Kitabı oku: «Pirinç Şişe», sayfa 2
III
Beklenmedik Açılış
Ventimore o akşam Cottesmore Gardens’a gittiğinde oldukça dengesiz, hatta kaotik bir ruh halindeydi. Sylvia’yı biraz sonra tekrar göreceği düşüncesi kan akışını hızlandırırken onunla nezaket gereği birkaç kelimeden fazla konuşmamakta kararlıydı.
An geliyor kendisinden iyilik istemeyi düşündüğü için Profesör Futvoye’a minnet duyuyor; çok geçmeden yalnız kalmasının onun iç huzuru için çok daha iyi olacağını fark ediyordu. Belli ki Sylvia ve annesi onu daha fazla görmek istemiyordu, yoksa onu daha önce evlerine davet ederlerdi.
Sylvia’yı ne kadar sık görürse, kalbi o kadar boş bir özlemle atacaktı. Tam da onun ilgisizliğine alışmak üzereyken onu görmek zorunda kalmasa çok yakında yarası iyileşecekti.
Neden onu görmek zorundaydı? Gitmesine hiç de gerek yoktu. Sevgi ve saygılarını sunarak kataloğu Profesör’e bırakırsa, o da bilmesi gerekenleri öğrenebilirdi.
Bir an düşündükten sonra, sadece senedi iade etmek için içeri girmesi gerektiğini düşündü. Profesör’le özel olarak görüşmek istediğini söyleyebilirdi. Bu durumda Profesör, karısını ve kızını yanlarına davet etmeyecek, ederse de Horace bir bahane bulacaktı. Evdekiler bunun biraz tuhaf, belki de nezaketsiz bir tutum olduğunu düşünebilirdi ancak Horace bunu pek önemseyeceklerini düşünmüyordu.
Cottesmore Gardens’a vardığında, özellikle de kuytu ve kusursuz bu mahallenin en temiz ve mütevazılarından biri olan Futvoye ailesinin evinin kapısına geldiğinde, içinde Profesör’ün dışarıda olabileceğine dair cılız bir umut belirdi. Eğer öyleyse, kataloğu bırakıp evine döndüğünde ona bir mektup yazabilir ve müzayededeki parçaları alamadığını söyleyerek senedini iade edebilirdi.
Tam da öyle oldu, Profesör evde değildi ancak Horace duruma düşündüğü kadar sevinmemişti. Hizmetçi ona hanımların salonda olduğunu söyledi ve içeri gireceğinden emin bir şekilde Bayan Futvoye’a gelenin Bay Ventimore olduğunu söyledi. Horace fazla kalmayacak, onları rahatsız etmeden neden geldiğini açıklayıp gidecekti. Bayan Futvoye, misafir odasının en uzak köşesinde mektup yazıyordu. Kediotu kuşağı ve göğsünde bir demet Parma menekşesi olan siyah, tül elbisesiyle her zamankinden daha fazla göz kamaştırıcı güzellikteki Sylvia ise ön odada rahatça oturmuş kitap okuyordu. Horace’ın geldiğini görünce toparlandı, rahatı bozulduğu için kızan bir hali yoktu ancak belli ki şaşırmıştı.
Horace istemsiz bir resmiyetle, “Özür dilerim,” diyerek söze başladı. “Böyle uygunsuz bir vakitte geldim. Ancak Profesör…”
Bayan Futvoye sert bir tavırla “Haberim var,” diyerek onun sözünü kesti. Açık gri renkli gözleriyle, kurnaz ancak agresiflikten kaçınan ve şakacı bir bakışla onu içeri davet etti.
“Kocamın sizin gibi bir adamın iyi niyetini böylesine utanç verici bir şekilde suiistimal ettiğinden haberim var. Gerçekten, sizin gibi meşgul bir adamdan tüm işini gücünü bir kenara bırakıp tüm gününü o aptal müzayedede geçirmesini istemesi çok yanlıştı.”
“Ah, yapacak önemli bir işim yoktu. Ne yazık ki, kendime meşgul bir adam diyemem,” dedi Horace. Zaten çok iyi bildikleri şeyi gizledikleri için onları küçük düşürmeyi amaçlayacak derecede dürüsttü.
“Ah, pekâlâ. Bu davranışı önemsememeniz çok kibar ancak yine de bunu yapmamalıydı. Üstelik bu kadar kısa bir tanışıklığın ardından… Daha da kötüsü, bu akşam beklenmedik bir işi çıktığı için dışarıda. Eğer beklemenizde bir sakınca yoksa,çok geçmeden dönecektir.”
“Aslında beklememi gerektirecek bir şey yok,” dedi Horace. “Çünkü kataloğa baktığında müzayedede olanlar hakkında bir fikir sahibi olacak. İstediği parçalar bütçesinden çok daha fazlasına satıldığı için hiçbirini alamadım.”
“Buna çok memnun oldum,” dedi Bayan Futvoye. “Çünkü çalışma odası bu tür tuhaf eşyalarla dolu ve evin her yerinin müze veya antika dükkânı gibi görünmesini istemiyorum. Onu, büyük ve şatafatlı bir mumya kutusunun salon için pek uygun olmadığına ikna etmek için elimden geleni yaptım. Lütfen oturun Bay Ventimore.”
“Teşekkürler,” diye mırıldandı Horace. “Ama kalmayayım. Profesör’e onu göremediğim için üzgün olduğumu iletebilirseniz ve depozito olarak bana bıraktığı bu senedi verirseniz çok sevinirim. Sizi bir daha rahatsız etmeyeceğim.”
Genellikle sosyal ortamlarda soğukkanlılığını koruyamazdı ama bu kez, çekingen bir çocuk gibi davranmasına neden olan utancı, ona karşı konulamaz bir evden kaçma arzusu hissettiriyordu.
“Saçmalamayın!” dedi Bayan Futvoye. “Eğer o gelene kadar sizi misafir etmezsem kocam çok kızar.”
“Gerçekten gitmem gerek,” dedi Horace, oldukça istekli görünüyordu.
Sylvia acımasız bir şekilde, “Bay Ventimore’a kalması için baskı yapmayalım anne, özellikle bariz şekilde gitmek istiyorken,” dedi.
“Eh, pekâlâ. Sizi alıkoymayacağım, en azından çok uzun bir süreliğine. “Giderken posta kutusuna benim için bir mektup atmanızın sakıncası var mı? Neredeyse bitmek üzere ve bu akşam göndermem lazım. Hizmetçim Jessie biraz üşütmüş, onu bu halde dışarı göndermek istemedim.”
Ne kadar gitmek istese de bunun üzerine kalmayı reddetmesi imkânsız hale gelmişti. Sadece birkaç dakika beklemesi gerekiyordu. Sylvia bu kısa süreyi ona ayırabilirdi. Zaten onu bir daha rahatsız etmeyecekti. Bayan Futvoye masanın başına geri dönünce o ve Sylvia odada yalnız kaldılar.
Horace ona çok da uzak olmayan bir koltuğa oturup nezaket gereği birkaç şey söylemişti. Sadece birkaç hafta önce Normandiya’da kendisiyle böyle çekici bir üslupta, samimiyet ve güven dolu bir edayla konuşan Sylvia’yla bu Sylvia’nın nasıl aynı kişi olabileceğine dair aklını kurcalayan düşüncelerle, olabildiğince tekdüze bir tonda konuşmaya çalıştı.
En kötüsü, siyah dantelin arkasından parlayan ince kolları ve arkasındaki lambanın cılız ışığında aydınlanan kestane rengi, ipek gibi yumuşak saçlarıyla Sylvia o akşam her zamankinden daha büyüleyici görünüyordu. Kaşlarındaki hafif çatıklık ve dudağının aşağı doğru kıvrılmış hali sıkıldığını gösteriyor gibiydi.
“Annem şu mektubu bir türlü bitiremedi,” dedi en sonunda. “Gidip acele etmesini söylesem iyi olacak.”
“Lütfen gitme, eğer benden kurtulmak istemiyorsan tabii.”
“Gitmek için can attığını zannediyordum,” dedi soğuk bir ifadeyle. “Hem ailecek bugün yeterince vaktini aldık.”
“St. Luc’te benimle böyle konuşmuyordun,” dedi.
“St.Luc’te mi? Haklı olabilirsin. Ancak gördüğün gibi Londra’da işler daha farklı.”
“Hem de çok…”
“İnsan yurtdışında biriyle, özellikle sosyalleşmeye epey yatkın biriyle tanıştığında,” diyerek devam etti Sylvia, “onları gerçekte olduklarından daha hoş bulmaya meyilli oluyor. Sonra onlarla tekrar karşılaştığında, onlarda tam olarak neyi beğendiğine şaşırıyor. İlk tanışmadakiyle aynı düşünceler içindeymiş gibi davranmanın bir anlamı yok çünkü er ya da geç gerçekler açığa çıkıyor. Anlatabiliyor muyum?”
“Çok iyi anlıyorum,” dedi Horace yüzünü buruşturarak. “Ancak bunu hak edecek ne yaptığımı merak ediyorum, lütfen söyle.”
“Ah, seni suçlamıyorum. Melek gibisin. Babam nasıl oldu da senden onun için bu kadar zahmete girmeni bekledi, aklım almıyor. Yine de onu kırmadın. Gerçi muhtemelen bundan nefret etmişsindir.”
“Aman Tanrım! Babana ya da ailenden birine bir faydamın dokunmasından ne kadar memnun olacağımın farkında değil misin?”
“Ah, elbette. Az önce içeri girdiğinde mutluluğun yüzünden okunuyordu. Bu işi bitirip bir an önce gitmek istediğin her halinden belliydi. Annemin mektubu bitirip seni azat etmesini iple çektiğinin gayet farkındayım. Bunu görmediğimi mi düşünüyorsun?”
“Diyelim ki haklısın, en azından söylediklerinin bir kısmında,” dedi Horace. “Bunu neden yaptığımı tahmin edemiyor musun?”
“O öğleden sonra, buraya ilk geldiğinde bunu neden yaptığını tahmin etmiştim. Annem bizi ziyaret etmeni istemişti ve nezaket gereği onu kırmadın, belki bizi yeniden görmenin güzel olabileceğini düşünmüş olabilirsin. Ancak ikisi aynı şey değil. O gün yüzünün aldığı şekli gördüm, son derece geleneksel, mesafeli ve sert bir tavrın vardı. Öyle olunca ben de mesafeli bir tavır takındım. Giderken bir daha hiçbirimizi görmemeye kararlı gibiydin. Bu yüzden babamın böyle bir şey için sana gelmiş olmasına çok öfkelendim.”
Bunlar gerçeğe o kadar yakındı ki, Horace yine de kendini açıklama yapmak zorunda hissetti.
“Belki de aramızdaki şeyi bu halde bırakmam gerekir,” dedi. “Ancak yapamam. Bunu söylememin hiçbir faydası olmayacağının farkındayım ama seninle tekrar karşılaşmanın benim için neden acı verici olduğunu söyleyebilir miyim? Değişmiştin ve kısa süreliğine de olsa bir arkadaşlığımız olduğunu unutmak istediğini, benim de bunu hafızamdan silmemi umduğunu düşündüm. Bunu yapmam mümkün değil. Seni suçladığımdan değil, yanlış anlama ancak bu durum beni çok etkiledi. Sonrasında zor zamanlar geçirdiğim için kendimi yeniden böyle bir acının içerisine sokmak istemedim.”
“Bu durum seni üzdü mü?” dedi Sylvia yumuşak bir sesle. “Ben de biraz üzüldüm, sadece biraz,” diye ekledi. Aniden, yüzünde bir gülümseme belirmiş ve gamzeleri meydana çıkmıştı. “O halde aramızdaki şeyi yoluna koymalıyız. Belki artık bizden uzak durmakta ısrarcı davranmazsın.”
Horace kasvetli bir surat ifadesiyle “Sanırım,” dedi. Gerçek düşüncelerini itiraf etmemeye kararlı görünerek, “Senden uzak durmam en iyisi olacak.”
Yarı kapalı gözleri uzun kirpiklerinin arasından parlayan Sylvia’nın göğsündeki menekşeler yere düştü. Kırgın ve gücenmiş bir ses tonuyla “Ne düşündüğünü anlamıyorum,” diyebildi.
O güne kadar çektiği acıları fazlasıyla telafi eden bu cazibeye teslim olmak ona tatlı geliyordu ancak ne olursa olsun artık yanlış anlaşılmayacaktı.
“İtiraf etmem gerekirse, sana ümitsizce âşığım,” dedi. “İşte şimdi sebebini biliyorsun.”
“Bunun, beni bir daha görmemen için geçerli bir sebep olduğunu düşünmüyorum. “Sence öyle mi?”
“Sana aşktan bahsetmeye hakkım yoksa evet, gayet geçerli bir sebep.”
“Az önce bana olan aşkından bahsettin ya?”
“Biliyorum,” dedi Horace pişmanlıkla. “Kendime hâkim olamadım, böyle bir niyetim yoktu ama ağzımdan kaçtı. Bunun ne kadar umutsuz bir aşk olduğunun çok iyi farkındayım.”
“Elbette, madem umutsuz olduğundan bu kadar eminsin, denememekte çok haklısın.”
“Sylvia! Yoksa… Yoksa umutsuz değil mi? Bunu mu ima ediyorsun?”
“Gerçekten hâlâ anlayamadın mı?” diye sordu mutlu bir gülümsemeyle. Ne aptalsın!”
Horace, Sylvia’nın ellerini tutarak konuşmaya devam etti, “Yani sen de bana karşı boş değilsin. Ah! Ne bencil bir adamım! Şimdi evlenemeyiz, benimle bir hayat kurmanı teklif edebilmem için birkaç yıl gerekebilir ama annen ve baban benimle nişanlandığını duymalı.”
“Şimdi öğrenmelerine gerek var mı, Horace?”
“Evet, Bayan Futvoye’a söylemezsem kendimi aşağılık bir adam gibi hissederim.”
“Öyleyse kendini aşağılık bir adam gibi hissetmeyeceksin çünkü gidip ona birlikte haber vereceğiz.” Sylvia ayağa kalkıp annesinin yanına giderek kollarını onun boynuna doladı. “Anneciğim,” dedi fısıldayarak. “Bu kadar uzun mektup yazdığın için suçlu sensin. Şey, nasıl bu noktaya geldik bilmiyorum ama Horace’la az önce nişanlanmış olduk. Çok kızmadın, değil mi?”
Bayan Futvoye, Sylvia’nın kollarından kurtulup Horace’a dönerken, “İkiniz de çok aptalsınız,” dedi. “Bay Ventimore, duyduğum kadarıyla şu an evlenebilecek durumda değilsiniz.”
“Maalesef değilim,” dedi Horace. Henüz düzgün bir işim yok ama elbet bir gün şansım dönecek. O zamana kadar Sylvia’yla evlenmeyi talep etmeyeceğim.”
“Ama anne! Horace’ı sen de seviyorsun,” diyerek savunmaya geçti Sylvia. “Ayrıca onu beklemeye hazırım. Hiçbir şey beni ondan vazgeçiremez ve kalbimi asla ama asla bir başkasına vermem. Lütfen bu evliliğe rıza göster.”
Bayan Futvoye, “Sanırım suçlu benim,” diyerek söze girdi. “St.Luc’te bunların olacağını öngörmeliydim. Sylvia bizim tek çocuğumuz Bay Ventimore ve ben onun sevmediği biriyle evlenmesindense mutlu olacağı bir evlilik yapmasını tercih ederim. Ancak bence bu ilişki son derece umutsuz. Babasının bunu onaylamayacağına eminim. Bence bu konudan söz etmemeliyiz, onu sinirlendirmekten başka işe yaramaz.”
“O halde siz bu ilişkiye karşı değilsiniz,” dedi Horace, “Sylvia’yla görüşmemize engel olmazsınız değil mi?”
“Aslında buna izin vermemem gerekir,” dedi Bayan Futvoye. “Ancak bizi bir tanıdık olarak ziyarete gelmenizde bir sakınca görmüyorum. Sylvia’ya alışkın olduğunu hayatı sunabileceğinizi kocama kanıtlayana kadar resmi bir nişan olmayacağını bilmelisiniz. Sizden bunu istemeye hakkım vardır diye düşünüyorum.”
Horace onun oldukça duygusuz ve materyalist bir kadın olduğunu düşünüyordu ancak Bayan Futvoye, gösterdiği hoşgörüyle onu haksız çıkarmıştı. Bu yüzden şartlarını âdeta minnetle kabul etti. Ne de olsa Sylvia’nın sevgisine karşılık vermesi ve onu zaman zaman görmesine izin verilmesi yeterliydi.
Bu konuşmanın ardından Bayan Futvoye mektubuna geri dönmüştü. Sylvia ve Horace geleceğe dair sohbet ederken, Sylvia “Çok yazık oldu,” diyerek konuyu değiştirdi. “Müzayededen hiçbir şey alamaman kötü oldu. Belki bu sayede babamın gözüne girebilirdin.”
“Şey, aslında kendim için bir parça aldım,” dedi, “Ancak baban bununla ilgilenir mi emin değilim.” Ve ona pirinç şişeyi nasıl satın aldığından bahsetti.
“Gerçekten bir gineyi buna mı verdin?” diye sordu Sylvia. “Liberty’ye gitseydin bu parçanın aynısını hatta daha iyisini altı-yedi peniye alabilirdin. Kirli, rengi soluk ve asırlar öncesinden olmadığı sürece babam hiçbir parçayı önemsemez.”
“Bu bahsettiklerinin hepsi bu şişede var. Katalogda olmamasına rağmen Profesör’ün ilgisini çekebileceğini düşündüğüm için aldım.”
Güzel ellerini birbirine kenetleyen Sylvia “Ah!” dedi. “Umarım öyle olur Horace. Eğer bu parça ender ve değerli bir şey çıkarsa, babam o kadar memnun olur ki her şeye razı gelebilir. Ah kapıda bir tıkırtı var, geliyor. Ona pirinç şişeden bahsetmeyi unutma.”
Profesör oturma odasına girdiğinde çok neşeli görünmüyordu. “Kusura bakmayın evden çıkmam gerekti. Beklediğinize sevindim.”
“Ben de efendim,” diyerek söze giren Horace Profesör’ün neşesini biraz daha kaçıracağını bilmesine rağmen müzayedede olanları anlatmaya başladı. Profesör katalogdaki ürünlere bakıp dudağını büzerek “Keşke kendim gitseydim,” dedi. “Şu kâse, on altıncı yüzyıl Acem eserlerinin çok güzel bir örneği, hem de sadece beş gineye satılmış. Bu parçaya hiç düşünmeden on gine bile verirdim! Bütçemi akıllıca değerlendirip doğru teklifte bulunacağınız konusunda size gerçekten güvenmiştim.”
“Efendim hatırlarsanız, not aldığınız miktarları aşmamamı bana sıkı sıkı tembihlemiştiniz.”
“Hiç de bile!” dedi Profesör aksi bir tavırla. “Katalogda yazanlar sadece size yol göstermesi içindi. Bu parçalardan herhangi birini hangi miktar olursa olsun alabilseydiniz, sizi onaylayacağımı bilmeliydiniz.”
Böyle bir düşünce Horace’ın aklından bile geçmemişti. Üstelik tam tersini düşünmek için de pek çok nedeni vardı ama tartışmanın faydasız olacağını gördüğünden sadece yanlış anladığından dolayı üzgün olduğunu söyledi.
Profesör aksini ima eden bir ses tonuyla, “Tüm hata benim, buna kuşku yok,” dedi. “Yine de bu konulardaki deneyimsizliği hesaba katarak, birinin tek bir parçayı bile satın alamadan Hammond gibi bir yerde tüm günü teklif vererek geçirmesinin imkânsız olduğunu düşünmeliydim.”
“Ama baba!” diyerek araya girdi Sylvia. “Bay Ventimore müzayededen kendi parasıyla bir parça almış. Katalogda olmayan pirinç bir şişe. Değerli bir şey olduğunu düşünüyor, bu konuda fikrini almayı çok istiyor.”
“Hah!” dedi Profesör. “Modern pazar işlerinden bir tane daha. Parasını buna harcamasa daha iyi olurmuş. Nasıl bir şişe? Anlatın bakalım.”
Horace şişeyi tarif etmeye başladı.
“Arapların ‘kum-kum’ dediği, genellikle fıskiye veya gül sulamak için kullanılan şeylerden birine benziyor. Bunlardan yüzlerce var,” dedi Profesör huysuzca.
“Perçinlenmiş veya lehimlenmiş bir kapağı vardı,” dedi Horace. “Şekli de şöyle bir şeye benziyordu…” deyip aklında kaldığı kadarıyla şişenin taslağını çizerek Profesör’e uzattı. Gönülsüzce çizime bakarken birden ilgisi artan Profesör, gözlüklerini düzelterek dikkatlice incelemeye başladı.
“Ah, bu şekil kesinlikle antika. Üstünü de havayı sızdırmayacak şekilde sıkı sıkıya kapatmışlar, değil mi? Sanki içinde bir şey varmış gibi görünüyor.”
“Binbir Gece Masalları’nda balıkçının bulduğu mühürlü kavanozdaki gibi içinden bir peri çıkabilir mi?” diye sordu Sylvia. “Öyle olsa ne eğlenceli olurdu!”
“Peri derken daha doğru ve bilimsel bir terim olan Jinnee’yi3 kastettiğini varsayıyorum,” dedi Profesör. “Dişisi Jinneeyeh, çoğul hali ise Jinn’dir. İçinde böyle bir şey olması pek olası değil. Ancak Bay Ventimore’un tarif ettiği gibi ağzı sıkı sıkıya kapalı bir şişenin papirüs veya arkeolojik açıdan ilgi çekici diğer kayıtlar için bir hazne olarak tasarlanması ve içindeki şeyin hâlâ koruma altında olması pek de imkânsız değildir. Size kapağı açarken çok dikkatli olmanızı tavsiye ederim bayım, eğer içinde bazı belgeler varsa onları doğrudan havayla temas ettirmeyin ve hatta dokunmazsanız çok daha iyi olur. İçinde gerçekten bir şey olup olmadığını, varsa da ne olduğunu çok merak ediyorum.”
“Şişeyi çok dikkatli bir şekilde açacağım,” dedi Horace. “İçindeki ne olursa olsun sizi hemen haberdar edeceğimden şüpheniz olmasın.”
Kısa süre sonra evden çıkarken Sylvia’nın parlayan gözlerindeki güven onu cesaretlendirmiş ve tokalaşma sırasında elini sıkı sıkı tutması heyecanlandırmıştı.
Bu akşamın sonunda o müzayede odasında geçirdiği saatlerin karşılığını fazlasıyla almıştı. Sonunda şansı dönmüştü; başaracaktı. Sanki başına talih kuşu konmuştu.
Sylvia’yı düşünerek birkaç yıldır kaldığı, Vincent Meydanı’nın kuzeyindeki yarı müstakil, eski moda eve girdi. Saat neredeyse on iki olmuştu, ev sahipleri Bayan Rapkin ve kocası çoktan yatmışlardı.
Ventimore veranda ve balkona açılan iki uzun pencereli geniş oturma odasına çıktı. Kendi zevkine göre dekore ettiğinden, bu odada tipik bir pansiyondaki iç karartıcı çirkinliklerden eser yoktu.
Oda kapkaranlıktı, hava ateş yakılamayacak kadar ılık olduğundan lambayı yakmadan önce el yordamıyla etrafta kibrit araması gerekiyordu. Lambayı yaktıktan sonra ilk gördüğü şey, öğleden sonra satın aldığı ve şimdi şöminenin yanındaki lekeli tahtaların üzerinde duran bombeli, uzun boyunlu şişe oldu. Alışılmadık bir hızda teslim edilmişti!
Nedense şişeyi görünce tiksindi. “Düşündüğümden de sevimsiz bir nesne,” dedi kendi kendine. “Bir baca külahı bile daha dekoratif ve odama uygun olurdu. Bir ginemi, bundan daha anlamsız bir şeye harcayamazdım. İçinde gerçekten bir şeyler olup olmadığını merak ediyorum, o kadar çirkin ki bari bir faydası dokunsa. Profesör içinde belgeler olabileceğini düşünüyor, öyleyse haberi olmalı. Her neyse ona teslim etmeden önce içinde ne var ne yok öğreneceğim.”
Uzun, kalın boynundan tutup şişenin kapağını çevirmeye çalıştı ama kapak oynamadı. Buna şaşırmamıştı çünkü kapak lava benzeyen bir tabakayla kaplıydı.
“Bu tabakanın birazını kazıdıktan sonra tekrar denemeliyim,” diye düşündü. Alt kata inip bir çekiç ve keski aldıktan sonra bunlarla kapak çizgisi ortaya çıkana kadar tabakayı ufalayınca ortaya mandal gibi görünen kaba, metal bir tokmak çıktı.
Bir süre tokmağa sertçe vurarak kapağı açmaya çalıştıktan sonra şişeyi dizlerinin arasına alarak var gücüyle kapağı çekmeye başladı. Sallanır gibi olan şişenin kapağı biraz gevşemeye başlamıştı, son kez sert bir şekilde çekince kapak aniden öyle bir fırladı ki Horace şiddetle geriye doğru savrulup kafasını lambrinin köşesine vurdu.
Yoğun tıslama sesleriyle kapaktan çıkan siyah dumanın devasa bir sütun halinde tavana kadar yükselmesi ona şişenin yan yattığını düşündürdü, burnuna keskin ve tuhaf bir koku geliyordu. “Suikast bombası gibi bir şey satın almışım,” diye düşündü. “Birkaç saniye içinde bedenimin parçaları tüm meydana dağılacak!” Bu sonuca varır varmaz bilincini tamamen kaybetti.
Birkaç saniyeden fazla bilincini yitirmiş halde kalmış olamazdı çünkü gözlerini açtığında oda hâlâ dumanla kaplıydı ve dumanın arasından anormal, devasa boyuttaki bir yabancının suretini belli belirsiz seçebildi. Bu, dumanın büyüten etkisinden kaynaklı optik bir illüzyon olmalıydı; zaten duman dağılır dağılmaz ziyaretçisinin normal bir boyda olduğunu gördü. Yaşlıydı ve üzerindeki doğuya özgü, koyu yeşil tonlardaki cüppesi ve sarığıyla gerçekten saygıdeğer bir görünüşü vardı. Ellerini havaya kaldırmış, yüksek sesle Horace’ın bilmediği bir dilde bir şeyler söyleyerek dikiliyordu.
Hâlâ sersemliğini üzerinden atamayan Horace, onu gördüğüne şaşırmamış gibiydi. Bayan Rapkin sonunda bir doğulunun ikinci kata taşınmasına izin vermiş olmalıydı. Ev arkadaşı olarak bir İngilizi tercih ederdi ancak bu yabancının muhtemelen dumanı fark ederek ona yardıma gelmiş olması samimiyetini ve cesaretini gösteriyordu.
“İçeri gelmeniz büyük incelik bayım,” dedi ayağa fırlarken. “Tam olarak ne olduğunu bilmiyorum ama bir şeyim yok. Sadece biraz sarsıldım. Bu arada, sanırım İngilizce konuşabiliyorsunuz, değil mi?”
“Elbette hitap ettiğim herkesin anlayacağı şekilde konuşabiliyorum,” diye yanıtladı yabancı. “Söylediğimi anlıyor musun?”
“Şimdi gayet iyi anlıyorum,” dedi Horace. “Ancak az önce anlayamadığım bir şey söylediniz. Tekrar etmenizde bir sakınca var mı?”
“Tövbe ey Allah’ın Resulü! Bir daha asla böyle bir şey yapmayacağım dedim.”
“Ah!” dedi Horace. “Sanırım biraz şaşırdınız. Şişeyi açtığımda ben de çok şaşkındım.”
“Söyle bana, o mührü gerçekten senin elin mi kaldırdı ey iyilik sahibi genç adam?”
“Evet, şişeyi ben açtım,” dedi Ventimore. “Ortada bir iyilik var mı bilmiyorum çünkü o şeyin içinde ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok.”
“İçinde ben vardım,” dedi yabancı sakince.