar ve parçalanmış organlar saçan o yenilmez sultanların, cengâver yeniçerilerin, sipahilerin, azapların ve silahtarların kan çanağına dönmüş gözlerinde parlıyormuş hissi veren en tuhaf, en tüyler ürpertici silahlar bulunur. Havadaki kuş tüylerini bile parçalayabilen, küstah elçilerin kulaklarını uçuran meşhur palalar, tek bir hamlesiyle insanın kafatasını parçalayıp kalbe kadar inen ağır hançerler, Sırp ve Macar miğferlerini ezen topuzlar, bıçağının üzerinde hâlâ kesilen kafaların sayısını gösteren çeltiklerin yer aldığı, sapı fil dişi kakmalı, ametist ve yakutla süslü yatağanlar, gümüş, kadife ya da saten kılıflı, akik ya da fil dişi kulplu, işlemelerle, mercan ve turkuazlarla süslenmiş, Kur’an’dan ayetlerin altından harflerle dokunduğu, kavisli ve eğri bıçağı sanki saplanacak bir kalbi arıyormuş gibi duran hançerler bulunur. Kim bilir belki de bu karmaşık ve korkunç cephanede Orhan Gazi’nin palası, savaşçı derviş Abd-El-Murad’ın güçlü kolları ile tek hamlede kafaları uçurduğu ahşap kılıç ya da Sultan Musa’nın Hassan’ı omzundan kalbine kadar parçaladığı ünlü yatağan, İstanbul surlarına ilk merdiveni dayayan Bulgar devinin devasa kılıcı, II. Mehmed’in Ayasofya’nın tonozları altında yağmacı bir askeri öldürdüğü yarasa, İskender’in surların altındaki Firuz Bey’i ikiye ayıran büyük kılıcı bile vardır. Burası Osmanlı tarihinin en korkunç kılıç darbelerini ve en korkunç katliamlarını akla getirir ve özellikle de bu bıçakların üzerinde hâlâ bu kanların durduğunu, şu dükkânlardaki ihtiyar Türklerin katliamın yapıldığı yerden cesetleri ve silahları bizzat topladığını ve her bir köşesi dağılmış iskeletleri karanlık bir köşede sakladığını sanırsınız. Silahların ortasında hilaller ile işlenmiş kırmızı ve mavi kadifeden eyerler, altın ve inciden yapılma yıldızlar, tüylerle süslü at koşumları, gümüşten gemler ve görkemli taht çuhalarına benzeyen örtüler vardır: Bir peri padişahının hayallerini süsleyen şehre girişi için kullanılan, Binbir Gece Masalları’ndan alınmış at koşum ve giysileridir sanki. Tüm bu hazinelerin en üstünde, duvarlarda çarklı misket tüfekleri, büyük Arnavut tabancaları, mücevher gibi işlenmiş uzun namlulu Arap tüfekleri, kaplumbağa kabuğundan ve su aygırı derisinden yapılma antik kalkanlar, Çerkez zırhları, Kazak kalkanları, Moğol miğferleri, Türk yayları, cellatların satırları ve her biri bir suçu ifşa edercesine duran ve saplandığı kişinin acı ile kıvranışlarını akla getiren bıçaklar asılıdır. Bu tehditkâr ve görkemli malzemelerin tam ortasında Kapalıçarşı’nın çoğu kasvetli, kederli, sultanlar gibi bir başına ve mağrur, Hicret vaktinden gelmişler gibi giyinmiş ve yozlaşmış torunlarına atalarının hâl ve hareketlerini hatırlatmak için mezarından çıkıp gelmiş gibi duran ve Türk oldukları ayan beyan ortada tüccarlar bağdaş kurmuş otururlar.



Görülmesi gereken bir başka pazar bitpazarıdır. Eğer görebilseydi Rembrandt kesinlikle burada yaşamak isterdi ve Goya son kuruşunu burada harcardı. Hayatında hiç Doğu işi bir eskici dükkânı görmemiş biri buradaki çeşit çeşit paçavraları, renk karnavalını, kontrastların ironisini, bir zamanların hem gösteri havasında hem de barbar görünümlü kıyafetlerinin nasıl bir manzara oluşturduğunu hayal edemez; haremlerden, kışlalardan, saraylardan, tiyatrolardan gelen paçavraların hemen hepsi buraya yığılırlar ve kendilerini resmedecek bir ressamın ya da bir dilencinin gelip de onları gün ışığına çıkarmasını beklerler. Surların içindeki uzun duvarlara hepsi sanki bir hançerle delik deşik edilmiş gibi yırtık pırtık, yağ kir içinde ve Apses mahkemesinin masalarında görülen, katledilmiş insanların geriye kalan uğursuz eşyalarını hatırlatan eski Türk üniformaları, kırlangıç kuyruklu paltolar, eski beylerin dolmanları, dervişlerin cüppeleri, Bedevilerin harmanileri asılıdır. Bu paçavraların arasında yer yer Arap işi yaldızlı nakışlar parlar: eski ipek kuşaklar, yıpranmış sarıklar, yırtık şallar, öfkeli bir hırsız tarafından hırpalanmış gibi duran tüyleri ve incileri dökülmüş kadife cepkenler, belki de şu anda Boğaz’ı diplemiş bir çuvalda uyuyan, sadakatsiz güzele ait şalvar ve peçeler, fişekleri paslanmış Çerkez kaftanlarının, uzun Kara Yahudi togaslarının, kim bilir kaç kez haydutun silahını, katilin kamasını sakladığı ceketlerin ve ağır paltoların arasında hapsolmuş ince, yumuşak renkli kadın kıyafetleri ve süs eşyaları görülür. Akşama doğru, tonozların deliklerinden sızan gizemli ışıkta, tüm bu asılı kıyafetler asılmış cesetler gibi belli belirsiz bir görünüm alır ve insan bir dükkânın dibinde parmaklarını çengel gibi yaparak alnını kaşıyan, kurnaz gözleri ışıldayan yaşlı bir Yahudi görse, onun bu idam iplerini sıkan cellat olduğunu düşünebilir ve çarşının kapanacağı korkusuyla gözlerini kapıya dikebilir.

Şayet bu tuhaf şehrin tüm sokaklarını görmek istiyorsanız, bir günlük tur asla size yetmez. Sırada Fas’tan Viyana’ya kadar tüm ülkelerin feslerinin bulunduğu fes pazarı var. Burada; insanı kötü ruhlardan koruyan Kur’an ayetleri ile bezeli fesler, İzmir’in güzel Rum kızlarının madeni paralarla parlayan siyah örgülerinin üzerine taktıkları fesler, Türk hanımlarının kullandıkları küçük, kırmızı başlıklı fesler ve Orhan Gazi’nin zamanından kalma feslerden tutun ihtiyar Müslümanların hor gördükleri ancak Sultan Mahmud’un reformlarından biri sayılan büyük gösterişli fesine kadar, kırmızının her tonunda şekil şekil askerlerin, generallerin, sultanların, züppelerin kullandığı fesler vardır. Fesler pazarını geçince karşınıza; bir zamanlar yalnızca sultanın ya da sadrazamın kullanabilmesine izin verilen kutsal siyah tilki kürkü, merasimlerde giyilen kaftanların içine dikilen sansar kürkü, beyaz ayı, siyah ayı, mavi tilki, astrahan, kakım, samur gibi sultanların muazzam hazinelerini zenginleştiren kürklerin bulunduğu kürkçüler çarşısı çıkar. Görülmeye değer bir başka çarşı, çatal bıçakçılar çarşısıdır, çünkü burada bıçakları bronz ve yaldızlı, fantastik kuş ve çiçek çizimleri ile süslenmiş, çapraz bağları kötü niyetli bir eleştirmenin kafasının sığabileceği kadar geniş devasa Türk makaslarından birini elinize alabilirsiniz. Işığın şekli ve tonlaması nedeniyle birbirinden farklıymış gibi görünen sıra sıra iplikçiler, nakışçılar, hırdavatçılar, terziler, çanak çömlekçiler de vardır, tek benzerlikleri: bu çarşıların hiçbirinde ne işçi olarak ne satıcı olarak tek bir kadın bile göremezsiniz. Olsa olsa bir terzi dükkânının önünde kısa bir süreliğine oturmuş, Rum birkaç hanımefendinin utangaç utangaç ellerinde nakışlarını yeni bitirdikleri mendilleri size satmaya çalıştığını görürsünüz. Doğu kıskançlığı dükkânları bir fingirdeşme okulu ve entrika yuvası olarak gördüğü için kadınların burada bulunması yasaktır.

Kapalıçarşı’nın öyle bölümleri vardır ki eğer yabancıysanız yanınızda bir simsar ya da bir tüccar olmadan buraları gezemezsiniz. Bunlar şehrin bölündüğü küçük mahallelerin iç kısımları, çevresinde müdavim bir kalabalığın tur attığı sokaklarla çevrili küçük adacıklardır. Nasıl ki küçücük sokaklarda yolu kaybetme tehlikesi varsa bunların içinde de kendinizi kaybetmemeniz imkânsızdır. Tonozlarına çarpmamak için kafanızı eğmeniz gereken, bir insanın sığabileceğinden birazcık daha geniş koridorlardan minicik bir ışığın aydınlattığı kutular ve balyalarla dolu avlulara çıkarsınız, ahşap merdivenlerden iner, fenerlerle aydınlatılmış başka avlulardan geçer, yer altına iner, tekrar gün ışığına çıkar, nemli tonozlar altında, yosun tutmuş siyah duvarlar arasında kıvrılan, gizli, küçük kapılara açılan, insanı hiç beklemediği şekilde başladığı yere geri döndüren sokaklardan geçilir ve her yerde bir görünüp bir kaybolan gölgeler, köşelerde hareketsiz duran hayaletler, malları karıştıran ya da para sayan bir kalabalık, bir yanıp bir sönen ışıklar, nereden geldiği belli olmayan aceleci ayak sesleri ve ne olduğunu anlayamadığınız kara gölgeler ile karşılaşmalar, hiç görülmemiş ışık oyunları, şüpheli ilişkiler, tuhaf kokuların hepsi buradadır ve insan kendini sanki bir büyücü mağarasının kıvrımlarında hapsolmuş ve dışarıya kendini atabilmeyi dört gözle bekliyormuş gibi hisseder.

Simsarlar neredeyse hemen her şeyin bulunduğu sapa dükkânlara yabancıları çoğunlukla bu tenha sokaklardan geçirerek götürürler: bu dükkânların bulunduğu yer Kapalıçarşı’nın bir minyatürü gibidir; buralar insanın büyük bir merakla ziyaret ettiği ancak en pintinin bile cebinde ne var ne yoksa dökebileceği çok garip ve nadir eşyaların satıldığı antika dükkânları ile doludur. Her şeyden biraz biraz anlayan bu simsarlar, katıksız kurnazlardır ve diğer meslektaşları gibi her dilden anlarlar, insanları kandırmak için çok iyi rol keserler ve başarısız oldukları çok nadir görülür. Dükkânların odacıklarının neredeyse tümü karanlıktır, sandık ve dolaplarla doludur, o kadar darlardır ki bir şey bulmak için ışığı açmanız gerektiğinde dönecek yeri zor bulursunuz. Tüccar, fil dişi ve sedef kakmalı bazı eski dolaplar, çin porselenleri, Japon vazoları gösterdikten sonra size özel bir şey göstereceğini söyler, çekmecelerden birini açar ve içinden çıkardığı ıvır zıvır yığınını masaya boca eder: tavus kuşu tüyünden bir yelpaze, eski Türk sikkelerinden yapılmış bir bilezik, sultanın resminin altınla işlendiği deve tüyü bir yastık, Cennet Kitabı’ndan alınmış da boyanmış gibi duran bir Acem aynası, Türklerin kiraz kompostosu içtikleri bir boynuz kaşık, Osmanlı ordusundan birinci bir Osmanlı nişanı. Tüccar içlerinde beğendiğiniz bir şey yok mu diye sorar, bu durumda başka bir çekmeceyi ters çevirir ve döker, bu da sizi bekleyen çekmecelerden biridir. Kırık bir fil dişi, saç örgüsüne benzeyen gümüş bir Trabzon bileziği, bir Japon idolü, Mekke’den sandal ağacı tarağı, oymalı ve işlemeli büyük bir Türk kaşığı, yaldızlı, gümüşten, lekeli eski bir nargile, Ayasofya’nın mozaiklerinden taşlar, III. Selim’in sarığına taktığı balıkçıl kuşu tüyünü tüccar size şerefi üzerine yeminler ederek gösterir ve hepsinin hakiki olduğuna sizi inandırır. Bunların arasında da mı hoşunuza giden bir şey yok? O hâlde başka bir çekmeceyi devirir, içinden Sennar’dan bir deve kuşu yumurtası, Acem mürekkebi, hareli bir yüzük, sadağı geyik derisinden yapılan bir Megrelya yayı, iki köşeli bir Çerkez kalpağı, yeşim taşından bir tespih, altın emaye parfümeri, bir Türk tılsımı, deveci bıçağı ve gül suyu şişesi dökülür. “Allah aşkına burada da mı beğendiğiniz bir şey yok?” “Hediye olarak almaz mısınız?” “Belki akrabalarınıza verirsiniz?” “Ya da eşiniz dostunuz yok mu onlara hediye edersiniz?” “Kilimler ya da kumaşları mı istersiniz yoksa o zaman size memnuniyetle yarenlik edeyim.” “İşte çizgili bir Kürdistan harmanisi beyim, işte bir aslan postu, çelik çivili Halep halısı, üç kuşak hayatta kalması garanti, üç parmak kalınlığında bir Kazablanka halısı, işte ekselansları biraz güveler yemiş ama bir servet ödeseniz de diktiremeyeceğiniz eski minderler, eski brokar kemerler, eski ipek yatak örtüleri. Caballero, mademki sizi buraya benim bir arkadaşım getirdi o zaman size bu eski kemeri bir hafta boyunca soğan ekmek yemek pahasına da olsa beş napolyona bırakırım.” Eğer tüm bunlardan sonra hâlâ ikna olmadıysanız tüccar kulağınıza eğilir ve sarayda sağır ve dilsizlerin korkunç bir şekilde boğdukları, III. Mehmed’in sadrazamı Nasuh Paşa’nın idam ipini size satabileceklerini söylerler, siz dönüp de yüzlerine gülerek bu dümeni yemediğinizi söylerseniz ise hemen şakacı bir havaya bürünüverirler ve son bir girişimde bulunarak paşaların önünde ve arkasında taşınan tuğlalardan birini önünüze fırlatırlar, bu da olmazsa o malum katliam gününde babası tarafından götürülen ve hâlâ üzerinde kan izleri bulunan bir yeniçeri kazanı, gümüşten hilal ve yıldızlarla süslenmiş Kırım bayrağının bir parçasını, akiklerle çevrili el yıkamak için kullanılan bir kâseyi, oymalı bakır bir mangalı, hecin develerinin boynuna takılan kabuklu ve çanlı bir tasmayı, su aygırı derisinden yapılma bir kamçıyı, altın mahfazalı bir Kur’an’ı, bir Horasan şalını, bir çift kadın pabucunu, kartal pençesinden yapılmış bir şamdanı önünüze serer sonunda tüm bunlara dayanamaz, hayallere kapılırsınız, tutkularınız açığa çıkar, içinizden cüzdanı, saati, ceketi ne varsa vermek ve karşılığında tüm bunların hepsini almak gelir; bu baştan çıkarmaya karşı koyabilmek için ya aklı başında bir evlat ya da çok ölçülü biri olmanız gerekir. Öyle ki burada kim bilir kaç sanatçı sabrını zorladı ve kaç zengin mirasını yitirdi.

Kapalıçarşı kapanmadan, son bir saatte neler olup bittiğini görmek için şöyle bir tur atmak icap eder. Bu saatlerde kalabalığın hareketi daha aceleci bir hâl alır, tüccarlar gelen geçeni daha buyurgan bir tavırla çağırır, Rumlar ve Ermeniler kollarında şal ya da kilimlerle dolaşarak bağırırlar, insanlar gruplar hâlinde toplaşır, alelacele pazarlıklar edilir, gruplar dağılır ve sonra başka bir yerde tekrar toplaşır, atlar, arabalar, yük hayvanları uzun bir sıra hâlinde çıkışa doğru yol alırlar. O saatte anlaşmaya varamadan tartışıp durduğunuz tüm esnaf bu yarı karanlıkta yarasalar gibi etrafınızı sarar, sütunların ardından size bakan kafalarını görürsünüz, sonra bir sapakta karşılaşırsınız, yolunuza çıkarlar, amaçları şu kumaşın, bu biblonun varlığını size hatırlatmak ve arzunuzu yeniden harekete geçirmektir. Zaman zaman arkalarında birtakım da olur: eğer siz durursanız onlar da dururlar, köşeden dönerseniz onlar da dönerler eğer geriye dönerseniz yiyecekmiş gibi bakan on çift gözle karşılaşırsınız. Ama artık etraf iyice kararmış, kalabalık azalmıştır. Uzun kemerli tonozların altında, ahşap bir minarenin tepesinden güneşin battığını haber veren görünmez birkaç müezzinin sesi yankılanır, bazı Türkler seccadelerini dükkânların önüne serer ve akşam namazını kılmaya başlar, kimileri de çeşmelerde abdest alır. Silahçılar çarşısının yüzyıllardır müdavimi olan yaşlılar çoktan demir kapılarını kapatmışlardır, küçük çarşılar sessizliğe gömülmüş, koridorlar karanlıkta zor seçilir olmuştur, sokakların ağızları birer mağara girişini andırır, birdenbire yanı başınızda bir deve belirir, sakaların sesi kemerler altında cılızlaşır, Türk hanımları acele acele yürür, harem ağaları gözlerini dört açar, yabancılar kaçışır, kapılar kapanır ve gün biter.

Şimdi her yandan “Ya Ayasofya? Ya Sarayburnu? Ya Sultan sarayları? Ya Yedikule? Ya Abdulaziz? Ya Boğaz?” diye yükselen soruları duyuyorum. Hepsini anlatacağım, hem de tüm kalbimi ortaya koyarak, ama önce her adımda düşüncelerimi değiştirdiğim gibi her sayfada da konu değiştirerek İstanbul’u biraz serbestçe dolaşmak istiyorum.


Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺43,90

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
Hacim:
491 s. 120 illüstrasyon
ISBN:
978-605-121-800-7
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin PDF
Средний рейтинг 5 на основе 1 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 4,5 на основе 2 оценок
Metin
Средний рейтинг 3,4 на основе 7 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Ses
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 4,5 на основе 2 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок