Kitabı oku: «Pollyanna»
Romandaki Başlıca Kişiler
POLLYANNA (pollyanna): Öksüz bir kızcağız
Bayan POLLY HARRINGTON (poli haringtın): Pollyanna’nın teyzesi
JENNIE (ceni): Pollyanna’nın ölmüş annesi
NANCY (nensi): Polly Teyze’nin hizmetçisi
Bayan SKOW (sno): Yoksul bir komşu kadın
MILLY (mili): Bayan Snow’nun kızı
JOHN PENDLETON (con pendltın): Orta yaşlı bir adam; eskiden Jennie’yi sevmiştir.
SALLY MINER (sali mayner): Otelde garson kız
JIMMY BEAN (cimi bin): Kimsesiz bir çocuk
Dr. CHILTON (çiltın): Kasabanın hekimi
Dr. MEAD (mîd): Ünlü bir hekim
Bayan HUNT (hant): Hasta bakıcı kadın
Olay, XX. yüzyılın başlarında Amerika’da geçer.
POLLYANNA GELİYOR!
O haziran sabahı Bayan Polly Harrington telaşla mutfaktan içeri girdi. Oysa, böyle davranmak hiç de âdeti değildi. O hep aceleci olmamakla övünür, davranışlarının yavaşlığından dolayı kıvanç duyardı. Öyleyken, o gün nedense pek hareketliydi, pek de telaşlı görünüyordu.
Nancy, yıkadığı tabakları çalkalarken, şaşırarak başını kaldırdı. Buraya geleli daha ancak iki ay olmuştu ama bu süre, hanımının telaşı hiç sevmediğini öğrenmesine yetmişti.
“Nancy!”
Hizmetçi kız, elindeki sürahiyi kurulamaya devam ederek, neşeyle: “Buyurun, efendim?” dedi. Bayan Polly’nin sesi sertleşmişti:
“Nancy, ben bir şey söylerken sen de elindeki işi bırakıp beni dinleyeceksin, anlaşıldı mı?”
Kızcağız utançla kızardı. Önce elindeki sürahiyi, kurulama bezini bir kenara bıraktı. Sonra masanın üzerine yan yatmış duran sürahiyi çarçabuk düzeltip: “Peki, efendim!” dedi. “Baş üstüne, efendim. Bu sabah bulaşık yıkarken elimi çabuk tutmamı emretmiştiniz, ben de onun için siz konuşurken işime devam ettim, efendim.”
Hanımı kaşlarını çatarak: “Yeter!” diye söylendi. “Senden laf ebeliği değil, dikkat istemiştim.”
Nancy, hanımının böyle konuşmasına üzülmüştü; içini çekmemek için kendini zor tuttu. Acaba bu kadına hiçbir zaman kendini beğendiremeyecek miydi? İşte bunu çok merak ediyordu. Daha önce hiçbir yerde çalışmamıştı. Hastalıklı annesi ondan daha küçük üç çocukla birdenbire dul kalınca Nancy de annesiyle kardeşlerine bakabilmek için çalışmak zorunda kalmıştı. Kızcağız on kilometre kadar uzaktaki kasabalarından buraya gelmişti. Onun için Bayan Polly Harrington sadece büyük Harrington köşkünün hanımıydı. Harringtonların da şehrin en eski, en zengin ailelerinden biri olduğunu biliyordu. Yalnız, bütün bunlar genç kızın iki ay önceki düşünceleriydi. Şimdi ise hanımını sert, asık yüzlü, somurtkan bir kadın olarak tanıyordu. Bu kadın, kapı şöyle biraz hızlı vurulunca, yere bir şey düşünce hemen kaşlarını çatıveriyor, başka zamanlarda da gülmeyi hiç aklına getirmiyordu.
“Nancy, sabah işini bitirince, tavan arasında merdiven başındaki küçük odayı güzelce süpür, temizle, portatif karyolayı kur. Önce sandıkları dışarı çıkaracaksın.”
“Peki, efendim. Sandıkları dışarı çıkarıp nereye koyayım?”
Bayan Polly: “Ön tarafa koy!” dedi, biraz düşündükten sonra tekrar konuşmaya başladı: “Yeğenim Polly Anna Whittier buraya gelecek, bundan sonra ona ben bakacağım. Hazırlayacağın odayı ona vereceğim. Yeğenim on bir yaşındadır.”
Nancy, kendi kardeşlerinin eve nasıl neşe getirdiklerini düşünerek, sevinçle söylendi:
“Buraya mı küçük bir kız gelecek, Bayan Harrington? Aman ne iyi!”
“İyi mi dedin?” Bayan Polly sert bir sesle konuşmuştu. “Eh, doğrusu bu kıza bakmak pek benim harcım değil ama elimden geleni yapacağım. Çünkü ben iyi bir insanımdır; üstelik, akrabalık görevlerimi de hiç ihmal etmem.”
Genç kız kızardı.
“Elbette, efendim.” dedi. “Şey… Burada küçük bir kızın bulunması hayatınızı renklendirir, ışık verir diye düşünmüştüm de.”
Hanım soğuk, kuru bir sesle karşılık verdi:
“Teşekkür ederim. Yalnız, şu anda, ışığa, renge ihtiyacım olduğu düşüncesini benimseyemeyeceğim.”
Nancy, eve yerleşecek olan küçük, kimsesiz yabancıyı rahat ettirmek uğruna gerekeni yapmayı düşündüğü için korkuyla sordu:
“Ama, kardeşinizin çocuğunu yanınıza almayı istiyorsunuz değil mi?”
Bayan Polly kurumlu kurumlu çenesini havaya kaldırarak: “Doğrusunu istersen, Nancy” dedi, “Kız kardeşim evlenmek densizliğinde bulundu, zaten bir yığın çocukla dolu olan bu dünyaya hiçbir işe yaramayacak çocuklar getirdi; onun çocuğuna neden benim bakmam gerektiğini bir türlü anlayamıyorum. Ama, demin de söyledim ya, ben ödevimi bilen bir kadınım. Her neyse… Sen dikkat et Nancy, köşede bucakta bir şey kalmasın.”
Bayan Polly sözlerini bitirir bitirmez her zamanki sert tavrıyla mutfaktan dışarı çıktı.
Nancy, yarısı ıslak kalmış sürahiyi yeniden eline alırken: “Peki, efendim, baş üstüne efendim.” dedi.
Bayan Polly odasına gitti, iki gün önce gelen mektubu bir kere daha okudu. Bu mektup onun için hiç beklenmedik, can sıkıcı bir şey olmuştu. Uzak Doğudaki bir şehrin damgasını taşıyan mektup şöyleydi:
Efendim,
Sayın Papaz John Whittier’in iki hafta önce öldüğünü üzülerek size bildirmek zorundayım. John Whittier’in on bir yaşında bir kızı vardı. Babası ölünce kimsesiz kaldı. Bildiğiniz gibi kendisi buradaki küçük misyoner kilisesinin papazı olduğundan birkaç kitabından başka da bir şeyciği yoktu.
Yanılmıyorsam, John Whittier sizin ölen kız kardeşinizin kocasıydı. Dostum bana aileniz arasındaki anlaşmazlıktan da söz etmişti sanıyorum. Bu arada kendisi ölürse, kardeşinizin hatırı için çocuğu yanınıza alıp büyütmek isteyeceğinizi de söylemişti. İşte bu sözlerden cesaret alarak size bu mektubu yazıyorum.
Mektubum elinize geçer geçmez bana bir karşılık göndermenizi rica edeceğim. Çünkü burada bir karı-koca var, yakında Batı’ya gidecekler. Çocuğu yanınıza almak isterseniz, onlar Boston’a kadar götürüp oradan da Bellingsville trenine yerleştirecekler. Bu teklifi kabul ederseniz, Pollyanna’nın yola çıkacağı, oraya varacağı günü, saati de ayrıca bildireceğim. Saygılarımla,
Jeremiah O. White.
Bayan Polly, kaşlarını çatarak, kâğıdı katladı sonra hırsla zarfa soktu. Bu mektuba karşılığını bir gün önce göndermiş, çocuğu elbette yanına almak isteyeceğini bildirmişti. Şimdi de elinde zarfla koltuğunda otururken geçmiş günlerin anıları gözlerinin önünde canlandı.
Kız kardeşi Jennie’nin, yirmi yaşındayken, ailesinin ısrarlarına aldırmadan papazla evlenmek konusundaki direnmelerini hatırladı. O zamanlar Jennie ile evlenmek isteyen bir başkası daha vardı. Son derece zengin, aklı başında bir adamdı bu… Jennie’nin evlenmek istediği papaz ise çok genç, tecrübesizdi. Ailesinin beğendiği damat adayının olgun, bol para sahibi olmasına karşılık genç papazda ülkülerle dolu bir beyinden, aşkla dolu bir kalpten başka bir şey yoktu. Ama, Jennie, zengin adamı bırakıp yakışıklı papazla evlenmiş, bir din yayıcının karısı olarak güneye gitmişti.
İşte iki aile arasındaki gerginlik daha o günlerde başlamıştı. Bayan Polly o günlerde daha on beş yaşında bir kızdı ama olayları gayet iyi hatırlıyordu. Ablası evinden ayrıldıktan sonra aile onunla ilgisini kesmişti. Baştan Jennie, her şeye rağmen bıkmadan usanmadan eve sık sık mektup göndermişti. Bir süre sonra da ilk çocuklarının öldüğünü, son doğan çocuğuna iki kız kardeşinin adlarını verdiğini, yazmıştı. Böylece, Jennie’nin kızının adı Pollyanna oluyordu. İşte Jennie’den gelen son mektup bu oldu. Bir iki yıl sonra da doğudaki küçük şehirlerden birinden gelen, papazın imzasını taşıyan, çok acıklı kısa bir mektup Jennie’nin ölüm haberini eve ulaştırmıştı.
Bundan sonra da zaman durmamış, tepenin üzerindeki evde oturanlara yenilikler, değişiklikler getirmişti. Bayan Polly, penceresinden ta uzaklara, ufkun derinliklerine doğru uzanan vadiye bakarken bu yirmi beş yılın getirdiği değişiklikleri düşünüyordu.
Kadıncağız şimdi kırk yaşındaydı. Annesinin, babasının, kardeşlerinin ölümünden sonra dünyada yapayalnız kalıvermişti. Yıllardan beri de bu kocaman evin, babasından kalan büyük servetin tek sahibiydi. Dostları zaman zaman ona acıdıklarını belirtmişler, yalnızlıktan kurtulması için yanına bir arkadaş alması gerektiğini hatırlatmışlardı. Bayan Polly, dostlarının gösterdiği yakınlığı umursamadığı gibi, onların öğütlerini de yerine getirmeyi düşünmemişti. Yalnızlıktan hiç de şikâyetçi olmadığını, hatta tek başına yaşamaktan hoşlandığını her fırsatta söylüyordu. Yalnız, şimdi durum değişecekti…
Bayan Polly birdenbire asık bir yüzle yerinden kalktı. İyi yürekli bir insan olması ona kıvanç veriyordu. Yalnız, üzerine düşen görevin ne olduğunu anlamakla kalmamış, bunu yerine getirecek gücü de kendinde bulmuştu. İşte bu çok önemliydi.
Bunları düşünürken, içinden: “İyi, hoş ama, şu Pollyanna da ne gülünç bir ad ya!” diyordu.
BAHÇIVAN TOM BABA
Nancy, tavan arasındaki odayı süpürürken kıyıda köşede toz kalmasın diye büyük bir çaba gösteriyordu. Evet, hanımına çok bağlıydı, onun isteklerini kelimesi kelimesine yerine getirmeye bakardı ama, onun da bir insan olduğunu, zaman zaman kusurlar işleyebileceğini unutmamak gerekir. Kızcağız, ucu sivri temizleme sopasıyla yeri silerken bir yandan söyleniyor, sopayı hırsla itip kakarak hırsını ondan alıyordu.
“Ah, keşke bu odanın değil de şu kadının ruhunun köşelerindeki pislikleri kazıyıp temizleyebilseydim! Onun böyle bir temizliğe ne kadar ihtiyacı var! Zavallı yavrucağa kışın soba kurulmayan, şimdi de hamam gibi sıcak duran bu odayı vermek doğru mu ya? Koca evde başka boş oda mı yok? Böyle bir karar vermek de nerden aklına geldi? Ona göre çocukların hiç değeri yok!”
Nancy bunları düşünürken öfkeyle elindeki bezi öyle kuvvetli sıkmıştı ki parmakları acıdı. Öyleyken, gene de öncekinden daha öfkeli bir hâlde söylenmeye koyuldu: “Bence, değeri olmayan kimseler asıl bu gibi kadınlar!”
Nancy bunları söyledikten sonra bir süre sessiz sedasız işine devam etti. Yapılması gereken işleri tamamladıktan sonra boş odaya öfkeyle bir göz atarak gene kendi kendine söylendi:
“Neyse, bitti! Hiç değilse, benim payıma düşen iş bitti. Bu odada ne kir var ne de eşya. Evinden uzak, sevgiyle, özlemle dolu zavallı çocuğa da öyle uyuyor ki!”
Nancy söylene söylene dışarı çıktı. Öfkesinden ne yapacağını bilmiyordu. Kapıyı olanca gücüyle çekti, sonra hemen kendini toparlayıp korkuyla dudağını ısırdı.
“Eyvah!” dedi. Sonra hemen korkusunu yendi, inatla ayağını yere vurdu. “Duyarsa duysun!” diye mırıldandı. “İnşallah duymuştur.”
O gün öğleden sonra Nancy bahçeye çıktı. Yıllar yılı burada çalışıp yabani otları temizlemiş, çiçek tarhlarını kabartmış olan emektar bahçıvan Tom’u buldu. Gören var mı, yok mu diye son bir defa büyük eve bir göz attıktan sonra: “Bay Tom, Bay Tom!” diye söze başladı. “Küçük bir kızın Bayan Polly ile yaşamak üzere buraya geleceğinden haberiniz var mı?”
Yaşlı bahçıvan büyük bir güçle belini doğrulturken suratını buruşturdu: “Bir ne geliyor?” diye sordu.
“Bir küçük kız geliyor. Bayan Polly’nin yanında kalacak.”
Tom, öfkeyle kızın yüzüne baktı.
“Hanımla alay etmek cesaretini nereden buluyorsun? Güneşin batı yerine doğudan batacağını söylemek kadar gülünç bir şey bu. Bari bunu da söyle de alayın tam olsun!”
“Hayır, Bay Tom, alay etmiyorum. Kızın geleceğini bana hanımın kendisi söyledi. Yeğeniymiş. On bir yaşındaymış…”
Yaşlı adamın şaşkınlıktan ağzı açık kaldı. Bir ara düşündü. Sonra, gözlerinin bakışı yumuşadı.
“Belki de Bayan Jennie’nin küçük kızıdır bu. Evet, mutlaka odur. Aman, Nancy, bu ihtiyar hâlimde daha neler göreceğim!”
“Bayan Jennie kimdi, Bay Tom?”
Adamcağız heyecan içinde anlatmaya başladı:
“Bayan Jennie cennetten inmiş bir melekti. Ama hanımla bey onu ancak ailenin büyük kızı olarak görüyorlardı, gökten inme bir melek olduğunun farkında değillerdi. Yıllarca önce evlenip buralardan ayrıldığı zaman yirmi yaşındaydı. Zavallının en son doğan bebeğinden önceki çocuklarının hepsi ölmüş. Demek buraya gelecek olan kız o zavallı yavrucak.”
“On bir yaşındaymış.”
“Evet, öyle olmalı.”
Nancy başını çevirip omuzlarının üstünden bir kere daha eve baktıktan sonra öfkeyle: “Kızcağızı böyle bir odaya almak ne ayıp!” diye söylendi.
Bahçıvanın kaşları çatıldı, alnı kırıştı. Arası çok geçmeden yüzünde garip bir gülümseme belirdi.
“Bayan Polly evin içinde bir çocukla ne yapacak çok merak ediyorum.”
Nancy de bu sözleri bekliyormuş gibi, birden: “Ben asıl çocuğu merak ediyorum!” dedi. “Bayan Polly ile ne yapacak?”
Tom güldü.
“Galiba sen Bayan Polly’yi pek sevmiyorsun.”
“İlahi Bay Tom, sanki Bayan Polly’yi çok seven biri var mıdır?”
Bahçıvan gene garip bir tavırla güldü. Yeniden çalışmaya başlarken, alçak sesle:
“Anlaşılan sen Bayan Polly’nin aşk hikâyesini duymamışsın.”
“Aşk hikâyesi mi dediniz? Bayan Polly’nin mi? Bunu hiç kimse duymamıştır. Böyle bir şey duyan olmamıştır elbette.”
Tom başını salladı:
“Duyan oldu, oldu! Hem, sevgilisi bu şehirde oturuyor.”
“Peki, kim bu adam?”
Bahçıvanın yüzü eve doğru dönmüştü. Dimdik duran vücudunda, bulanık mavi gözlerinde yıllarca bu aileye severek, isteyerek hizmet etmiş olmanın verdiği gururla: “İşte onu açıklayamam.” dedi. “Böyle bir sırrı açıklamak bana hiç yakışmaz.”
Nancy gene ısrarla söylendi:
“Bayan Polly’yi seven varmış… Olacak şey mi bu!”
Bahçıvan üzgün üzgün başını salladı.
“Sen Bayan Polly’yi benim kadar iyi tanıyamazsın. O bir zamanlar gerçekten çok güzeldi. Hoş, istese şimdi de güzel olabilir ya.”
“Bayan Polly mi güzel olabilir?”
“Evet. O güzel saçlarını böyle sımsıkı toplayacak yerde eskisi gibi gevşetip kabartsa, süslü, çiçekli şapkalar, işlemeli beyaz elbiseler giyse bak gör herkes nasıl hayran olur! Nasıl güzelleşir! Hem, Bayan Polly yaşlı değil ki.”
Genç kız derin derin içini çekerken:
“Yaşlı değil mi? Öyleyse yaşlılığı vakitsiz benimsemiş desenize.”
“Evet. Sevgilisiyle darıldıktan sonra böyle oldu. O günden beri de sanki yemek yerine devedikeni yiyor. Sözleri, davranışları öylesine incitici, acı ki, insan böyle düşünmekten kendini alamıyor.”
“Çok doğru söylüyorsunuz, Bay Tom. Bir kimse ne kadar uğraşırsa uğraşsın onu memnun edemez. Evdekileri geçindirmek için çalışmak zorunda kalmasaydım, burada bir an bile durmazdım. Gene de günün birinde dayanamayıp patlayacağım. Bu benim için bir ayrılık fırtınası olacak!”
Yaşlı bahçıvan, genç kızın sözlerine karşı çıkmak istiyormuş gibi başını salladı:
“Biliyorum, yavrum. Önceleri ben de öyle düşünüyordum. Elbette… Ama hiç de doğru bir iş yapmış olmazsın, yavrucuğum. Sen benim sözümü dinle, sakın böyle bir şeye kalkışma.”
Yaşlı bahçıvan sözlerini bitirince gene çömeldi, yeniden işine koyuldu. O sırada içeriden sert bir ses duyuldu:
“Nancy?..”
Nancy telaşla içeriye doğru koşarken: “Geliyorum, efendim!” diye seslenmeyi de unutmadı.
BİR YANLIŞLIK
Günlerden bir gün, beklenen telgraf geldi: Ertesi gün -25 Haziran günü- saat dörtte Pollyanna’nın Beldingsville’e varacağı bildiriliyordu.
Bayan Polly kaşlarını çatarak telgrafı okuduktan sonra hemen yukarıya, tavan arasındaki küçük odaya bakmaya çıktı. Bakındıkça kaşları daha da çok çatılıyordu.
Odada her şeyi hemen hemen tamamlanmış küçük bir yatak, dümdüz arkalı iki sandalye, bir küçük lavabo, aynasız bir masa, bir de yazı masası vardı. Duvarlar resimsiz, pencereler perdesizdi. Güneş bütün gün damın üzerine vurduğu için oda bir fırın gibi sıcaktı. Pencerelerin tel kafesleri daha takılmamış olduğu için camlar açılmamıştı. Bir sinek, pencerelerden birinin önünde öfkeli öfkeli vızıldayıp duruyordu.
Bayan Polly sineği öldürdü, pencereyi aralayıp sineğin ölüsünü dışarı attı. Sonra sandalyelerden birini düzeltti, kaşlarını da biraz daha çattı, iyice asılmış bir yüzle odadan dışarı çıktı. Birkaç dakika sonra mutfağın önüne gelmiş, şöyle diyordu:
“Pollyanna’nın odasında bir sinek buldum, Nancy. Bir ara pencereler açık kalmış olmalı. Ismarladığım tel kafesler gelinceye kadar pencerelerin kapalı kalmasına özellikle dikkat edeceksin. Yeğenim yarın dörtte geliyor. Onu istasyonda senin karşılamanı istiyorum. Timothy’ye söylersin, seni açık arabayla istasyona götürür. Telgrafta yeğenim ‘açık sarı saçlı, kırmızı çizgili basma entarili, hasır şapkalı’ diye anlatılmış; onun hakkında bildiklerim de bu kadar. Sanırım ki onu bulman için bu bilgi yeterlidir.
“Elbette, efendim, ama siz de…”
Bayan Polly, Nancy’nin yüzünden onun ne demek istediğini anlamıştı.
“Hayır, ben gitmeyeceğim. Sonra, sert bir sesle ekledi: İstasyona ben niye gidecekmişim, değil mi ya?”
İşte böylece küçük Pollyanna’yı rahat yaşatmak için yapılan hazırlıklar da sona ermişti.
Ertesi gün tam dörde yirmi kala, Nancy ile arabacı Timothy beklenen küçük misafiri karşılamak üzere istasyona gittiler. Timothy bahçıvan Tom’un oğluydu. Çok iyi huylu, yakışıklı bir gençti. Nancy buraya yeni geldiği hâlde iki gencin arasında çarçabuk içten bir dostluk kurulmuştu. Yalnız, bugün Nancy üzerine aldığı elçilik görevine kendini öylesine kaptırmıştı ki, her zamanki gibi durmadan konuşacak yerde, sessiz sedasız duruyor, bir an önce istasyona varmak için sabırsızlanıyordu. İstasyona geldikten sonra da aynı sessizlik içinde trenin gelmesini bekledi. İçinden durmadan Pollyanna’nın tarifini tekrarlıyordu: “Sarı saçları, kırmızı çizgili basma entarisi, hasır şapkası var…”
Bir yandan da Pollyanna adındaki çocuğun nasıl bir şey olduğunu merak ediyor, onu önceden hayalinde canlandırmaya çalışıyordu. Yanında tembel adımlarla ağır ağır yürümekte olan Timothy’ye dönüp:
“Onun hesabına Tanrı’ya yakarıyorum.” dedi. “İnşallah sessiz, laftan anlayan bir çocuktur, bıçakları yere düşürüp kapıları çarpmaz.”
Timothy garip bir gülüşle: “Dediğin gibi çıkmazsa hepimizin hâli kim bilir nice olur!” dedi. “Düşünsene bir kere: Bayan Polly’yle yaramaz bir çocuk! Bak işte tren geliyor!”
Nancy, küçük istasyondaki kalabalığın birdenbire arttığını görünce heyecanlandı, korkuyla sarsıldı. Trenden inecek yolcuların hepsini görebilmek için kendine iyi bir yer seçmeye çalışırken: “Ah Timothy,” diye ağlamaklı bir sesle haykırdı: “Bana öyle geliyor ki, gelmem çok saçma bir iş oldu. O çocuğu hiç tanımıyorum ki ben.”
Nancy, çok geçmeden küçük Pollyanna’yı gördü. Çok canlı, küçük bir kızdı bu; yüzü çilliydi, başının iki yanında kalın upuzun sarı örgü saçları sallanıyor, kırmızı çizgili elbisesinin içinden vücudu pek ince görünüyordu; cana yakın bir tavırla birini arıyormuş gibi bakınıyordu. Nancy çocuğu tanımıştı ama heyecandan dizleri öylesine titriyordu ki bir adım daha atacak cesareti kendinde bulamadı. Birkaç saniye öylece kaldı. En sonunda heyecanını biraz yatıştırınca küçük kızın yanına gitti. Pollyanna ise hâlâ bakmıyor, kendisini karşılamaya gelen var mı, yok mu diye araştırıyordu.
Nancy: “Siz Bayan Pollyanna’sınız, değil mi?” diye sorar sormaz bir çift ufak kol birden kendisini sımsıkı sardı. Kuvvetli, cana yakın bir ses ta kulağının içinde konuşmaya başladı:
“Sizi gördüğüme öyle, öyle sevindim ki bilemezsiniz! Evet, ben Pollyanna’yım. Sizin beni karşılamaya gelmenize de ayrıca çok sevindim. Zaten geleceğinizi biliyordum.”
Nancy: “Biliyor muydunuz?” diye sordu. Pollyanna’nın onu daha önce nereden tanımış olabileceğini bir türlü kestiremediği için şaşkınlığı büsbütün artmıştı. Pollyanna’nın, ona birdenbire sarılmasıyla yana kayan şapkasını düzeltirken: “Demek biliyordunuz?” diye mırıldandı.
Pollyanna, bir yandan utanç, bir yandan şaşkınlık içinde ne yapacağını bilmez bir hâlde duran Nancy’yi tepeden tırnağa dikkatle süzdükten sonra, gülümseyerek: “Evet,” dedi. “Doğrusunu isterseniz yol boyunca sizi gözlerimin önünde canlandırmaya çalıştım, nasıl bir insan olduğunuzu düşündüm durdum. Şimdi ise sonuçtan sevinç duyuyorum. Tam benim düşündüğüm gibisiniz, buna da ayrıca çok sevindim.”
Bu sözler hizmetçi kızı öylesine şaşırtmıştı ki Timothy yanlarına gelince bir kurtarıcıya kavuşmuş gibi sevindi, hemen: “Bu bey Timothy’dir.” diye onu tanıttı. “Belki taşınacak sandığınız vardır, diye düşündük de.”
Pollyanna pek ciddi bir şekilde başını sallayarak: “Evet, var.” dedi. “Hem de çok yeni bir sandığım var. Yardımseverler Derneği’nden verdiler. Ne güzel, değil mi? Çantamda da bir kâğıt var. Onu da Bay Gray verdi, size teslim etmemi tembih etti. Bay Gray, Bayan Gray’in kocasıdır. Karı koca Grayler Peacoin Garrin’in karısıyla akraba oluyorlar. Beni buraya kadar onlar getirdi. İkisi de öyle iyi insanlar ki anlatamam!”
Pollyanna, elindeki çantayı açıp içini iyice karıştırdıktan sonra bulduğu kâğıdı Nancy’ye uzatarak “Buyrun” dedi. “İşte bu.”
Nancy derin derin içini çekti. Onun yerinde olup bu sözleri duyan başka herhangi bir kimse de derin derin içini çekmekten başka bir şey yapamazdı. Sonra yan gözle Timothy’ye baktı. Delikanlının gözleri de uzaklara dalmıştı.
Pollyanna’nın sandığını arabanın arkasına yerleştirdiler, üçü de arabanın önüne kurulup yola çıktılar. Küçük kız, Nancy ile Timothy’nin arasına sıkışmış oturuyordu. Arabaya yerleşirlerken de durmadan soru sormuş, sorulanlara karşılık vermiş, kısacası, hiç durmadan, dinlenmeden konuşmuştu.
Arabanın tekerlekleri dönmeye başlayınca da: “Aman ne iyi!” diye yeniden söze başladı. “Böyle araba ile gezmeyi öyle severim ki! Yolumuz kısa mı? İnşallah uzundur. Uzun değilse de sevinirim ya, çünkü o zaman bir an önce evimize varabileceğiz demektir. Ah ne güzel sokaklar bunlar! Ben zaten biliyorum buraları. Babam söylemişti.”
Pollyanna birdenbire sustu. Çok duygulu bir kız olan Nancy, hiç belli etmeden, çocuğun yüzüne bakınca onun küçük çenesinin titrediğini, o güzel çocuksu gözlerinin yaşlarla doluverdiğini gördü. Fakat bir dakika sonra Pollyanna kendini toplamış, neşeli görünmeye çalışarak yeniden konuşmaya başlamıştı:
“Babam bütün bunları bana anlatmıştı. Yalnız, her şeyden önce size üzerimdeki elbisenin niçin siyah değil de kırmızı olduğunu açıklamam gerekiyor. Hem Bayan Gray de her şeyden önce bu açıklamayı yapmamı tembih etmişti. Bayan Gray yas tutmam gerektiği bir zamanda kırmızı elbiseyle karşınıza çıkmama pek şaşacağınızı düşünüyordu. Bir yakınını kaybeden her Hristiyan gibi siyah giymem gerekirken giymeyişimin nedeni şu: Siz de bilirsiniz ya, Hristiyan dinini yaymak için çalışan din adamlarına, yani misyonerlere, yardım olsun diye fıçılar içinde eşya gönderirler. Bize de son gelen fıçıdan kibar bir hanımın çok giymekten dirsekleri açılmış, önü lekeli, eski kadife ceketinden başka siyah bir giyecek eşyası çıkmadı. Bu ceket de o kadar eskiydi ki, Bayan Carr bunu benim giymemin doğru olmayacağını söyledi. Yardımseverler Derneği’nde çalışan hanımlardan birkaçı aralarında para toplayıp bana siyah bir elbiseyle bir de siyah şapka almayı düşündüler ama ötekiler buna karşı koydu. Bu parayı kiliseye halı almak için topladıkları paraya katmanın daha doğru olacağını ileri sürdüler. Zaten Bayan White da çocukları çok sever ama onların siyahlar giymelerini hiç istemez.”
Nancy ancak Pollyanna soluk almak için durduğu zaman konuşma fırsatını buldu.
“Önemi yok.” dedi. “Burada her şey düzene girer sanıyorum.”
“Böyle düşünmenize çok sevindim. Ben de aynı kanıdayım. Siyahlar içinde sevinebilmek sanırım ki çok zor olacaktı.”
Pollyanna’nın sesi gene titremeye başlamıştı. Nancy, kıza şaşkın şaşkın bakarken o devam etti:
“Evet, babam da annemle daha başka yakınlarımızın yanına, yani cennete gitti. Daha önceden de buna sevinmemi söylemişti. Yalnız, babamın bu sözlerini yerine getirebilmek sırtımdaki kırmızı elbiseye rağmen çok zor oluyor. Babama öylesine muhtacım ki! Bu ihtiyacı duymamak da elimde değil. Annemin de bütün öteki yakınlarımızın da cennette Tanrıları, bir sürü melekleri olduğu hâlde benim burada Yardımseverler Derneği üyelerinden başka kimsem yok… Bu durumda, babamın özlemini çekmemeye imkân var mı? Neyse, bundan sonra her şey değişir belki. Babamın yokluğunu da eskisi kadar duymam sanıyorum. Çünkü bundan sonra yanımda hep siz bulunacaksınız. Sizin varlığınız beni o kadar sevindiriyor ki, bilemezsiniz, Polly teyze! Ah, öyle seviniyorum ki…”
Nancy’nin bu zavallı kimsesiz yavrucağa karşı duyduğu yakınlığın yerini birdenbire müthiş bir korku almıştı.
“Aman, Bayan Pollyanna.” diye kekeleye kekeleye konuştu. “Ah, siz çok müthiş bir yanlışlık yaptınız. Ben, adı Nancy olan biriyim yalnız. Teyzeniz Bayan Polly değilim ben!”
Küçük kız bu açıklamadan duyduğu şaşkınlığı gizlemeden:
“Siz teyzem değil misiniz? Sahi, değil misiniz?” diye sordu.
“Hayır. Demin de söylediğim gibi, ben ancak Nancy’yim. Teyzenizle de birbirimize hiç benzemeyiz.”
Timothy gülmekle konuşmak arasında garip bir ses çıkardı. Gözlerinde alaycı ışıklar yanıp söndü. Nancy’nin bu neşe dolu bakışlara karşılık verecek hâli yoktu. Korkunç bir çıkmaza girmişti.
Pollyanna: “İyi ama, Öyleyse siz kimsiniz?” diye sordu. “Yardımseverler Derneği’ndekilerin de hiçbirine benzemiyorsunuz.”
Bu defa Timothy kahkahalarla güldü.
Nancy: “Aylık karşılığında ev işi yapan bir hizmetçi kızım ben.” dedi. “Ütü, çamaşır dışında evin bütün işlerini ben yapıyorum. Çamaşırla ütüyü de Bayan Durgen yapıyor.”
“Ama bir Polly teyze de var, değil mi?”
Bunu sorarken Pollyanna’nın sesi korkuyla titremişti.
Timothy: “Kendi varlığınızdan ne derece eminseniz, teyzenizin varlığına da aynı şekilde inanabilirsiniz!” diyerek arabaya girdi.
Pollyanna rahatlamış bir hâlde derin bir soluk aldı. Bir dakika kadar hiç kimse konuşmadı. Sonra sessizliği gene küçük kız bozdu. Ağır ağır konuşmaya başlamıştı ama konuştukça açılıyordu.
“Teyzem varsa mesele kalmadı demektir. Hem, biliyor musunuz, beni karşılamaya gelmenize çok sevindim. Çünkü bu sayede eve gidinceye kadar teyzemi merak edeceğim. Bu arada sizi de tanımış oldum.”
Nancy kızardı.
Timothy tatlı bir gülüşle: “Çok zekice yapılmış bir övgü bu.” dedi. “Küçük Hanım’a teşekkür etsene, Nancy.”
Nancy birden silkinerek kekeledi:
“Ben mi? A, evet. Bayan Polly’yi düşünüyordum da dalmışım.”
Pollyanna da başını salladı.
“Ben de bunu düşünüyordum. Teyzemi öyle merak ediyorum ki! Biliyor musunuz, yeryüzünde tek yakınım o. Başka kimsem yok. Onun da yakın zamana kadar varlığından haberim yoktu. Sonra bir gün babam anlattı. Yüksek bir tepenin üzerinde çok güzel büyük bir evde oturuyormuş.”
Nancy: “Evet, orada oturuyor.” dedi. “Şöyle bakarsanız, evi siz de görebilirsiniz. Ta şu uzaktaki tepenin üzerinde duran yeşil benekli büyük ev.”
“Ah, ne kadar güzel! Çevresinde de ne kadar çok ağaç var! Her yan da yemyeşil üstelik. Ben bir evin çevresinde bu kadar çok yeşillik bulunabileceğini hiç düşünmemiştim. Polly teyzem gerçekten çok zengin mi, Nancy?”
“Evet, Küçük Hanım, çok zengin.”
“Ne kadar sevindim! Bir insanın parasının olması çok güzel bir şeydir elbette. Ben şimdiye kadar White ailesinden başka hiçbir zengin aile tanımamıştım. Whitelar hatırı sayılacak derecede zengin kişilerdir. Evlerinin bütün odalarında halı var. Her pazar da dondurma yerler. Teyzem de pazar günleri dondurma yer mi?”
Nancy, başını iki yana salladı. Dudakları büzüldü. Gülen gözleri Timothy’nin gözlerinin içine baktı.
“Hayır, Küçük Hanım, ben onun sofrasında bir kere bile dondurma gördüğümü hatırlamıyorum. Kim bilir belki de dondurma sevmiyordur.”
Pollyanna’nın yüzü ekşidi.
“Sevmiyor mudur? Ah, ne fena! Nasıl olur da bir insan dondurma sevmez, anlamıyorum. Neyse, ben buna da sevinebilirim. Çünkü yenilmeyen dondurma insanın midesini ağrıtmaz. Yenilmeyen dondurma tıpkı Bayan White’ın evindeki dondurmalar gibidir, insanlara hiç dokunmaz. Ben Bayan White’ın evinde o kadar çok dondurma yemiştim ki! Bana bir şey yapmadı. Her neyse… Polly teyzemin evinde halı vardır, değil mi?”
“Evet efendim, halı var.”
“Her odada mı?”
Nancy birdenbire tavan arasındaki çıplak sevimsiz odayı hatırladığı için asık bir yüzle: “Hemen hemen her odada halı var.” dedi.
Küçük kız sevinçle ellerini çırparak: “Aman ne iyi, ne iyi!” diye haykırdı. “Çok sevindim. Halıları öyle de severim ki! Bizim halımız yoktu. Bir keresinde misyonerler fıçıdan çıkan iki küçük kilimi bize vermişlerdi. Bir tanesinin üzeri mürekkep lekeleriyle doluydu. Bayan White’ın resimleri de vardı. Çok güzel resimlerdi bunlar. Güllerin, diz çökmüş kızların, çayırda otlayan kuzuların, ormanda uyuyan aslanların resimleri… Siz de resim sever misiniz?”
“Bilmem ki, Küçük Hanım, bunu hiç düşünmedim.”
“Ben severim. Bizim evde resim de yoktu. Biliyor musunuz, yardım sandıklarından hiç resim çıkmaz. Bir keresinde nasılsa iki tane çıkmıştı. Bir tanesi öyle güzeldi ki babam bunu satıp bana pabuç almıştı. Öbürünün ise daha duvara asmadan, üzerindeki boyalar döküldü. Yolda gelirken camı kırılmıştı. O zaman çok ağlamış, üzülmüştüm ama şimdi ‘İyi ki öyle güzel eşyamız yoktu.’ diye düşünüp seviniyorum, çünkü böylece Polly teyzeminkileri daha çok sevebileceğim… Daha önceden iyi şeyler görmeye alışmadığım için demek istiyorum. Aman, ne güzel, ne şahane bir ev bu!”
Araba köşkün köşesini dönüyordu. En sonunda evin önünde durdukları zaman, küçüğün sandığını çıkarırken, Nancy bir fırsatını bulup delikanlının kulağına eğildi:
“Sakın ha, işi bırakmaya kalkışayım demeyesin Timothy. Üste para da versen ben çıkmam.”
Delikanlı gülerek: “İşten çıkmak mı?” dedi. “Yok canım! Sen kovsan da ben gitmem. Bu çocuk buradayken her Tanrı’nın günü evin içinde insan sinemaya gitmiş kadar eğlenecek.”
Nancy öfkeli öfkeli: “Eğlenmek, eğlenmek ha?” diye mırıldandı. “Bu güzelim çocuk için eğlenceden çok daha başka şeyler olacaktır. Hele teyze yeğen bir çatı altında yaşamaya başlasınlar da bak, o zaman görürüz. Çocukcağızın başı sıkışınca sığınacak bir kucak bulması gerekiyor. İşte o sığınak ben olacağım. Timothy, göreceksin bak, onu nasıl koruyacağım!”
Nancy sözlerini bitirdikten sonra Pollyanna’yı geniş merdivenlerden eve doğru götürdü.