Kitabı oku: «Öteki Hayatlar», sayfa 2
İKİNCİ BÖLÜM
Gökyüzünün göğsü yırtılmış gibi, içinde ne var ne yok hepsini üstümüze döküyor. Elektrik mühendisliği son sınıfta okuyorum. Okula gitmek için sulara bata çıka otobüs durağına doğru yürüyorum. Yağmur gece boyunca hiç durmadı. Sabah devam eden şiddetli yağmurdan önümü görmekte zorluk çekiyorum. Kış mevsimi, gençliğim gibi asi ve hırçın. Yüzüme doğru çarpan yağmurla karışmış rüzgârdan nefes almakta zorluk çekiyorum.
Yirmi üç numaralı otobüs bugün geç kalmış, ortada yok. Her yağmurda yollar mutlaka tıkanır diye düşünüyorum. Çözülememiş tam bir üçüncü dünya ülkesi sorunu. Otobüs durağında her sabah görmeye alışık olduğum yüzler var. Bu yağmur suları, hepsi yoksul, alçaktaki gecekondu semtlerinde sele dönüşüp birçok ev ve iş yerini basmıştır diye yağmurla ilgili düşünmeye devam ediyorum. Hava o kadar insafsız yağıyor ki zaten başka bir şey düşünmek insanın hiç aklına gelmiyor. Üstü kapalı otobüs durağına koşar adım girince yüzüme çarpan su damlalarından kurtuluyorum ama her yanım sırılsıklam. Kaldırımı yoldan ayırmak mümkün değil. Her taraf çamurlu sularla kaplı. Etraftaki alçak eğimlere doğru akan suların yüzeyi, yağan yağmur damlaları ile delik deşik edilmiş gibi yukarı zıplıyor. Duraktaki altı kişiyle birlikte, hiç sonu gelmeyecek bir sessizliğe bürünmüşüz gibi çamurlu suların yüzeyini kabartıp zıplatan yağmur damlalarını izliyoruz. Gökyüzünün hırçın ve serseri hâli bu soğuk kış sabahını delirtecek gibi.
Durakta bekleyen insanların yüzlerine, onları rahatsız etmeyecek uzunlukta bakıyorum. Hepsi, yorgun, uykulu, derin düşünceli yüz ifadeleri ile çıldırmış bu sabah yağmuru altında çok anlamsız bakıyorlar ve çok zavallı görünüyorlar.
Onların ilgisiz ve boş vermiş hâli beni sıkıyor. Oysa yaşam yaşanmaya değer bir sürü bilinmezi taşıyor içinde. Onları bir bir bulup ortaya çıkarıp tanımak çok heyecan verici olmalı! Çıldırmış bu sabah yağmurundan bile neşelenip haz duymadığını zannettiğim durakta bekleyen insanlara içimden taşan bir üstünlük duygusu ile bakıp kendi heyecanımla yetiniyorum. Sabah, daha doğrusu hayat somurtkanı yüzlerden kurtulmak ve beynimin içini gereksiz yere meşgul etmesinler diye yirmi üç numaralı otobüsün geliş yönüne tekrar bakıyorum. İçinde beklediğimiz durak ilk kalkış durağı olduğu için erken gelmesi gereken yirmi üç numaralı otobüsün yerine küçük su damlalarının oluşturduğu çamurlu bulanıklıktan başka bir şey görmüyorum. Durakta bekleyenlerin tamamı ben hariç otuz beş kırk yaşlarında görünüyorlar. Her gün aynı duraktan aynı otobüse biniyor, başka başka duraklarda iniyoruz. Kısa bir bekleyişten sonra çamurlu bulanıklığın içinden göründü yirmi üç numaralı otobüs. İçinde yol aldığı kirli suları yararak geldi durdu önümüzde. Geç kaldığı için kabahatli olan sürücünün gülmeyi unutmuş yüzü her zamanki gibi buruşuk ve sevimsizdi. İçimden varsa karısına, bu suratsıza nasıl katlandığı için şaşırıyor ve ona sabır diliyorum. Yirmi üç numaralı otobüsün kapısının önündeki küçük mücadeleden galip çıkarak önce ben biniyorum otobüse; içim bir hoş. Böyle anlardan sonra dayanılmaz bir güven duygusunun sarhoşluğu ile kendimden geçiyor ve daha bir kararlı ve daha emin bakıyorum etrafa.
Hayatın kıyısındaki sığ sularda kulaç atıp durmaktan yorulmuş insanlarla, önündeki durağa doğru harekete geçen belediye otobüsünün içinde çalkalanıyoruz. Yirmi üç numaralı otobüsün içinde olduğu gibi, yağmurlu kaldırımda da insanlar çok az.
Biraz sonra önümüzdeki Çınarlı Durak’tan üç kişi daha alacağız; bazen dört, bazen beş, ama devamlı binen üç kişi. İçerideki insanların bedenlerinden yayılan ısının etkisi ile otobüsün camları buğulu. Bazı pencerelerde yeni oluşmuş parmak izleri var; buğu silinmiş dışarısı görünsün diye. İnsanlar birbirleri ile göz göze gelmekten hiç de hoşnut değiller. İstem dışı rastlaşan bakışmalardan rahatsız oluyorlar. Parmak izli buğulu camlardan yağmurlu sabahı izlemenin başıboşluğunda dolaşmak daha hoş. Göz göze gelmenin rahatsız edici gerginliğine girmeye kimsenin niyeti yok. Can sıkıcı, heyecansız otobüsün içinden Çınarlı Durak’ın silüeti görünüyor. Koltukların çoğu boş olsa da arkada ayakta durmayı seviyorum. Bu biraz aptalca da olsa, böyle düşündüğünüzü biliyorum, her sabah kırılgan bir cesaretle sokağa saldığım benliğime duyduğum o eksik güven duygusunu tamamlıyor. İnsanların ne yaptığı umurumda değil, bunu yapmaya ihtiyacım var ve yapıyorum. Dirseğimi dayadığım demir çubuktan ayrılıp koltuk altıma sıkıştırdığım kitaplarımı, onların arasına sıkıştırdığım notlarımı düşmesinler diye düzeltiyorum. Bazılarının kenarlarını yağmur suları ıslatmış. Otobüsümüz titreyerek Çınarlı Durak’a doğru ilerliyor. Üstü kapalı durağa adını veren yaşlı çınar ağacı, gece boyu hiç durmadan yağan, sabahta devam eden yağmurdan iyice yıkanıp temizlenmiş. Otobüsün silecekleri cama vuran yağmur damlaları ile başa çıkmakta zorlanıyor. Suratsız sürücü elinde bir bezle önündeki camın terini alıyor hiç durmadan. Yan pencerelerdeki buğudan dışarısı hiç görünmüyor. Yanında durduğum camın üstünü parmaklarımla siliyorum. Islak izlerin içinden Çınarlı Durak’ta bekleyen yolcuları görmeye çalışıyorum. Bildik, daha önce gördüğüm yüzlerin arasında, adının çok sonradan Sadberk olduğunu öğrendiğim yüzü çıkık elmacık kemikli kızın ürkek çehresiyle karşılaşınca durduğum ıslak camın gerisinde titriyorum! Elindeki kitaplarını göğsüne bastırmış hem kitaplarını hem de genç kızlığını bir şeylerden korumak istermiş gibi duruyor. İnce boynunu içeri çekmesinden üşüdüğü belli oluyor. Islanmış kısa saçlarının bir kısmı, soğuktan kızarmış yanaklarına yapışmış. Bu hâliyle çok savunmasız ve zavallı görünüyor! Durağa koşarak sığındığı, hızlı hızlı nefes alıp verişinden belli. Ağzından dumanlar savruluyor sanki. Ayağındaki kısa siyah botu tamamen ıslanmış. Önündeki üç kişinin otobüse binmesini sabırla beklerken kendisini otobüsün penceresinin ıslak camının gerisinden izlediğimden habersiz. Siyah gözlerindeki ışık, duruşuyla, onu hep endişelendirdiğini sezdiğim genç kızlığı gibi ürkek! Önündeki üç erkeğin aynı anda otobüse binme mücadelesine sanki kaygıyla bakıyor ve onlara değmemeye özen gösteriyor. Onun otobüse binmesi ile gövdemdeki kasılmanın gevşediğini hemen fark ediyorum. İçimden önümdeki ikili boş koltuklardan birisine gelip oturmasını ısrarla istiyorum. Ama o nedense gidip hemen sürücünün arkasında ve benden en uzak yere oturuyor! Yüzünü görmüyorum artık. Kısa siyah saçları boynuna dolanan siyah kaşkolunun üstüne serilivermiş. Kaşkolu ile uyumsuz kahverengi kaşe kabanının omuz başları ve sırtı ıslanmış. Kimseyle göz göze gelmemek için gidip sürücünün arkasına oturduğuna eminim. Onu, neden bu kadar düşündüğüm için bir an irkiliyorum! Fakat o gelecek günlerimin gizli ve suskun yolcusu gibi beni kendisine çekip etkisi altına alıyor. Işığa doğru uçan kelebekler gibiyim. İsminin Sadberk olduğunu çok sonraları öğrendiğim, yüzü çıkık elmacık kemikli, kısa siyah saçlı, zayıf, uzun boylu sayılabilecek bu güzel kızın gelecekteki hayatımın başrolünde oynayacağını nereden bilebilirdim? Zaten hayatın görünmez köşelerindeki gizlerini görebilseydik, başımıza, gücümüzün yetmediği içinden çıkamadığımız onca işi aşar mıydık? Güle oynaya başladığımız tatlı bir kır gezisini, içinde belalı virajların bulunduğu bir ölüm yolculuğuna çevirir miydik?
İçinde sarsıldığımız yirmi üç numaralı otobüsün gittiği yol, hâlâ çamur rengi yağmur suları ile kaplı. Yağmur azalmadan yağmaya devam ediyor. Az önce Çınarlı Durak’taki yolcuları görmek için pencere camında sildiğim yer tekrar buğulanmış. Hayat, bütün sırları ile az önce bu camda beliriveren buğu gibi kımıl kımıl oynuyor etrafımda! Buğulanan kısmı tekrar siliyorum. Kaldırımda telaşla koşuşan insanlar var.
Otobüs sürücüsünün arkasında suskunca oturan ıslak saçlı, yüzü çıkık elmacık kemikli kıza sevinçli bir bakış fırlattıktan sonra, daha hayatımın başında olduğumu ve önümde yaşanacak çok uzun bir ömür olduğunu düşünerek içimden keyifle kıs kıs gülüyorum. Çocukluğun ne demek olduğunu iyi kötü hatırlıyorum; bütün olumsuzluklara rağmen hoş bir tat bırakmış zihnimde. Ergenlik dönemim, yüzümde, alnımda aniden bitiveren sivilcelerim gibi can sıkıcıydı! Şimdi her ne kadar gelecek günlerin kaygısını, bulantılı bir iç burkulmasıyla hissetsem de, akıp giden günlerimden ve kendimden memnunum. Orta yaş ve yaşlılık; duyduğum, gördüğüm ama hiç ilgilenmediğim bir uzaklık. Zihnimde kelimeler uçuşuyor dışarıda yağmur damlaları…
İsminin Sadberk olduğunu çok sonradan öğrendiğim yüzü çıkık elmacık kemikli kızın, başını hafifçe sağa çevirerek hiç durmadan çalışan sileceklerin yağmur damlalarını sağa ve sola savurmasına baktığını görüyorum. Otobüsümüz, Harun Bey Caddesi’nin birleştiği Atatürk Caddesi’ne dönmeden önce, Çarşı Durağı’nda birikmiş yolcuları da alması ile iyice kalabalıklaşıyor. Yeni binenlerin içinde bir iki öğrenci kızdan ve memur kılıklı kadından başka erkekler çoğunluktayız.
Sağıma soluma önüme ıslanmış bir sürü insan birikiyor. Etrafımı büyük bir et yığını gibi kapatan kalabalıktan, yüzü çıkık elmacık kemikli kızı göremez oluyorum. Az önce gelip yanımda duran iri yarı herifin kötü kokan nefesi yüzüme doğru savrulunca sanki dünyam kararıyor! Bir insandan bu kadar kötü bir koku nasıl çıkar diye hayretler içinde yüzümü yan tarafa çevirerek kendimi kurtarmaya çalışıyorum, ama bunun fazla yararı olmuyor. Yüreğimin yeşil bahçelerinde az önce romantik uçuşlar yapan gönül kelebeklerim bu kötü kokuya daha fazla dayanamayıp birdenbire ortadan sıvışıyorlar. Kötü kokan nefesini, demirci körüğü gibi, tıslayıp tıslayıp üfüren ve yarattığı etkiden habersiz etrafı aval aval seyreden adama dönüp kendime bir hayli güvenerek, öfkeli bir bakış fırlatıyorum, fakat adam uyuşmuş gibi hiç oralı değil.
Otobüsümüz akşam vapuru gibi ağır ağır ve suları yara yara gidiyor. Her şeye rağmen yüzü çıkık elmacık kemikli kızı düşününce bugünkü yolculuktan daha bir keyif alıyorum. Tekerlerden çıkan sesler, tepemizde ve camlardaki yağmur damlalarının tıpırtıları, içerdeki suskun ve somurtkan insanların yüzünde eriyor. Atatürk Caddesi’ne çıkıştaki savrulmada otobüsün içindeki et yığını birbirinin üstüne devrilerek sağa yıkılırken yirmi üç numaralı otobüs sol tarafa dönüyor. Yanımda iri bir fil ayağı gibi duran herifle girdiğimiz yakın temastan artık midem bulanıyor! İçerideki hava nefeslerimizle ağırlaştıkça ağırlaşıyor. Kalabalık et yığının arasından iyice bunaldığı anlaşılan yaşlı bir elin küçük pencere camını açmaya çalıştığını görüyorum. Bu yaşlı elin sahibinin yüzünü merak etmiyorum. Kimse kimsenin gözüne bakmıyor, arada bir karşılaşan anlamsız ve ürkek bakışlar hemen aceleyle yönlerini değiştiriyorlar. Islak ve buğulu camlardan dışarıdaki silik hareketliliğe bakmak can simidi gibi rahatlatıcı…
Durduğu duraklarda çekingen adres sormalara, suratsız otobüs sürücüsünün verdiği sinirli yanıtlar kulaklarımı tırmalıyor. Atatürk Caddesi’ndeki kalabalık trafik, yüklü otobüsümüz gibi ağır ağır akıyor. Otobüsün içindeki hava nefeslerimizle kirlenince soluk alıp verişlerimiz hızlanıyor. Vilayet Durağı’nda duruyoruz. Otobüsün arka kapısı açılıyor. İnsanlar boyunlarını içeri çekerek yağmurlu ve soğuk havanın içine atılıyorlar. Etrafta sulara bata çıka koşuşan insanlar şaşkın ve kötümser. Açılan kapıdan içeri dolan soğuk hava iyi geliyor. Birkaç kişinin inmesi ile iri bir fil ayağı gibi beni sıkıştıran adamdan biraz uzaklaşabiliyorum. İneceğim Üniversite Durağı’na daha epeyce var. Nefesi pis kokan adamdan kurtulabilmek için inip yürümeyi düşünüyorum ama yağmur çok hızlı yağıyor, bunu göze alamıyorum. En iyisi yine yağan yağmuru ve yüzü çıkık elmacık kemikli kızı düşünmek.
Otobüs duraktan ayrılırken yeni binenlerin sıkıştırması ile arkada az önce açılan boşluk yine doluyor. İnsanların bu üreme hızına ne otobüs dayanır ne yol. On kişi ölüyorsa yirmi kişi doğuyor. Gelişmemiş ve az gelişmiş ülkelerin insanları ile birlikte otobüsün içindekilere ve kendime sabırlar diliyorum. Şu anda bizim gibi ülkelerdeki nüfus artış hızını engellemeye ilişkin aklıma başka bilimsel bir mucize gelmediği için, hiçbir seçeneğimin olmadığı hususu konusunda kendi kendimle yüzde yüz hemfikirim. Otobüsün içindeki insan yoğunluğu dayanılacak gibi değil. Zaman zaman daraldığımı hissediyorum. Allah hasta ve yaşlıların yardımcısı olsun! Kendime biraz yer açma gayreti ile yanımdaki iri fil ayağı görüntülü herife yandan hafif bir kalça darbesi vuruyorum. Ama boşuna, bunun pek bir yararı olmuyor. Gözlerimi kapatıyorum, etrafımdaki sıkışıklığı hiç olmazsa görmemek için. Zihnimin içine, bu sabah Çınarlı Durak’ta ilk kez gördüğüm isminin Sadberk olduğunu çok sonraları öğrendiğim yüzü çıkık elmacık kemikli kızın görüntüsü doğuyor. Onu kaybetmemek için çok çaba göstermeme rağmen, hemen, utangaç bir misafir gibi çabucak terk ediyor zihnimi. Gözlerimi tekrar açıyorum. Vilayet Durağı’ndan sonraki katılımlarla otobüsteki öğrenci kılıklı yolcuların sayısı artmış. Birkaç durak sonra Üniversite Durağı’na geldiğimizi fark ediyorum. Aşağıya aceleyle inmek isteyenlerle birlikte kendimi dışarıda buluyorum. Herkes gibi yağan yağmurun telaşına düşen ben de, yüzü çıkık elmacık kemikli kızı şimdilik unutuyorum. Hoplaya zıplaya yağmurlu kaldırımda, insanlara arada bir çarptıktan sonra onlardan özür dileyerek yürürken yüzü çıkık elmacık kemikli kızın genç kızlığını etrafındaki sulu kalabalığa sürtmemek için gösterdiği çabadan, okulda yeni olduğu için koltuk altlarını ve avuçlarını basan terden, sıkılgan bir edayla arkamdan yürüyerek benimle birlikte, yarım dönem beraber okuyacağımız aynı üniversiteye gelmesinden habersizdim ve ne yazık ki geleceğe ilişkin daha birçok şeyden habersiz olduğum gibi! Onu o gün okulun geniş bahçesinde tek başına yürürken bir defa gördüm; irkilip şaşırdım ve sonra bir serap gibi kayboldu sanki…
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Okulda laboratuar çalışmaları her zamanki gibi yine sıkıcı geçti. Kısa bir tatilin ardından ikinci dönem yeni başladı. Memleketlerine gidip gelenler daha heyecanlı. Okuduğum elektrik mühendisliği hayalimden geçen bir bölüm değildi. Birçok öğrenci gibi tatmin olmayan sınırsız bir düş gücümüzün içinde kayboluveren bölümlerde okusak bile, bir şey kazanmak yine de güzel bir duygu. Fakat saman alevi gibi çabuk söndü!
Üç fazlı motorlar, dinamolar, transformatörler, voltmetreler, ampermetreler arasında geçen saatlerin sıkıntısı hiç de küçümsenecek gibi değil. Oysa dışarıda hayat, çoğu insanı canından bezdiren yağmurlu bir kış da olsa, çağıl çağıl akan bir çağlayan gibi deli ve çok heyecan verici!
Küçük bir dilenci kız çocuğu ile yoksul annesinin deva bulmaz çaresizliği, intiharın eşiğinde volta atıp duran işsiz babanın umutsuz çırpınışı, sinema veya ses yıldızı olmak için, şehri cüzzamlı bir pençe gibi saran yoksul gecekondu evlerinin soğuk odalarından bir gece vakti vahşi sokaklara kaçıp tatlı yaşam umudu ile yanıp tutuşan hayalperest genç kızların, sipere yatmış taze bir av bekleyen acımasız pençelerin daha ilk darbelerinde telef olmaları, sığınacak bir yeri olmadığı için sabah akşam kocalarından dayak yiyen yoksul kadınların, gidecek bir yeri olsa bile sıkıntılarını içine atıp hızla depresyona giren mesleksiz kadınların, annelerinin, babalarından yediği dayağın veya aşağılanmanın acısını kendilerinden çıkarıldığını düşünen çocukların bile henüz bu romantizmi bozmaya gücü yetmiyor. Hey hayat! Sen ne kadar hoşsun diye içimden avaz avaz bağırmak geliyor. Yağan yağmura gökten dökülen bir rahmet deyip ellerimi açıyorum. Alçak semtleri basan selle uğraşmak belediyenin ve itfaiyenin işi.
İçimde oradan oraya uçup duran yüzlerce kelebeğin kanat vuruşlarına ayaklarımı uydurarak eve dönüyorum.
Gökyüzü sabahki yağmurdan sonra pırıl pırıl. Caddeler sokaklar, ağaçlar, kaldırımlar, araçlar, yağmur suları ile iyice yıkınıp temizlenmiş. Etrafa ışıklarını esirgemeden saçan güneşin altında insanlar gözüme hoş görünüyorlar. Zıplaya zıplaya vitrinlerin camından yansıyan görüntümden memnun ilerliyorum. Ben kendimi seviyorum, ey insanlar! Şu gelen somurtmuş yaşlı teyzeyle, beli bükülmüş yaşlı amca, sizler ne kadar sevimlisiniz diyorum onların duyamayacağı bir sesle. Kaldırım taşlarını titreterek gelen, hey gençler, bana benzediğinizi hiç kaçırmıyorum ama itiraf etmeliyim ki azıcık bayağısınız! Bunu söylediğim için üzgün ya da kızgın olduğumu düşünebilirsiniz, ama maalesef sizi hayal kırıklığına uğratıp yanıltacağım. Bugün içimden mutluluk fışkırıyor. Aman Allah’ım! Karşıdan gelen şu kızların güzelliğine bak, vücudum nasıl da şaha kalkmış hırçın bir at gibi gerilip dirileşti. Önünden geçtiğim köhne kırtasiye dükkânının kirli camları bile bu ihtişamlı yürüyüşümü gözlerimden gizlemekten âciz. Çatı kenarlarından burnumun üstüne düşen bir damla soğuk su yürüme ritmimi bir an için bozsa da hemen toparlanıyorum. Burnumun üstündeki ıslaklığı çabucak silerken bir iki damla da tepeme düşüyor. “Kahrolun emi!” diyorum düşen damlacıklara sitemle. Soğuktan kurumuş parmak uçlarımla, babam yatak odasında horlayarak uyurken tuvaletteki aynada, evden çıkmadan özenle taradığım saçlarımın bozulduğunu düşünerek düzeltiyor ve o histen hemen kurtuluyorum. Genç kızlar ne yazık ki fıkırdayarak yanımdan geçip gidiyorlar. Onlara dönüp bakmak istememe rağmen utandığımdan bunu yapamıyorum. Sabahki deli yağan yağmurda ıslanan çoraplarımın içindeki ayak parmaklarım soğuktan yanıyor ama kendimden emin bir şekilde buna aldırmamaya çalışıyorum.
Soğuk olduğu için, ağzımdan dışarı fırlayıp yoğunlaşan nefesimi görüyor ve sağa sola savurarak onunla oynuyorum.
Orta yaşlı göbekli birinin bana biraz küçümseyerek baktığını seziyorum. Nefesimle oyun oynamayı bırakıyor ve yumuşak bakışlarımı sertleştirerek yüzüne bakıyor, ona gereken cevabı bu şekilde veriyorum.
Yanından geçtiğim bankamatik kulübesine sığınmış, birbirlerine sokulmuş uyuyan, belki de dün gece donma tehlikesi geçirmiş ya da kendilerinden büyük sokak çocuklarının tecavüzüne, tacizine uğramış iki sokak çocuğuna bakıyorum ama onları görmemeye çalışıyorum; gözlerimi onlardan kaçırıyorum. Çünkü şimdi itiraf ediyorum: Ben bu konuda birçok insan gibi zayıfım ve yoksul, kimsesiz çocuklara bakamıyorum! Bu benim içimde müthiş bir acının çöreklenmesine sebep oluyor. Ben niye böyleyim bilmiyorum, ama durumum bu… Küçük sokak çocukları birbirlerinin bitli bedenlerinde ısınmaya, acımasız dünyanın çilesini birkaç saatliğine olsun unutup uyumaya çalışırken onların aşağılık anne ve babalarına lanetler yağdırıyor, ünlü Alman Filozof Nietzsche’ye hak veriyorum. “İnsan hayvanla üst insan arasında bir köprüdür.” Nietzsche’nin söylediği bu büyük sözün büyüsü ile sendeliyorum. Hayvanla üst insan arasında sıkışmış insanoğlunun yaşadığı ve yaşayacağı acılı süreç zihnimi tırtıklamaya başlıyor. Ama buna uzun süre katlanmaya niyetli değilim. Çünkü tam karşımdan el ele tutuşmuş yeni evli oldukları her hâllerinden belli olan iki genç geliyor. Onların birbirlerini henüz sevdiklerini karşılıklı bakışmalarından anlıyorum. İçimden üç beş dakikalığına kaybolan kelebeklerin kanat titremelerini hisseder gibi oluyorum. “Hey çocuklar, siz bir harikasınız!” diye haykırıyorum içimden; bildiğiniz gibi onlar duymuyorlar. Uzun siyah mantolu kız, ellerini genç oğlanın ellerinden kurtarıp koltuk altından girerek dirseğine sarılıyor. Yüzlerindeki tebessüm zaman zaman fıkırdamalı gülmeye dönüşerek hep devam ediyor. Yanlarından geçen sokak serserilerinden ben rahatsız oluyorum, birbirleri ile o kadar meşguller ki onlar olmuyorlar. Yanımdan geçip giderlerken nedense genç kızdan yayıldığını zannettiğim nefis bir parfüm kokusu ile dizlerim titriyor.
Yürüdüğüm cadde geniş ve uzun bir koridor gibi. Gökyüzü beyaz bulutlarla yer yer lekelenmiş. Başımı yukarı kaldırınca gökyüzünün mavi parlaklığı gözlerimi yakıyor ve göz kapaklarım ince bir çizgi gibi kapanıyor. Aşağıdaki biz insanlarla ne kadar ilişkili olduklarını tahmin edemediğim güvercinler, sürü sürü uçuyorlar.
“Sırlarını bilmediğimiz tabiatın büyülü bedeninde yaşayan biz bütün canlılar neyin peşindeyiz, amacımız ne?” diye düşünüyorum bembeyaz dev bir bulut yumağının tepemdeki uçuşunu seyrederken. İnsanlar, yünlü, pamuklu kalın giysilerinin içinde vücut ısıları daha fazla dışarı kaçıp üşümesinler diye küçülüp büzülmüş bir şekilde birerli ikişerli yanımdan geçiyorlar. Soğuk kaldırımdaki yürüyüşümün hızlandığının farkında değilim. Tepemde uçan ve için için parlayan bulut kümesinin bir süre peşinde sürükleniyor gözlerim. Kaval kemiğimin ağrıdığını hissedip yavaşlıyorum.
Okulda yaptığımız konuşmaları tartışmaları düşünmem ya beni güldürüyor ya da geriyor. Yaprakları dökülmüş yaşlı bir çınar ağacının yanından geçiyorum. Bunun belli belirsiz farkındayım; daha birçok şeyin belli belirsiz farkında olduğum gibi.
Büyükçe bir lokantanın önünden geçiyorum. İçeride vakitsiz yemek yiyen insanlar var ve önlerindeki tabaklardan bir şeyler atıştırıyorlar. Bir belediye otobüsü hızla geçiyor yanımdan. Arka camdan beni dikkatlice seyreden, sıkıcı bir hayat yaşadığı yüzünde asılı duran genç bir kadını görünce heyecanlanıyorum! Onun ilgisi ve bir şeylere küskün duruşu bütün benliğimi ona doğru çekiyor. Birdenbire hüzünle dolarken, tutkulu bakışlarımı genç kadının görebildiğim gövdesinin üst kısmında cesaretle dolaştırıyorum. Otobüsün arkasında, ayrılık hasretiyle kavrulan bir âşık edasıyla sürüklenip kendi kendimle ve otobüsteki genç kadınla küçük bir oyun oynuyorum. Otobüsün çok hızlı dönen tekerleri bu oyunun ancak birkaç saniye sürmesine fırsat veriyor.
Gökyüzü o kadar parlak ki, insanın gözleri ancak caddenin güneş görmeyen kuytuluklarında rahat edebiliyor. Karlı dağlarda rahat yürüyebilmek için gözlerinin önüne sürme çeken, iri bıyıklı, erkekleri nedense düşünerek, küçük bir tebessüm oluşturuyorum güneşe rağmen soğuktan uyuşup kızardığını zannettiğim yanaklarımda.
Kestane kebapçısı her zamanki yerinde, iki bankayı birbirinden ayıran duvarın önünde oturuyor. Şimdilik müşterisi yok ama yüzündeki ifadeye bakılırsa derdi çok. Hiç okul okumadığını zannediyorum. Yapacağı başka bir iş olsa, bu soğukta bu rezilliğe neden katlansın ki diyorum ama sonra bu fikrimden vazgeçiyorum. Çünkü binlerce fakülte mezununun işsiz ve umutsuz olduğunu anımsıyorum. Bu adamda onlardan birisi olabilir, neden olmasın ki? Onun bu kılıksız hâline bakıp hakkında hiçbir şey bilmeden ön yargılı düşündüğüm için kendimi yadırgıyorum! Onun üç kuruş ekmek parası için verdiği zor uğraştan, kendi hesabıma birazcık sıkılıyorum.
Üstünde yürüdüğüm kaldırımdaki taşlardan fışkıran azgın kış soğuğu, ayak parmaklarımı kemirip dizlerime doğru tırmanmaya başlayınca otobüse atlayıp sıcak odama gitmeyi istiyorum ve bunu hemen yapıyorum.