Kitabı oku: «Ateşten Düşünceler», sayfa 3

Yazı tipi:

VII

Osene Nietzsche tatilini evde geçirdi. Bonn’la olan tüm ilişkisini sonsuza dek kestiğinden beri romatizması iyileşmiş ve neşesizliği üstünden kalkmıştı. Annesi hâlâ dini inancını kaybettiği için mutsuzdu, üstelik Nietzsche yakında Ritschl’ın sadık oğlu olarak Leipzig’e gidecekti.

Böylece Nietzsche’nin beşinci önemli ve umut dolu yolculuğu başladı ve 17 Ekim 1865’te Leipzig’e vardı. Ertesi gün Akademi Kurulu’na şehre geldiğini duyurdu. Gelişiyle ilgili iyi işaretler alıyordu. Goethe’yle aynı boyda değil miydi? Yüzyıl önce o gün Goethe de Leipzig’e bir öğrenci olarak gelmişti. Tarih tekerrür ediyordu, geleceği parlaktı. Kitaplardan bilgi edinmek yerine, başarılı bir öğretmen olmayı Ritschl’den öğrenecekti. Böylece yeni Goethe herkesin üzerinden yükselecek ve cennette Tanrı’nın ateşi için savaşıp, bu ateşi altındaki nankör dünyaya hediye edecekti.

Nietzsche’nin Ritschl’de fark ettiği şey, ahlaki başarısından ziyade zekâya dayalı olağanüstü bir zihinsel güce sahip olmasıydı. Ona göre böylesi bir zihinsel güç, ahlaktan çok daha önemliydi. Kendi zihinsel gücü de dini geride bırakmasını sağlamamış mıydı zaten?

Ritschl, Nietzsche’ye kendi doğrularını bulmasında yardım etmiş ve bu yeni özgürlüğünde ona destek olmuştu. Ancak çok geçmeden Nietzsche’nin ilgisini, daha etkili başka bir güç çekti. Daha sonraları belirttiği gibi, ateizm onu Schopenhauer’a götürmüştü. Bundan kısa bir süre sonra yazdığı otobiyografisinde bu satırları kaleme aldı: “Bir gün yaşlı Rohn’un ikinci el dükkânında bir kitap buldum ve tereddütle sayfalarını çevirmeye başladım. O an şeytan bana fısıldadı: ‘Kitabı al!’ Odama girdiğimde bulduğum hazineyi alıp kendimi bir koltuğa attım ve bu güçlü ve kasvetli dehanın zihnimi ele geçirmesine izin verdim. Her satırın vazgeçmeyi haykırdığı bu kitapta, tüm dünyanın, hayatın ve kendi zihnimin korkunç bir ihtişamla yansıtıldığı dev bir ayna gördüm. Eşsiz bir sanat gözüyle hastalığı ve şifayı, sürgünü ve barınmayı, cenneti ve cehennemi buldum. Kendini tanımanın ve hatta kendini bitirmenin gerekliliği beni zorla ele geçirdi. Bu ani değişimin izleri, kendimi suçladığım, iyileşebilmek ve tüm insanlık ruhunun yenilenebilmesi için göğe doğru çaresizce baktığım günlüğümün huzursuz ve kasvetli sayfalarında hâlâ bulunabilir.”

Bu hikâyeyi unutmayın. Nietzsche kitaba rastladığında tek başına yürüyordu. Ardından kitabı alıp eve götürmesi için bir şeytan fısıldadı. Sayfalarında kendini ayna gibi yansıtan yalnız bir kahramanı, hastalığı ve şifayı, sürgünü ve barınmayı, cenneti ve cehennemi keşfetti. Onu baştan çıkaran şeytan, kalbine girmişti. Gözlerini yükseklere dikmişken ve tüm insanlığa karşı bir kahraman gibi hissederken, kendini bitirme ihtiyacı tarafından sonsuza dek ele geçirilmişti.

Nietzsche, henüz yirmi bir yaşındayken dipsiz bir kuyuya düşmüştü. Damarlarında Alman reformcuların kanı gururla akıyordu. Öğrenme arzusu yerini reform arzusuna bıraktı. Dünyayı, kendini ele geçiren şeytan görüntüsüyle yeniden şekillendirdi, tüm değer yargılarını değiştirdi ve zihninde cennetle cehennemi evlendirirdi. Cennet onun gelini, o da cennetin efendisiydi ve şeytan tahta çıkıp zalim topuğunun altında kadını ezdi.

Her şeye rağmen sevdiği şeyleri öldürmek ona işkence gibi geliyordu. Kendini daha önce hiç kimsenin olmadığı kadar acımasız olmaya zorlamalıydı. Cennetin siperlerinde şiddetle esecek, meleklere karşı zaferler kazanacak ve Thor’un baltasını Tanrı’nın göğsüne saplayacak kadar acımasız olmak, ona göre kutsal bir şeydi.

“Tüm düşünce ve arzularımı, kendimi küçümsediğim melankolimin önüne koyarak, daha sert, adaletsiz ve kendinden nefret eder biri oldum. Hatta kendime bedensel ceza bile uyguladım; kendimi iki hafta sabah ikide uyumaya ve saat tam altıda kalkmaya zorladım. Sinirsel asabiyetime yenik düştüm. Hayatın cazibesi, gösterişi ve düzenli çalışma disiplinim bana engel olmasaydı, aptallığım beni daha ne kadar ileri götürürdü kim bilir?” Öfkeli doğası onu sağlığına geri getirmenin yollarını ararken, şeytan ve insan, içinde hâkimiyet için savaş veriyordu. Dış dünyasındaki çekişme ise artık Ritschl ve Schopenhauer arasındaydı.

Nietzsche, Tragedyanın Doğuşu’nda Raphael’in Transfiguration tablosunu kendi deneyimlerini temsil eden bir eser olarak değerlendirdi. “Resmin alt yarısındaki ele geçirilen adam,11 çaresizlik içindeki insanlar, dehşete düşmüş öğrenciler, bize dünyanın eşsiz temeli olan ebedi acının yansımasını gösteriyor. Daha sonra bu görünümden, saf mutluluk ve acısız düşüncelerden süzülerek insanların şaşkın gözlerinde parlayan ışıkla yeni bir hayali dünya doğuyor.”

Benzer bir hayali dünya, Schopenhauer’ın İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya kitabını açar açmaz da aklına gelmişti. Bu dünya Apollo’nun dünyasıydı ve buraya klasik çalışmalarında kurulmasına yardım ettiği bir filoloji kulübünde eski Yunan aristokrat Theognis hakkında ders verirken Erinyelerden12 kaçarak gelmişti. Nietzsche, bu yazının bir taslağını, Ritschl’e gösterdi ve Ritschl, sevgi dolu övgülerle ona bu eserini bir kitap olarak yeniden yazmasını tavsiye etti. Onu dinleyen Nietzsche, 1866 yılının Paskalya tatilini, Prusya-Avusturya savaşının önemli günlerinde bu kitabı yazarak geçirdi. Profesörün övgüsü, Nietzsche’nin kendine olan sevgisini yerine getirmişti ve böylece ikili arasında gerçek bir yakınlık başladı. Artık Nietzsche, üç dört günde bir Ritschl’i görmeye gidiyordu.

Ritschl başarılıydı ancak Schopenhauer daha da başarılıydı. Bu haksız savaşın sonucunda Schopenhauer üstün geldi ve ona hükmeden yeni üstadının esiri olan Nietzsche, boşlukta ve düzensizlikte kendi Nirvana’sını aramaya koyuldu. Lisbeth bir keresinde, Schopenhauer’ın Nietzsche için sadece bir kitap değil, aynı zamanda bir dost olduğunu belirtmişti. Tüm çocukluğu ve gençliği boyunca baba özlemi çeken Nietzsche için Schopenhauer, bir nevi bir baba figürü demekti. Altı sene önce Schopenhauer hayattaydı ve belki de babasını ziyaret etmişti. Düşüncesi bile onu heyecanlandırıyordu. Ancak Schopenhauer artık hayatta değildi ve bunu bilmek kendisine acı veriyordu. Bu farkındalığın ardından gelen sinir krizlerinde, Virgil13 benzeri hayali bir figür onu derin gölgelerin arasından çekerek hayata bağlardı.

Schopenhauer’ın dünyası, insanlığın kalbini donduracak cinstendi. Onun buzlu cehenneminde bir Tanrı yoktu. Onun dünyası, Tanrı’dan uzakta, zaman, mekân ve ebedi yokluğa bağlı sert yasalarca yönetilirdi. Akıldan uzak kör bir İrade, hiçbir İlahi Takdir beklemeden, canlılara hayat verir, kendinden beslenir ve insanların acılı arzuları karşısında tek başına ebediyen açlık çekerdi. Açlığının ona zorla oluşturduğu insanlığı görmezden gelir ve gelişim kavramını bu acınası atomların bir yanılsaması olarak görürdü. Aç ve bilinçsiz bir halde, boş bir tahtın altında dehşetle anlamsızca konuşup duran ebedi bir aptaldı o.

Bu yüzden Lucifer, insanlarla kendi acısını paylaşır, acısını dindirmek için onları bir çukura çeker ve insanlar tarafından terk edilen Tanrı’yı yalnız, cenneti de boş bırakırdı. Böylece artık “Yalnız Kahraman” olmayan Lucifer, Tanrı’nın konuklarının cenneti inkâr edeceklerini bildiğinden büyük bir zafer yaşardı.

O yılın kasım ve aralık aylarında Nietzsche’nin eve yolladığı mektuplar, bu yeni peygamberinin karamsarlığıyla doluydu ve gerçek bir Alman reformcu kimliğiyle ailesini kendi görüşlerine inandırmanın yollarını aradı. Yine de kız kardeşinin söylediğine göre Nietzsche, düşmanının doğum gününde ateşkes yapar, böylelikle Noel tatilleri keyifli geçerdi.

Nietzsche, Leipzig’e geri döndüğünde kendini tamamen özgür hissetti. Bonn’daki yenilgisi artık geçmişte kalmıştı. Sonunda dikkate alınması gereken bir güç olabilmeyi başarmıştı ve artık çevresine hükmedebiliyordu. Yalnızlık, ödemesi gereken önemsiz bir bedeldi sadece. Tüm bunların ortasında kalmışken kendini özgür hissedemez miydi? Paskalya’da Gersdorff’a Manfred karakterinin ağzından bu satırları yazdı: “Dün kasvetli bir fırtına koptu, aceleyle yakınlardaki Leusch tepesine koştum (belki bu kelimenin anlamını bana açıklayabilirsin). En tepede bir kulübe gördüm, bir adam, onu izleyen oğlunun karşısında iki çocuğu katlediyordu. Birden bir gürültü koptu ve yeryüzüne şimşek ve dolu yağmaya başladı, tam o sırada tarif edilemez bir esenlik ve haz duygusuna kapıldım… Benim için iradesiz bir adamın ne önemi vardı? İncil’deki sonsuz “Yapmalısın” ve “Yapmamalısın” söylemlerini neden umursamalıydım? Bence yıldırım, fırtına ve dolu farklı dünyalara aitler. Ahlaki değerlerden yoksun, özgür birer güç gibiler! Ne kadar mutlu ve güçlüler, aklın karmaşasından etkilenmeyen saf bir iradeye sahipler!” Bunlar, Hz. İbrahim’in, oğlu İshak’ı bağışladığı ve onun yerine çocukları kurban ettiği Aslan tepesindeki hayali düşünceleriydi.

Nietzsche, Odin’in karanlık güçleriyle tek başına, kendi yolunda korkmadan ilerliyordu. Sinir bozukluğu yüzünden cesaret olgusunu hiç olmadığı kadar sık düşünmeye başlamıştı. Katlanılamaz yenilgi hatıralarıyla Bonn’dan ayrılalı henüz sadece birkaç ay olmuştu.

Sinir bozukluğunun, aslında sahip olmadığı cesareti tüm gücüyle var olmaya iten zorlayıcı bir etkisi vardı. Güç, onun için her zaman bir kesinlik olmalıydı ve felsefe, kalbinin ihtiyaçlarına cevap vermeliydi. Schopenhauer ona, hasta bir kalbin ancak acı çekerek ve vazgeçerek arınabileceğini öğretmişti. Tüm bu yanılsamaların farkında olup onları reddeden kalp, içinde oluşan bu boşluğu saf ruhuyla doldurabilir ve böylece kendi kaderini ve değerlerini yaratabilirdi. Tek gerçek, bu değerler ve kaderdi. Bu saflaştırılmış benliğin içinden, Tanrı ve insanlık kavramları onun için yalnızca birer hayali yanılsama olan Yalnız Kahraman doğdu. Bu kahraman tek yaratıcıydı. Bütün insanlar kahraman olursa, bu herkes Tanrı olur demekti ve sahip oldukları dünyada krallar gibi yaşayabilecekleri anlamına gelirdi. Böylece Kahraman, insanlığı özgürleştirmek için çabalayabilirdi.

Schopenhauer, bilgeliğe çıkan yolun, yok oluştan geçtiğini savunur. Ona göre, öz saygımızı yaralayan dünyayı inkâr ederek yok edersek eğer, bu küçük insanlara hükmeden süper insanlar olarak tuttuğumuz kinleri unutup, Tanrı ve insanlık yüzünden haksız yere acı çektiğimiz gizli tutkularımızı gerçekleştirebiliriz. Schopenhauer, düşüncelerinde hem insanların arasında hem de onların üstünde bir başımıza yürüdüğümüz yaşamdan gizli bir kaçış demektir. Fakat, ne yazık ki bu yalnızlık, dostluk için ve büyüklüğümüzü paylaşabilmek adına bir Tanrı için şiddetli bir istek uyandırır.

VIII

1865’te Prusya ile Avusturya arasında çıkan savaş, Nietzsche’yi koyu bir Prusya vatandaşı yapmıştı. Orduya katılabilmek için tam iki kez gönüllü olmuş, ancak her seferinde görme bozukluğu sebebiyle reddedilmişti. Nietzsche, o zamanlar Spandau’da subay olan dostu Gersdorff’u sık sık düşünürdü. Bir gün savaştan sonra, Prusya ordusu ona ahlaki değerleri hiçe sayan bir güç gibi göründüğünde, dostuna bu satırları yazdı: “Böyle bir ordumuz olduğu için ve – horribile dictu14 – böyle bir bakanımız olduğu için gurur duymalıyız.” Peki Saksonya’ya ne olacaktı? Genç Treitschke15 ve dostları, Saksonya’nın Prusya’ya katılması için bir çağrıda bulundu. Nietzsche, güçlü ve kuvvetli Prusya ruhunun sürdürülebilmesi için onlarla hemfikirdi. Aynı zamanda Fransa’yla yaşanacak savaşı da öngörmüştü. Eğer Paris, Avrupa’nın merkeziyse, yenilgiye uğrayan Avusturya, yakında destek için Fransa’ya dönecekti. Bu yüzden Prusya’nın iyiliği için Fransa’nın zamanında yenilgiye uğratılması gerekiyordu.

Nietzsche, ordu tarafından reddedildiği için bir nevi rahatlamış sayılırdı. Ne olursa olsun, Leipzig’deki ikinci yılı oldukça keyifli geçiyordu. İdeal bir savaş geçirmiş, ideal bir filozof olmuş ve şimdi de uzaktan ideal bir kadını seviyordu. Aktris Hedwig Raabe ile nasıl tanıştıkları bilinmese de birkaç kere görüşmüş, Temmuz 1866’da Leipzig’de sahne aldığı hiçbir geceyi kaçırmamıştı. Nietzsche bu kadını “zarif melek” diye severdi. Daha sonraları Maximilian Harden, aktrisin Nietzsche’nin tüm hayatı boyunca hayranlık duyduğu ideal kadının vücut bulmuş hali olduğunu söyledi (Elisabeth’e göre de bu tabir doğruydu). Kız kardeşi bir keresinde, aktrisin hayatının saflığından şüphe ettiğini söyleyen birine karşı abisinin duyduğu öfkeye şahit olmuştu. Eğer Hedwig Raabe, Nietzsche için sadece platonik bir aşksa, bu aşk oldukça güçlü olmalıydı, çünkü Férster, Nietzsche hakkında yazdığı biyografide, hayatına daha önemli kadınlar girmiş olmasına rağmen, yalnızca Hedwig Raabe’in fotoğrafına yer vermişti.

O yaz ülkede kolera salgını patlak verdi ve ekim ayında Nietzsche annesiyle Kosen’e yerleşti. Nietzsche’nin hastalık korkusu belki de ilk olarak bu sıralar başlamıştı. Salgın boyunca hastalığa iki kez yenik düştüğüne inanan Nietzsche, koleradan ölen bir adamın cesediyle aynı evde geçirmek zorunda kaldığı geceyi ömrü boyunca asla unutamadı. O geceyi daha sonraları, Fransa-Prusya savaşında ambulans görevlisi olduğu zamanlar da hatırlayacaktı.

Rosalie hala, 1867 senesinin Ocak ayında hayatını kaybetti, Nietzsche halasının kaybını kabul etmekte güçlük çekti. Defalarca annesiyle arasında yaşanan tartışmalarda kendini siper etmiş, Nietzsche ailesinin gelenekleri için çabalayıp durmuştu. Nietzsche, bu olaydan sonra kız kardeşine olan sevgisi dışında tüm aile bağlarını kesti. Rosalie hala, Nietzsche’ye meslek seçiminde az da olsa özgürlük sağlayacak bir miras bırakmıştı. Ancak ölmeden önce, her şeyi kendisi idrak edebilecek yaşa gelene kadar felsefi görüşlerini kız kardeşiyle paylaşmayacağına dair söz verdirtmişti.

Nietzsche halasına verdiği bu sözü tuttu, ancak bu onun için hiç de kolay olmadı. Hırsını alabilmek için dostu Rohde’yle ağaçlara pentagramlar kazıyıp, çeşitli tabancalarla Tanrı’nın sembollerine ateş etti. Nietzsche birkaç yıl sonra bu olayları, bilinmeyen bir nedenle Bonn’da yaşanmış gibi yazdı.

1867 senesinin yazında Rohde’yle tatile çıkan Nietzsche, tatil sonrası evinde keyifli birkaç hafta geçirdi. Ardından 30 Eylül’de askerlik görevine çağrıldı. Normalde görme bozukluğu sebebiyle muaf olması gerekiyordu, ancak tıbbi muayene sırasında yanlış gözlük takmış ve bu yüzden muayeneden geçmişti. Askerliğini güçlü fiziksel sağlığının bir kanıtı olarak Naumburg’daki topçu sınıfında yapmaya karar verdi.

Lisbeth’e göre abisi, ordu ile öğrenci hayatı arasındaki zıtlığı zar zor kaldırabilmişti ve sonunda Schopenhauer’ın kasvetli felsefesi bir işe yaramıştı. Rohde’ye bir keresinde bu satırları yazdı: “Bazen, atımın karnının altına saklanırken kendi kendime fısıldıyorum, ‘Schopenhauer, yardım et!’ Eve yıpranmış ve ter içinde döndüğümde bana neredeyse Byron gibi, hiç olmadığı kadar sempatik görünen Parerga kitabını açıp okuyorum.” Başka bir deyişle Nietzsche, binici olarak başarısızlığından kaçıp, Yalnız Kahramanların hayal dünyasında Manfred’le dörtnala koşuyordu. Bu aşağılık duygusundan kendisini uzaklaştıracak birine ihtiyacı vardı, neyse ki Lisbeth hafta sonları onu teselli edebilecek kadar yakınlarda oturuyordu.

1868 Şubat ayında Rohde’ye önemli bir mektup yazdı. “Bir asker için ‘cumartesi’ kelimesinin büyülü bir cazibesi vardır, bu kelime içimde öğrenci olarak hayalini bile kuramadığım bir huzur uyandırıyor. Ertesi sabahın korkunçluğunu düşünmeden huzur içinde uyuyabilmek ve hayal kurabilmek ne güzel şey… Şu an çok yalnızım, hiçbir dostum yok. Artık heyecanı olmayan bu hayat, bana sadece ruhu korkuyla sıkıca saran ve her şeye daha içten bakmanızı sağlayan ağır bir takıntı bıraktı ve kendi ruhuma yabancılaşmama neden oldu.”

Takıntı veya sahiplik, ne fark ederdi? Her iki durumda da büyük bir korkunun avı haline gelmişti. Ve böylece fotoğrafı yazı masasının tam ortasında duran Schopenhauer’a daha da bağlandı.

Nietzsche, felsefi çalışmalarını ordudaki görevleriyle yürütebilmek için büyük bir mücadele verdi, ancak çok geçmeden bunun imkânsız olduğunu gördü. Subaylar, Nietzsche’nin askeri gayretinden dolayı övgülerde bulunuyordu, Leipzig yetkilileri, ödül aldığı De Laertii Diogenis fontibus yazısı için ona iltifatlar ediyordu, ancak Lisbeth bir ay aradan sonra şubat ayının sonunda eve döndüğünde, kardeşini perişan bir halde bulmuştu. Nietzsche, yalnızlığını bir tek kız kardeşiyle paylaşabiliyordu, ancak Rosalie halasına verdiği söz onu sessizliğe mahkûm ettiğinden ne yazık ki düşünce ve hayallerini Lisbeth’le paylaşamıyordu.

Bir gece Nietzsche’nin bölüğünden bir teğmen, büyük bir endişeyle Lisbeth ve annesini ziyaret etti ve onlara Nietzsche’nin o gün iki kez bayıldığını söyledi. Akşamı birlikte geçirdikleri arkadaşlarının yanından aceleyle eve dönen annesi ve kız kardeşi, Nietzsche’yi evde hastalıktan kırılmış bir halde yatarken buldular. Görünüşe göre Nietzsche, iki gün önce vahşi bir ata binmeye çalışırken atın eyerinin kulpu sert bir şekilde göğsüne çarpmıştı. Ancak Nietzsche, göğsündeki keskin acıya rağmen kimseye bir şey dememiş, iki gün boyunca ıstırap içinde ata binmeye devam etmişti. En sonunda acıya dayanamayıp bayılınca, göğsünde iki kasın yırtıldığı ve bunun iki gün boyunca kas ve dokularda yangı ve iltihaba sebep olduğu fark edilmişti.

Nietzsche, başlarda hızla iyileşiyor gibiydi, ancak yeniden kötüleştiğinde kaza sırasında göğüs kemiğinin de darbe aldığı ve bu yüzden yarasının kapanamadığı anlaşıldı. Bunun üzerine Halle’li Dr. Volkmann, iltihabın akciğerlerine nüksetmiş olmasından endişe duydu. Neyse ki, Wittekind’in tuzlu su banyolarında üç hafta geçirdikten sonra, Nietzsche’nin yaraları tamamen iyileşti. Ancak tam beş ay boyunca acı çeken Nietzsche, artık hastalık hastası olmuş, kendini papatya çayının ve gümüş nitratın tedavi edici etkisine adamıştı.

Nietzsche, iyileştikten sonra askerlik görevine devam edecek gücü bir türlü kendisinde bulamadı. Sonuç olarak 1 Nisan’da ordudan terhis edildi. Bu süreyi Schopenhauer’la baş başa geçiren savaşçımız, yine yalnız kalmıştı. Doktora tezi olan Kant’tan Sonra Erekbilim üzerinde çalışmaya başladı. Doktorasını aldığında, özgürlüğüne kavuşacak, özel ders vererek öğrencilerine kendi yaşam görüşlerini aktaracaktı. Gerektiğinde, gururu izin verdiği sürece Schopenhauer’ı bile eleştirmeye hazırdı. Schopenhauer, onun için yalnızca bir kitap değil, aynı zamanda bir dosttu. Üstelik dostluğu öylesine kutsaldı ki, eğer kendi doğrularıyla ters düşecek olursa, büyük bir fedakârlıkla onunla yollarını ayırmaya hazırdı. Bu yüzden zamanı geldiğinde Schopenhauer’ı da tıpkı annesi ve gelecekteki tüm dostları gibi hayatından çıkardı.

Nietzsche o sonbahar, Leipzig’e bambaşka bir insan olarak döndü. Bu yeni kimliğiyle gurur duyuyordu, ancak yine de kendine yeni bir kahraman arıyordu. Kasım ayında aradığı kahramanı sonunda buldu. O kahraman, Richard Wagner’dı.

IX

Osıralar müzik aşkı yeniden depreşen Nietzsche, sık sık konserlere gitmeye başladı. Bu arada, Wagner’ın kız kardeşinin eşi, Profesör Brockhaus’u da sıklıkla ziyaret ediyordu. Çocukluğundan beri Wagner’ın Tristan ve Isolde eserini ne kadar sevdiğini hatırladı. Bayan Brockhaus, bu tutkusunun yeniden canlanmasını sağlamıştı. Bunun üzerine ekim ayında Rohde’ye bu satırları yazdı: “Wagner’den de Schopenhauer kadar hoşlanırım; o ahlaki atmosferden, o Faust16 havasından, haçtan, ölümden ve mezardan.”

O sonbahar Wagner, henüz fazla ün salmış sayılmazdı. Buna rağmen Bayan Brockhaus, yıllardır kardeşine sessizce hayranlık duyan bu çocuktan bir hayli etkilenmişti. 8 Kasım’da Nietzsche, masasında bir not buldu: “Richard Wagner’le tanışmak isterseniz, saat dörde çeyrek kala Theatre Café’ye gelin.”

Nietzsche’nin mutluluktan başı dönmeye başladı. Wagner, kimliği saklı bir şekilde Leipzig’de yaşıyor demekti. Bir gün Bayan Ritschl, Bayan Brockhaus’u ziyaret etmiş ve orada Wagner’le tanışmıştı. Kendisine Meisterlied’ı çalan Wagner’a, bu parçayı Nietzsche’den sık sık dinlediği için epey aşina olduğunu itiraf etmişti. Bu olaya bir hayli şaşıran ve sevinen Wagner da bu genç adamla bir an önce tanışmak istediğini belirtmişti.

Richard Wagner


Buluşma yerine giden Nietzsche, Wagner’le akşam üzeri görüşeceğini öğrendi. Bunun üzerine terzisi, Nietzsche’ye bu önemli buluşma için yeni bir takım elbise getireceğine dair söz verdi. Terziyi beklemek üzere evine dönen Nietzsche için zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Sonunda saat altı buçukta zil çaldı, gelen terziydi. Nietzsche, hemen yeni takımını denedi, neyse ki takım üzerine tam olmuştu. Faturayı Nietzsche’nin eline tutuşturan terzi, hemen orada ödeme talep etti. Ancak Nietzsche’nin cebinde beş kuruş parası yoktu. Üzerine gömleğini geçiren Nietzsche, kıyafetleri alabilmek için büyük bir savaş verdi. Ancak savaşı terzi kazandı ve diktiği takım elbiseyi de alıp evi terk etti. Nietzsche yıkılmıştı. Siyah paltosu Wagner gibi büyük bir adama layık olabilir miydi hiç?

Nietzsche, sonunda cesaretini topladı ve yağmur altında hızlı adımlarla Wagner’la buluşmak için yola çıktı. Neyse ki Brockhaus’un verdiği parti, hiç de resmi değildi. Sonunda Wagner’le tanışan Nietzsche, yeni üstadına çekinceyle birkaç iltifatta bulundu. Bunun üzerine Wagner, eserlerini nasıl bu kadar iyi bildiğini sorarak onu biraz rahatlattı. Nietzsche daha sonraları Rohde’ye bu satırları yazdı: “Wagner’le, Schopenhauer hakkında oldukça uzun bir sohbete daldık. Onun, Schopenhauer hakkında büyük bir coşkuyla konuştuğunu duymak, benim için ne kadar keyifliydi tahmin bile edemezsin. Ona ne çok şey borçluyduk, sonuçta müziğin özünü kavrayan tek filozoftu kendisi!”

Wagner o geceyi profesörlerin haline gülerek ve onlara “felsefi uşaklar” diye seslenerek geçirdi. Otobiyografisinden Leipzig’deki öğrencilik günlerini anlatan alaycı bir alıntı yaptı. Ayrılırken Nietzsche’nin elini sertçe sıktı ve kendisini ziyarete, İsviçre’ye davet etti. Heyecandan eli ayağı birbirine dolaşan Nietzsche, ertesi gün Rohde’ye içini döktüğü bir mektup yazdı.

Böylece Nietzsche, hayatındaki üçüncü büyük gücü bulmuştu. Önce Yunan felsefesi, sonra Schopenhauer, şimdi de Wagner. Sonuncusu en güçlü ve nihayetinde en acı verici olandı. Böylesi bir irade gücü, böylesi bir çekicilik, böylesi bir zekâ, Nietzsche’nin daha önce hiç karşılaşmadığı bir türdendi. Bu yenilik onu büyüledi ve hızla etkisi altına aldı. Wagner, hizmet edebileceği ve gerçek hayatta da dostu olan bir üstattı. Nietzsche, kendisini Schopenhauer’ın götürdüğünden daha da ileriye götürecek kaderin bu yeni büyük çağrısını önceden görmüş gibiydi.

Bu yeni takıntısı, filolojiden çok daha iyiydi ve daha büyük bir amaca hizmet ediyordu. Bir keresinde Rohde’ye, filologların böylesi bir dâhiye sataşacak kadar dar görüşlü olduklarını söylemişti. Ardından Rohde, Romundt ve başka bir samimi dostu Gersdorff’a bir tatil teklifinde bulundu. “Hep beraber Paris’e gidip kışı orada geçirelim. Biraz olsun derslerimizi unutalım, bilgiçliğimizi bırakalım, kendimizi kankan dansına verelim, yeşil apsent içelim. Paris’e gidip gerçek yoldaşlar gibi yaşayalım, sokaklarda gezip Alman sanatını ve Schopenhauer’ı temsil edelim. Bir buçuk veya iki yıl sonra geri döner, kaldığımız yerden sınavlarımıza gireriz.”

O sonbahar Lisbeth, abisinin kahramanının aklından geçenleri öğrenebilmek için gizlice Schopenhauer okumaya başladı ve kitaplarında, sahip olduğu gizli duygusal heveslere karşılık veren bir fedakârlık keşfetti. Hayatını kardeşine adamak ne asil bir davranış olurdu!

Nietzsche, o sene Noel’de Naumburg’a geldi ve kız kardeşiyle birlikte çok güzel bir tatil geçirdiler. Artık Schopenhauer ve Nietzsche’nin yeni kahramanı ve aynı zamanda dostu Wagner hakkında rahatça sohbet edebiliyorlardı. Böylece günler, geleceğin umutlu hayalleriyle geçti. Daha sonra Friedrich, aniden gizemli bir iş için Leipzig’e çağrıldı.

Nietzsche o akşam eve döndüğünde gözleri mutluluktan parlıyordu ancak kimseye bir şey söylemedi. Ne zaman Paris gezisinin lafı açılsa, iç çekerek gizemli bir şekilde: “Ah, Lisbeth, hayat çok zor gerçekten!” dedi. Kız kardeşi şaşkınlık içerisindeydi, acaba abisi âşık mı olmuştu yoksa biriyle evlenmeyi çok mu zor buluyordu merak ediyordu. Nietzsche, bu sırrı açıklamadan Leipzig’e geri döndü. Sonunda şubatın ikisinde, annesinin doğum gününde, kız kardeşine kimseye söylemeyeceğine dair söz verdirdikten sonra, Basel Üniversitesi’nde profesör olacağının müjdesini verdi.

Görünüşe göre Basel Üniversitesi Yönetim Kurulu Başkanı Vischer, Nietzsche’nin Ritschl’in teşvikiyle Rheinisches Müzesi’ne yolladığı filoloji üzerine yazdığı birkaç denemesini okumuştu. Bu gelecek vadeden genç adam hakkında sorular sorması üzerine Ritschl, büyük bir hevesle bu görev için Nietzsche’yi önermişti.

4 Şubat’ta haberin kesin olarak doğrulanmasıyla Bayan Nietzsche sevinçten havalara uçtu. Nietzsche alaycı bir tavırla annesine bu cümleyi kurdu: “Ne fark eder ki? Alt tarafı dünyada bir profesör daha olacak!”

Nietzsche henüz yirmi dört yaşındaydı ve ailesine göre geleceğini çoktan garanti altına almıştı. Romanlardaki genç profesörler daima asil ve soylu kadınlar tarafından sevilen karakterlerdi. Leipzig Üniversitesi, Nietzsche’ye doktorasını sınavsız ve tezsiz verebilmek için tüm süreçleri hızlandırdı. Paris hayali sona ermişti, fakat yakında İsviçre’de, Wagner’ın yanında olacaktı. Eğer bunun bedelini köle olarak ödemesi gerekiyorsa, buna değerdi. En azından içindeki dürtü bunu yapması için kendisini zorluyordu. Böylece Ritschl’e teşekkür olarak, kız kardeşiyle birlikte Rhetnisches Müzesi’nin eserlerini listelemeye koyuldu.

Nietzsche, olayın büyüsünden çıkınca mantıklı düşünmeye başladı. Verdiği bu kararla önünde yatan bu yeni dar yolu düşündü. Bu yol sadece filolojiye çıkıyordu ve onu daha ileri götüremeyecekti. Üzerine çöken çaresizlikle Schopenhauer’ı hatırladı ve mart ayında günlüğüne bu satırları yazdı: “Her şeyden vazgeçmiş filologlardan biri olduğumu söyleyemem, ancak başlarda sanattan felsefeye, sonra felsefeden bilime ve en son, çok daha dar olan bu alana yöneldiğimi düşününce, tüm bunlar bana bir vazgeçiş gibi geliyor.”

Şimdiye kadar Nietzsche’nin hayatında, büyük bir gururla savunduğu amor fati17 kavramına dair hiçbir iz göremedik. Kaderini sevmek bir yana dursun, karşısına çıkan her güce tereddüt etmeden teslim olduğu ve çok geçmeden bu güçten vazgeçtiği yeterince açık değil mi? İleride filolojiden, Schopenhauer’dan ve hatta Richard Wagner’dan bile nasıl vazgeçtiğine şahit olacağız. Yine de o zamanlar, tüm bunlar ona kaderiymiş gibi geliyordu. “Sevgi” yerine belki de “açlık” kelimesini kullanmalıyız. Şeytan bile bir Tanrı’ya açtır, ama bu onu sevdiği anlamına gelmez. Nietzsche her zaman sevdiğini öldürmüş ve bunun sonucunda hep aç kalmıştı. Bu yüzden kendisine amor fati yerine amor abyss’i18 uygun görüyordu.

O sene Basel Üniversitesi’ne, genç bir Prometheus gibi gitti. Ayrılışının arifesinde Gersdorff’a bu satırları yazdı: “Zamanı geldi. Yarın sabah erkenden yabancı bir dünyaya, ağır ve baskıcı bir ortamda daha önce yapmadığım bir işi yapmak üzere yola çıkıyorum. Merak ettiğim tek şey, beni hapsedecek olan zincirlerin demirden mi yoksa iplikten mi olduğu. Kim bilir, belki bir gün zincirlerimi kırıp bu belirsiz hayatta farklı bir yola saparım. Sonuçta bu cesarete sahibim… Zeus ve tüm müzler,19 beni kültürsüz biri veya bir sürü çobanı olmaktan korusun.”

Nietzsche, Deussen’e bu yeni işini, sanki kader onu görevlendirmiş gibi görkemli bir şekilde duyurdu. Mektubunu içten tebrikleriyle cevaplayan Deussen, kendi kısmetinin kapalı olmasından yakınıyordu. Bu mektuba Nietzsche, dostluklarını bitiren bir şiddetle karşılık verdi. Daha sonra Deussen bu konu hakkında “O an, hiç de yüce biri değildi,” açıklamasında bulundu.

Böylece Nietzsche, 13 Nisan 1869’da artık bir öğrenci değil, dünyanın eşiğinde bir adam olarak kaderindeki altıncı önemli yolculuğuna çıktı. Özgüvensizliği, onu olduğundan daha yaşlı gösteren yeni giysiler diktirmeye itmişti. Belli ki bu yolculuk da onun için korku doluydu.

11.Burada babasının cenazesini hatırlamış olabilir miydi?
12.Grek ve Roma mitolojisinde evrendeki düzenin ve doğa yasalarının bekçileri. (ç.n.)
13.Dante’nin İlahi Komedya’sında cehennem ve araftaki yolculuğunda kendisine yardım eden rehber. (ç.n.)
14.Ltn. horrible dictu, söylemesi güç. (ç.n.)
15.Heinrich Gotthard von Treitschke. Milliyetçi Alman tarihçi ve siyasi yazar. (ç.n.)
16.Klasik Alman efsanesinde bir başkahraman. Simyacı ve doktor Johann Georg Faust’a dayanmaktadır. (ç.n.)
17.Ltn. amor fati, kader sevgisi. (ç.n.)
18.Ltn. amor abyss, sonsuz sevgi. (ç.n.)
19.Yunan mitolojisinde dokuz Tanrıça. (ç.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.