Kitabı oku: «Aşk başka yerde», sayfa 3
Cafer korkuyordu. Kendinden korkuyordu. Dayanamayıp İhsan’ı öldürmekten, elini kana bulamaktan, hapse girmekten, karısını, çoluğunu çocuğunu ortada bırakmaktan korkuyordu. İhsan o köyün yakınlarında olduğu sürece katil olma tehlikesi altındaydı. Tıpkı kahvede olduğu gibi bir anda gözü dönebilir, ama o zamanki gibi son anda kendine hâkim olamayabilirdi. Karısı da bunu biliyordu. Bu yüzden, kahvede olanları duyduktan hemen sonra köyün bütün kadınlarına haberi yaymıştı. Otuz sene evvelki olayları bilmeyenlere ballandıra ballandıra anlatmış, bilenlere hatırlatmış, sonra da o caninin köye döndüğünü söylemişti.
“O cani herif burda oldukça çocuklarınızı sokağa salmayın, okula bilem göndermeyin. Allah korusun, ne olacağı belli olmaz,” diyerek anaların yüreğine korku tohumlarını ekmiş, gerisi çorap söküğü gibi gelmişti.
Dedikodu çarkı bir defa işlemeye başladı mı durdurulması imkânsızdı. Şimdi de o kadar hızlı çalışıyordu ki bu çark, evleri köyün dışında kalanlara bile tez zamanda ulaştı haber. Umut’un annesi Ayşe, rahmetli kocasının teknesini bilmeden bir katile sattığını öğrenince dehşete kapıldı. Hele bir de teknenin satılmasına aracılık eden balıkçı Yusuf gelip, Umut’u o adamla beraber kaç defa teknede gördüğünü söyleyince beyninden vurulmuşa döndü. Derhal temiz bir sopa attı Umut’a ve bir daha o adamın yakınından bile geçmesini yasakladı.
Umut neler döndüğünü anlayamıyordu. Duyduklarına inanamıyordu. İhsan’ın, çok sevdiği karısını, Filiz’i, karnındaki bebeğiyle öldürdüğünü söylüyorlardı. Baltayla katır katır doğradığını söylüyorlardı. Bu yüzden hapse girip çıktığını söylüyorlardı. Anası, bu hayatta babasından sonra gördüğü en iyi insana “katil” diyordu. “Cani” diyordu. Onunla arkadaş olmasını yasaklıyordu. Okulda çocuklar ondan korkuyla bahsediyorlardı. Hakkında ne hikâyeler anlatıyorlardı.
Doğru olamazdı bunların hiçbiri. İhsan bu insanların söylediği gibi biri olamazdı, öyle korkunç şeyler yapamazdı o. Ama ne yazık ki kimse Umut gibi düşünmüyordu. Çünkü kimse Umut kadar yakından bakmamıştı onun acı dolu gözlerine.
İhsan, kahveye gittiği o geceden beri evden dışarı adımını atmamıştı. Cafer’in açtığı yaralardan utanıyordu. Yaraların iyileşmesini, yüzünün normal görünümüne kavuşmasını bekliyordu. Umut onu bu halde görürse, ne olduğunu soracaktı. Ne olduğunu, neden dayak yediğini ona anlatamazdı. Bu dünyadaki tek arkadaşının sevgisini kaybetmeyi göze alamazdı. Onun gözlerinde de şüphe ve hayal kırıklığı görmeye dayanamazdı.
Köyde kaynamaya başlayan kazanın fokurtuları, uzaktaki küçük evinin günlerdir kapalı duran kapısından içeri sızamıyordu. Bu yüzden İhsan, dışarıda neler olup bittiğinden tamamen habersizdi. Bir çocuk gibi, o geceyi hatırlatan işaretler yüzünden silinene dek, olanların unutulacağına inanıyordu. Geçmişin yükü sırtında devasa bir kambur oluşturmuşken dik durmaya çalışıyor, kamburunu yok sayarak başkalarından gizleyebileceğini sanıyordu. Ömrünün çoğunu hapishanede geçirmiş bir adam olduğu düşünülürse, bu denli saf kalabilmesi gerçekten de şaşırtıcıydı.
Sofadaki kan lekesini fark edene kadar devam etti bu durum. Başta kan olduğunu anlamadı. Eğilip baktı sokak kapısının hemen önündeki kırmızılığa. Otuz senedir kimsenin yaşamadığı evine döndüğünden beri kaç kere üstüne basıp geçmiş ama hiç fark etmemişti bu belirgin lekeyi. Yeni oluşmadığı belliydi. Taşın içine sızmıştı.
Önce bunun ne olduğunu, neyin izi, neyin lekesi olduğunu anlayamadı. Sonra birden aklı fısıldadı ona gerçeği: Kan lekesiydi bu. Filiz’in kanının lekesiydi.
Dehşete düştü. Otuz yıl öncesine döndü sanki. Filiz’i orada, o sofada, kapının önünde paramparça yatarken gördü. Başı gövdesinden ayrılmış, her taraf kan içinde… Bir insandan bu kadar çok kan akabileceğini bilmezdi. O zaman öğrenmişti. Hayret etmişti. Bütün duyguları ve aklı yaşadığı şokun etkisiyle uyuşmuş bir halde ona bakarken tek düşünebildiği buydu. Demek bu kadar çok kanı vardı insanın.
Şimdi o anı tekrar yaşarken yine garip bir soru ele geçirdi zihnini. Kan lekesi otuz sene boyunca kalır mıydı? Hiç kaybolmaz mıydı?
Cinayetten sonra bütün ev temizlenmişti. Ama demek ki orası gözden kaçmıştı. Ve taş, sünger gibi emmişti orada unutulan kanı.
Aniden harekete geçti. Bir kovaya su doldurdu. Bir bez buldu. Eğilip o küçücük lekeyi temizlemeye koyuldu. Saatlerce uğraştı. Ama leke çıkmıyordu. Çıkmak bir yana azalmıyordu bile. O kadar derinlere işlemiş, taşın bir parçası olmuştu.
Aklını kaybetmek üzereydi İhsan. O leke orada kaldıkça o evde yaşayamayacağına inanmıştı. Çıkarmak zorundaydı lekeyi, ama başaramıyordu işte. Sonunda yıldığında, hava kararmıştı. İhsan, kendi ellerini bile hayal meyal seçebilmesine rağmen lekeyi hâlâ çok net bir biçimde görebiliyordu. Lekeyi çıkarma umudu tamamen söndüğü için yenilgiyi kabullenerek kalktı, oturma odasındaki kilimi aldı, sofaya getirdi, lekenin üstünü kapatabilecek şekilde yere serdi.
Olmuştu. Artık görünmüyordu.
“Nerde oturuyo biliyon mu?”
“Kim?”
“Katil.”
“Yok.”
“Gel benlen. Ben biliyom.”
“Gelmem.”
“Korktun mu?”
“Yooo. Niye korkayım?”
“Yalancı. Korktun işte.”
“Korkmadım!”
“Gel o zaman.”
“İyi.”
Umut okul çıkışında, önünde yürüyen iki çocuğun arasında geçen bu konuşmaya kulak misafiri olmuştu. Çocuklardan iri yarı olanı daha çelimsiz olanını kolundan tutmuş, adeta sürüklüyordu. Katilin evini ona göstermek için sabırsızlandığı belliydi. Umut bir an olduğu yerde kalıp, hararetli hararetli konuşarak uzaklaşan iki çocuğun arkasından baktı. Sonra ani bir kararla, eve dönüş yoluna sapmaktan vazgeçti. Katilin evine doğru ilerleyen çocukların peşine takıldı. Bunu neden yaptığını tam olarak bilmiyordu. Belki, günlerdir sahilde göremediği İhsan’ın nerede yaşadığını görmek istemişti. Belki de, “katil” diye bahsedilen o adamın gerçekten de İhsan olup olmadığını öğrenme ihtiyacı duymuştu. Çünkü kim ne söylerse söylesin hâlâ inanmakta zorlanıyordu buna. Bir yanlışlık olduğuna, anasının ve balıkçı Yusuf ’un İhsan’ı başkasıyla karıştırdıklarına inanmak istiyordu. Köye döndüğü söylenen katilin o olduğu yargısına nasıl varmışlardı ki? Belki de başka biriydi. Umut, bütün kalbiyle öyle olmasını umuyordu.
Köyün bir labirenti andıran dar sokakları boyunca ve iki çocuğun peşi sıra yürürken içinden hep dua etti. “Allah’ım, n’olur o, o olmasın!” dedi defalarca. Kulaklarını tıkamaya, birkaç metre önündeki çocukların konuşmalarını duymamaya çalıştı. Ama başaramadı.
“Kadını baltaylan doğramış. Kafasını koparmış,” diye heyecanla anlatıyordu iri yarı olanı.
“Atma be!” diye cevap verdi çelimsiz olanı.
“Doğru diyorum! Babamgil konuşurken duydum!”
“Yemin et!”
“Vallaha billaha!”
“Ekmek kuran çarpsın de!”
“Ekmek kuran çarpsın!”
“Anam babam ölsün de!”
“Anam babam ölsün!”
Çelimsiz çocuk ancak şimdi tatmin olmuştu. Ona göre, yalan yere yemin edilebilirdi, ekmek kuran çarpsın da denebilirdi, ama anam babam ölsün denemezdi. Demek ki doğru söylüyordu arkadaşı.
Çocuklar arasındaki en etkili yemin olan “Anam babam ölsün” cümlesi, Umut’u bile şüpheye düşürdü. Ama sadece bir an için. Sonra hemen aklına, kendisinin böyle durumlarda oynadığı oyun geldi. Anasına yalan söylediği zamanlar, dışından yemin ederken, içinden etmiyorum diye geçirirdi. İki gözüm önüme aksın dediğinde, yine içinden, akmasın derdi. Böylece hem anasının hem de Allah’ın gazabından yakayı kurtardığını düşünürdü. Öyle ya, Allah herkesin içini görürdü, aklından geçenleri bilirdi; onun için ağzının ne söylediği değil, içinden ne geçtiği önemli olmalıydı.
Bu arada köyün diğer ucuna varmışlardı. Artık evler seyrekleşmiş, yürüdükleri yol bozulmuştu. Bir süre daha yürümeye devam ettiler. Köyün sınırları dışına çıktılar. Burası Umutların evi gibi mezarlık tarafında değil, köyün kuş uçmaz kervan geçmez, yolu bile olmayan yukarı taraflarındaydı. Peşlerindeki Umut’un farkında bile olmayan çocuklar, civardaki tek evin önünde durdular. Bu küçük, tek katlı, eskilikten her tarafı dökülen, neredeyse harabe gibi evi görünce Umut da durdu.
İri yarı çocuk, parmağıyla evi işaret ederek, “İşte burası!” dedi.
Çelimsiz arkadaşı, sanki hayatında ilk kez ev görüyormuş gibi hayretle baktı katilin evine. Sonra korkuyla sordu. “İçeride midir şimdi?”
“Bilmem.”
“Ya içerideyse?”
İri çocuk bir an düşündü. Sonra bunu anlamak için bir yol geldi aklına. Eğildi. Yerden büyükçe bir taş aldı.
“Napıyosun?”
“Görürsün!”
Evin penceresini nişan alarak taşı fırlattı. Cam müthiş bir şangırtıyla kırıldı.
Çelimsiz çocuk paniğe kapıldı.
“Napıyosun be!”
“İçerideyse anlarız şimdi,” diye cevap verdi, iri çocuk soğukkanlı bir sesle.
Bu ihtimal çelimsiz çocuğu daha da korkutmuştu.
“Bizim de kafamızı keserse ya!”
Tam bu sırada İhsan’ın kırık camın ardında belirmesi, çocuklardan iri ve de cesur olanının bile ödünü koparttı. Öyle ki korkaklıkla suçladığı arkadaşından bile önce başladı koşmaya. Çelimsiz çocuk ise hemen hareket edemedi. Korkudan donup kalmış gibiydi. Bacakları zangır zangır titriyordu. Yardım ararcasına etrafına bakındı. Sonra tekrar pencereye çevirdi gözlerini. İhsan artık orada değildi.
Bir an sonra sokak kapısı açıldı. İhsan evden dışarı çıktı. Çocuk, kendisine yaklaşan dev gibi adamı görünce acı bir çığlık attı.
“Hihh! Katil!”
İhsan donakaldı. Çocuk var gücüyle koşmaya başladı. Ardına bile bakmadan, güçsüz bacaklarından beklenmeyecek bir hızla koştu, arkadaşına yetişti, beraber gözden kayboldular.
Yol boyunca ettiği duaların reddedilmesinin hayal kırıklığı içinde, İhsan’a bakıyordu Umut. Bakıyor ve ne diyeceğini, ne yapacağını bilemeden bekliyordu. İhsan ise, o güne dek defalarca duyduğu o sözcüğü bir çocuğun ağzından duyunca hayatında hiç olmadığı kadar sarsılmıştı. “Katil” damgası hiç o anki kadar ağır gelmemişti; hiç kimse, gerçek bir korku içindeki o çocuk kadar ezememişti onu. Omuzları iyice çöktü, sırtındaki kambur iyice belirginleşti. Eve girmek için döndü, tam o anda da Umut’u gördü.
Bir şeyden ne kadar kaçmaya çalışırsanız, o şey adeta inadına karşınıza çıkar. En korktuğunuz şey illaki başınıza gelir. İşte o an İhsan’ın yaşadığı da tam olarak buydu. Korktuğunun başına gelmesi, kaçtığını en beklemediği anda karşısında bulmak, kaçınılmaz olanla yüzleşmek…
Umut’un gözlerinde şüpheyi ve hayal kırıklığını görmek de kaçınılmazdı İhsan için. Bir çocuğun ağzından “katil” lafını duymaktan daha ağır olanın, Umut’un gözleri önünde bir çocuktan katil lafını duymak olduğunu anlıyordu şimdi.
Birden hiç ummadığı bir şey oldu. Umut ona doğru ilerlemeye başladı. Diğer çocuklar gibi kaçmasını bekliyordu oysa İhsan.
Umut, tam yedi adım attıktan sonra İhsan’ın yanına ulaştı ve onun uzun bacaklarına sarıldı. İhsan’ın elli küsur senelik ömründe yaşadığı en şaşırtıcı olaylardan biriydi bu. Aynı zamanda da son otuz senedir yaşadığı en duygulu an… En inanç dolu, en sevgi dolu, en umut dolu an…
Gözleri doldu İhsan’ın. Umut’un saçlarını okşadı. Onun sessizce anlattıklarına yine aynı şekilde sessizce karşılık verdi böylece. Hiçbir kelime kullanmadan ne çok şey anlatabilirdi meğer insan. Tek bir adımla, tek bir sarılışla, tek bir gülümseyişle, “Ben sana inanıyorum. Senin bir katil olmadığını biliyorum. Kim ne derse desin yanındayım, seni seviyorum,” denebilirdi. Gerçekten de bazen kelimelere hiç ihtiyaç yoktu.
Umut’un sevgisinden ve ona olan inancından aldığı güçle, İhsan yeniden hayatına devam edecek cesareti kendinde buldu. Birinin ona inanmasının ne kadar güzel bir duygu olduğunu tamamen unutmuştu. O kadar uzun zamandır kimse ona inanmıyordu ki, artık kendisi bile şüphe ediyordu kendinden. Ama artık Umut vardı. Hiç doğmamış çocuğunun yerine koyduğu Umut onu seviyordu, daha önemlisi de ona inanıyordu. Üstelik, “Hayır, ben yapmadım, ben masumum,” demesine bile gerek kalmadan… Bir kere bile soru sorma ihtiyacı duymadan… Ancak bir çocuğun duyabileceği, içten gelen saf bir güvenle inanıyordu Umut. Buna sahip olduktan sonra başka kimsenin ne düşündüğünün önemi yoktu İhsan için. Ona nasıl baktıklarının, arkasından ne dediklerinin de önemi yoktu. Daha doğrusu o öyle sanıyordu.
İlk birkaç gün o kadar mutluydu ki gerçekten de önemsemiyordu. Ama sonra giderek ağır gelmeye başladı sokakta yürürken üzerinde hissettiği bakışlar. Çocukların onu görünce korkuyla kaçıp saklanmaları… Sürekli arkasından onu takip eden fısıltılar… Görmemeye ve duymamaya çalışsa da, istenmediğini hissetmek, bir nefret çemberiyle kuşatılmış olmak dayanılmazdı.
İhsan’ın tüm bunlara rağmen yüzsüzce orada kalmaya, köylerinde yaşamaya, denizlerinden ekmeğini çıkarmaya devam etmesi, başta Cafer olmak üzere köydeki herkesin sinirini bozuyordu. Bu kendini bilmez katil onları hiçe sayıyordu, umursamıyordu, hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam ediyordu. Buna izin veremezlerdi.
Vermediler de. Bir şafak vakti balığa çıkmak için sahile gelen İhsan, teknesini alevler içinde yanarken buldu. Anasının yasağına rağmen İhsan’a yardım etmeye gelen Umut da, sahile vardığında İhsan’ı gözleri dolu dolu, yanan teknesine bakarken buldu.
Acı bir çığlık koptu Umut’un dudaklarından. Atıldı. Umutsuzca söndürmeye çalıştı yangını. İhsan onu durdurdu. Artık çok geç olduğunu biliyordu.
“Umut” yok olmuştu. Geride külleri bile kalmamıştı. Tamamen ortadan kaybolmuştu. Bir zamanlar adıyla İhsan’ı ölümün eşiğinden döndüren, ona yeni bir yaşamın mümkün olduğu umudunu veren bu tekne, şimdi de her şeyin bittiğini, bu acımasız dünyada umuda yer olmadığını anlatan bir işarete dönüşmüştü. İhsan’ın içinde filizlenen umudu öldürmüştü.
Umut, İhsan’a baktığında, umudunu kaybetmiş bir adamın gözlerini gördü. Tıpkı onu ilk gördüğü günkü gibi, bir ölününkilere benziyordu gözleri. Yaşam parıltısı sönmüş, donuklaşmıştı. Yüzü bembeyaz, elleri kaskatı kesilmişti. Her haliyle aynı o günkü gibiydi. Aynı bir ölü gibiydi.
İhsan hiçbir şey söylemeden Umut’un saçlarını okşadı, sonra dönüp yürümeye başladı.
Umut peşinden koştu. “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
İhsan durdu, Umut’a bir an sessizce baktı.
Dünyanın bütün umutsuzluğu toplanmıştı yüzünde.
“Başka bir yere,” dedi sonra.
Dünyanın bütün umutsuzluğu toplanmıştı sesinde.
Döndü, yürümeye devam etti. Bir daha da dönüp arkasına bakmadı.
Umut olduğu yerde kalakaldı.
O başka yerin neresi olduğunu soramadı.
Gözlerinden yaşlar boşandı.
Arkasından bakarken İhsan’ı bir daha hiç göremeyeceğini hissetti. Ama yine de onu durdurmaya, gitmesine engel olmaya çalışmadı. Anlamıştı… İhsan’ı o köyde yaşatmayacaklarını anlamıştı. İhsan için o teknenin taşıdığı anlamı kavramıştı. Umudunun nasıl yok olduğunu gözleriyle görmüştü. Söylenebilecek hiçbir şey yoktu.
İşte böyle gitti İhsan. Umut onu son kez, bir şafak vakti, alacakaranlığın içinde gözden kaybolmasından bir an önce gördü. Sonraları onu düşünürken hep o anı hatırladı. İhsan’ın geceyle gündüz arasındaki mavilikte gözden kaybolduğu o anı… Belki bir gün tekrar karşılaşacaklarını hayal etti Umut.
Başka bir yerde…
İhsan’ın gidişinden sonra köyde hayat hızla eski şeklini aldı. Umut da uzun zamandır ihmal ettiği babasına döndü. Babasının mezarını haftalardır ziyaret etmemişti. Onu ihmal ettiği için suçlu hissediyordu kendini. Bu yüzden içinde garip bir korkuyla yürüdü mezarlık yolunda. Sanki babası mezarından fırlayıp ona kızacaktı. Hayır, daha da kötüsü, ona kızmayıp dargın gözlerle bakacaktı. Babasının mezarına yaklaştıkça içindeki korku büyüyordu.
Mezarın başına geldiğinde hiç beklemediği bir sürprizle karşılaştı. Gözleri hayretle büyüdü. Babasının mezarının hemen yanında, topraktan bir filiz fışkırmıştı. Birden Umut’un yüzüne geniş bir tebessüm yayıldı. Sonunda hayali gerçek olmuştu. Babası bir ağaca dönüşmüştü.
Ölümden doğan yaşam, Umut’un küçük yüreğini aydınlattı ve Umut, o ağacın gölgesine sarıldı.
2. BÖLÜM
Aşk
“Aşkın gizemi, ölümün gizeminden daha büyüktür.”
OSCAR WILDE
Cavidan Hanım tuvalet masasının başında oturmuş, gözlerini aynadaki yansımasından ayırmadan saçlarını tarıyordu. Yıllardır makas değmemiş beyaz saçları, oturmakta olduğu taburenin ayaklarına dek uzanmaktaydı. Bu yüzden, elindeki fırça saçlarının ucuna ulaşamadan tekrar başa dönüyor, tekdüze bir şekilde aynı hareketleri yapmaya devam ediyordu.
Üzerinde sadece başını ve ellerini açıkta bırakan, uzun, beyaz bir gecelik vardı. Geceliğin altında saklanan bedeni bir deri bir kemik kalmıştı. Kırış kırış olmuş ince yüzü, üzerindeki gecelik ve saçları kadar beyazdı. Kaşlarıyla kirpikleri neredeyse tamamen dökülmüş, renksiz dudakları buruşmuştu. Kömür karası gözleri delice bir parıltıyla ışıldamasa, görünümünün bir cesetten farkı kalmayacaktı.
Odada duvardaki saatin tiktakları dışında bir ses duyulmuyordu. Cavidan Hanım, hiç gerek olmadığı halde dakikalarca saçını taradıktan sonra fırçayı elinden bıraktı. Ayağa kalktı. Bir hayalet gibi süzülerek ilerledi. Yatağının kenarına oturdu. Odadaki tek ışık kaynağı olan başucu lambasını kapatmadan önce komodinin üzerindeki fotoğrafa baktı. Çok güzel bir kız çocuğunun fotoğrafıydı bu. Cavidan Hanım’ın uzun tırnaklı, korkunç elleri okşar gibi gezindi fotoğrafın üzerinde. Yüzünde adeta aşk dolu bir tebessüm belirdi.
Birden o sesi yine duydu. Bir çeşit kemirme sesini anırıyordu. Bir fareye ait olduğuna inandığı ses yıllardır peşini bırakmıyor, olup olmadık zamanlarda onu rahatsız ediyordu. Bazen o kadar şiddetleniyordu ki, bu sesi bir değil birçok farenin çıkardığını düşünüyordu Cavidan Hanım. Evin içinde bir yerlerde gizlenmiş fareler yaşadığından neredeyse emindi. Ama fareler asla bulunamıyorlar, yakalanamıyorlar, göze görünmüyorlardı. Seslerini de Cavidan Hanım’dan başkası duymuyordu nedense.
O gece de fareler korosunun her zamanki şarkısının bitmesini bekleyerek yatağının üzerinde büzüldü Cavidan Hanım. Bu sesi duyarken uyuması imkânsızdı. Onların bir kere başladılar mı sabaha kadar susmayacaklarını da önceki deneyimlerinden biliyordu. Bu yüzden elleriyle kulaklarını kapatarak bir süre bekledikten sonra doğruldu. Komodinin çekmecelerini açarak uyku ilacını aradı. Sonunda buldu. Ama şişe boştu.
Ses kafasında uğuldamaya başladığı için düşünemiyordu. Böyle zamanlarda hep olduğu gibi oda etrafında dönüyordu. Paniğe kapıldı. Sanki canına kastedilmiş gibi avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.
“Sabahat! Sabahaaatttt!”
Evin tek hizmetçisi olan Sabahat, alt kattaki odasında kaza namazını kılmaktaydı. Cavidan Hanım’ın bağırışını duyduğu halde kılı kıpırdamadı. Zaten namazı yarım bırakıp yukarı koşması olacak iş değildi. Günahtı. İsterse yanında adam boğazlasınlar, yine de umurunda olmazdı.
Cavidan Hanım’ın durmaksızın “Sabahaaattt!” diye bağıran sesi eşliğinde hiç istifini bozmadan namazını kılmaya devam etti. Sonunda selam verdi, ağır ağır doğruldu, seccadesini topladı, başındaki örtüyü çıkardı. Odadan çıkıp Cavidan Hanım’ın odasına yollandı. Fare kapanlarıyla dolu merdivenleri çıktı, fare kapanlarıyla dolu koridoru geçti, Cavidan Hanım’ın odasına vardı. Kapıyı çalma gereği duymadan açtı. İçeri girdi.
Cavidan Hanım delirmek üzereydi. Atmaca gibi üstüne atıldı içeri giren hizmetçisinin.
“Neredesin sen? İki saattir sana sesleniyorum!”
Sabahat son derece sakin bir sesle karşılık verdi.
“Namaz kılıyordum.”
Cavidan Hanım onu duymamış gibi, gözlerini odanın içinde gezdirerek, “Bu ses beni çıldırtacak bir gün,” diye söylendi.
Sabahat, “Ne sesi?” diye sormadı. “Siz çoktan çıldırmışsınız zaten,” de demedi. İyi bir hizmetçi olarak, aklından geçenleri kendine saklamayı yıllar önce öğrenmişti. Çok gerekmedikçe konuşmazdı. Çoğu zaman olduğu gibi yine susmayı seçti.
Cavidan Hanım ise söylenmeye devam ediyordu.
“Yakalayamadın gitti şu fareleri. Ne beceriksiz şeysin.” Sabahat bu fare meselesi ilk çıktığında, yani yaklaşık otuz yıl önce, evde fare mare olmadığını, bahçedeki onlarca kedinin de zaten buna müsaade etmeyeceğini hanımına anlatmaya çalışmıştı. O vakitler gençti tabii, cahildi; şimdiyse elli yaşına gelmiş, tecrübelenmişti. Artık kendini boşu boşuna yormamayı, bazı insanlara laf anlatmanın imkânsız olduğunu anlamıştı.
Cavidan Hanım boş ilaç şişesini göstererek, mızmız bir çocuk gibi ağlamaklı bir sesle, “Uyku ilacım da bitmiş. Nasıl uyuyacağım ben şimdi!” dedi.
Sabahat, konuşmasını gerektiren bir durumla karşı karşıya olduğuna kanaat getirerek ağzını açtı.
“Aşağıda var. Getireyim.”
Cavidan Hanım’ın bir şey demesine fırsat bırakmadan harekete geçti. Odadan çıktı. Kısa bir süre sonra da elinde dolu bir ilaç şişesi ve bir bardak suyla döndü. Şefkatli bir anne edasıyla hanımına ilacını içirdi, sonra da yatağına uzanmasına yardım etti.
“Ben uyuyana kadar gitme,” diye buyurdu Cavidan Hanım.
Sabahat, yatağın yanındaki koltuğa ilişti. Gözlerini boşluğa dikti, Cavidan Hanım’ın uykuya dalmasını beklemeye koyuldu. Cavidan Hanım derin bir iç geçirdi.
“Eda burada olduğu zaman sesleri kesiliyor. Ama o yokken… Bir türlü rahat huzur vermiyorlar bana.”
Sabahat Hanım, “Az kaldı,” dedi.
Cavidan Hanım şaşırdı. “Neye az kaldı?”
Sabahat, onu daha fazla kelime sarf etmek, bu suretle de çenesini yormak zorunda bırakan hanımına sıkıntıyla baktı.
“Yaz tatiline,” dedi.
Cavidan Hanım’ın yüzü aydınlandı.
“Kaç gün kaldı okulların kapanmasına?”
Hemen her gün bu soruyu cevaplayan Sabahat, bir an bile düşünmeden cevapladı.
“Yirmi iki.”
“Yirmi iki,” diye tekrarladı Cavidan Hanım sevinçle. Sonra birden yüzü düştü.
“Ne düşünüyorum biliyor musun?”
“Nerden bileyim, müneccim boku mu yedim,” dedi gözleriyle Sabahat.
“Eda’yı kolejden alsam… Burada, hep yanımda kalsa…”
“Zavallı çocuk delirir,” diye geçirdi içinden Sabahat. Ama elbette hiçbir şey söylemedi. Buna gerek de kalmadı. Cavidan Hanım hemen kendi sözüne itiraz etti çünkü.
“Ama olmaz! Bu iğrenç yerde çürümemeli o da benim gibi! Büyük şehirlerde yaşamalı! En iyi okullarda okumalı! Herkesler-den akıllı, herkeslerden üstün olmalı!”
Cavidan Hanım başını çevirip, gözlerini komodinin üstündeki fotoğrafa, Eda’nın gülümseyen yüzüne dikti. Sayıklar gibi konuşmaya devam etti.
“Hayatı benimki gibi ziyan olmamalı! Çok güzel bir hayat sürmeli o! Çok mutlu olmalı!”
Uzun bir sessizlik oldu. Cavidan Hanım Eda’nın, biricik evlatlığının geleceğiyle ilgili hayallerine dalmıştı. Derken, etkisini göstermeye başlayan ilaç yaşlı kadını hayal dünyasından alıp uykunun kucağına bıraktı.
Sabahat, hanımının en azından on saat uyanmayacağını biliyordu. İlaç içtiği geceler, bir kere uykuya daldı mı öğlene kadar komada gibi uyur, yanı başında top patlasa uyanmazdı. Yine de bir süre daha oturmaya devam etti Sabahat. Cavidan Hanım’ın horultusu odayı dolduruncaya dek bekledi. Sonra, özgürlüğüne kavuşmuş bir mahkûm sevinciyle kalktı oturduğu yerden. Yüzündeki maske düştü. Büyük bir nefretle baktı uyumakta olan yaşlı kadına. Ah, nasıl da nefret ediyordu ondan!
Bütün hayatı onunla geçmişti. O eve besleme olarak alındığında henüz on bir yaşındaydı. Ağanın kızı Cavidan’la aynı yaştaydılar. Bazen beraber oynarlardı. Ama Cavidan üstünlüğünü hep hissettirirdi ona. “Ben bir prensesim, sen ise benim hizmetçimsin,” derdi. Bey babasından, onun her dediğini yapacak, istediği gibi kullanabileceği bir oyuncak istemiş, bey babası da öksüz bir çocuk olan Sabahat’ı almıştı. Gerçekten de çocukluklarında Cavidan’ın oyuncağı gibiydi Sabahat. Cavidan sıkılmasın diye onu eğlendirmek zorundaydı. İstediği her zaman onunla oyun oynamak zorundaydı. Cavidan’ın bütün emirlerini yerine getirmek zorundaydı. Cavidan kızdığı zaman onu istediği gibi tartaklamakta özgürdü, ama o, ağzını açıp tek kelime edemezdi. Hayatında hiç karşı gelmemişti Cavidan’a. Dilinin ucuna kadar gelen bütün sözleri yutmuştu. Gözyaşlarını içine akıtmıştı. Cavidan’dan nefret ettiği için kendini suçlamış, geceler boyunca Allah’a dua ederek af dilemişti. Çünkü, o eve alınmasa kim bilir ne halde olacağı; velinimeti olan, ona yatacak sıcak bir yatak ve yiyecek ekmek veren insanlara hayatı boyunca minnet duyması gerektiği öğretilmişti ona. Ama ne kadar dua etse de bitmemişti nefreti. Ruhunun kıskançlıkla zehirlenmesine engel olamamıştı.
Sahip olamadığı, asla da olamayacağı her şeyin sembolü gibiydi Sabahat için Cavidan. Zengindi, prensesler gibi bir hayat sürüyordu, bir dediği iki edilmiyordu, yediği önünde yemediği ardındaydı. Özel öğretmenleri, güzel giysileri, hizmetçileri, atları, her şeyi ama her şeyi vardı. Ne istese anında oluyordu. En çok da onun üzerine titreyen bey babasını kıskanırdı Sabahat. Benim de böyle bir babam olsaydı, şimdi bir besleme olmazdım diye geçirirdi içinden. Hayallerinde rolleri tersine çevirmeye, kendini ağanın kızı, Cavidan’ı ise kölesi olarak düşünmeye bayılırdı. Rüyalarında, Cavidan’ın yaptıklarının bin beterini yapardı ona. Artık beğenmediği eski giysilerini suratına fırlatır, onunla alay eder, emirler yağdırırdı. Sonra da dünyanın en mutlu insanı olarak uyanırdı. Gördüklerinin sadece bir rüya, gerçeğin ise aynı olduğunu anlayana dek gülümserdi yattığı yerde.
Yıllar Cavidan’ın gölgesinde geçmişti. Genç kız olduklarında bir tek avuntusu vardı Sabahat’ın. Cavidan çok çirkindi. Çocukluğundaki güzelliği büyüdükçe kaybolmuş, çirkin mi çirkin bir genç kıza dönüşmüştü. Sabahat, banyo yaptığı günler, giyinmeden önce aynanın karşısına geçer, kendini seyrederdi. Dolgunlaşmış göğüslerine, ince beline, yuvarlak kalçalarına bakarken ne kadar güzel olduğunu düşünürdü. Hemen ardından da Cavidan’ın vücudu gelirdi aklına. Onun banyo yapmasına, giyinmesine yardım ettiği için vücudunu ezberlemişti. Güzel, şık, pahalı elbiselerin altına saklanan vücudunun ne kadar zayıf, ne kadar çirkin olduğunu gören yoktu. Doğrusu buna üzülüyordu Sabahat. Ama yüzünü herkes görüyordu ya. Ne kadar makyaj yapsa da suratının çirkinliğini gizleyemiyordu. Oysa Sabahat’ın vücudu gibi yüzü de güzeldi. Bir gören dönüp bir daha, bir daha bakıyordu. Daha şimdiden kaç tane isteyeni çıkmıştı. Cavidan’ı ise ağa kızı olduğu halde kimse istemiyordu.
Artık Cavidan’ın onu, güzelliğini kıskandığını hissediyordu Sabahat. Bu, ona tarifsiz bir haz veriyordu. Yıllardır kıskandığı kişi tarafından kıskanılmak… En büyük arzusu gerçekleşmiş gibi mutlu ediyordu bu durum onu. Kıskançlık yüzünden Cavidan’ın ona çok daha kötü davranmaya başlaması bile umurunda değildi. Kendisini her fırsatta aşağılamasına, herkesin içinde küçük düşürmeye çalışmasına, köpek gibi çalıştırmasına içerlemiyor değildi ama kurtuluşunun yakın olduğunu düşünmek ona güç veriyordu. Öyle ya, bu kadar isteyeni varken evde kalacak değildi. Elbet birine varacak, o evden de Cavidan’dan da kurtulacak, kendi evinin hanımı olacaktı.
Ama bu hiç olmadı. Ağa onu kimseye vermiyordu. Bütün talipleri bir bahane bulup başından savıyordu. Sabahat, çok geçmeden beyinin bu anlaşılmaz tavrının nedenini öğrendi. Hem de olabilecek en acı şekilde…
Bir gece odasına girdi bey. İçkiliydi ama sarhoş değildi. Ne yaptığını gayet iyi biliyordu. Dahası buna hakkı olduğunu düşünüyordu. Şaşırdı Sabahat. Karşı koymaya çalıştı. Ama beyin güçlü kolları onu kıskaç gibi kavradı. Hareket etmesine izin vermedi. Bağırmaktan başka çaresi yoktu Sabahat’ın. Ama bağıramadı. Korktu. Teslim oldu.
Bey ölene dek bu böyle sürdü gitti. Dedikodular hızla yayıldı. Sabahat’ı isteyen kimse kalmadı. O artık kirlenmiş, ağanın kapatması olmuştu. Ağanın karısı öldükten sonra boş bir umuda kapıldı Sabahat. Uzun bir süre, beyin belki de onunla evleneceğini hayal ederek kendini avuttu. Aslında beyin niyeti de buydu. Çünkü gönlünü hepten kaptırmıştı genç ve güzel kapatmasına. Ama Cavidan buna razı gelmedi. Her zaman olduğu gibi de babasına sözünü geçirdi. Sabahat da elden gitmiş namusuyla kaderine boyun eğdi. Hiç evlenmedi. Ağasından başka erkek tanımadı.
Cavidan’ın düğün günü, Sabahat’ın hayatının en mutlu günüydü. Bu dünyada en nefret ettiği insanın yıkımını büyük bir zevkle seyretti. Biraz da bu yüzden, ağa öldükten sonra da ayrılmadı o evden. Cavidan’ın gözü önünde eriyip bitmesini, giderek daha büyük bir yalnızlığa gömülmesini, acı çekmesini izlemek zevkinden kendini mahrum edemezdi. Bütün çektiklerinin ödülü gibiydi Cavidan’ın ona muhtaç aciz bir çocuğa dönüşmesi. Yaşarken ölmesi… O görkemli çiftliğin adeta mezarı haline gelmesi…
Evet, nefret ediyordu ondan. Tam da bu yüzden ondan ayrılamıyordu. İntikamının alındığını görmek, Allah’a olan inancını arttırmıştı. Sabahat’a göre bütün bu olanlar ilahi adaletin mutlak sonucuydu. Teşekkür için namaz kılıp oruç tutmaya başlamıştı. Bir gün oradan, Cavidan’dan kurtulma isteğini ve umudunu ise hiç kaybetmemişti. Sadece doğru zamanı bekliyordu.
İşte şimdi o doğru zaman gelmişti. Başucunda durmuş, nefretle hanımının yüzüne bakarken ve bütün geçmişi bir film gibi gözlerinin önünde akarken, “Yarın,” diye geçirdi içinden Sabahat. “Yarın, ona söyleyeceğim.” Kim bilir ne kadar şaşıracaktı. Yüzünün alacağı şekli görmek için sabırsızlanıyordu. Ama sabahı beklemek zorundaydı. Cavidan Hanım’ın en savunmasız olduğu zaman, Sabahat’ın ona sabah banyosunu yaptırdığı zamandı. Küvetin içinde büzülmüş, Sabahat’ın onu yıkamasını beklerken, bir çocuktan farksız olurdu. O kadar aciz, o kadar savunmasız…
“Bir an evvel sabah olsa,” diye söylendi kendi kendine Sabahat. O gece gözüne mümkün değil uyku girmeyecekti. Yine de odasına gitti. Yatağına girip gözlerini pencereye dikti. Sabahı beklemeye koyuldu.
“Ben evleniyorum, Hanımım.”
Cavidan Hanım bir deri bir kemik kalmış, buruş buruş olmuş bedeniyle küvetin içinde büzülmüşken, zavallı bir çocuk gibi derisi yüzülürcesine keselenirken, gününün en aciz anını yaşamaktayken, kısacası tam zamanında söylemişti bunu Sabahat. Ve tam da hayal ettiği gibi, ıslak başını kaldırıp şaşkınlıkla baktı ona Cavidan Hanım.
“Ne? Ne dedin sen?”
Sabahat, hanımının sırtını keselemeye devam ederken, çok olağan bir hadiseden bahsediyormuşçasına sakin bir sesle tekrarladı.
“Evleniyorum, dedim.”
O saat ayıldı Cavidan Hanım. Oysa her sabah, banyodan sonra peş peşe üç fincan sert kahve içmesi gerekirdi uyku ilacının etkisinden tamamen sıyrılıp ayılması için.
“Nasıl?! Nasıl evleniyorsun?” diye haykırdı bir kat daha şaşkın bir sesle.
Sabahat, geceden beri beklediği anı yaşamanın verdiği büyük hazla ona baktı. Cavidan Hanım’ın yüzü tam da tahmin ettiği şekle bürünmüştü. Şaşkın bir köpek yavrusunu andırıyordu bu haliyle.
“Basbayağı,” dedi gülmemek için kendini güç tutarak.
Cavidan Hanım kulaklarına inanamıyordu. Sabahat’ın gülmekle gülmemek arasında kalmış garip ifadesine bakarken cılız bir umut belirdi içinde.
“Dalga geçiyorsun benimle, değil mi? Söyle, dalga geçiyorum de.”
Sabahat anında ciddileşti.
“Hayır.”
“Ama çok saçma bu… İmkânsız… Bu yaşta nasıl koca buldun?”