Kitabı oku: «Çağdaş Hakas Edebiyatı», sayfa 2
İVAN GRİGORYEVİÇ KOTYUŞEV
(1919-1979)
İ. Kotyuşev, 1919 yılında Şira bölgesinin Nımırhalar köyünde doğdu. Genç yaşta öksüz kaldı. Halk türkülerine olan sevgisi, küçük yaşta şiire ilgisinin artmasını sağladı. 1938 yılında başlayan şiir yazma hayatı ölümüne kadar sürdü. “Hızıl Aal” gazetesinin muhabiri olarak çalıştı.
Kotyuşev, lirik Hakas şiirinin üstadı sayılabilir. Şiirinde insanlarda meydana gelen düşünce değişikliği, hayata giren yeni şeyler, teknik gelişmeler, şehir hayatını ilginç yönleri, köy hayatındaki değişiklikler başlıca konular olmuştur. “Kök Porçolığ Çazı” adlı romanı almanakta tefrika edilmiştir. Kotyuşev kısa hikâyeler de yazmıştır. Fakat o, halk arasında şair olarak ünlenmiştir.
Eserleri: Ah Üüs (Şiirler), Abakan, 1948. Purgınnığ Ağın (Şiirler) Abakan, 1953. Suğ Hazında (Şiirler), Abakan, 1956. Kayaktın Tülgüzi (Çocuk Şiirleri), Abakan, 1959. Tastağı İster (Şiirler), Abakan, 1963. Stihtar (Şiirler), Abakan, 1970.
Kaynakça: Pisateli i Hudojniki Hakasii, Abakan, 1997. s. 18-19. Hakasskie Pisateli, Abakan, 1999, s. 35-47. Topanov, G, İ. Kotyuşevtin “Purgunnığ Ağın” Çıındızına Retsenziya, Hızıl Aaal, 1955, 16 Yanvar. Karamaşev, V, İ. Kotyuşevtin Poeziyazı Paza Folklor, Hakasiya Ottarı, 1957, No: 7, s. 98. Çebodayev M. Ah Üüs Kögçizi (50 Çazında), Ah Tashıl, 1969, No: 17. Kirbijekov U. Ah Üüs Kögçizi (60 Çazında), Ah Tashıl, 1979, No: 27, s. 85. Hakas Literaturazı 8 (Hazırlayanlar: Kirbijekova, U. N., Borgoyakova, M. P.), Ağban, 1998, s. 96-105.
SAĞANAK YAĞMURDA
Yaz akşamı olduğu zaman, yüksek yar üstündeki obada gök gürültüsüyle yağmur yağmış, şimşek çakıp durmuştu. İki katlı taş ve bir katlı ağaç evlerin üzerlerine dik dik yağmur suyu düştüğü yerde dağılıp yayılıyordu. Gök gürültüsü işitiliyor, ardından yıldırım şiddetle düşüyor, şimşek sert çakıyordu.
Şimşek çaktığında oba yanındaki tepede iki kişi göründü. Sarp yardan inen patika yoldan çıkıp gelmişlerdi. İki kişi, birbirine bağlanmış gibi birlikte yürüyorlardı. Önce onların erkek mi kadın mı oldukları anlaşılmadı. İkisi de börklü, su geçirmeyen pelerin giymişler, başlarını aşağı indirmişlerdi.
Sonra birinin erkek diğerinin kadın olduğu çizmeleri görününce anlaşıldı. Birinin deri çizmesi uzun konçlu idi, diğerinin konçu daha kısa olan bir kadın çizmesiydi. Onların ikisinin de yanda boş kalan ellerinde el çantaları vardı.
Erkek Karamaşev Ağbay’ın oğlu Çornap adında iri yarı biriydi. Onun kırışmış yağız yüzünde traşlanmış top sakalı bir uçtan diğerine ulaşıyordu. Kadın ise Tokmaşov Miro’nun kızı İliskecek idi. O, Ruslarınki gibi sarı saçlı, güzel yuvarlak yüzlü ve parlak kahverengi gözleriyle Hakas olduğu şüpheye düşülmeyecek şekildeydi. Çornap karşıda koyun duran yerde yaşamış, kolhozun koyununu otlatmıştı. İliskecek ise rayon merkezinde doktor olarak çalışıyordu. O, bu sene öğrenimini bitirip gelmişti. Henüz kocaya da varmamıştı.
Çornap’ın on yaşındaki oğlu aniden bilinmeyen bir hastalığa yakalanmış, koyun çobanı yağmur yağmadan az önce doktoru evine getirmek üzere çağırmıştı. Oğlan daha önce de böyle hastalanıp iyileşmişti. Şimdi hastalığı yeniden nüksetmişti. Öncekinden daha kötü olmuş, karnı sertleşmişti. Annesiyle babası çocuklarının doktora götürülmesi gerektiğini anlamışlar fakat bu havada hastaneye nasıl götüreceklerini bilememişlerdi. Atı arabaya koşarlardı ama yakında geçit de yoktu feribot da. Çevreyi dolanıp gitmek ise uzun zaman alacaktı. Çocuk dayanamayabilirdi. Çornap çocuğu kucağına alıp götürecek olsa, göz gözü görmeyen karanlıkta, sarp yardaki patika yolda yürümesi çok zor olacaktı.
Çornap, İliskecek’i tanıyordu. Onun anne babası Karamaşevlerle aynı köyde idiler. Çornap onun çocukluğunu bilirdi. Küçük belikli, onların ucuna bağlanan ak ipek kurdeleli bir kızdı İliskecek. İliskecek ortaokulu bitirdiği sırada, kardeşini taş kömürü madenine çalışmaya göndermişlerdi. Ailesi de oraya göçmüştü. Kız uzun boylu hafif kiloluydu. Yakın zamanda bölge hastanesine bir iş için gittiğinde, Çornap köyündeki bu kızla karşılaşmış, selamlaşmışlardı. Beraber öğle vakti yemek yemişlerdi. Birisi hastalanırsa, İliskecek onların hastaneye gelmesini, yardımcı olacağını söylemişti.
Oğlu hastalanınca da Çornap, doğruca onun yanına gitmiş, işte şimdi İliskecek’i almış geliyordu. Doktor, koyun çobanının oğlunun nasıl hastalandığını, daha önce aynı hastalığa yakalanıp yakalanmadığını sorup öğrenmiş. Onun söylediklerini dinledikten sonra, acele etmiş. İliskecek’in güzel yüzü sert çizgilerle kaplanmıştı. Başka bir şeye bakmadan, gerekli malzemeleri hazırlayıp yola düşmüşlerdi. Böylece ciddi şekilde endişelendiği anlaşılmıştı. Çornap’la İliskecek yardan aşağı inen patika yola ancak ulaşabilmişlerdi. Ayakları altında su şarıldıyor, çamur cıvıklaşıyor, bu yüzden ayakları kayarak birbirlerine tutunarak zorlukla gidiyorlardı. Ayaklarının altında yer eriyor gibiydi. Yardan aşağıya kayıp düşecek gibi olsalar da güçlükle kendilerini toparlamışlardı. Patika yoldan çıkmamak için, yanlardaki taşlardan tutunuyorlardı. Yağmurdan ıslanan ellerine taşlardan sızan sular dökülüyor, tutundukları yerleri kayganlaştırıyordu.
“Köyü böyle bir yar üstüne niçin kurarlar ki?” diye kendi kendine söylendi Çornap.
“Oğlum, pek de güzel yetişti. Her şeyi, büyük insan gibi anlar. O, mutlaka büyümeli.” diye yüksek sesle konuştu.
Bir şeyler söyleyen İliskecek’in sözü şimşek çakmasıyla kesildi. O sırada su kıyısındaki ağaçlar, onların arasındaki açık alan görünmüştü. O açık yerde, patika yolda bir şeyin başı göğe doğru uçar gibi yukarı dikilmişti. Şimşek çakması geçince kayığı suya doğru ittiler. Kayığın iki ucuna birbirlerine yüzlerini dönerek oturdular. Çornap kürekleri çekmeye başladı. Kürekler kayığın bir o yanından bir diğer yanından batıp çıkıyordu. Suyun şarıltısı, yaralı kuşun kanatlarını çırpıp gelmesi gibi, devamlı ve hızlıca uğuldayıp duruyordu. Suyu geçmek çok uzun sürmüş gibi geldi ikisine de. Suyun üzerine yıldırım düştü. Şimşek üzerlerinde parıldadı. Nihayet kayıkla kıyıya yanaşabildiler. Kayıktan inip, onu güçlükle yarın üstüne çıkarıp bırakarak patika yola çıktılar.
Çornap’la İliskecek ilerde sönmek üzere olan ateşin pırıltısını görüp ıslak tezek kokusunu aldılar. Daha sonra aniden köpekler ürüşüp koşarak geldiler. Sahiplerini tanıyınca kuyruklarını salladılar. Küçük evin kapısını çaldıklarında ikisi de sırılsıklamdı. Kapıyı Çornap’ın karısı Marga açtı.
Masa üstünde bir gaz yağı lambası yanıyor, içeriyi çok az aydınlatıyordu. Kırlaşmış saçlı Marga onları görünce sevindi. Hemen çocuğun yattığı yere yöneldiler. Oğlan, solgun bir yüzle kendinden geçmiş bir hâlde yatıyordu.
“Paskacahım! Oğlum!” diye Marga ağlamaya başladı.
“İşte oğlum, baban geliverdi. Doktor ablanı da getirdi.” diye oğlunun saçlarını sıvazladı.
Çantalar masanın önündeki peykeye bırakılınca, İliskecek su geçirmez yağmurluğunu çıkarmış Marga da onu kapı üzerindeki çiviye asmıştı. İliskecek çantadan ak önlüğünü çıkararak giydi. Oğlanın döşeğinin ucuna oturup koltuğunun altına ateş ölçen dereceyi koydu. Stetoskopu ile göğsünü dinledi. Nabzını ölçtü. Çocuğun vücuduna iki eli ile hafifçe bastırarak muayene etti. Ateşi çok yüksekti. Şüphelerinde haklı olduğunu anladı. Çocuğun acilen hastaneye götürülüp ameliyat edilmesi gerekliydi fakat bu yağmurda hastaneye gitmek demek büyük bir zaman kaybı demekti ve bu da çocuğun hayati tehlikeyi atlatamaması anlamına gelebilirdi. Endişeyle kendisini izleyen Marga ile Çornap’a baktı.
“Apandisit.”dedi. “Her an patlayabilir. Hayati risk taşıyor. Hastanede acilen ameliyat edilmesi gerekiyor.”
Marga, acı bir çığlık koyuverdi. Çornap olduğu yere çöktü. Yağmur dışarda şiddetini iyice artırdı… Hınçla camları dövdü. Çornap birden çöktüğü yerden kalkıp doktorun ayaklarına kapanarak yalvarmaya başladı. Koca adamın gözlerinden düşen iri iri damlalar kilimin desenlerine karıştı.
“Vardır bir çaresi doktor hanım. Hı vardır bir çaresi. Bilirsin sen.” diyordu.
İliskecek, şaşkınlıkla Çornap’ı yerden kaldırdı.
“Tek çaresi hastanede ameliyat.” dedi. “Benim burada yapabileceğim bir şey yok.”
Çornap:
“Sen burda yapıver, olmaz mı?” diye yalvaran ıslak kahverengi gözleriyle doktora baktı. İliskecek bu duyduğu karşısında afalladı. Yeterli aletler olmadan hasta asla ameliyat edilemezdi. Bu mümkün değildi. Çocuğun nefes alış verişleri duyulamayacak kadar zayıflamıştı.
Marga:
“Ölüyor yavrum ölüyor!” diye bağırarak çocuğun üzerine kapandı. Çornap hâlâ yalvaran gözlerle doktora bakıyordu. Vakit tükenmek üzereydi. İliskecek:
“Çornap, sen çocuğun giysilerini çıkar. Marga hemen su kaynat. Şurdaki masanın üzerine temiz bir çarşaf ser. Çornap sen de çocuğu oraya yatır. Sonra her ikiniz de üzerinize temiz giysiler giyin ve bana yardım edin.” dedi kararlı bir sesle.
Karı koca denilenleri hiç zaman kaybetmeden harfiyen yerine getirdiler. Gaz yağı lambasını Marga masanın üzerine doğru tuttu. İliskecek çantasından ak kaplamalı teneke kutular çıkarıp, ağızlarını açtı. Ağzına burnuna ak bez bağladı. Başına ak bere, ellerine uzun parmaklı naylon eldivenler taktı.
İliskecek, çocuğun koluna iyot sürüp iğne yaptı. Çok kararlı ve ne yaptığını bilen birisi olsa da risklerin farkındaydı ve belli etmese de çok korkuyordu. Çornap, İliskecek ne derse tıpkı bir robot gibi süratle yerine getiriyor. Bembeyaz bir yüzle dikkatlice doktora eşlik ediyordu. Küçük çocuk derin bir baygınlığa düşmüştü. İliskecek çocuğun karnına doğru eğildi. Ameliyat edeceği yere tentürdiyot sürdü. Eline keskin bistüriyi aldı. Çakan şimşek ışığı masanın üzerinde yatan çocuğun solgun yüzünü aydınlattı. Marga, olduğu yere çöktü. Bildiği tüm duaları unutmuştu, sadece Tanrım diyebildi. Tanrım, lütfen!…
İliskecek, küçük çocuğun üzerine eğdiği başını kaldırıp Çornap’ın uzattığı teneke kutuya kanlı plastik eldivenlerini sıyırıp attı. Burnunun üzerine çektiği ak bezi çıkardı. Küçük çocuğu, babasının yardımıyla yatağına yatırdı.
“Oğlunuz gözlerini açtığında eskisinden daha iyi olacak, hızla iyileşecek.”dedi. önlüğünü çıkarıp kapıya yöneldi. Sabah serinliği yüzüne çarptı. Derin bir nefes aldı. Artık yağmur dinmişti.
VASİLİY ANDREYEVİÇ KOBYAKOV
(1906-1937)
Şair ve yazar Kobyakov, Şira rayonunun Ospa köyünde 1906’da doğdu. 1929 yılında Krasnoyarsk’taki Sovyet Parti Okuluna öğrenime gitti. Daha sonra Hakas kitapları çıkaran yayın evinde ve millî tiyatroda çalıştı. Bu sırada şiirler ve hikâyeler yazmaya başladı. 1933 yılında, parti komitesi onu, Hakas okulları için kitap çıkarma çalışmasını yönetmek üzere Novosibirsk’e gönderdi. 1934 yılında “Aydo” adlı büyük hikâyesini müstakil kitap olarak çıkardı. 1935 yılında hikâyeleri ve şiirleri “Hakasiya Irlapça” (Hakasya Şarkı Söylüyor) adıyla yayımlandı. 1936 yılında “Partizan Künneri” (Partizan Günleri) adlı deneme kitabını çıkardı. Vasiliy Kobyakov 1937 yılında, Stalin’in “Vatan haini, işbirlikçi” suçlamasıyla pek çok Hakas aydınıyla birlikte öldürülmüştür. Sonradan suçsuzluğu ortaya çıkmış ve aklanmıştır.
V. Kobyakov, dört yıl süren kısa yazı hayatında, deneme, hikâye, uzun hikâye dallarında ilk kitap çıkaran Hakas yazarı olmuştur. Hakas yazı dilinin kurucularının başında gelir. Hemen bütün edebî türde eser veren Kobyakov’un Puşkin, Tolstoy, Çehov, Gorkiy gibi yazarların eserlerinden çevirileri de vardır.
Eserlerinde; hanlık zamanındaki zenginlerin, yanlarında bulunan yoksul hizmetçilerine uyguladığı kötü muamele, Ekim devrimi sırasında yapılan mücadele, devrimin insanlara getirdiği rahatlık, yurt sevgisi, işlediği başlıca temalardır.
Eserleri: Aydo (Uzun Hikâye) Novosibirsk 1934, Abakan 1959. Hakasiya Irlapça (Şiirler ve Hikâyeler), Abakan, 1935. Partizan Künneri (Hikâye), Abakan, 1936. Mıltıh Tabızı (Hikâyeler), Abakan, 1966. Povestter paza Çoohtar (Uzun ve Kısa Hikâyeler), Abakan, 1969.
Kaynaklar: Pisateli i Hudojniki Hakasii, Abakan, 1997, s. 6-7. Hakasskie Pisateli, Abakan, 1990, s.4-7. Mıltıh Tabızı, Pastağı Haalğalar, Abakan, 1936. Komsomollar-olğannar, Hızıl Aal, No:216, 1958. Torka Çalğıs Kem Polğan, Kök Odıcah, Hakas Partizannarının Irı, Huzıcah, Ancı Harol, Çazıdanar Ir, Har Poraan, Çayğızı Çitse, Kamat Ağa, Baykal Köl, Çashıda, Halıh Hığırzın, Stihi (Hakas Poeziyazının Antologiyazı), Abakan, 1960, s.87-91. Aydo, Mıltıh Tabızı, Hıshılarnın Unadılğan Ordızı, Kiröske Tüzirgeni, Kazan, Pasha Kizi Anmarı, Sügen, Partizan Künneri, Hızıl Çazı, Abakan, 1982, s.6-80 .
Buraya aldığımız Aydo adlı büyük hikâye; Hakas edebiyatında türünün ilk örneğidir.
AYDO (İlk Hakas Uzun Hikâyesi)
Ovada
Bu, ilkyazda oldu. Ovanın, dağın karları eriyip çaylara, derelere, çukurlara toplandığı zamanda. Yazının içinde dumanlı gök göverip sıcak günler gelmeye başladığı anda. Bahar güneşinin ışıkları ılık nefesini yayarak gülümsediği anda. Yeni gelen çayır kuşları ovayı şenlendirip şarkı söylediği anda oldu.
Ak otlu ak ova, ala kilim örtülmüş gibi ırgalanıyor, ak yazının büyüyen otları ipek serilmiş gibi görünüyordu. Fakat şimdi, ilkyazda, onun otları kış soğuğunu geçirince kuruyup sararmıştı. Şurada burada kümelenmiş karların altından, yerden gök otlar görünüp yeniden çıkıyorlar ve kır saçlı insanın saçları gibi ağarıp duruyorlardı.
O yazının ortasında bir çiftlik kararıp duruyordu. Üzeri kurşunla kaplanmış küçük bir ev ve onun yanında melez ağacıyla yapılmış küçük bir ambar duruyordu. Bunların dışında orada büyük, açık bir ahır vardı. O, ova ortasında küçük yurt, Yakın Ağa’nın koyun sürüsünün olduğu çiftlik, “Yazı Göl” duruyordu. Yakın, çobanlarına koyunlarını ilkyazda buraya getirtiyordu.
Çiftliğin önü, yanı ve üst tarafı çamurlu, sazlık bir yerdi. Alt tarafında küçük bir gölcük vardı. O göl, orada yaşayan malın sulağıdır; bu yüzden bu çiftliğe “Yazı Göl” denirdi.
Aydo, on yaşında bir oğlan. Ak otlu ak ovaya serpiştirilmiş aşık kemiği gibi doğudaki dağa doğru dağılan büyük koyun sürüsünün ardından hoplaya zıplaya gidiyor. Onun incecik boynu, geniş börklü başını taşıyamayıp eğilmeye meyilli gibi görünüyor. Sırtında kötü, yırtık elbisesi, yağmur suyunda tekrar tekrar kalmaya dayanamayarak katılaşıp kalmış. Elbisesinin tersi düzü bilinmez hâle gelmiş. Ayaklarında büyük, tabanı olmayan, kadın ayakkabıları sallanıyor. Çıplak ayaklarını kendir iple ayakkabı koncundan bağlayıvermiş.
Aydo’nun ardınca kaba tüylü Çohırah, oraya buraya saldırıp koşarak her şeyi koklayıp gidiyor. Onun açık kulakları, kışın giyilen börkün kulakları gibi sallanıyor.
Aydo, gece gündüz, sabah çok erkenden karanlık düşünceye kadar, bu koyun sürüsünün peşinden gitmeye başlayalı üç yıl oluyor. Onun yazıda, dağda yaşarken ovanın temiz havasının keyfini bozacak tüylü Çohırah’tan başka arkadaşı yok.
Çohırah ovada koşuyor, Aydo’nun güvenilir arkadaşı. O, şimdiye kadar Aydo ile birlikte mal otlatıp kara koyunları açgözlü yırtıcıların ağzına düşmekten çok kurtardı.
Doğudaki Aylah Dağı’nın eteğine yaklaşmaz, dönüp gelmez. O, kendi geldiği yere bakarak durur. Yazı ortasındaki küçük yurt havanın ısınmasıyla alacalanıp görünüyor. O bazen gökle yer arasında yayılan suyun ortasında duruyor gibi görünüyor. Aydo, oradan sabah çıkıp akşam olunca dönüyor.
Oraya geldiğinde Aydo’ya kır başlı Kamat ihtiyar, eski hikâyeler anlatarak vakit geçirtiyor. Ondan yalan yanlış duyduğu bir şey de yok. Ve ovada giderken onunla konuşacak kimse de yok. Onun için sıkıcı. Şimdi aklına gelen şeyi maniye dönüştürerek söyleyip duruyor:
Boynuzsuz kara koyunum,
İki kuzusunu birlikte götürür.
Lezzetli otu otlayarak,
Yavrularını emzirip götürür.
Gün ışığı gökten parlayıp,
Ovanın üstünü ısıtıp götürür.
Güzel sesli çayır kuşları,
Sıcak yerden gelip, şarkı söyleyip ötüşür.
Onlar şimdi yuva yapıp,
Yavrularını çıkarıp büyütür.
“Ay aay, alçaklar!” Koyunlarına bakıp bilmiş bir sesle bağırıyor. Etrafına bakındığında Aylah Dağı’nın yamacından eyersiz ata binmiş bir kişi rahvan gidişle inip geliyordu. Ak ayaklı kızıl doru ata binmiş, kısa sarı elbiseli kişi bakarak yaklaşmıştı. Bakır kaplamalı, eski ağaç eyer üstünde bir yanına eğik oturmuştu.
Aydo, melez ağacı sopasına göğsüyle dayanıp, atlı kişiden gözünü almayarak baktı. Adam, Aydo’nun yanına geldiğinde atının ağzını salıp çekerek durdurdu. Ak ayaklı doru at, demir gemini kütürdeterek çiğneyip duruverdi.
“Merhaba, ay oğul!” At üstünden tanımadığı kişi gülümseyerek indi.
“Merhaba!” dedi Aydo.
“Koyun otlatıp duruyorsun, ha?” diye etrafına bakınıp sordu adam.
“Otlatıyorum.” dedi Aydo, sopasıyla yeri karıştırıp başını eğerek.
“Kimin koyunudur bu kadar çok?”
“Yakın’ın koyunu.” diye cevap verdi Aydo, koyunlarına göz atıp.
“Ee evet evet… Biliyorum… O, Pitro Yakın’dır, değil mi?”
“Evet, o.”
“Eee, inip sigara içelim bakalım.” diye açık yularını atın başının sol yanından üzerine attı. Onun ayakları atın iki yanına uygun olarak eğilmiş gibi bükülmüş. Küçüklüğünden beri at üstünde yaşadığından bacakları bükülmeyip de ne olacak.
“Sen sigara içiyor musun, ay oğul?” dedi Aydo’ya.
“Yok, ben sigaraya hiç alışmadım.”
İkisi birlikte şimdi karşılıklı oturdular. Gelen kişi, koynundan tabaka çıkarıp, tütünü bakır uçlu piposuna sıkıştırıp koydu. Onun sivilceli yağız yüzü, bahar rüzgârından kavrulup sertleşmiş. Kış soğuğunun izleri yüzünde açıkça görünüyordu.
“Sen nereye gidiyorsun?” diye sordu Aydo.
“Ben… Bir bölük yılkı arıyorum… Gece karanlığında iplerini çözmüştüm. Rezil hayvanlar nereye gittiler acaba? Sen bir yerde rastlamadın, değil mi?”
“Bilmem… Yılkı görmedim. Sen kimin yılkısını otlatıyorsun ki?”
“Ben, işte şu Parpus’taki Ertemey’in yılkısını otlatıyorum. Ertemey’in kendisi Rus’tur.”
“Rus ha?”
“Evet… .”
“Senin otlattığın yılkın çok mu?”
“Benim, kulun tayla birlikte binden fazla.”
“Bin!… Ooo… .” şaşırmıştı Aydo.
“O kadar hayvanı tek başına mı otlatıyorsun?”
“Biz oğlumla ikimiz otlatıyoruz. Oğlum senden uzunca. Şimdi yılkının başında yalnız kaldı. Bugün yılkıları bulamazsam nasıl bağlayıp geceyi geçirecek?” deyip üzüntüyle konuştu gelen kişi. Onun yüzü ince ince kırışıyor, düşünüp üzüldüğü yüzünden anlaşılıyordu.
“Bizim bakıcımız çok sert adam. Bir kulun veya tay bir yere girse kaybolsa ondan sonra güzel gün göremezsin.”
Onu dinleyip Aydo kendi kendine düşündü. Bu zengin olan kimseler bizim gibi hizmetçilere tatlı gün göstermeyecekler mi? Rus da olsa, kendi insanları da olsa aynılar bunlar.
Çok geçmeden gelen kimse, unuttuğu bir şeyi hatırlamış gibi aniden başını kaldırıp Aydo’ya sordu:
“Sen kimin oğlu oluyorsun, ay oğul?”
“Benim babam Karbay idi… Annem Tağay. Babam öldü, annem hâlâ sağ.” dedi Aydo yere bakıp otları çekip yolarak.
“Burada çoktan beri mi otlatıyorsun bu hayvanları?”
“Üçüncü yılım doluyor.”
Adam derin nefes alıp yüksek sesle ofladı.
“Adın nedir senin?”
“Adım Aydo. Senin adın nedir?”
“Benim adım Çabus.”diye gülümseyerek cevapladı adam.
Aydo’dan o kişinin böyle her şeyi sorması, konuşması, ona pek iyi geliyordu.
“Ben annemle karşılaşmayalı çok zaman geçti. Beni buradan Yakın Ağa hiç göndermiyor. Bana elbise ayakkabı da vermiyor.” O, kendi babasına sızlanır gibi o kişiye anlattı.
“Öyle… Zor oğlum, bizim gibilere şimdi hayat çok zor.” İç çekip konuştu gelen adam.
Aydo’nun aklına üç yıldır görmediği anası geliyor yüreği sıkışıyor. Gözlerinin yaşı bir bir parıldayıp çıkıyor.
“Benim babam da Yakın Ağa’nın yanında yaşarken öldü. Bir kış günü, çok soğukta, benim babamı Yakın Ağa, işe gönderdi. Sonra babam donmuş olarak geldi. Karanlıkta biz annemle bodrumda otururken babam içeri girdi. Onun yüzü ateş ışığında, akağaç kabuğu gibi bembeyaz kesilmiş duruyordu. Babam, güçlükle ateşin başına oturdu. Ben onun ellerini ve ayaklarını sıvazladım. Buz gibiydi. “Babacığım, senin elin ayağın niçin böyle ağardı?”diye sordum. “Bilmem ki yavrum nasıl oluyor? Donduğunda böyle oluyor işte.” Demişti babam. Ben çok üşüyen kişiyi işte o zaman gördüm.
O gece babam, hiçbir şey yemeden, kâbuslar gördü. Sabaha karşı ateşi çok yükseldi. O, çok konuşup konuşup kalkıyordu. Biz annemle gece boyunca uyumadık. Sabah babamın yüzü, elleri ve ayakları şişiverdi. Ellerinden ayaklarından su akıyordu.”
Çabus, Aydo’nun hikâyesini dinledikçe kendi vücudu ağrıyor gibi yüzü buruşup duruyordu. Doru at konuşan iki kişinin yanında eski otları otlayarak adımlıyordu. Aydo konuşmasına kaldığı yerden devam etti:
“Böyle, babam üç dört gün hasta yattı. Hastayken Yakın Ağa, evimize giriverip babama bağırıp duruyordu ‘Sen Karbay, ne oldu böyle döşekte yatıyorsun, işine gitmemek için Numara mı yapıyorsun?’Ondan sonra, babamın vücudundaki acıyı görmüş olmalı ki sus pus olup çıkıp gitti.
Bir akşam babam çok ağırlaştı. Bir yanına yatamayıp dönüp duruyordu. Sonunda, çok geçmeden babam sessizleşti. Sonra baktık ki babam nefes almıyor.
İşte o günden sonra annemle bana hayatın ağırlığı çöktü. O günden beri bizim annemle gidecek yerimiz yok. Yakın Ağanın yanında çalışıp yaşadık. Ağa, beni bu çiftliğe mal otlatmaya getirdi. Şimdi annem nasıl çalışıp acı çekiyordur.”
Aydo’nun böyle dillenip konuşması Çabus’un yufka yüreğini yakıyordu. Onun bütün benliğinde, onların gücüyle mutluluk içinde yaşayanları sevmediğinin göstergesiyle konuşuyordu. Aydo, ona başka şeyler de anlatıp kendi gönlünü açmayı istiyordu. O kişi, kendi gideceği yere acele etmemiş olsaydı.
Adam, doru atın kolanını yeniden bağlayıp konuştu:
“Bize de bir gün sıra gelir ya… .”Dizginini toplayıp ata atladı.
“Haydi, hoşça kal yavrum. Sağlıcakla kal. Ben yılkıları gidip bulayım.” deyip atını koşturdu.
Aydo, vedalaşıp içinden ayrılmaktan hoşlanmadığını seslenmiş fakat bu kendinde bir düşünce olarak kalmıştı.
Doru at, gem halkası şıngırdayıp, sarkık kuyruğu yayılıp, aşağıya doğru yönelip tırıs gitmişti. Sarı elbiseli yılkı çobanı at üstünde büyük bir beşikte gibi sallanarak uzaklaşmıştı.
Aydo, yine ak ovanın ortasında tek başına kalmıştı.
“Ay-ay, alçaklar, kara kurtlar!” diye koyunlara var gücüyle bağırdı.
Ak otlu ak ovada, geçitli dağlarda Aydo’nun gitmediği yer kalmamıştı. Oradaki hendeklerin, çukurların hepsini bilirdi. Onun Çohırah’ı da nerede tarla faresi, sıçan çok varsa orayı iyi biliyordu.
Sabahın seherinden akşamın karanlığına böyle uzaklara giderek çalışmak Aydo’ya çok sıkıcı geliyor fakat sıkıcı da olsa başka gidecek yeri yoktu.
Bugün Aydo malla birlikte çok erken ovaya çıktı. Onu kır başlı Kamat ihtiyar, tan atmadan önce uyandırdı. Aydo, bir şeyler atıştırarak malla birlikte yazıya geldi. Onu Kamat ihtiyar, uykusunu alıncaya kadar uyutuyordu fakat Yakın Ağa, Kamat ihtiyarı gür sesiyle küfrederek azarlamıştı:
“Sen yaşlı köpek, yediğinle de kalmıyorsun, malı geç çıkarttırıp erken getirtiyorsun. O kuru karınlıyı da içeri sokup uyutuyorsun!”
Artık Kamat ihtiyar, Yakın Ağa’nın kendisini beslemeyeceğinden korkarak Aydo’yu erkenden kaldırıyordu.
Yakın Ağa buraya, çiftliğine, sık sık gelir. Yorga giden bora atına binip gelerek buradaki ikisini tehdit eder dururdu:
“Siz köpekler, malınıza iyi bakmayıp koyunu oraya buraya kaçırırsanız o zaman düşünün başınıza ne getireceğimi. Ben sizi güzelce dövüp atarım dışarıya!”
Aydo, yumuşak otlu bir yer seçip, kötü elbisesini yere serip, dönerek yattı. Çohırah onun yanında uzandı. Güzel günün sıcaklığı ve çayır kuşlarının ötüşleri Aydo’yu uyutacak ninni gibi geliyordu. Aydo’nun gözleri kendiliğinden kapanıyor, uyuklayarak kara yere kaplanıyordu. Düşünde Aydo, annesini görüyordu. Onun annesi yepyeni ipek bir elbise giyip sırtına ipek bir palto alıp evinde yemek hazırlıyordu. Masaya güzel yemekler koyup Aydo’nun karnını doyurmak için annesi acele ediyordu. Aydo, kendisi de yeni bir elbise giymiş, masa başında saygın bir misafir gibi oturup yemek yiyerek doyuyordu. Aydo içinden; Yakın, bana malını otlattığım için parayı devamlı verdi, şimdi biz annemle birlikte mutluluk içinde yaşıyoruz diye düşünüp seviniyordu.
Böyle az mı çok mu zaman geçtikten sonra, çok uzaklardan Çohırah’ın kısık sesini işitti. Aydo aniden uyanıverdi. Rüyasına aldanıp oraya buraya bakındı.Ortada ne annesi vardı, ne güzel elbiseler ne de yemekler. Eskiyip yırtılmış, kirle kaplanmış keten gömleği üzerinde duruyordu.
Aydo, gözlerini silip etrafına bakıp dururken, Yakın’ın yorga bora atının koşturarak geldiğini gördü. Yakın, at üstünde eğri oturmuş. Çohırah, onu görerek ona karşı koşup havlıyordu. Yorga bora atlı Yakın, çok geçmeden Aydo’nun yanına ulaştı. Aydo, onun yüzünde kötü, soğuk, sevgisiz bir tavır gördü.
“Nerededir senin malların?” Yakın, bir gözünü kısarak atının üzerinden Aydo’ya baktı.
Aydo oraya buraya bakındı fakat onun koyunları uzaktaki geçidin arkasını aşmış. Yüreği çarpıp cevap verecek söz bulamıyor, gözlerini oraya buraya döndürüyordu.
“Neye bakıp duruyorsun? Ben seni, uyutmak için mi besleyip giydiriyorum?” Yine kötü, ayınınki gibi sesi işitildi. O ses bitmeden Aydo’nun başının üstünde bir kayış vızıldadı. Aydo, ilk vuruşun acısına dayanamayıp, yere yalpalayarak düşüp, oradan kötü elbisesini sürükleyerek koşmaya başladı. Çaresiz Aydo oğlanın acı sesi yayılıp, at üstünde iyice vahşileşen Yakın’dan kurtulamayarak koştu. Onun acınacak, yal-varışlı sesi bazen duyuluyor bazen kayboluyordu.
“Bir daha böyle uyumam, vurma bana! Hatta hiç uyumam. Bırak malların hepsini toplayıp getireyim.” diye yalvarıyordu. İçinden Yakın’ı hemen yok etmek geliyordu. Fakat on yaşındaki Aydo’nun yalvarmasına katı yürekli Yakın aldırmadan vuruyor vuruyordu. Kayış kamçı gibi defalarca aynı yere denk geliyordu.
“Siz böyle eğitilmezseniz sizinle başa çıkılmaz nankör köpekler!” diye gürlüyordu Yakın.
O sırada Çohırah, Aydo’nun bağırıp çağırması karşısında Aydo’yu korumak istercesine Yakın’a hırlıyor havlıyor, onunla birlikte dönüyordu. Yakın Ağa:
“Köpek köpeğe yardım mı ediyor? Ben şimdi ikinizi de gebertmez miyim?” diyerek dizini sıkıştırıp iki üzengi üzerinde durup Çohırah’a kamçıyla vuruyordu.
Aydo o sırada, arkasına bakarak acı veren kamçıdan kurtulmak için dağın yamacınca koştu.Yakın’ın tacizine Çohırah daha da kızıp sinirlenmişti. Sırtının tüyü, domuz kılı gibi dikleşmiş çok geçmeden Çohırah, keskin dişlerini çıkarıp bora atın burnuna seğirmişti. Bora at burnunu genişletip, kişneyip şaha kalkmıştı. Ot yığını büyüklüğündeki Yakın, at üstünden tutunamayarak at kaburgasına doğru düşmüş, bir ayağı üzengiden sıyrılıp başıyla yere uzanmıştı.
Yorga bora at, iki kulaklarını dikleştirerek şaha kalkıp koşmaya başlamıştı. Yakın, bir ayağını üzengiden çıkarama-yara, post gibi, sürüklenmişti.
“Tpru tpru tpru! Suyt! Suyt, melun! Suyt!” Yakın’ın sesi oraya buraya yayılıyordu. Çohırah, Yakın Ağayı yakalamış elbiselerini parçalamaya başlamıştır. Yakın’ın üzengideki ayağının çizmesi sıyrılıp çıkmış olmasaydı canlı kalması şüpheliydi. Aklını kaybedip yerde elbisesi başına bürünen kişiyi, Çohırah yeniden kalın budundan kapmıştı. Pahalı diktirdiği çizgili kara elbisesinin sol yanı çizme koncuna kadar parçalanmıştı.
“Yoo yooo köpek dölü! Vahşi hayvan!” vücudunun ağrısına dayanamayıp, gözlerini yarı açıp bağırıyordu. Sonra iki eliyle yere dayanıp kalkmaya çalıştığında Çohırah seğirip kaba etinden yakalayıp yeniden çekip oturtuyordu.
Böyle bir müddet geçtikten sonra bir şekilde ayaküstünde durup, Çohırah’tan kurtularak bora atının ardından koşmuş, Çohırah d onu takip ederek kapıp durmuştu.
“Su-uyt, melun!., Su-uyt, şeytan!” diye bağırıp Yakın Ağa iki elini yana açıp durarak post gibi dönüp durmuştu. Kara yeri aradığında eline bir şey gelmiyor, yırtıcı köpekten ayrılıp bora atının ardınca yalpalayarak koşuyordu Yakın.
“Ben seni… Yanına varırım… Gösteririm!” diye bağırıp çağırıyordu. Orada o anda Çohırah, Aydo’nun gerçek yardımcısı olmuştu. Çohırah, Aydo’ya kendi babası, annesi gibi olmuştu. Çohırah, gerçek dost olmuştu.
Çohırah, Aydo’nun yanına koşup geldiğinde Aydo, hâlâ ağlıyordu. Elleri ayakları uyuşup, sırtının eti sızlayarak Aylah Dağı’nın üstüne güçlükle çıkmıştı. Dağın öbür yamacına baktığında, oradaki obalara, oymaklara koyunların dağılıp yürdüklerini gördü. Koyun sürüsünün arkasından gidemeyen boynuzsuz, kara aksak bir koyun iki kuzusunu yanına alarak tepe üzerine çıkmış otluyordu.
Aydo, bir müddet oturduğu yerden dağılan sürüye baktı. Gözlerini kirli yeniyle sildi. Ayağa kalktı. Çohırah, kuyruğunu salladı. Ikisi birlikte Yakın’a uzak olan karşı yamaca doğru uzanan ince bir yolda yürümeye başladılar.
Yeni Yerde
Sabah doğan gün ışığı akşam vakti alçalmış, batıda duran seyrek ağaçlı dağın başına saklanmıştı. Ova içindeki akşamın nemli havası serinleyip yayılmış, yukarı uçuşup neşeyle ötüşen çayır kuşları otların arasına girip susmuşlardı. Kara çizgili, geniş kanatlı baykuşlar yol kenarına konuverip sonra yeniden yukarı atılan paçavra gibi yalpalayıp uçuveriyorlardı.
İnce keçi yolu bitip tükeneceği yok gibi bazen sağa bazen sola doğru eğrilip devam ediyordu. Aydo şimdi, mal otlattığı bildik yerlerden çok uzaklardaydı. Keçi yolunda bilmediği yerlere doğru yanındaki yoldaşıyla ilerliyordu. Karnı acıkmış susamıştı. Karanlık bastırmış gün geceye dönmüştü. Karanlıkta daha fazla dayanamayıp Çohırah ile sırtsırta yatıp uyudu.
Gün ışığı üzerlerine düşüp de kuş sesleri uykularından uyandırınca ağrımıyan yerlerini ovarak ayağa kalktı. Uzaklara bakınca sevinçle hafif bir çığlık kopardı.”Haydi Çohırah, işte yeni yerimiz.”dedi. Çohırah, Aydo’ya kuyruğunu sallayıp kulaklarını kımıldattı.
Dört atı bir arabaya koşup, birbirinin arkasına bağlamış bir kişi onlara doğru geliyordu. Adam bunları uzaktan görünce elini güneşe siper yapıp dikkatlice baktı. Çocukla köpek yanına yaklaşınca kısık gözleri açıldı.
“Sana ne olmuş böyle,ay oğul?” diyerek gülümsedi. Aydo da daha dün sohbet ettiği Çabus’u hatırlayıp sevindi.
“Hiiç kaçtım.”dedi.
“Şimdi sen bana yardım da edersin, değil mi, ayoğul?”dedi adam. Aydo, Çohırah’a sarılarak başını salladı.
“Ama ben ot yüklemesini bilmem.”dedi.
“Senin adın neydi oğul?”
“Aydo. Bu da Çohırah.”
“Ben sana ot yükletmem, Aydocuk. Sen yüklenen otun üzerinde durursun.” diyerek öndeki atını harmanın yanına çekti. Ortaya temiz bir bez serip, üzerine getirdiği nevaleleri özenle dizdi.
“Peki, dururum.” dedi Aydo yiyeceklere bakarak. Adam, Çohırah’a bir parça ekmek attı. Çohırah, ekmeği havada kaptı.
Arabanın üstüne, ot büyük yabanın çatalında gelip hışırdayarak düşüyor. Aydo arabanın bazen önüne, bazen arkasına varıyor. Hiç acele etmiyor. Çohırah, gölgede kâh gözlerini açarak kâh kapayarak onların çıkardığı sesleri dinliyor.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.