Kitabı oku: «Bir nefeste dünya tarihi», sayfa 2
AVRUPA
Minos Medeniyeti
Girit Adası’nda M.Ö. 3000 – M.Ö. 1450 yılları arasında kurulan Minos Medeniyeti, Avrupa’da ortaya çıkan ilk medeniyettir (Aynı zamanda herhangi bir nehrin taşma sahasında kurulmayan ilk medeniyettir). Minoslulardan geriye büyük saraylar, güzel çömlekler, altın ve bronz işlemeler kaldı. Minos, Yunan efsanelerinde kayıp ve bereketli bir toprak parçası olarak geçmektedir.
Minoslular, dağlarla kaplı adalarında, yaygın bir biçimde zeytin, buğday ve asma yetiştirdiler. Dağ otlaklarında koyun sürüleri besleyip, balıkçılık yaptılar. Elde edilen ürünleri Mısır, Suriye ve Kıbrıs’a ihraç ettiler. M.Ö. 2000’de bu ticaretin yarattığı zenginlik, şehirlerin ve limanların gelişmesine olanak sağladı. Buralarda Knossos, Mallia, Phaistos ve Zakros gibi görkemli saraylar inşa edilmişti. Bunlardan en büyüğü olan Knossos, 1900 yılında İngiliz arkeolog Arthur Evans tarafından keşfedildi (Daha önce Minos Medeniyeti hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmiyordu).
Minoslular çeşitli Yunan efsanelerinde önemli bir yere sahiptir. Bu efsanelerin arasında Giritli yarı-insan, yarı-boğa canavar Minotor oldukça önemli bir yer tutar (Boğa, Minosluların kutsal hayvanıdır). Minoslular aynı zamanda hece sistemlerine dayanan ve “Lineer A” adıyla bilinen bir yazı sistemi geliştirmişlerdir. Bu yazı sisteminin deşifre edilmesi için halen çalışmalar yürütülmektedir.
M.Ö. 1700 civarında, Minos saraylarının çoğu yangınlarda harap oldu. Bu yangınların bir savaş ya da deprem sonucunda ortaya çıkmış olması mümkündür. Saraylar daha sonra Minosluların çömlekçilik sanatı ve yüksek kaliteli freskleri ile yeniden inşa edildi. Bugün Santorini olarak bilinen Thera Adası’nda M.Ö. 1500 yılında yaşanan büyük bir volkanik patlama, Minos saraylarını ve kasabalarını harap eden bir tsunami dalgasına neden oldu. Gemilerinin önemli bir bölümü tsunami sırasında hasar gördü. Buna rağmen daha sonra durumlarını toparladılar ve Girit felaketten sonra da uzun yıllar boyunca zenginliğini muhafaza etti. Yaklaşık olarak M.Ö. 1450 yılında Mikenler (aşağıya bakınız) Ege bölgesinde kontrolü sağlayınca, Minos Medeniyeti son bulmuş oldu.
Miken Medeniyeti
Mikenler zengin, sanata yatkın ve savaşçı bir topluluktu. Yunan anakarasında, Argos düzlüğünde yaşıyorlardı. Minoslular gibi bir Ege medeniyeti olan Mikenlerin yükselişi yaklaşık olarak M.Ö. 1600 yılında başladı. Bir dizi küçük ve korunaklı şehir inşa etmeye başladılar. En önemli yerleşimleri Tiryns, Pylos ve Miken’di. Pek çok şehri doğal ortamlarda, korunaklı yerlerde bulunuyordu. Bu şehirlerde, krallarına ev sahipliği yapan sağlam duvarlarla çevrili saraylar vardı.
M.Ö. 1450’de, Mikenler Girit’i işgal edip Minos deniz ticaretinin kontrolünü ele geçirdiler. Küçük Asya ve Suriye’ye yolculuk ettiler. Sicilya ve İtalya ile ticaret yaptılar. Yunan kolonileri oluşturma sürecini başlattılar (Bu süreç en üst noktasına Klasik Yunan döneminde ulaşacaktı). Rodos, Kıbrıs ve Anadolu’nun güneybatı sahilinde koloniler kurdular.
Mikenler, Minos alfabesini Yunancanın bir formuna uyarladılar. Bu dilin metinlerinden yapılan çeviriler, Mikenlerin Poseidon, Apollo ve Zeus gibi pek çok Klasik Yunan tanrısına tapındıklarını ortaya koymuştur. Önemli ölçüde Minoslulardan etkilenmekle birlikte kendine özgü olan Miken sanatında savaş sıkça işlenen bir temaydı. Bronz kaplar, zırhlar, silahlar ve altın maskeler ürettiler. Mikenlerin inşa ettikleri oda mezarları ve gömütleri de oldukça ünlüydü.
Efsaneye göre, M.Ö. 1200’de Mikenler Truva’yı (Anadolu’nun Akdeniz sahillerinde bulunmaktadır) yağmaladılar. Bu yolculuk Homeros’un İlyada’sında oldukça abartılı bir biçimde ele alınmıştı. Miken Medeniyeti M.Ö. 1120 civarında çöktü. Buna tam olarak neyin sebep olduğu bilinmemektedir. Öte yandan bu çöküş Doğu Akdeniz’deki genel bir karmaşa döneminde gerçekleşmişti (Hitit İmparatorluğu da M.Ö. 1205 yılında aniden çökmüştür). Bu durumun Egeli deniz halklarının istilaları ile bağlantılı olması mümkündür.
KUZEY VE GÜNEY AMERİKA
Olmek ve Chavín Medeniyetleri
Amerika’da ortaya çıktığı bilinen ilk medeniyet olan Olmekler, Doğu Meksika ve Meksika Körfezi sahillerinin bataklık halindeki Veracruz ovalarında kurulmuştu. M.Ö. ikinci binyıldan itibaren Orta Amerika’da çiftçilik, köy tipi yerleşimler ve çömlekçilik ortaya çıkmıştı. Olmekler M.Ö. 1500 yıllarında bu zeminin üzerinde yükseldi.
Olmek’in odak noktası büyük törensel siteler gibi görünmektedir. Sitelerdeki oyulmuş devasa taştan kafaların yakınında peribacaları bulunur. Buralarda yöneticilerini anmak için törenler yaptıkları düşünülmektedir. Törensel siteler binlerce kişilik bir nüfusu barındırabilmektedir. En büyüklerinden biri La Venta’dadır. Bölge M.Ö. 400’lere kadar gelişimini sürdürmüş oldukça zengin bir balıkçılar, çiftçiler, tüccarlar ve sanatçılar kolonisini beslemiştir. M.Ö. 800’den sonraki birkaç yüzyıl boyunca, karakteristik Olmek sanat tarzı (Genellikle çocuk ve jaguar benzeri figürler işlenmektedir) Orta Amerika boyunca, bugünkü El Salvador’a dek yayılmıştır.
Olmek kültürü M.Ö. 400’lerde yok olmuştur. Mayalar gibi (Bkz. sayfa 80-82) yeni medeniyetler onların yerini almıştır. Olmeklerin üstünü örten sır perdesi halen varlığını korumaktadır. Hangi dili konuştukları ya da yok oluşlarına tam olarak neyin sebep olduğu bilinmemektedir.
Daha güneyde, Peru’da, Chavín Medeniyeti, kendisine Chavín de Huantar’ı merkez almıştır. And Dağları’nın yükseklerinde bulunan Chavín de Huantar törensel bir yerleşim bölgesidir. Chavín Medeniyeti, M.Ö. 900’lerden M.Ö. 200’lere dek varlığını korumuştur. Usta birer taş işçisi olan halkın sanat tarzları, And bölgesinde büyük bir yaygınlık kazanmıştır. Chavín de Huantar’da yaklaşık iki yüz tane işlenmiş taş ürün bulunmuştur. Bölgenin, Peru genelinde yaşayan insanların toplandığı bir hac merkezi olabileceği düşünülmektedir.
II
ANTİK DÜNYA
M.Ö. 800 – M.S. 450
ORTADOĞU VE AFRİKA
Ahameniş İmparatorluğu
M.Ö. 559 yılında II. Kiros (“Büyük Kiros” olarak da bilinir) Pers Ülkesi’nde başa geçti ve 10 yıl içinde de dünya nüfusunun neredeyse beşte birine hükmeden büyük bir imparatorluk kurdu. Pers Hanedanı’nın kralları, İran Kralı Ahamenes adından yola çıkılarak Ahamenid adıyla anıldılar.
M.Ö. 549 civarında Kiros insanlarını harekete geçirdi. Medleri egemenlikleri altına aldılar (İran’da yaşayan ve daha önce Persleri kontrol eden Hint-Avrupalı bir topluluk). Zamanla Asur’u ele geçirdiler. İki yıl sonra Kiros’un orduları İyonya şehirlerini de kontrol etmeye başladılar. Kiros M.Ö. 539’da Babil’i ele geçirdi. Burada yaşayan sürgündeki Yahudileri serbest bıraktı ve onlara Kudüs’e dönerek tapınaklarını yeniden inşa etmeleri için izin verdi. M.Ö. 529 yılında ölmeden önce imparatorluğun sınırlarını Hindistan’a kadar genişletmişti.
I. Darius (M.Ö. 522-486) döneminde imparatorluğun sınırları Mısır’ın çevresini kuşatıyordu. Kuzey Hindistan’dan batıda Türkiye’nin doğusuna dek uzanmıştı. Dünyanın o güne dek gördüğü en büyük imparatorluk ortaya çıkmıştı. Bu geniş coğrafyanın kontrolünü kolaylaştırmak için Kral I. Darius etkin bir yönetim ve vergi sistemi geliştirdi. M.Ö. 500’de günümüz İran’ındaki Susa’dan Türkiye’deki Efes’e dek uzanan yaklaşık 2400 km’lik bir yol inşa ettirdi.
Bu dönemde Antik Pers dini Zerdüştlük oldukça yaygınlaştı. Esasen İran’da yaklaşık olarak M.Ö. 600’lerde ortaya çıkan bu dinin, ölümden sonraki hayat, kıyamet, nihai yargılama gibi argümanları İslam, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi dünya dinleri üzerinde önemli bir etki yarattı.
M.Ö. 500’lerden itibaren İyonya şehirlerine yerleşen halk başkaldırmaya başladı. M.Ö. 490’da Darius Atina’ya bir ordu yolladı. Başkaldırılara yardım edenleri cezalandırmak istiyordu. İsyanı bastırmasına rağmen daha sonra ünlü Maraton Savaşı’nda yenilgiye uğradı. Bu olayla birlikte Persler ve Yunanlılar arasındaki Pers Savaşları başlamış oldu. Darius’un halefi Serhas Yunanistan’ın kontrolünü ele geçirmeye çalıştı. M.Ö. 480’de Atina’yı ateşe verdi. Ne var ki aynı yılın sonlarına doğru yenilgiye uğradı. Bu olay Perslerin gerilemesinin başlangıcı oldu. Gerileme süreci, imparatorluk 330 yılında Büyük İskender tarafından tamamıyla fethedilene kadar devam edecekti.
Part İmparatorluğu
Makedonya ve Yunanistan hakimiyetindeki bir dönemin ardından (Selevkos İmparatorluğu olarak anılır), M.Ö. 247 yılında İran, Part İmparatorluğu’nun kontrolünü ele geçirdi. Burası Pers Ülkesi’nin kuzeydoğusunda bulunan küçük bir krallıktı. Birkaç yüzyıl içerisinde Part-lar kendi imparatorluklarını kurdular (Bu imparatorluk aynı zamanda Arsak Hanedanlığı adıyla bilinmektedir). Toprakları Fırat’ın kuzey ucundan İndus’a kadar uzanıyordu. Aynı zamanda Çin ve Roma İmparatorluğu arasındaki İpek Yolu (Bkz. sayfa 53, 65, 98, 101) üzerinde bulunan Part İmparatorluğu, önemli bir ticaret merkezi oldu.
Önemli Part hükümdarlarından biri de kendisine I. Darius’u örnek alan I. Mithridates’ti (y. M.Ö. 171-138). Onun yanı sıra II. Mithridates (y. M.Ö. 123-88) ve III. Phraates de (y. M.Ö. 70-57) önemli Part kralları arasında yer almaktadırlar. Partlar usta savaşçılar ve maharetli binicilerdi. Part okçuları at binerken arkalarına dönüp ok atabiliyorlardı (Bu atış, “Part atışı” adıyla bilinir). Bu yetenekleri onlara savaşta büyük bir üstünlük sağlıyordu.
Part İmparatorluğu Pers, Yunan ve diğer bölge kültürlerinin bir karışımıydı. Arsak sarayı Yunan etkileri taşısa da daha ziyade İran geleneklerinin tekrar dirilişi olarak görülmüştür. Part İmparatorluğu batıya doğru genişledikçe Roma ile sorunlar yaşamaya başladı. Bu sorunlardan öncelikli olanı da Ermenistan’ın kontrolü üzerineydi. Partlar, Carrhae Savaşı’nda (M.Ö. 53) Marcus Licinius Crassus’u yenilgiye uğrattılar (Bu olay Roma tarihinin en büyük askeri felaketlerinden biridir. 44.000 Roma askerinin katıldığı savaştan geriye 10.000 asker sağ olarak dönebilmiştir). Bu savaş Roma’nın doğuya ilişkin hırslarının sonu oldu. Birbirini izleyen Roma-Part Savaşları’nda (M.Ö. 66-M.S. 217) çeşitli Roma imparatorları bölgeyi işgal etmişlerdir. Hatta bir keresinde Part İmparatorluğu’nun başkenti Tizpon ele geçirilmiştir. En sonunda istikrarsızlık ve Part İmparatorluğu’nun kendi yöneticileri arasındaki savaşlar İran’ın Fars bölgesinden bir hükümdar ve Sasani İmparatorluğu’nun kurucusu olan I. Ardeşir döneminde Part İmparatorluğu’nun çöküşüne neden olmuştur.
Sasani İmparatorluğu
M.S. 224 yılında Ardeşir tarafından kurulan Sasani İmparatorluğu İran tarihinin en etkili ve önemli dönemlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Antik Pers kültürü (İslam fethi öncesinde) bu dönemde doruk noktasına ulaşmıştır.
Tizpon şehrindeki Sasani Sarayı parlak bir kültüre ev sahipliği yapıyordu. Astronomi, sanat, tıp ve felsefe alanlarında çeşitli çalışmalar yapılıyordu. Boş zamanlarda satranç ve polo gibi oyunlar oynanırdı. Sasani sanat çalışmalarının İslam sanatı üzerinde son derece büyük bir etkisi olmuştur. Onun etkileri Çin’de, Orta Asya’da ve hatta Batı Avrupa’da bile hissedilmiştir. Sasaniler aynı zamanda kaya oymaları ile ünlenmişlerdi.
Suriye çölünden Kuzeybatı Hindistan’a kadar yayılan imparatorluğun kuruluşu başta Roma olmak üzere, Hunlar, Türkler ve Bizans İmparatorluğu gibi önemli güçlerle uzun savaşlara neden oldu. Ermenistan’ın fethi sırasında Kral I. Şapur (M.S. 240/242-272) M.S. 260 yılındaki Edessa Savaşı’nda Roma İmparatoru Valerian’ı yenip tutsak almasıyla ünlenmiştir. M.S. 296 yılında Romalılar üstünlüğü yeniden ele geçirdiler. Böylece Sasaniler, Ermenistan ve Mezopotamya’dan çıkarıldılar. İmparatorluk güçlü krallarla (M.S. 579 yılında önce I. Khosrau gibi) ve güçlü yerel asiller arasındaki güç mücadelelerine sahne oldu. Arap fethinden önce, 7. yüzyılda çözülme başlamıştı. Bu sürece paralel olarak Zerdüştlük inancı da gücünü kaybetmeye başladı.
İbraniler ve Onların “Tek Gerçek Tanrısı”
İbraniler, Sami göçebeleridir. M.Ö. 2. binyılın sonlarına doğru doğudan Kenan’a göç etmişlerdi. Filistinlilerin yenilgisinin ardından (Filistin sahilinde yerleşmiş olan denizci halk), Kral Davud (M.Ö. 1006-962), Sur şehrindeki Fenike Kralı Hiram’ın yardımları ile Filistin’i birleştirdi. Kudüs’ü dini ve siyasi başkenti haline getirdi. M.Ö. 930’dan sonra, ülke yeniden bölündü: Kuzeyde İsrail, güneyde Kudüs’ü de kapsayan Yahudiye.
M.Ö. 721’de Asur, İsrail’in kontrolünü ele geçirdi. M.Ö. 586’da Yahudiye, Babil egemenliğine girdi. Yahudiyeliler (İbranilerden ve İsraillilerden farklı olarak Yahudiler olarak bilinmektedir) Babil’e sürgüne gönderildiler. Yahudi Tevratı adını verdikleri ve Hıristiyan İncil’inin ilk kitabı olan metinde tarihlerini yazmaya başladılar. M.Ö. 538’de Babil, Perslerin eline geçince, Yahudilerin Kudüs’e geri dönmelerine izin verildi. Yahudiliğin politik ve dini temelleri orada atıldı. Kimi Yahudiler Babil’de kalmaya karar verdiler. Böylece ilk Yahudi diaspora topluluğunu oluşturdular.
Bu süreç içerisinde Yahudiler, kendilerinin tek tanrının seçtiği halk olduğuna inanmışlardı. Bu kadir-i mutlak ve yegane gerçek tanrı, dini metinlere göre M.Ö. 2. binyılın ilk yarısında kendisini çoban İbrahim’e göstermişti. Monoteizm olarak anılan bu tek tanrı inancı Hıristiyanlık ve İslam dinlerini etkiledi. Her iki din de İbrahim’in dini kuruculuğunu tanıyorlardı (İncil’e göre İsa, İbrahim’in soyundan geliyordu. İslami geleneğe göreyse İbrahim peygamber, Arap ve Yahudi halklarının atasıdır).
M.Ö. 333 yılında Büyük İskender Filistin’i fethetti. Daha sonra bölge, aralarında Romalıların, Sasanilerin ve Bizans İmparatorluğu’nun da bulunduğu bir dizi imparatorluğun hakimiyetine girdi. Bölgedeki Yahudi varlığı giderek azaldı ve Celile onların dini merkezleri haline geldi. M.S. 636 yılında Araplar bölgeyi fethettiler. 1300 yıl boyunca Filistin Müslümanların kontrolünde kaldı.
Hıristiyanlığın Doğuşu
M.S. 30 yıllarında, o sıralar bir Roma eyaleti olan Filistin’deki Celile’de İsa adındaki bir Yahudi marangoz, Yahudi takipçilerine tek tanrıyı anlatan vaazlar vermeye başladı. Öğretisi popüler hale geldi ve çok sayıda takipçi kazandı (Bunlardan havariler adıyla bilinen on ikisini mesajını diğer insanlara iletmeleri için seçmişti). İsa merhametli ve şefkat dolu bir tanrıyı anlatıyordu. Tüm insanları ve tüm ırkları kucaklayan bir tanrı. Onun adına yapılan dini törenlere yardımseverlik, alçakgönüllülük ve samimiyet damgasını vuruyordu.
İsa, öğretileri nedeniyle kısa zamanda Yahudi otoriteleri ile çelişkiye düştü. Onu politik ve sosyal huzuru bozan bir kişi gibi görüyorlardı. En üst Yahudi yargıcı olan Sanhedrin tarafından Kudüs’te ölüme mahkum edildi. Onu Roma Valisi Pontius Pilate’nin karşısına çıkardılar. Pilate, İsa’nın çarmıha gerilerek idam edilmesi emrini verdi. Çarmıha gerilmesinden üç gün sonra İsa’nın dirildiği iddia edildi. Bu durum takipçilerinin onun Mesih (“Christ”, Yunanca kutsal kişi) olduğu yönündeki inançlarını doğruluyordu.
Sonraki iki yüzyıl boyunca Yeni Ahit’in dört incilinde anlatılan İsa’nın öğretisi Roma dünyasında yaygınlaştı. Bu süreçte Küçük Asyalı eski bir çadır imalatçısı olan St. Paul’ün yazdıkları önemli bir rol oynamıştı. Yeni Ahit’in yirmi yedi kitabından on üçü onun elinden çıkmıştı. Roma imparatorları ümitsizce bu yeni ve tehlikeli kültün yaygınlaşmasını engellemeye çalıştılar. Bunun için ilk Hıristiyanlara büyük baskılar yapıldı. Hıristiyanları hedef alan en kitlesel baskı uygulamaları M.S. 250 yılında Decius ve M.S. 303 – 311 yılları arasında Diocletian dönemlerinde yaşanmıştır. Sonunda M.S. 313 yılında İmparator I. Konstantin bir hoşgörü buyruğu yayınlamış ve M.S. 324 yılında Hıristiyanlığın ülkenin resmi dini olmasına yol açan süreci başlatmıştır (Bu süreç M.S. 381 yılında Birinci İstanbul Konsili’nde tamamlanacaktır). Daha sonra Hıristiyanlık Avrupa’da ve daha da uzaklarda yaygınlaşmaya devam etmiştir. Batı medeniyetinin şekillenmesinde çok büyük bir etkisi olmuştur.
Kuş Krallığı
Mısır’dan sonraki ilk önemli Afrika devleti olan Kuş Krallığı (Kuşitler) günümüzde Sudan sınırları içerisinde yer alan Nubiya’nın yukarı bölgelerinde kurulmuştu. Giderek büyüyen krallık bir yüzyıl içerisinde Mısır’ı fethetmiştir.
M.Ö. 2000 yıllarında Kuşitler büyük ölçüde kuzey komşusu Mısır’ın egemenliği altındaydı. Buna rağmen Kuşitler zengin ve bağımsız bir kültür geliştirebilmişlerdi. M.Ö. 1000 civarında Mısır etkisi zayıflarken Kuş yöneticileri bağımsızlıklarını kazandılar. M.Ö. 800 yılında başkenti Napata olan yeni Kuşitler kuruldu. M.Ö. 715 civarında Kral Piye ve Kral Şabaka liderliğindeki Kuşitler, Mısır’daki hakim hanedanlığı devirip ülkeyi fethettiler. M.Ö. 654 yılında kadar Kuş kralları yeni firavunlar olarak ülkede hüküm sürdüler. Yeni başkentleri muhtemelen Memphis’ti. Daha sonra gerçekleşen Asur istilası onları Kuş bölgesine geri dönmeye zorladı.
Kuş Medeniyeti gelişmeye devam etti. M.Ö. 591 yılında başkentlerini güneydeki Meroë şehrine taşıdılar. Burası Nil’in doğu kıyısındaydı ve Kızıldeniz’e yakındı. Başkentte ticaret gelişme gösterdi. Özellikle abanoz, fildişi ve altından yapılan süs eşyalarının ticareti çok yaygındı. Tapınakları, evleri ve sarayları ile Meroë büyük bir şehir halini aldı. Meroë aynı zamanda zengin demir cevherlerine ve kereste kaynaklarına sahipti. Bunlar Afrika’nın ilk demir sanayisi için gerekli hammadde kaynakları oldular. Kuşitler aynı zamanda alfabetik bir yazı geliştiren ilk halklardandır (Bu yazı henüz deşifre edilememiştir).
M.S. 3. yüzyıla gelindiğinde, Kuşitler gerilemeye başladı. Bu durumun en önemli nedeni muhtemelen doğal kaynakların tükenmeye başlamasıydı. Ayrıca Kızıldeniz ticaretinin de komşu krallık Aksum’a kaptırılması gerilemenin başlamasının önemli nedenlerinden biriydi (Aksum M.S. 350 yılında Kuş bölgesini işgal etti ve Meroë’yi yok etti).
Kartaca Dönemi
Tunus’un sahil şeridinde yer alan Kartaca şehri M.Ö. 814 yılında Fenikeliler (Bkz. sayfa 22) tarafından kurulmuştu. Hızla Kuzey Afrika sahilinin en önemli şehirlerinden biri haline geldi. Kuruluş süreci pek çok efsaneye konu olmuştu. Romalı Şair Virgil’in Aeneid isimli eserinde, Fenike şehri Sur’dan kaçan Kraliçe Dido’nun Kartaca’yı bulduğu anlatılmaktadır.
M.Ö. 600 civarında Kartaca, Fenike kontrolünden çıktı. Kendisini büyük bir ticaret merkezi haline getirdi. Bu yolla Afrika içleri ile Akdeniz dünyasını birbirine bağlıyordu. Zenginliğinin temelinde deniz yolculukları ve ticaret vardı. Aynı zamanda Kuzey Afrika ve Güney İspanya’daki gümüş madenleri de önemli bir gelir kaynağıydı.
Kartaca’nın Kuzey Afrika, İspanya ve Sicilya’daki (Burada koloniler kurulmuştu) emelleri çeşitli gerilimlerin yaşanmasına neden oldu. Önce M.Ö. 5. yüzyılda Yunanistan’la, sonrasında M.Ö. 264 yılında başlayan Pön Savaşları’nda Roma ile sorunlar ortaya çıktı. II. Pön Savaşı (M.Ö. 218-201) İspanya Komutanı Hannibal önderliğinde yaşandı. Hannibal Roma’ya doğru bir orduyu ve kırk fili Alplerden yürütmeye çalışması ile ünlenmişti. En büyük zaferini M.Ö. 216 yılında Cannae’de kazandı. Bu savaş sırasında 60.000 Roma askeri ölmüştü.
Hannibal Roma’yı mağlup edemedi. Aksine III. Pön Savaşı’nın (M.Ö. 146) sonunda Kartaca Romalılar tarafından yok edildi. Bölgede yaşayan 200.000 kişi katledildi. Toplam 50.000 kişi köle olarak satıldı. Kar-taca daha sonra bir Roma şehri olarak yeniden kuruldu ve Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri oldu. Şehir 533 yılında Bizans İmparatorluğu’nun egemenliği altına girdi. 705 yılında Araplar tarafından yıkıldı ve Kartaca’nın yerini Tunus aldı.
UZAKDOĞU
Budizm
Budizm inancı, M.Ö. 563 yılında Kuzey Hindistan’da doğan Siddhartha Gautama’nın öğretilerinden kaynaklanır. Zengin bir aileden gelen Siddhartha, 29 yaşında sahip olduğu her şeyden vazgeçer. Hayatın gerçek anlamını araştırmak için bir dilenci gibi yaşamaya başlar. M.Ö. 528 yılında bir bodhi ağacının altında otururken büyük bir aydınlanma yaşar. Bundan sonraki hayatını öğrendiklerini başkalarına anlatmaya adar.
Gautama’nın öğretilerinin (Dhamma) ve Budizm inancının temel teması, bütün fenomenlerin bir zincirle birbirlerine bağlı olduğudur. Dünyanın tüm acılarının temel kaynağı bencil arzulardır. Bir insan ancak Buda’nın yolunu izleyerek yeniden doğum döngüsünden kurtulabilir. Hayatın amacı “Nirvana’ya” ermektir, kelimesi kelimesine ifade edilirse “arzuları söndürmek”.
Siddhartha Gautama “aydınlanmış olan” anlamına gelen “Buda” lakabıyla tanındı. M.Ö. 482’deki ölümün ardından keşişler, öğretilerinin Kuzey Hindistan’da yaygınlaşmasına yardımcı oldular. M.Ö. 3. yüzyılda Hindistan Maurya İmparatoru Asoka (Bkz. sayfa 45) Budizm’in güneyde Seylan (Sri Lanka), kuzeyde Kaşmir’e (Pakistan) kadar ulaşmasına aracılık etti. Bugün Tayland sınırları içerisinde yer alan Syan’a (Siyam, günümüzde Tayland) ve Burma’ya misyonerler yolladı. Pek çok Budist anıtı ve manastırı inşa ettirdi.
2 Antik İmparatorluklar: Amerika ve Uzakdoğu y. M.Ö. 3500-M.S. 900
M.S. 150 yıllarında Hindistan, Çin ve Roma İmparatorluğu arasındaki ticaret Mahayana keşişlerinin Buda öğretisini Çin’e taşımalarına imkan sağladı. Temel Budist metinler M.S. 3. yüzyılda Çinceye çevrildi. M.S. 4. ve 5. yüzyıllarda Budizm Çin’in inanç sistemi haline geldi. Budizm M.S. 4. yüzyılda Kore’de ve son olarak M.S. 550-600 yılları arasında Japonya’da yaygınlaştı. Aynı süreçte Hindistan’da gerileyen Budizm, Hinduizm ile yer değiştirdi.
Maurya İle Gupta İmparatorlukları ve Hindistan’ın Altın Çağı
Maurya İmparatorluğu (y. M.Ö. 321-185) Hindistan’da kurulmuş büyük ve politik olarak güçlü bir imparatorluktu. Bölgedeki ilk devlet sistemi Chandragupta Maurya tarafından kuruldu. Maurya, Hindistan’ın kuzeydoğusundaki Nanda Krallığı’nı devirmişti. Büyük İskender’in generallerinden olan Selevkos’a karşı kazandığı zaferin ardından M.Ö. 305’te Afganistan’ın ve günümüz Pakistan’ının pek çok bölgesini ele geçirdi.
Maurya’nın oğlu Güney Hindistan’ın büyük bölümünü, torunu Asoka ise küçük bir krallık olan Kalinga’yı ele geçirdi ve bütün hayatını Budizm’in yayılmasına adadı (Bkz. sayfa 43). Asoka’nın M.Ö. 232 yılında ölümünün ardından imparatorluk küçük krallıklara ayrıldı. M.Ö. 170 yılında Pencap’ta Yunan prenslikleri kuruldu. M.S. 50’te Kuzey Hindistan’da Kushana İmparatorluğu gelişti. Bu imparatorluk M.S. 240 yılında Sasani İmparatorluğuna bağlanacaktı (Bkz. sayfa 36)
M.S. 320 senesinde Magadha Krallığı’nın hükümdarı I. Chandragupta ülkesinin sınırlarını genişletti. Sonra gelen Gupta Krallarının faaliyetleri ile birlikte ülkenin sınırları Hindistan’ın büyük bölümünü içine alacak şekilde genişledi. Gupta Hanedanlığı’na kimi zaman “Hindistan’ın Altın Çağı” adı verilmektedir. Uzun barış ve refah dönemi boyunca sanat, mimari ve edebiyat alanında önemli ilerlemeler yaşanmıştır. Muazzam tapınak ve saraylar inşa edilmiş, Sanskrit dilinde Mahabbarata ve Ramayana gibi epik metinler kaleme alınmıştır. Bu metinlerin Hinduizm’in gelişimi için son derece büyük bir önemi bulunmaktadır. Günümüzde halen Güneydoğu Asya’da okunmakta ve dilden dile yayılmaktadırlar. Guptalar, Brahmanizmin teolojik bir kavram olarak gelişmesinden de sorumludurlar.
Araplardan Avrupalılara geçen, aslında Guptaların bulduğu “Araplara özgü” diye bilinen sayı dizilimi, ondalık sayı sistemi ve sıfır konsepti, sıklıkla yanlış bir şekilde Araplara atfedilmiştir. Gupta İmparatorluğu 6. yüzyılda çökmüştür. Orta Asya’dan gelen Akhunların istila hareketleri, yıkılmalarında büyük ölçüde rol oynamıştır.
Çin’in Qin ile Han Hanedanlıkları ve Konfüçyus
M.Ö. 485 – 221 yılları arasında, Çin çeşitli rakip krallıklara ve kent devletlerine bölünmüştü. (Bunlardan biri de Zhou’dur (Bkz. sayfa 27). Qin Krallığı (Çin kelimesi de bu imparatorluğun adından türemiştir) M.Ö. 221 yılında Çin’in ilk birleşik imparatorluğunu teşkil edecektir.
Qin imparatoru katı bir yönetim sistemi uyguladı. Tek biçimli bir yazı ve ölçü sistemini geliştirdi. Kuzeyin göçebe kabileleri ile mücadele etti. Çin Seddi’ni inşa etmeye başladı (Önceki savunma duvarlarını birleştirdi). Gerçek boyutlu heykellerden oluşan bir ordu inşa edilmesi emrini verdi. Bu heykellere “Terakota Ordusu” adı verilmektedir. Qin Hanedanlığı M.Ö. 207 yılına kadar yaşayabildi. Buna karşılık kısa bir dönemde neredeyse bugünkü Çin’le bire bir aynı olan sınırlara ulaştı ve kendine özgü bir yönetim sistemi yarattı.
Daha sonra uzun bir dönem başta kalan Han Hanedanlığı (M.Ö. 206-M.S. 220) Çin kültürünü şekillendirdi (Öyle ki Han kelimesi genel olarak Çinlileri tanımlayan bir sözcük haline gelmiştir). Sahne sanatları büyük bir gelişme gösterdi. Resim ve heykel alanında da önemli eserler verildi. Bilim ve teknolojide son derece önemli ilerlemeler yaşandı (Bu dönemde ortaya konulan yenilikler çok uzun bir süre Batı dünyası tarafından öğrenilemeyecekti). Dönemin teknolojik ilerlemelerinin arasında kağıdın keşfi, güneş saati, sismograf ve pusula bulunmaktadır. Han yöneticileri sınırlarını Kore’yi ve Vietnam’ın kimi bölgelerini içine alacak şekilde genişlettiler. Dış dünya ile başka ilişkiler de kuruldu. Çinli tüccarlar M.S. 100 yılı itibariyle, özellikle 6 bin kilometrelik ticaret rotası olan İpek Yolu üzerinden Batı dünyasına ipek kumaşlar taşıdılar.
Han liderleri, büyük Çin filozofu Konfüçyüs’ün (y. M.Ö. 551-479) öğretilerine saygı göstermelerine rağmen; Qin’in merkezi yönetim biçimini devam ettirdi. Konfüçyüs’ün öğretileri, günümüzde Çin, Kore, Japonya ve Vietnam’da etkileri devam etmekte olan bir sosyal kod olarak; mütevazi ve erdemli olmayı, bireyin kaderini kendisinin belirleyebilmesi imkanını vurgular. M.S. 189 yılından itibaren Hanlar, kendi aralarında mücadele eden savaş lordlarının yönettiği küçük bölgesel rejimlere ayrılmıştır.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.