Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Eski Adam ve Diğer Öyküler», sayfa 2

Yazı tipi:

REZİL

Her şey o saçma sapan sorunun yüzünden oldu… Ve ben o zamana kadar yeryüzünün en mazlum adamı zannettiğim beş yıllık dostuma namertlik ederek el kaldırdım!

Aydın’la vedalaşmamıza hepi topu iki gün kaldığında -bu memuriyet sınavına hazırlandığımız dönemin en telaşlı zamanıydı- avanak gibi birdenbire aklıma şöyle bir şey geldi: Yıllar sonra da olsa, günlerden bir gün, gençlik yıllarının maceralarından konu açıldığında -herhalde benimle görüşmeye devam eden biri de olacak ki- öğrenciyken şehirde birini dövdüm mü yoksa dövmedim mi diye soracaktı! Sorunun; kavga etmekle ya da dayak yemekle alakalı olabileceğini nedense o sırada hiç aklıma da getiremedim. Bence kimliğim hakkında bu da az şey söylemiyordu.

Nasıl olur da şehirde beş yıl boyunca öğrencilik yapıp, sonunda buradan bir adam dövmeden gideceksin! Bazen bu tarz şeyler yüzünden insanlara az değer veren de bulunmuyor değildi hani! Daha insanları boş beleş konuşturup dinlemenin tadından bahsetmiyorum bile. Bir bakmışsın ta nereye kadar merak etmişler, sevdiğin biri filan oldu mu yoksa olmadı mı? Eğer “Yok,” dersen, demek ki uğursuzun birisin, o kadar fırsat varken sağına soluna bakmadan zamanını boş yere öldürdüğün için Allah akıl fikir vermeliydi! Gamzeli sevgililer arasında beş yılı boşa harcamak akılsızlık değil de neydi!

Vaktiyle kendimden büyüklere; bunun gibi soruları ben de az sormamıştım: Ne nasıl olmuş, mesele nerede başlamış, nerede bitmiş, en sonunda ne yaşanmış filan! Başka bir deyişle uzun süren öğrencilik hayatı ve onun maceralarla dolu keşmekeşliklerine dair, her türlü anı…

Beni çılgına dönderen şey de süt kuzusu lafının üstüme yapışma korkusuydu: Niye sesim çıkmayacaktı ki! Maharetini göstermek çok mu zor şeydi?! Kafayı çalıştırma konusunda çoğundan kötü olmadığını da ispat etmek gerekti…

Özetle: “Ya bahtım, sen yardım et!” diyerek kendimi topladım ve kimseye haber etmeden, itip kalkarak ekmeğini çokça yediğim zavallı dostumun on dokuz numaralı odasına yollandım.

(…) Kavganın ardından oturup her şeyi soğuk kanlılıkta yeniden ölçüp biçtikten sonra düşünmeden hareket etmemin tek kesin sebebini; kurbanımın uzakta değil, burnumun dibinde olduğuna bağladım. Aydın! Başka kim olacaktı ki! Boyu benden küçük, cüssesi cılız, üflesen yıkılacak, kendisi de çıt kırıldımın biri… Korkak olsa da bir keresinde gece yarısından sonra en son film seansından dönerken, yok yere ite köpeğe bulaşıp gereksiz bir şekilde başımızın ağrıması; Aydın’ın zekası yüzünden vuku bulmuştu. Onun böyle yanları da vardı. Hem de haddinden fazlaydı. Belki de korkaklığı ve gereksiz dikkati onu böyle gözü pek bir hale evirdi diye kanaat ettim, kavgamızdan sonra.

Artık beşinci yıla geliyorduk, öğrenci yurdunda yan yana odalarda komşuyduk. Burada kalanların birçoğu her sene değişiyor, kiraya filan gidiyor olsalar da cephesini son ana kadar terk etmeyen askerler gibi, yoksulluk da bizi kendi mevzimizde canla başla kalmaya mecbur etmişti…

“Kalk ayağa!” Yukarıdan konuşmuş olmamdan huylanan Aydın bana gözünün ucuyla baksa da başka bir şey düşünmemek için başını iki eliyle tuttuğu kitaptan kaldırmadı ve güle güle benim ses tonumu taklit etti:

– Lanetle damgalanmış acılar ve köleler dünyası!

“Dedim ki kalk ayağa!” Bir iki dakikalık ömrü kalan dostluğumuzun bu son anlarında, durumun ne kadar kötü olduğunu hiç olmazsa bu kez anlasın diye ellerimi ovuşturdum. Birden üstüne atlamam, ona ansızın vurmam da bu yüzdendi. Doğrusu, ben de hiç buna hazır değildim ama ne saklayayım, o anlarda ne kadar acımasız olsam da onun kendisini savunmasını ümit ediyor, bana karşılık vermesini bekliyordum. Kendimi kaybedeyim sonra onun pestilini çıkarayım, nasıl derler, savaşımız gerçek bir gladyatör kavgasına dönsün istiyordum. Yoksa bir tokatla ne olacaktı! Bunun adına adam dövmek mi derlerdi?! Bu arada öfkelenmeden, çığırından çıkmadan birini dövmek de meğer öyle böyle bir şey değilmiş. O gergin anlarda öğrendim.

“Sen rezil bir adamsın!” diye kükredim birdenbire.

“Ben rezil bir adamım!”

Ne olup bittiğini önceden hissettiği için dalgayla karışık samimi bir halde onayladı ve yine gülümsedi.

Meselenin henüz hangi aşamada olduğu bilinmeyen bu belirsiz dakikalarda, ne olacağını kestirmek kesinlikle mümkün değildi. En çok da onun dostunu, iyi biri olarak tanımış olması; benim ne vakit birine vurduğumu, nerede, ne zaman kavgaya karışıp karışmadığımı bilmesinden kaynaklanıyordu.

“Ne oldu kiii?” diye o andan itibaren düşmanım olan dostum, sesini uzatarak kendini şirin göstererek her şeyin bir şaka olduğunu düşünmek istese de ben o anda bile kendime gelemedim ve alel acele kapıyı arkasından kilitledim. Maksadım; onun defterini dürerken herifin sesine gelen olmamasıydı.

Arkamı döndüğüm an “Senin çeneni dağıtmak gerek!” dedim bütün ciddiyetimle ve zavallının renginin kaçtığını gördüm. Sanki buz kesilmişti. Bana da bu gerekiyordu.

“Durduk yere ne oldu sana böyle?” dedi.

Kalkıp her önüme gelene ne olduğunu anlatacak değildim! Benim boş bahanelerle eskiden beri aram yoktu. Bunu hissedip hissetmemek ona kalmıştı. Hem de konuşarak öfkemi dindirmek, kendimi rahlatlatmak istemiyordum. Aksine, temelli tereddütümü yenmek için onun ağır bir laf söylemesini bekliyordum.

– Ne olduysa oldu, sen rezilden de rezil birisin! Al sana!

Derhal üstüne çullandım. Ne yazık ki vurduğum darbe yerini bulmadı, omzunu ıskalayıp geçti. Bir yumruk daha, peşinden bir tane daha… Nedense her defasında yumruklarım hedefi tutmuyordu. Belki de heyecanlıydım, o yüzdendi! Yoksa düşüncelerimin karşılık bulmaması mı beni şaşırtmıştı! Bunu düşünürken aldığım darbe yüzünden bir an sağ gözümde sanki bir şimşek çaktı. Bununla birlikte yüzümde de belli belirsiz bir acı hissettim.

“Kim rezil, sen mi yoksa ben mi?” Allah’ın avaresi, beni ranzaların arasına, kirli pasaklı yere uzattı iki seksen. Sanki elimi kolumu bağlamışlardı. Artık, bunun; düşmanın gücünü tam olarak hesaplayamamamın getirdiği korku olduğuna dair şüphem kalmamıştı. Kendimi nasıl kaybettiysem, sonrasında saldırmayı değil, sadece kendimi korumayı düşünüyordum. Beni bırakması için yalvarmaya bile hazırdım.

– Bırak şakayı Aydın! Kendine gel! Ne oldu böyle sana!

Ağır başlı bir adam olarak tanıyordum onu. Bu beş yıllık zaman zarfında sözümü yere düşürmemişti. Demek ki akıldan yoksun adamın biriymiş. Rezil ne demekti ki sırf bu yüzden kendini paralıyordu! Şakayla karışık belki bin kere söylemiştim ona bu sözü.

– Adam dediğin dostuna el kaldırır mı? Aklını başına topla.

“Ben rezil değil miydim!” diyerek yeniden üstüme çullanan dostumun bir sonraki darbesinden sonra ağzımda sıcak bir şey olduğunu anlamamla birlikte ensem iyiden iyiye soğudu. Elimle kontrol ederek bunun ön dişlerimden biri olduğunu anladığımdaysa, sesim koridora kadar yayıldı. Üstelik ben tam tersini beklerken, saman alevi gibi süren sinirim de bir anda geçti mi? Şaka değildi, sapa sağlam bir dişimden olmuştum. Ama beni dostumun elinden alan; her ikimizin de bu kederli tabloyu aynı anda görmemiz değil, mutfakta patates kızartan çocuklar oldu… Meğer az önce ben sadece kapıyı kilitlemiyor, kazara kendi elimle bindiğim dalı kesiyormuşum. Koridorda bir şekilde birbirlerine haber ediyorlar, nasıl yaygarayla haber ediyorlarsa da öyle kırıyorlardı kapıyı! Biraz çabuk olsalar ne vardı! Hülasa, yardımla birlikte, kendime olan güvenim de geri geldi.

“Anca gidersin! Allah’ın katırı!” Çocuklar bizi araladıktan sonra öfkesi hala soğumayan dostum arkamdan söyleniyordu. Herkes şaşırıp kalmıştı. Onlar koluma girip beni götürürken bir şeyler soruyor, konuyu açıklığa kavuşturmaya, ne olup bittiğini öğrenmeye çalışıyorlardı.

“Bir de kendine dost diyor! Şuna bak!” diyerek arkasından şikayet etmemdeki maksat; suçu o rezilin üstüne yıkmaktı, yoksa asıl ben rezil olurum, hem suç sende olacak hem de dayağı sen yiyeceksin! Utanç teri döküyordum. İşin kötü yanı, kızardığımda domates gibi oluyor, konuşamıyordum.

Bir yandan da Allah’ın belası dişim… Onu avcumda saklayarak sıkı sıkı tutmuştum, atmaya kıyamıyordum, çocuklardan ayırılır ayrılmaz doktor, bu miras malını yeniden kanı henüz kesmemiş ağzımda kendi yerine berkitecek zannediyordum. Mahçup olmamı sağlayan başka bir şey daha vardı: Eğer birisi dişimin kırıldığını öğrenseydi, kavgamızın kavga değil, uzun bir hengame olduğu hemen gün yüzüne çıkacaktı. O zaman nasıl kendime hak kazandıracaktım!

(…) O günden sonra aradan otuz beş yıl geçti. Eski dostumdan ayrıldım ayrılalı, köy okulunda öğretmen amcayım. Artık onun nerede olduğundan haberim yoktu. Arayıp soracak yüzüm de olmadı. Utanmak kötü bir şey, Allah kimseyi mahçup etmesin.

Neredeyse tamamen aklımdan çıkmıştı. Bunu bilmeniz gerek, şimdi dişlerimin çoğu döküldü, hissettiğim kadarıyla bunun yaşımla da hiç alakası yok, dişlerime ne olduysa o rezille kavga ettikten sonra oldu… Önce biri düştü sonra diğeri çürüdü. Sonra bir başkası karardı, çürüdü. Şimdi de çenemde bir iki tanesi ya kaldı ya kalmadı. Yaşlanıyorum herhalde, bu yaşta da diş mi çıkarılır diye bazen laf atanlar oluyor! Çıkarılır diyorum, niye çıkarılmasın, artık her şey gibi dişlerin de ömrü kısaldı. Vaktiyle insanlar yüz yirmi, yüz otuz yıl yaşarlardı, zaman gelecek, yetmiş yıl yaşayana kahraman gözüyle bakacaklar.

Utandığım için bu güne kadar başıma gelenleri bir kişiye bile anlatmadım. Ama artık öğrenciyken kavga ettin mi yoksa etmedin mi diye bana soran da kalmadı! Herhalde bu konudan söz etmemem yüzünden nasıl bir şey olduğumu az çok anladılar. Gel gör ki şu an bile hâlâ aynı düşünceye sahibim: O zamanlar gürültüye toplanıp gelip de bizi aralayanlar olmasaydı, avarenin gırtlağını sökmüştüm. Dersini nasıl vermem gerektiğini iyi biliyordum. İyi kurtardı canını.

YOLCU

Sormadıkları dükkan kalmamıştı, özetle hepsinden eli boş döndüler. Her yerde biribirine benzer cevaplar alıyorlardı:

– Millet evladını toprağa vermiş, ondan söz etme ama “Bu nasıl şehir, bir balık bile bulunmuyor,” diye söylen öyle mi!

“Neyse ney,” diyerek çaresiz; durumu kabulleniyor fakat oradan çıkar çıkmaz başka bir dükkana girmekten de kendini alıkoyamıyordu.

“Koca şehir, bin tane sapağı var, burada bulamadığın bir şeyi hemen yanındaki duvara sırtını vermiş komşu dükkandan bulabilirsin belki. Kıtlık da çıkmadı ki bir hafta içinde her şeyi silip süpürsünler!” diyordu. Gerçi ona göre de her yer birbirine benziyordu: Buzdolapları bomboştu, raflarda tuzlanmış, avcarlanmış alabalıktan, rengarenk konserve kutularından başka bir şey göze çarpmıyordu. Allah bilir o da ne zamandan kalmıştı!

Sonunda eli boş bir halde çarşının çıkışına park ettiği arabasının yanına döndüğünde şöyle dedi: “İyi, akşamı da ettik, balık soranın gözünü çıkarıyorlar.”

“İyi bakalım,” diyerek aldıklarını karıştırıp, onları arabaya yerleştiren karısı ümitsiz bir şekilde dillendi: “Ne işe yaradı şimdi! Başka zaman sokaklar balıkla dolu olurdu. İnsanın gözüne sokuyorlardı.”

– Rüzgar var o yüzden. Bir haftada üç balık teknesi batmış, cenazeleri bulunamadı. Bütün şehir yas tutuyor. Herkes onlardan bahsediyor.

“Canlarım benim, zavallı kuzular. Hem de bir değil üç!” diyen kadın hiç tanımadığı adamlar için ah vah ederek biraz sonra hemen konuya döndü: “Şimdi ne diyeceğiz annene!”.

“Ben de şaşkınım.” Arabayı çalıştıran Habip -motoru mu ısıtıyor yoksa karar vermek için mi aklından bir şeyler geçiriyordu bilinmez- epey düşünüp taşındıktan sonra dört yol ağzına değil, demiryolu istasyonuna giden tarafa doğru çevirdi arabanın yönünü. Bu sırada kendi kendine de kızıyordu, önce annesinin ricasını yerine getirip, kalan bütün işleri sonraya bırakması gerektiğini düşünüyordu. “Demek ki…” diyordu, önceliğini değiştirmenin bir faydası olmadığı yeni yeni anlaşılıyordu. Böyle yapmamış olsaydı, iki arada bir derede kalmayacakları kesindi. Niye önce çarşıya gitmişlerdi, oradan çıkıp elektronik aletlerin olduğu dükkanlara uğradılar, karısı ufak tefek alışveriş yapana kadar o da zaman kaybetmeyerek berberde saçını sakalını düzelttirdi. Çocuklara defter, kitap, kalem malem almaları gerekti, annesine ilaç, merhem, komşu Seyfullah’a löküs gömleği… Bunları daha sonra yapsalardı ne vardı! Bir baktılar ki zaman akıp gitmiş. Baharda günlerin ömrü ne kadar ki! Göz açıp kapayıncaya dek akşam oluyor. Üstelik şehirden yola çıktıklarında, okulda sabahçıların dersi bitip öğlenciler geldikten sonra yani tahminen saat iki gibiydi. Zaman kaybetmemek için iki lokma bir şeyi yol boyunca bir eli direksiyonda ağzına atarak kat etmişti. Kırk kilometre de yol… Zamanlarının çoğu yola gitti.

Arabayla, futbol topu gibi seke seke uzun tren geçidinin üstünde zıplayarak mazota bulanmış tahtaların döşeli olduğu demir yolunu geride bıraktıktan sonra karısı tanımadığı bu yerlere göz gezdirip soruyordu: “Suyu ne zaman kurumuş bu değirmenin?” Bu soru onu alıp çok uzaklara, maziye götürdü! Bir zamanlar Bakü’ye, İran’a, İrevan’a bu istasyondan gelip gidenleri, asker uğurlayıp, asker yolu bekleyenleri ve kız alıp gelin getirenleri görmek başka bir şeydi. Nedense o zamanlar insanlar da başkaydı. Her şey de garip bir samimiyet vardı. Buraların sadece otuz yıllık geçmişi olan hatıraları değil, buharlı lokomotif düdüğünden tutun da radyo kuşağında verilen reklamlara kadar her şeyi… Mallarını yükleyenlerin gürültüsü, görevlilerle bileti olmayan yolcuların kavgası dalaşı, sarhoş yolcuların gereksiz tartışması… En ufak sesler ve renkler bile hafızasında; çocukluk yıllarının siyah beyaz fotoğrafı olarak kalmıştı.

Geç de olsa, öğretmen sonunda kendine gelerek dillendi: “Bütün şehire balığı asıl bu mıntıka verir. Hazır gelmişken gel buraya da uğrayalım, içimde kalmasın. Sonra gıcık gıcık sorularla kendimi yargılayacağım, tanımıyor musun beni!”

Sınır hattı olduğu için yıllarca işlenmemiş olan kurak topraklar, oradan diğer tarafa doğru gündüzleri hep yüzeyi altınımsı, geceleriyse gümüşümsü bir renkte hışımla vuran sert dalgalara ait berrak göl ve elini uzatsan dokunacağını zannedeceğin eciş bücüş ufuk çizgisi; şimdi başka bir güzel görünüyordu. Bu ıssız meskene akşamın karanlık hüznü çökmüş, birbirini kovalayan boz bulanık dalgaların korkunç uğultusu bütün gürültüyü yutmuş, kıyıya köşeye bağlanmış balıkçı teknelerinin belli belirsiz ışıkları da hafif sisin içinde netliğini kaybederek sönmek üzere olan gece lambasına benzemişti. Bir yandan da yenice başlayan kar… Öyle yağıyordu ki deli rüzgar; serpiştirerek döküştürdüğü kar ile kışın resmini çiziyor derdin kesin.

Rüzgarın kırıp döktüğü sahilde -mavi bir branda, olta, paslanmış kova, uzun saplı bir kürek, bir çift çizme, karman çorman olmuş file benzeri bir ağ, arkasında ters dönmüş büyük bir kayık ve kürekler; düzensiz bir şekilde çevreye saçılmıştı- onları üstünde uzun yağmurluk, başında eski kulaklı bir asker beresi olan, iri yapılı bir balıkçı karşıladı. Saçı sakalı birbirine karışmış, yüzünden düşen bin parçaydı.

– Kardeş, her şeyi anlıyorum ama sen de kusuruma bakma. Şurada uzaktan görünen dağ var ya, tam o dağın arkasından geldim, hastamız var, balık lazım, anneme…

Öğretmen, arabanın camından ona hala yan yan bakarak süzmeye devam eden, ablak yüzünde benler olan adama aşağıdan yukarı bakarak, herhalde bu adamdan mümkünatı olmayan bir şeyi rica ettiğini düşündü ki sadece sesini değil, söylediklerini de yeniden gözden geçirdi ve derhal, bir kez daha söze girdi:

– Bir tanecik, minnacık da olsa olur. Yeter ki eli boş dönmeyeyim.

Balıkçı, başını salladı, derinden bir ah çekti, yanaklarını şişire şire ağır dalgalarla sağa sola vuran göle göz gezdirdi ve dönüp sessiz sedasız kulübesine doğru yöneldi. Yalnız evine yaklaştığında usulca arkasına dönerek henüz ondan cevap bekleyen öğretmene beklemesin, gitsin diye eliyle işaret etti.

Karısı kederli bir ses tonuyla, adamın davranış biçimine hak verdi: “Belki de ölenlerin içinde oğlu vardı! Zavallı hiç kendinde değil.”

“Nereden biliyorsun?” dese de eğer teknesi batanlardan biri oğlu olabilir diye, onun burada ne yaptığını düşündü, şimdi evinde huzurla, gelenleri karşılayıp, gidenleri uğurlamakla meşgul olmalıydı. Sanki ansızın aklına gelen bu fikir yüzünden ayılıp, sözü geçen belanın bu adamı ıskaladığına sevinir gibi oldu ve “Boş yere vakit kaybettik,” deyip arabayla, sulu karın henüz tam kaplamadığı kaygan otların üstünde birkaç manevra yaparak, zor olsa da geri döndü: “Buradan sonra böyle en az on tane kulübe var. Yani balık olmadığı için başkasının yanına göndermedi, olsaydı gönderirdi. Bu demek oluyor ki hiçbir yerde yok.”

Böyle söyledi ve bu sayede sadece kendini teselli etmiyor, aynı zamanda karısına da duyurarak sonradan onu kınamamasını, olmayan bir şeyi nereden bulacağını, yoktan var etmenin Allah’a mahsus olduğunu anlatmış oluyordu.

Dönüp tam ortasından geri döndükleri sık kamışlık; farların ışığında kendi korkunç görünüşüyle o dakikalarda gerçek bir kaosu anımsatıyordu. Rüzgarın eğerek iki büklüm ettiği, bazen de durup durup arabanın ön ve arka camlarına çarparak ses çıkaran bir sürü kamışı görseniz, koyu kahverengi mumlarıyla onlara parmak sallıyor derdiniz. Dar ve toprak yoldan asfalta ulaşana kadar -oradan diğer tarafa demiryolu istasyonu uzanıyordu- artık kar, kendi işini halletmiş, etraf tamamen bembeyaz olmuştu.

“Bu meret de tam yağacak zamanı buldu… Bizi yolda koymasa iyi.” Arabayı dikkatlice, yavaş yavaş asfalta çıkaran öğretmen, serseri esen rüzgarda hiddetli bir şekilde cama vuran sulu kar tanelerini göstererek söylendi: “Hiç de keyfim yokken, bak nasıl ortalığı birbirine katıyor, Allah’ın belası!”

– Yağıyorsa yağıyor, dinmeyecek değil ya, onun derdini de senin çekecek halin yok hem! Sen arabanı sür…

***

Epeydir kadının bir ayağı çukurdaydı, bugün yarın gidiciydi. Ağrıları artık öyle hapla mapla da azalmıyordu. Her seferinde en fazla bir iki saati dayanıyor sonra köyün doktorunu çağırıyorlardı. O da tavsiyeler veriyor, ilaç filan yazıp gidiyordu. İnlemeleri de asıl bundan sonra başlıyordu, özellikle de geceleri. Bu haldeyken kadın, bir ara ilçe hastanesinde, bir aydan fazla da il merkezinde tedavi gördü. Hiçbir şey değişmediğindeyse “Alın götürün beni buradan, ne kendinizi kandırın, ne beni, bir ayağı çukurda olan insanın burada ne işi olur!” dedi.

Bu sırda yoldayken şunu da eklemişti: “Dua edin, ecelim tez gelsin de size sıkıntı vermeyeyim. Yoksa sırtınıza yük olurum.”

Böyle böyle kadın düşe kalka bir kaç yıl daha ömür sürdü. Seksen yaşını gördüğünde başka bir dert gelip buldu onu; yavaş yavaş uykularını yitirdi, yemeden içmeden kesildi, zayıflayıp çöp gibi kaldı. Bazen öyle oluyordu ki günlerce bir lokma geçmiyordu boğazından, değil bir yudum su, hatta nefesi bile zorla alıp veriyordu. Diğerleri de acaba nasıl böyle dayanıyor da ruhunu teslim etmiyor diye şaşırıp kalıyorlardı. O da başka konuşuyordu: “Elden ayaktan düşmeden ölmenin neresi kötü!” diyordu. Teskin ediyorlardı, gönlünü alıyorlardı. Kimseye yük olmadığını, ona bakmaktan gocunmadıklarını söyleyerek dertlenmesin istiyorlardı. Bir yere giderken bir isteği var mı diye soruyorlardı, belki canı bir şey istiyor, aklından bir şey geçiyorsa söylesin diye… Bunu insanın oğlu, kızı yapmayacaksa kim yapacaktı! O da başını sağa sola çeviriyor -ölmesi için izin vermiyorlar, böyle bir hayatın ona ne faydası var diye düşünüp- altı çökmüş gözlerini yumarak- burun kıvırıyordu…

Bugün ise her şey tam aksi cereyan etmişti. Gelini, öğleden önce kıyafetlerini değiştirip evden çıkarken, kadın, yastıktan azıcık doğrulup, onu eliyle yanına çağırdı, mırıldanabilse de şöyle söyledi: “Bir balık alırsınız bana.”

Gelini, duyduğu şey karşısında şaşırır gibi oldu. Acaba bu nereden çıkmıştı! Ona hatırlatmaya çalıştı, son kez bir şey istediğini hatırlıyor muydu görmek istedi. Ne zaman olmuştu bu!

“Niye bir tane alalım,” dedi sevinerek, “Tam üç tane alırız. Yeter ki sen ye, iç, torununun düğününe kadar ayaklan. Bizi büyüksüz koyma.”

* * *

Çamderesi ormanı arkada kaldı, Ortaova’yı geçtiler, Karayalın yokuşuna gelip, şehirden çıktıklarında usul usul, saat yelkovanı gibi durmak bilmeyen cam sileceğini daha da hızlandırdı öğretmen ve “İşe bak,” dedi: “Orayı kar kaplamıştı, burayı sel götürüyor. Halbuki burayla arası toplam yirmi kilometre.”

– Yağmur; kardan daha iyi, bırak sağ salim gidip çıkalım köye, yolda insan neyle karşılaşacağını bilmiyor, hem sonra dağlara da yağar. Daha zemherisi var bunun.

Öğretmen tam “Nasıl neyle karşılaşacağın bilinmez?” diye sorduğunda, eski otobüs durağında onlara el eden adamı gördü ama araba çok hızlı olduğu için durdurmayı ya da geri gelmeyi hiç aklına getirmedi.

“Gerçekten o zavallıyı burada bırakıp gidecek misin?” Karısının söyledikleri, kınama ve acımadan çok bir test niteliğindeydi: “Kendini onun yerine koy da bak bir, gecenin bu zifiri karanlığında ne yapardın? Islanmasını geçtik, insan kurda kuşa yem olur bu yabanda.

Öğretmen, gösterdiği davranış biçimiyle kendini haklı çıkardı:

– Laf mı bu da?! Şu saatte adam yola mı çıkar?! Saat ona geliyor. Kim bilir sarhoş mu, müptezel mi nedir?..

– Tam tersi, sarhoş değil demek ki yola düşmüş. İçen, çeken biri olsaydı, sızıp kalırdı. Geri dön al onu, yazıktır, belki de evlatlarına ekmek götürüyordur!

“Allah Allah… Çattık arkadaş! Kadın olacakmışsın, böyle kafan olacakmış!” Öğretmenin bıkkın bir şekilde söylenmesinden tepesinin tasının attığı anlaşılıyordu, velhasıl ne düşündüyse, ağzının içinde bir şeyler geveleye geveleye hızını azalttı, arabayı yavaşça durdurup önce arka arka gitti. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur ve karanlık yüzünden bunu başaramayacağını, bir sürü zaman kaybedeceklerini anlayınca dönüp yarım kilometrelik yolu yeniden katetti. Bu sırada da ağzından geleni karısına söyleye söyleye… En sonunda dönüp şöyle dedi:

– Karısının sözüne kulak asan adamın suratına tükürmeli. Böylesine nasıl adam denir!

“Sevap işlemiş olacaksın,” dedi karısı, onun daha çok cinlenmesine izin vermedi: “Allah rızası için, çok sokranma! Vardır bunda da bir hayır, şu an ileride ne durumda bekliyordur şimdi bizi! Biliyor musun?”

Elinde küçük bir poşetle demir direğin dibinde büzüşmüş bekleyen yolcunun yanına vardıklarında öğretmen hala söyleniyordu: “Profesör olmuş babasının kızı!”

Yüzünden nur akan adam baştan aşağı sırılsıklamdı, tir tir titriyor, ağzını açamıyordu. Arabadakilerin yarı yoldan sırf onun için döndüklerini öğrendiğinde ise neredeyse şoförün ellerinden öpecekti. Söz icabı da olsa “Ne zahmet ettiniz!” dedi.

Şoförün “Ya niye zahmet çekeceğiz ademoğlu! Öyle ver yiyeyim, ört yatayımla iş biter mi?” demesi, onu özellikle utandırmıştı. Onun için gelen insanların sıradan insanlar olmadığını hissetti. Söze nereden nasıl gireceğini bilmiyordu, hiç olmazsa gönlündekilerin az bir kısmını söylemesi gerekirdi. Biraz sonra kasabanın merkezinden olduğu, su deposunda nöbetçi olarak çalıştığı, geceleyin nöbette olması gerektiği ama acil eve dönmek zorunda kaldığı anlaşıldı. Annesinin durumu kötü olunca, beklemesin gelsin diye telefon etmişler.

“Merak etme, biz de aynı dertten muzdaribiz. O hastalardan biri tane de bizde var,” diyen şoför, araya laf sokarak onun kafasını dağıtmaya çalıştı: “Duymadın mı, ışıldayan demir pas tutmazmış. Belki yüz yaşını da görürüz.”

Sonra tanıştılar, oradan buradan konuştular, pahalılıktan şikayetçi oldular, evlatlardan söz ettiler, sıra havaya suya geldiğinde ilçeye varmışlardı. Yol boyunca ne bir araba çıkmıştı karşılarına, ne de peşlerinden gelip onları geçen biri… Sadece aralıksız yağan yağmur, kaygan yol ve karanlık bir doğa…

“Karanlığa kaldın, güneş battı, herkes kendi evine girdi,” diyen yolcu, arabayı yolun kenarındaki münasip bir yerde durdurttu, evinin birkaç adım ötede olduğunu söyledi, arabadan indi ve indiği gibi de elini cebine attı.

“Seninki yol arkadaşlığı değilmiş ki!” diyen öğretmenin azarlaması onu nasıl ayılttıysa, ellerini tek tek cebinden çıkarıp havaya kaldırdı: “Teslim oluyorum! Bir gün borcumu öderim. Şimdi benim evde hastam, sizin de gidecek uzun bir yolunuz var, yoksa sizin gibi insanları memnuniyetle misafir ederdim,” dedi. Onlara iyi yolculuklar diledi ve acele ettiği için özür dileyerek hızlı adımlarla öyle uzaklaştı ki öğretmenin, arkasından duyulan sesi onu ancak köşe başında durdurabildi:

– Kardeş! İsmin de aklımdan çıktı, poşetin kaldı, poşetin!

Hala yağan yağmurun altında, görünüşüyle gülyabaniyi anımsatan yolcu arkasına baktı:

“Buraya kadar benimdi, bundan sonra sizindir!” dedi ve karanlıkta gözden kayboldu.

* * *

Öğretmen, tam üstünü değişmiş, sabah aldığı gazeteleri güzelce karşısına yığmıştı ki karısının mutfaktan gelen telaşlı sesini duydu: “Habip, çabuk gel!” Bir şey olduğunu anladı, nihayet karısı her şeye heyecanlanan birisi değildi… Kadın konuşa konuşa mutfaktan geliyor, o ise söylene söylene odadan mutfağa yürüyordu. Koridorda karşılaştılar ve adamı bağırmaktan neyin alıkoyduğunu kendisi de anlamadı. Sağa ve sola açtığı iki elinde baş aşağı sarkmış iki tane balıkla sırıtan karısının karşısında dona kalmıştı…

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
1 s. 2 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6853-22-5
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre