Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Uygur Efsaneleri Üzerine Bir Değerlendirme», sayfa 2

Yazı tipi:

EFSANE

İnsanın bu dünyada kabullenmekte en çok zorlandığı şeyin gizem olduğunu söylemek yanlış olmaz. Zira insan gizemin yani sebepleri ve olası sonuçları bakımından açıklayamadığı durumları, olayları kendi varlığına yönelik bir tehdit olarak görme eğilimindedir. Buna karşılık insan her geçen gün dünyaya ait yeni bir gizemle yüzleşmek durumunda kalır. Bu yüzleşmelerden sonra her defasında insan; karşılaştığı yeni gizemi anlamaya, kavramaya, öğrenmeye çabalayarak kendisine güvenli bir alan inşa etmeye uğraşır.

İlk devir insanları da bir yandan hayat ile ölümün sırrını anlamak için çalışırken bir yandan da gök ve gökteki cisimlerin, denizlerin, yağmurun toprak, orman, dağ, ateş, maden ve benzeri tabiat unsurlarının varlığını anlamlandırmaya çalışır. Hem hayatın kaynağı hem de ölümün nedeni olarak düşündükleri bu tabiat varlıklarından faydalanmakla birlikte bunlara karşı korku ve heyecan duymaktan da kendini alamaz. İnsanoğlu aklıyla anlamakta ve bildikleriyle açıklamakta çaresiz kaldığı anlarda çeşitli hayaller kurmaya yönelir. Korku ve heyecanından kaynaklanan sorgulama ihtiyacına araçlık eden hayalleri düşünce ve duygularının, bir bütün ruh halinin eşyaya ve tabiata yansımasına vesile olur. Hayaller; düşüncelerle, duygularla ve yorumlarla zaman içerisinde zengin bir sözlü anlatı halini alır. Bunlara eklenen gerçek hayat parçaları ile birlikte efsaneler, mitler ve bu çeşitten sayılabilecek anlatı metinleri oluşur (Elçin, 1993: 314). Bu ürünlerin tamamı ilk haliyle sözlü ve anonim olarak gelişir. Bu sebeple oluşumu uzun zaman alsa da yazılı metne kıyasla zenginleştirilmesi, farklı bakış açılarının metne eklenip harmanlanması ile mümkündür.

Farsçadan Türkçeye geçen efsane kelimesi Arapçada usture, esatir; Yunancada; mitos, mit kelimelerine karşılık gelmektedir. Türk kültüründe ise esatir, menkıbe, menkabe, menakıpname gibi kelimeler ile karşılanır (Güleç, 2014: 206). Günümüzde de Türk dünyasında efsane kelimesinin yerine; epsane, rivayet, mif, legenda, añız, añızeñgime, ekiyet, aytıv, tavruh ve benzeri birçok kelime kullanılmaktadır (Oğuz-Ekici vd., 2015: 144).

Birçok araştırmacı efsane türünün çeşitli tanımlarını yapar. M. Öcal Oğuz’un editörlüğünde hazırlanan Türk Halk Edebiyatı El Kitabı adlı eserde efsane için; “Halk anlatıları arasında mitlerle karşılaştırılan, masallarla ilişkileri sorgulanan, masal, destan ve halk hikâyesine göre daha kısa; içinde abartma ve olağanüstülük bulunan nesir anlatıdır.” ifadeleri yer alırken bir başka araştırmacı Alman Grim kardeşler efsane için; “Efsane, gerçek veya hayali, muayyen şahıs, hadise veya yer hakkında anlatılan bir hikayedir.” der (Oğuz-Ekici vd., 2015: 144). Bu tanımlamalardan hareketle türün diğer türlere göre daha kısa içerisinde gerçek kişi ve olayların da bulunabileceği buna karşılık abartı ve olağanüstülüğü de yer verilen daha çok belirli şahıs, olay veya yerlere dair anlatılar olduğu söylenebilir.

İnsanın yaşadığı hayatı hem sorgulama hem de kabullenme sürecini içeren masal, mit ve efsaneler insanoğlunun her dönemde ilgisini çekmişlerdir. Oluşumları yüzyıllar alan bu türler, sözlü nakille nesiller arasında taşınarak günümüze ulaşırken insana ait zengin medeniyet birikiminin dünü ile bugünü arasında da köprü işlevi görür. Oluşum süreçleri bakımından mit ve masallara göre daha yakın bir döneme ait olan efsanelerde; olağanüstü nitelikleri bulunan bilhassa tarihî kişiliklerin etkisiyle gelişen ve halkın hafızasında yer eden bazı tarihi olaylar, mekânlar ile insanın var oluş üzerine sorgulamalarına cevap olabilecek olay ve durumların anlatıldığı abartılı hikâyeler yer alır. Halkbilimin bağımsız bir disiplin alanı olarak ortaya çıkmasından önce efsanelerin kültürel aktarımı sağlayarak toplumsal hayatı düzene sokmak amacıyla insanları manevî değerlere, iyiliğe, doğruluğa ve yardımlaşmaya özendiren tarafı dikkate alınmadan tuhaf, inanılması zor hatta boş ve yalan sözlerle dolu anlatılar olduğu değerlendirmesi yapılır (Çalışır, 2016: 517). Bu değerlendirme efsanenin abartıyı bir anlatım tekniği olarak benimsemesinden kaynaklanmaktadır.

Efsaneler sözlü edebiyat ürünleri içinde yer alan önemli türlerden biridir. Bu tür bütün toplumlarda olduğu gibi Türklerin tabiat ve evren tasarımları ile dünyayı ve çevreyi algılayışlarının geçmişten bugüne aktarılmasında en önemli vasıtalardan biri olur (Emeç, 2019: 88). Efsanelerin sadece düşünce ile değil bir inanış formu olan dinlerle, ideolojilerle de yakından ilgili olması onun muhtevasındaki dinî ve mitolojik motiflerin yoğun olarak bulunmasının başlıca sebebidir. Bu açıdan söz varlığı üzerinden insanın keşif ve anlama çabasına dönük tüm soyut durumları varlık sahasına çıkararak somutlayan anlatı türlerinden biri olan efsanenin dinî metinlere benzerliği de dikkat çekicidir (Gönen, 2015: 182). Efsaneler bu nedenle kimi örneklerinde dinî metinlere yaklaşırken kimi örneklerinde de bu metinlerin çok uzağında sınırlarını zorlayan bir hayal dünyası kurar.

Efsaneler anlatıcının dinleyenleri eğlendirmesini sağlasa da topluma dönük birçok mesaj da verir. Esasen bu türün hayatın ve dünyanın türlü gizemlerini çözmek amaçlı eski bir yorumlama çabası olduğu dikkate alındığında bu durum daha iyi anlaşılabilir. Efsanelerin bu açıdan birtakım toplumsal görevleri yerine getirmek üzere, yine toplumum hayatı ve hafızasının ortak hazinesi olan tecrübeler yoluyla üretildiği değerlendirilmektedir.

Toplumsal görevi gereği efsaneler; toplumsal hayatın iyilik, doruluk ve fayda merkezli kurulmasını, bu merkezin kalıcı hâle gelmesi için yapılması ve yapılmaması gerekenlerin neler olduğunun belirlenmesini sağlamaya dönük bir işlev de görür. Toplum içerisinde dezavantajlı gruplar olan hastaların, muhtaç durumda olanların, deli yahut çocuk gibi muktedir olmaktan uzak kimselerle savunmasız hayvan ve bitkilerin korunmaları; onlara merhamet gösterilmesi ve yardım edilmesi gerektiği yönünde telkinde bulunmak efsanelerin görev alanı içerisinde değerlendirilebilir. Efsanelerin teşekkül ettiği yerler bir çeşit kutsiyet kazanır. Yine gelenek ve göreneklerle bu yerlere dair belirlenen ziyaret usulleri, günleri gibi ritüeller efsaneler tarafından nesiller ve mekânlar arasında taşınır. Efsaneler bu mekânlardaki kutsallığın ve mekânlar için belirlenen birtakım kuralların sadece taşıyıcı değil, aynı zamanda bunların korunması işini de üstüne alır. Bu yönüyle efsanelere konu olmuş yerler veya davranış kalıplarıyla ilgili süreç içerisinde bir kaybın yaşanmasının hatta bir değişiklik yapılmasının önü alınmış olur. Zengin arka planı sayesinde birçok efsane resim, şiir, tiyatro, sinema gibi çağdaş sanatlara konu kaynağı olmaktadır ( Güleç, 2014: 209). Efsaneler, çağdaş sanatlar eliyle de kendilerini sürekli güncellemekte ve canlılıklarını korumaktadırlar.

Birçok olay ve konudan hareketle oluşabilen efsanelerin tasnifi de oldukça zordur. Net sınırlandırmalar ve adlandırmalar yapılamasa da Türk kültürü içerisinde teşekkül eden efsaneleri en genel anlamda dört başlıkta toplamak mümkündür:

a. Yaratılış efsaneleri

b. Tarihi efsaneler

c. Olağanüstü kişiler, varlıklar ve güçler üzerine efsaneler

d. Dini efsaneler (Güleç, 2014: 207).

Uygur Türklerinde Efsane

Kültürün dilden dile aktarılması yolu ile yaşatılması geleneğinin güçlü olduğu coğrafyalardan biri de Doğu Türkistan’dır. Bu durum Uygur Türklerinde yazılı edebiyatın olmadığı anlamına gelmez. Uzun bir süre önce yerleşik hayata geçen, alfabe ve yazı sistemini oturtan toplumlarda sözlü edebiyat geleneği devam etmekle beraber yazılı edebiyat geleneği de varlığını sürdürebilir hatta sözlü gelenekten daha güçlü hale gelebilir. Yerleşik hayata geçen ilk Türk kavmi olan Uygur Türk toplumu da hem yazılı hem de sözlü geleneği güçlü bir şekilde yaşatabilen toplumlardan biri olarak varlığını devam ettirmektedir.

İletişim ve ulaşımın oldukça geliştiği, göçebeliğin istisnalar hariç tarihe karıştığı bir dönemde Uygur Türklerinin sözlü edebiyat geleneğini güçlü bir şekilde devam ettirmesinin temelinde modern dünyaya karşı bir direnme çabası yoktur. Uygur Türklerine ait yazılı kültür unsurlarının modern dünyanın bütün imkânlarını kullanan ve bu kültür varlıklarını ortadan kaldırmak isteyen süper güçler tarafından tarihî süreç içerisinde defalarca yasaklanması sözlü kültürün en az yazılı kültür kadar varlığını korumasını sağlar. Yazılı kültür aracılığıyla millî ve manevî geleneklerini koruyup geliştirmeleri engellenen Uygurlar için sözlü kültür bunları koruyup geliştirmenin alternatif yolu olarak kullanılır. Kendilerine yönelen istismar etme, dönüştürme yahut yok etme projelerinin bir parçası olarak yazılı kültürün yasaklanması onların iradî olarak tüm güçlerini sözlü anlatılar üzerine yoğunlaştırmalarına neden olur.

Uygur Türklerinin halk ağız edebiyatı olarak sınıflandırdıkları sözlü halk edebiyatının bir parçası olan efsane türü Uygur Türkçesinde epsane veya rivayet terimleriyle karşılanır. Sözlü anlatım biçimine işaret eden rivayet adlandırması ile eserlerin daha çok muhtevasına gönderme yapan efsane terimleri eş zamanlı olarak da kullanılır. Masal ve destan gibi anlatı türlerinden farklı olarak Uygur efsanelerinin sabit bir şekli yoktur. Fakat az sayıda da olsa kimi efsanelerinin başlangıç ve bitişlerinde geçmiş zaman içinde, günlerden bir gün gibi formellerin bulunduğu görülebilir. (Öger, 2008: 83, 143). Uygur efsaneleri hem içerik hem de biçim olarak halkın hayal gücü, inanışı ve dil imkânları ile biçimlenir.

Efsaneler; eğitimli bir sınıfın dünyayı, insanı anlama ve yorumlama çabasından çok; bu özelliklere sahip olmayan sıradan halkın, bütün noksanlıklarına rağmen bu entelektüel çaba içerisine girmesinden doğan bir anlatı türüdür. Bu sebeple de efsaneler bir entelektüel iddia taşımasına rağmen diğer sözlü halk edebiyatı ürünleri gibi günlük hayatta kullanılan dile has bir sadelikte söylenir. Ayrıca efsaneler mitlere göre daha yakın bir zamanda meydana gelmiş olsalar da geçmiş inançlardan da güçlü izler taşıyabilmektedir. Anlatıları ortaya koyan sınıfın sıradan halk olması ve bu anlatıların esaslı amaçlarından birinin inançlara dair bilgiler vermek olması nedeniyle efsaneler diğer türlere nazaran zengin bir sanatlı söyleyiş özelliği taşımazlar (Öger, 2008: 143).

Uygur efsanelerinde çoğunlukla mekân olarak kadim topraklar yer alır. Bu topraklarda hüküm süren birçok kültüre, düşünüşe, inanışa dair izlerin efsanelerde belirgin ve zengin bir biçimde bulunması bu sebepledir. Allah, Tanrı ve Buda ile ilgili efsanelerin çok fazla yer alması ve bu inançlara ait unsurların anlatılarda yoğun şekilde yer alması bu tarihî derinliğin, kültür zenginliğinin en büyük kanıtıdır.

Gök ve göğe ait unsurlar Uygur efsanelerinin üzerinde en çok durduğu konulardan biridir. Esasında bu durum bütün Türk dünyası efsanelerinde karşılaşılan ortak bir hususiyettir. Türklerin en eski inanış biçimlerinde tanrının gökte tasavvur edilmesi, bu sebeple gök ile ilgili bütün unsurların kutsiyet kazanması bunların efsane, mit ve benzeri anlatı türlerine konu olmasında etkili olur (Emeç, 2019: 89).

Çalışmada Yer Alan Efsaneler Üzerine Değerlendirme

Bu çalışmanın esasını oluşturan Uygur efsaneleri derlemelerinin her biri üzerine ayrıntılı olarak değerlendirme yapmaya çalışmanın birtakım mahsurlu etkileri olabilir. Bu çeşit olumsuz etkilerin başında okuyucunun derlemeleri okurken özgün bir yorum yapmasının engellenmesi sayılabilir. Ayrıca ciddi ölçüde zengin bir arka plana sahip olan bu tür anlatıların tek tek bir bakış açısı üzerinden ele alınması içeriğin sınırlandırılmasına ve çağrışım gücünü kaybetmesine de yol açabilir. Bu sebeple derlemeler üzerine yapılacak değerlendirmelerde en genel hatları içeren, eserlerdeki kimi karakteristik hususiyetleri vurgulayan bir yol izlenecektir. Böylelikle okurla eser arasına girme, eserde yüklü çağrışım gücünü yok etme endişeleri bertaraf edilmiş olacaktır.

Yukarı Artuş köyünde derlenen anlatılarda yaratılış efsaneleri başta olmak üzere mükemmel bir hiyerarşiye uyulduğu görülmektedir. Efsanelerin hem zaman hem de mantıksal olarak doğru sırayı izlemesi inandırıcılıklarını artırır. Efsanelerin ağırlıklı olarak entelektüel bir çaba içerdiği düşünülürse bu anlatıların akla yatkın bir şekilde oluşturulmasının ve anlatılmasının ne derece önemli olduğu daha iyi anlaşılır.

Eserlerde rastlanılan akla yatkın hiyerarşi şu şekilde açıklanabilir. Özellikle yaratılış konusundaki bilinmezliği irdeleyen destanlarda da görüldüğü üzere bir varlığın yaratılmasından önce onun bir ihtiyaç haline gelmesi şarttır. Bir varlığın ihtiyaç haline gelmesi demek ise onun var oluşu halinde varlığının devamlı olmasını sağlayacak her türlü imkânın hazırlanmış olması demektir. Bu sebeple insanın bir ihtiyaç haline gelmesinden önce onun asgari düzeyde hayatını devam ettireceği unsurlar yaratılır. Daha sonra bu unsurların varlığı insanın varlığını adeta gerekli kılar ve insan yaratılır. İnsanın yaratılışıyla birlikte insana bağlı bir estetik biçimlenme ihtiyaç haline gelir. Nitekim bu ihtiyacın gereği olarak insanın uzak ve yakın çevresini güzelleştirecek unsurların yaratılması gerçekleşir. İnsandan topluma uzanan gelişim çizgisi düzeni bir ihtiyaç haline getirince de maddî ve manevî ödüllendirme, cezalandırma biçimleri yaratılır. Bu düzen formlarına göre iyiler ve kötüler, yöneticiler ve tebaa belirlenirken ömrün devamı en büyük ödül, bitimi de en büyük ceza olarak değerlendirilir. Bu cezanın tatbiki için Azrail’in yaratılması da akla yatkın hiyerarşiye uygundur. Sonrasında ölümü kolaylaştırıp, bu cezaya karşı isyanları azaltacak sebeplerin (mikropların) var edilmesi olayların gerçekliğe uygun biçimde gelişmesi sayesinde kabul edilebilirliği ve anlaşılırlığı kuvvetlendirdiği gibi anlatıların dinleyici kitleyi etkilemesini, istendik yönde terbiye edilmesini de kolaylaştırır.

Her milletin halk anlatıları geleneklerinden, göreneklerinden, inanışlarından, yaşadıkları coğrafyadan ve hayata bakış açılarından izler taşır. Uygur Türklerinin yaşadığı Yukarı Artuş köyünde derlenen bu halk anlatıları da yukarıdaki başlıklar açısından zengin bir içeriğe sahiptir. Ele alınan efsanelerin çoğu birbirinden bağımsız başlıklardan oluşsa da çoğu birbirinin devamı ve tamamlayıcısı niteliğindedir. Efsanelerde özellikle Uygur insanının çalışkanlığı ile Uygur coğrafyasında yer alan yaşam alanları (Tanrı Dağları, Taklamakan Çölü, Kaşgar ve Artuş) geniş yer alır.

Derlenen anlatılarda insanların bireysel ve toplumsal yaşamında gerekli olan hemen her konuya temas edildiği görülmektedir. Tanrı ve Mahlukatlar Arasındaki İpin Yaratılışı konulu efsanede, yüce tanrı olarak adlandırılan yaratıcı; dünyayı, melekleri, insanları, bitkileri ve bunlardan sonra yarattığı her şeyi bir ip vasıtasıyla birbirine bağlamaya karar verir. Yarattığı bütün varlıkların da bu ipi korumalarını emreder. Bu destan eski Türk inanışındaki Yaratıcı (Gök Tanrı) ile evrenin tüm varlıklarıyla birbirine kozmik bir eksen ile bağlı oluşunu (Roux, 2001: 73) sembolize eden bir içeriğe sahiptir. Nitekim Gök Tanrı inancında üç ana parça olan evrende bu parçalar arasındaki denge ve ilişkiler şamanlar vasıtasıyla sağlanır. Gökte bulunan melekler, yerde bulunan bütün yaratılanlar ve yeraltındaki tüm varlıkların birbirlerine bir iple birbirine bağlanması onların tanrı tarafından kontrol edildiğini ifade etmekle beraber bu yaratılmışların da birbirlerine yönelik bir kontrol mekanizması bulunduğunu da vurgular. Buna göre evrende bulunan maddî ve manevi her şeyin, yaşamlarını devam ettirebilmesi için birbirine bağlı olduğu gerçeği topluluğa hatırlatılır.

Derlenen bu efsanelerde öne çıkan hususiyetlerden birisi de tanrının her şeyi yaratacak güce sahip olduğudur. Fakat yine bu efsanelerin genelinde yaratıcı, yarattığı evreni anlamak ve evrende ne olup bittiğini görmek için meleklerin yardımına ihtiyaç duyar. Oysa başta İslamiyet olmak üzere diğer semavî dinlerde Yaratıcı her an her şeyi görmekte ve istediği zaman istediği şeye müdahale edebilmektedir. Bu durum destanların oluştuğu dönemde Uygurların içerisinde yaşadığı kültür ve gelenekleri ile yakından ilgilidir.

Efsanelerde halkın inancına dair hususiyetlerin her bölgede günlük yaşama yansımalarının yukarıda anlatılanlara benzeyen ya da farklı olan örneklerini görmek mümkündür. İnanışa dair etkilerin özellikle doğa ile ilgili anlatılarda; doğum, ölüm, evlilik, bayram gibi önemli süreçlerin aktarıldığı efsane derlemelerinde çok daha zengin örnekleri ile karşılaşmak mümkündür. Efsaneler ve halk anlatılarında yer alan inanışlara dair hususiyetler sadece hayat pratiği olan geleneklerle sınırlı değildir. Tanrı kavramının halk tarafından algılanışına da efsanelerde temas edilir. Buna göre toplumda tanrı kavramı farklı şekillerde düşünülmektedir. Bu durumun en önemli örneklerinden biri aynı anlatıcıdan derlenen farklı efsanelerde yer yer tanrı kelimesinin yer yer Allah kelimesinin kullanılmasıdır. Yine bazı anlatılarda İslam dinindeki Yaratıcı inanışına uygun bir biçimde her şeyi bilen gören ve çevreleyen Allah’a yer verilirken bazı anlatılarda ise Gök Tanrı inancında yer alan yaratıcının vasıfları kullanılır. Dahası anlatıcıların zamanla bazı efsanelerde bu iki yaratıcının vasıf ve icralarını birbirlerine yaklaştırıp karıştırdıkları da görülür. Öyle ki birbirinden oldukça farklı olan bu iki yaratıcıya ait vasıfların tek efsanede birleştiği de görülmektedir. Buna karşılık Ruhani Varlıklar Şeytan ve Cinlerin Yaratılışı gibi bazı efsanelerde İslam inancı ile bire bir bağdaşan anlatılar da mevcuttur. Bu durum anlatılarda genişletilerek ya da güncellenerek yer verilen olaylarda İslam dininin esasını oluşturan ayet, hadis ve yorumların kulaktan kulağa aktarılırken özünün korunmak sureti ile kullanıldığı şeklinde açıklanabilir.

Derlenen anlatılar içerisinde bulunan Ruhani (Tuhaf) Varlıkların Yaratılışı ve Yok Oluşu, İnsanın Yaratılışı; Çeşitli Ağaç, Çiçek, Ot ve Bitkilerin Tekrar Yaratılışı; Tanrı ve Mahlukatlar Arasındaki İpin Yaratılışı; Uçan Kuşların Yaratılışı; Ruhani Varlıklar Şeytan ve Cinlerin Yaratılışı gibi çoğu efsanenin birbirini tamamlayan nitelikte olması da önemlidir. Bu anlatılar başlık olarak birbirlerinden bağımsız olsalar da kronolojik açıdan birbirlerini tamamlar niteliktedir. Örneğin önce dünyanın yaratılışı, ardından dünyada insan ihtiyacını giderecek canlı cansız varlıkların yaratılması son olarak da insan, cin ve şeytanın yaratılması bu anlatıların esasını oluşturur. Değerlendirme kısmının başında da değinildiği üzere bu hem terbiye usulü açısından hem de insan aklının mantık çerçevesinde dünyayı anlaması açısından önemlidir. İnsanın üzerinde gezmesi için bir dünya ve sonrasında da ihtiyaçlar hiyerarşisi takip edilerek doğaya dair unsurların var edilmesi dikkat çekicidir. Son olarak da imtihan dünyasında insanın tecrübe (imtihan) edilmesi için cin ve şeytanların yaratılması eski Türk inançlarında da bugünkü inanç sisteminde olduğu gibi yaratılan her şeyin birbirini tamamlayan sistematik bir oluşumla meydana geldiğini göstermektedir.

Derlemelerin yapıldığı Doğu Türkistan’ın Artuş şehrinin Yukarı Artuş köyünde anlatılan bazı efsanelerin Türk dünyasının farklı coğrafyalarına da yayıldığı, efsane şeklinde olmasa da fıkra veya başka anlatı türleri içinde efsanelerle benzer içeriklerin yer aldığı görülmektedir. Nitekim Cin, Şeytan ve İnsanlar Arasındaki Üstünlük Savaşları adlı efsanede geçen olaylar değişik zamanlarda, başka coğrafyalarda farklı anlatı formlarına da kaynaklık eder. Efsanede şeytanlar ve insanlar arasında bir anlaşma yapıldığından söz edilir. Buna göre şeytanlar ve insanlar sırayla birbirlerini boyunlarına alarak dünyanın etrafında dolaşma konusunda anlaşılır. Kimin şarkısı daha uzun sürerse bu yarışmanın kazananı o olacaktır. Şeytanlar ilk olarak kendilerinin insanların boynuna binip şarkı söylemeleri konusunda ısrarcı olurlar. Böylelikle insanların yorulmasını ve şarkı söyleme sırası onlara geldiğinde güçsüz düşecekleri için bunu olabildiğince kısa tutmalarını sağlamayı amaçlarlar. Yarışma şeytanların şarkısı ile başlar. Dünyanın etrafında atılan ilk turun sonunda ise şarkı biter ve sıra insanlara gelir. Şeytanların boynuna çıkan insanlar ise sürekli “lay la la lay, lay la la lay” şeklinde tekrarlanan şarkılarını dünyanın etrafını defalarca turlamalarına rağmen bitirmez. Bu durum karşısında sözde kurnazca planlar yapan ve saf kötülüğün sembolü olan şeytanlar çileden çıkarlar ve isyan ederler.

Yukarıda özetlenen efsaneye çok benzeyen içeriklere sahip birçok farklı anlatı örneği Anadolu’da da vardır. Bunlardan biri Doğulu ile Karadenizli arasında geçtiği varsayılarak anlatılır: Bir gün bir Karadenizli ile bir Doğulu uzun bir yola koyulurlar. Bir süre gittikten sonra hem yorulan hem de sıkılan Karadenizli yolculuğu kendisi için kolay ve eğlenceli hale getirebileceğine inandığı bir plan yapar. Doğulu arkadaşına yolculuğun eğlenceli geçmesi için sırayla birbirlerinin sırtına binmeyi teklif eder. Bu teklife göre sırta binen bu süre boyunca türkü söyleyecek, türkü bitince de yer değiştireceklerdir. Doğulu bu teklifi kabul eder. Karadenizli uyanık davranıp önce kendi biner arkadaşının sırtına. Planı onu yormak ve türküsünü kısa tutmasını sağlamaktır. Fakat Karadeniz insanının hareketli ve tez canlı yapısı türkülerini de yansıdığı için çok kısa sürede türküsünü okuyup bitirir. Sıra kendisine gelince Karadenizlinin sırtına binen Doğulu, yol boyunca sürekli le le le şeklinde tekrarlanan türküsünü söyler. Yolculuğun bitmesine az bir mesafe kala bu işten oldukça sıkılan Karadenizli’nin: “Bu nasıl bir türkü? Yol bitti sen hala le le le deyip duruyorsun.” şeklindeki itirazına Doğulu şu cevabı verir: “Bu türkünün le le le kısmı, daha lo lo lo kısmı var.

Her toplum hayata ve olaylara bakış açısını; yaşadığı coğrafya, geçirdiği tarihî süreçler, başka toplum ve doğa ile olan münasebetleri, tanrıyı algılama biçimlerinin yaşam koşulları ile harmanlanması gibi unsurların etkisiyle oluşturur. Bu durum Türk toplumları için de böyledir. Örneğin gece ve gündüzün yaratılması ile deprem ve benzeri doğal afetlerin meydana gelmesi ineğin hareketlerine bağlanır. Gece ve Gündüzün Yaratılması II başlıklı efsanede özellikle dünyanın bir ceza olarak ineğin sırtına yüklenmesi yorumu dikkat çekicidir. Yarı göçebe (yazlık ve kışlak) olarak yaşayan Uygur toplumunun geçim kaynağının önemli bir kısmının hayvancılığa dayanmasının bu anlatının teşekkülünde etkili olduğu değerlendirilebilir. İneğin bu tarz yaşam biçimindeki önemine istinaden onu koruma düşüncesinin zaman içerisinde bu hayvanın dünyanın birçok hareketine yön verecek konuma getirilmesini sağladığı anlaşılmaktadır. Abartılı bir biçimde efsanelere konu olsa da hayvancılıkla geçinen toplumlarda tüm kültür başlıklarını etkileyen ekonomik hayatın temeli hayvanlardan elde edilen gelirdir. Hayvancılıktan elde edilecek gelire göre bolluk ve kıtlık dönemleri ortaya çıkarken tüm toplumsal hareketliliğin temelini de bu gelişme belirler.

Uygur toplumunda hayatın esasını oluşturan hayvancılığın önemi efsaneye şu şekilde yansır: “Yüce tanrı dünya âlemini yaratınca dünyaya göndermek için çok büyük bir inek yaratmış. İnek yeryüzüne gelince çok mutlu olmuş ve içi içine sığmamış. Yeryüzünde tek olduğunu gören inek, kendi gücüne şaşırmış. Etrafına bakınarak bir sağa, bir sola koşmuş. Karşısına ne gelirse gelsin boynuzuyla onu yıkıp geçmiş. En sonunda özgürlüğün verdiği güven ve güçlü olmanın sarhoşluğuyla yüksek sesle möleyerek etrafı rahatsız etmeye başlamış. Melekler ineğin yaptığı bu hareketleri görünce rahatsız olmuş. Hemen yüce tanrının huzuruna gidip olanları söylemişler. Yüce tanrı ineğin yaptıklarına sinirlenmiş ve dünyayı alıp ineğin başına koyuvermiş. Bundan sonra inek ne zaman yorulsa başını sağa çevirmiş böylelikle gündüz meydana gelmiş, sağ yorulduğunda başını sola çevirmiş ve gece oluşmuş. Gece gündüz yaratıldıktan sonra zaman akıp gitmiş. Ne vakit ki inek eski özgür yaşamına dönse, kafasına göre davransa hızlıca kafasını sallamış ve deprem oluverirmiş.

Bu efsanede yer verilen içeriğin benzerine birçok coğrafya ve toplumda rastlamak mümkündür. Örneğin Ağrı’nın Patnos ilçesi ve civarında sık sık anlatılan ve sözlü kültürde hâlâ canlılığını koruyan bir halk anlatısına göre dünya öküz ile balığın sırtındadır. Bu hayvanların bir yeri kaşındığı zaman hareket etmek zorunda kalırlar. Bu hareket zorunluluğu da dünyada depremler ve daha başka doğa olaylarının yaşanmasına yol açar. Buna benzer anlatım ve inanışlar başka toplumlarda da mevcuttur. Dahası bu anlatılarla oldukça benzerlik gösteren hadislerden bile bahsedilir. Sahih olduğu noktasında tereddütler bulunsa da Hâkim en-Nisâburi, El-Müstedrek ale’s-Sahihayn adlı eserinde Hz. Peygamber’den dünyanın öküz ve balık üzerinde bulunduğu şeklinde bir rivayeti nakleder (Yenilmez-Üstün, 2016: 40). Bahsi geçen hadiste olduğu gibi öküz ve balığın sırtında olması ebetteki mecaz anlamlıdır. Fakat Uygur Türklerine ait bu efsanede yalnızca ineğin yer alması denizlerin uzağında yaşamalarından ileri gelmektedir. Sahih olmasa bile hadis olduğu rivayet edilen sözler, dünyanın kara ve deniz parçalarından oluştuğu ve bu parçaları temsilen bu hayvanların adlarının zikredildiği şeklinde yorumlanabilir. Yoksa elbette ki, bugün bilimin ispatladığı gibi dünya bir balığın, öküzün veya ineğin sırtında değildir.

Konu çeşitliliği bakımından oldukça zengin olan efsanelerde insan hayatının her bakımdan kuşatan unsurlarla bu hayata tesir eden her varlığa ilişkin bir detayın bulunması Uygur insanının geniş hayal gücünü göstermesi açısından da önemlidir. En çok karıştırıldıkları mitlere göre daha yakın bir zamanda teşekkül eden efsaneler, bu özellikleri bakımından toplumsal hayata dair oldukça gerçekçi izler taşır. Aralarında akrabalık bağı bulunan ya da bulunmayan, farklı bölge de hayatlarını sürdüren toplumlarda insan unsurunun psikolojik ve biyolojik tabiatından kaynaklanan derin ortaklık sebebiyle benzer olayları işleyen efsanelerin varlığı gözlenebilir. Bu efsanelerde geçen kişi kadrosu ve coğrafya dışında içerik kısmen veya tümüyle birbirine benzer olabilir.

Tanrının Bütün Varlıklara Ömür Biçmesi adlı efsanede anlatılanları yukarıdaki tespiti örneklendirmesi bakımından önemlidir: Buna göre ilgili anlatının değerlendirmeye esas kısmı şu şekildedir:

“Melekler yüce tanrının sözü ve emri ile varlıklara ömür vermişler. Yüce tanrının verdiği bu ömürden aslan, eşek, deve, köpek ve maymun az ömür istemişler. Melekler bu hayvanların kısa ömür istemelerine karşılık onları uyararak yüce tanrının verdiği ömrün onlar için en uygunu olduğunu söylemişler. Hayvanlar tekrar düşünmüşler ama yine kabul etmemişler. Melekler aslanın, eşeğin, devenin, köpeğin ve maymunun sekizer yaşını ellerine alarak bu yaşları isteyen var mı diye sormuşlar. Bu yaşları sadece insanlar almak istemiş. Başka hiç kimse istememiş…”

Bu anlatıda; yer, kahramanlar ve olaylar farklı olmakla birlikte Dede Korkut Hikayeleri’nde yer alan Deli Dumrul hikayesine bir bakımdan benzerlik söz konusudur. Efsanede yer alan insana fazladan ömür verilmesi, insanın ömrüne ömür eklenmesi olayı; bire bir olmasa da Deli Dumrul’a tanrının hoşuna giden söz ve davranışlarından dolayı fazla ömür verilmesi olayına benzerlik göstermektedir. Deli Dumrul hikâyesinde canına karşılık annesinin, babasının ve eşinin canı talep edilirken Uygur efsanesinde kendilerine verilen yaşam süresini uzun bulan diğer canlıların istemediği zamanı insanın sahiplenmesi ve tanrının da bunu kabul etmesi şeklinde ortaya çıkar. Bu efsanedeki bir başka husus ise insanın doğayı ortak kullanması gereken diğer bütün canlılara göre daha doyumsuz, hırslı, elindekinden fazlasına sahip olmak isteyen bir tabiatının bulunduğu gerçeğine yapılan vurgudur.

Efsanelerde Uygur inançlarının büyük tesirini görmek mümkündür. Azrail’in Yaratılışı adlı efsanede Azrail Yaratıcı’ya şöyle dert yanar: “Varlıkların canını almaya gidince bana yalvaran gözlerle bakıyorlar. Her nefeslerinde de seni zikrediyorlar. Ben böyle bir durumda onların canını zor alıyorum.” Azrail’in söylediklerine karşı yüce yaratıcı da ona mikropların yaratılışı efsanesine gönderme yapan şu cevabı verir: “Sen kendi işine bak. Ben bir canlı yaratacağım. Bu canlı sana o varlığın canını al dediğinde sen gidip o varlığın canını alacaksın. Uzatılmasını istediğim canların da canına can ekleyeceksin.” Bu ve benzeri birçok efsanede İslam anlayışına da oldukça yaklaşan bir şekilde bilhassa ölüm ve yaşam konularında bir toplumsal terbiyeyi yerleşik hâle getirme çabası dikkati çeker. Özellikle de Azrail’in canları alırken yaşadığı sorun ve Allah’ın onu bu sıkıntıdan kurtarmak için ölüm vakti gelenlere farklı sebepler yaratarak canlarını almasının anlatıldığı efsane bu terbiye metoduna güzel bir örnektir.

Azrail’in Yaratılışı efsanesinden hemen sonra anlatılan Mikropların Yaratılışı adlı efsane de bu efsaneyi tamamlar niteliktedir. Efsane de mikroplar yaratıldıktan hemen sonra tanrı ile görevleri konusunda konuşur. Mikroplar tanrıya, insanları ve diğer varlıkları tanrının biçtiği ömür tamamlanınca mı yoksa kendilerinin karar vereceği bir zamanda mı öldüreceklerini, zamanı kendileri belirlerse bunun suç olup olmayacağını sorar. Yüce tanrı cevap olarak onların sadece verilen görevi yerine getirmeleri gerektiğini, ölümlerin verilen ömür süresinin dolması sonrasında ölenler öldüren mikropları tanısa da tanımasa da bir iş yapıyor olsalar da olmasalar da gerçekleşmesi gerektiğini emreder. Ayrıca kendisine verilen ömrün müddeti dolmadan canına kıyan kimselerin suçlu olacağını vurgular. Yaratıcı, mikropların başlarda görünür ve büyük olarak yaratıldığını, insanların da onların neden yaratıldığını düşünmeden yediklerini, bunun önüne geçmek için görünmez kılındıklarını ve ölüm vakti gelen canlıların ölmesini sağladıklarını haber verir.

Eski Türklerde atalar kültü oldukça önemlidir. Bu kabule göre ruh uçabilen bir şey gibi değerlendirilir ve bedenden ayrılan ruhun geride kalanlara onların davranışlarına bağlı olarak iyilik ya da kötülüklerinin dokunabileceğine inanılır. Onlara karşı duyulan derin minnet hissi ile ölümlerinin üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen onlar adına gerçekleştirilen birçok anma vb. etkinlik de bundan ileri gelmektedir (Artun, 2013: 132). Atalar kültüne bağlı ruh inanışının izlerini Uygur efsanelerinde de görmek mümkündür. Ruhların Dünyaya Dönüşü adlı efsanede ele alınan konu bu inanışı örnekler niteliktedir: “Ricada bulunan insanlar eğer güzel amellere sahip iseler melekler onların bu ricalarını kabul edermiş. Meleklerin izni ile insanın ruhu dünyadaki yakınlarının, akrabalarının yanına gelirmiş. Onların yüzünü ve gözlerini okşayarak bâki âlemi, hurileri ve cennet bahçelerini hatırlatırlarmış. Hiç merak etmemelerini, kalplerini ve amellerini temiz tutup bâki âleme gönül ferahlığıyla yolculuk etmelerini söylerlermiş.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.