Kitabı oku: «Japon Mitleri ve Efsaneleri»
Giriş
Pierre Loti Madame Chrysanthème’de, Gilbert ve Sullivan Mikado’da ve Sir Edwin Arnold Seas and Lands’te bize Japonya’nın Uzakdoğu’da gerçek bir peri ülkesi olduğu izlemini vermiştir. Hem ülkenin hem de Japonların güzelliği ve ilginçliği karşısında mest olduk. Japonların tuhaf yöntemlerine güldük, çekici Japon kadınları rengârenk kimonolarıyla bizi büyüledi ve Nippon’un temel özelliklerinin çay evleri, kiraz çiçeği ve geyşa olduğu konusunda belirsiz bir fikre sahip olduk. Yirmi yıl önce Japonya’yı pek ciddiye almıyorduk. Hâlâ Mikado’nun melodik müziğini dinliyoruz ancak artık Japonya’yı bir çeşit yüceltilmiş söğüt desenli tabak olarak görmüyoruz. Yükselen Güneş’in Ülkesi, Yükselmiş Güneş Ülkesi haline geldi, çünkü Japonya’nın acayipliğinin ve güzelliğinin, peri benzeri tavırlarının ve âdetlerinin yalnızca büyük ve ilerici bir ulusun dış görünüşü olduğunu öğrendik. Bugün Japonya’yı Doğu’daki bir güç olarak tanıyoruz.
Japonlar, Çin’in dinini, sanatını ve sosyal hayatını çabucak benimseyip bunlardan faydalandılar. Konumlarını güçlendirecek ve geliştirecek malzeme aramak için başka yerlere bakarak Göksel Krallık’tan ödünç aldıkları şey üzerine kendi ulusal mühürlerini yerleştirdiler. Japonya başkalarına bilgi vermeye karşı her zaman isteksizdi, ancak gelişimi için kullanabileceği her türlü bilgi formuna ulaşmaya her daim hazırdı. Kenko, on dördüncü yüzyılda Tsurezuregusa adlı eserinde şöyle yazmıştır: “Varılacak yer neresi olursa olsun hiçbir şey insanın gözünü seyahat kadar açamaz.” Yirminci yüzyılda yaşayan Japonlar bu mükemmel tavsiyeyi hayata geçirdiler. Çok uzaklara seyahat ettiler ve çeşitli gözlemlerini iyi kullandılar. Bu kadar uzun süre bir başına ve yıllarca feodalizme bağlı kalmış bir ülkenin, nispeten kısa bir zaman dilimi içinde batı savaş sistemimizin yanı sıra ahlaki ve sosyal düşüncelerimizin çoğuna hâkim olup büyük bir dünya gücü haline gelmesi birçoğumuz için şaşırtıcı bir durumdur.
Bugün Yeni Japonya hakkında çok şey duyuyoruz ancak mevcut rejimin üzerine kurulduğu Eski Japonya’nın önemini gözden kaçırmaya son derece meyilliyiz. Ancak unutulmamalıdır ki Japonya’nın bugünkü büyük kahramanları (Togo ve Oyama), damarlarında hâlâ o eski samuray ruhundan bir şeyler taşıyorlar, hâlâ modernlikleri aracılığıyla Buşido’nun anlamından bir şeyler yansıtıyorlar. Japon mizacı hâlâ kendine özgüdür, batılı değildir. Japonya’nın büyüklüğü vatanseverliğinde, sadakatinde ve tüm kalbiyle ülkesini sevmesinde bulunur. Şintoizm ona yüce ölülerine hürmet etmeyi öğretmiştir. Budizm, dini düşüncelerine katkıda bulunmanın yanı sıra edebiyatına ve sanatına da katkıda bulunmuştur. Ve Hıristiyanlık, her türlü yararlı sosyal reformu uygulamaya koymada etkisini göstermiştir.
Japon halkının ırksal kökeniyle ilgili birbiriyle çelişen birçok teori söz konusudur. Bu konuda kesin bir bilgiden mahrumuz. Japonya’nın ilk sakinleri muhtemelen adaları anakaradan ayıran mesafenin bugünkü kadar büyük olmadığı bir zamanda Kuzeydoğu Asya’dan gelmiş bir Aryan halkı olan Anyulardı. Anyuları iki farklı Moğol istilası takip etti ve bu işgalciler öncüllerine kolaylıkla diz çöktürdüler. Ancak zaman içinde bu Moğol grupları Filipinler’den gelen Malaylar tarafından kuzeye doğru sürüldü. “MS 500 yılına gelindiğinde, nüfus içerisindeki Anyu, Moğol ve Malay unsurlar, Norman fethinden sonra İngiltere’de gerçekleşen süreçle hemen hemen aynı şekilde tek bir ulus haline gelmişlerdi. Anyuların direniş gücü, Moğolların entelektüel nitelikleri ve Malayların denizcilik mirası olan beceriklilik ve uyum yeteneğinin, ulusun karakterinin oluşumuna katkıda bulunduğu söylenebilir.”1 Baelz ve Rein gibi otorite isimler, Japonların Moğol olduğu görüşünü savunuyorlar ve bunlar her ne kadar Anyularla kaynaşmış olsalar da Profesör B. H. Chamberlain, “bu iki ulusun, Kuzey Amerika’da beyazlar ile Kızılderililer kadar birbirlerinden ayrı olduklarını” belirtmektedir. Anyular Japonya’da küçümseniyor; antropologların ve ünlü konuşmacıların ilgisini çeken kıllı yerliler, gücün ve sertliğin sembolü olarak ayıya tapan zavallı mahlûklar olarak kabul ediliyor olsa da Japonya üzerinde iz bırakmışlardır. Fuji muhtemelen Anyu Ateş Tanrıçası’nın ismi olan Huçi veya Fuçi kelimesinin bozulmuş halidir ve hiç şüphe yok ki özellikle ana adanın kuzeyinde bugün bile tanınabilir durumda olan çok sayıda coğrafi yerin adı bu yerli halktan gelir. Kappa veya nehir canavarı gibi bazı Japon batıl inançlarında Anyuların etkisini görebiliriz.
Çinliler, bu yarımada kendi krallıklarının doğusunda olduğu için Japonya’ya Jih-pén, yani “güneşin geldiği yer” ismini verdiler ve günümüzde kullandığımız Japonya ve Nippon kelimeleri Jih-pén’den gelmektedir. Marco Polo bu ülkeyi Zipangu diye anmıştır ve kadim bir isim ülkeyi “Bereketli kamış kaplı ovaları olan beş yüz yıllık sonbaharın taze pirinç başaklarının ülkesi” diye tarif etmektedir. Böylesine uzun ve betimleyici bir unvanın bugün Japonlar tarafından kullanılmamasında şaşılacak bir durum yok. Ancak Japonya için kullanılan eski bir kelimeye (Yamato) hâlâ sıklıkla başvurulması ilgi çekici. Yamato Damaşi “Fethedilemez Japonya’nın Ruhu” anlamına gelir. Japonya’nın Yusufçuk Adası olarak anıldığına da rastlıyoruz. Eski Japon Kronikleri’nde İmparator’un MÖ 630’da Waki Kamu no Hatsuma isimli bir tepeye indiği ve buradan ülkeyi tüm yönlerden görebildiği anlatılır. İmparator ülkenin güzelliğinden çok etkilenerek buranın “engebeli parçalarını yalayan bir yusufçuğa” benzediğini söylemiş ve Ada Akitsu-Şima (“Yusufçuk Adası”) adını almış.
MS 712’de tamamlanan Kojiki (“Eski Olayların Kayıtları”), Japon ulusunun eski geleneklerinden bahsetmektedir. Mitler ve Şintoizmin temelleriyle başlar ve MS 628’de bitinceye kadar giderek daha tarihsel bir hal alır. Dr. W. G. Aston A History of Japanese Literature’da (Japon Edebiyatı Tarihi) şöyle der: “Kojiki, erken dönem Japonya’nın mitolojisi, töresi, dili ve efsaneleri üzerine yapılan araştırmalar için ne kadar değerli olursa olsun ister edebiyat ister gerçek olayların kaydı olarak değerlendirelim, çok zayıf bir yapımdır. Çince yazılmış çağdaşı Nihongi2 ile karşılaştırılamaz. Eserin dili, Çince ile Japoncanın tuhaf bir karışımıdır ve sanatsal kaliteyi yakalamak için girişilen, nadir görülen bir yöntemdir. Eserin oluşturulduğu koşullar yazıldığı ilginç üslubun kısmi bir açıklamasıdır. Yasumaro (Çincede bilge anlamına gelir) isimli adamın bu eseri, ‘gözlerinin önüne konulan her şeyi ağzıyla tekrarlayabilecek ve kulaklarına çarpan her şeyi kalbine kaydedebilecek kadar’ fevkalade bir hafızaya sahip olan Hiyeda no Are’nin ağzından yazdığı anlatılır. Hiyeda no Are’nin, görevi bazı devlet meselelerinde Nara Mahkemesi’nde Mikado huzurunda ‘eski kelimeleri’ ezberden okumak olan Kataribelerden (Nakledici) biri olması mümkündür.”
Kojiki ve Nihongi, Japonya’nın ilk mitlerini ve efsanelerini öğrendiğimiz kaynaklardır. Bu eserlerin sayfalarında İzanagi ve İzanami, Ama-terasu, Susa-no-o ve diğer pek çok tanrıyla tanışıyoruz. Bu yüce varlıklar bize ilginç, güzel, yarı mizahi ve bazen biraz korkunç hikâyeler sunuyor. İki kuyruksallayanın çiftleşmesini gördükten sonra birbirleriyle evlenme fikrini düşünen İzanagi ve İzanami’nin sevişmesinden daha naif ne olabilir? Bu kadim efsanede, hiç şüphesiz Kaibara’nın Onna Daigaku’su (“Kadınlar İçin Önemli Tahsil”) tarafından desteklenen ve Japonya’da yakın zamanlara kadar süregelen erkeğin kadın üzerindeki üstünlüğünün izini sürüyoruz. Ancak Güneş Tanrıçası ile erkek kardeşi arasındaki uzun süren didişmede Fevri Erkek için eski tarihçiler Susa-no-o’nun kötülüğü üzerine vurgu yapmaktadırlar. İlahi ile dişil olanın ilginç bir karışımı olan Ama-terasu, ideal bir tanrıça tipi olarak tasvir edilmektedir. Ama-terasu, toprak üzerinde tepinip tahkimatlar yaparak savaşa hazırlık yaparken, ayrıca kaya mağarasından dışarıyı gözetlerken ve Kutsal Ayna’ya bakarken tasvir edilir. Ama-terasu, Japon mitolojisinin merkez figürüdür, zira Güneş Tanrıçası’ndan Mikados türer. Tanrılar Dönemi olarak bilinen efsaneler döngüsünde Kutsal Hazineler’le tanışırız, Japon dansının kökenini keşfederiz ve hayalimizde Göğün Yüce Düzlüğü’nde dolaşır, Yüzen Köprü’ye adım atar, Kamış Ovalarının Merkezi Ülkesi’ne giriş yapar, Yomi Diyarı’nı gözetler ve Prens Sönük Ateş’i, Deniz Kralı’nın sarayına kadar takip ederiz.
İlk kahramanlar ve savaşçılar her zaman küçük ilahlar olarak kabul edilir ve atalara tapınmayla ilişkilendirilen Şintoizmin doğası, Japonya kahramanlarını pek çok etkileyici efsaneyle zenginleştirmiştir. Güç, beceri, dayanıklılık ve her türlü zorluğun üstesinden gelme becerisi için Japon kahramanın diğer ülkelerin ünlü savaşçıları arasında mutlaka yüksek bir konuma sahip olması gerekir. Japon kahramanlarında özel ilgi gerektiren son derece cömert bir şeyler vardır. En yiğit adamlar, zayıfların davasını savunanlar veya her türden kötülük ve zorbalığa karşı gelenlerdir ve bizler, kaba bir kabadayı olmaktan çok uzak olan Japon kahramanlarında bu en mükemmel nitelikleri keşfederiz. Japon kahramanları her zaman eleştiriden muaf değildir ve onlarda zaman zaman bir kurnazlık belirtisine rastlarız ancak böylesi bir özellik son derece nadirdir ve ulusal bir özellik olmaktan çok uzaktır. Doğuştan gelen şiir sevgisi ve güzellik, Japon kahramanı üzerinde saflaştırıcı bir etkiye sahip olmuştur ve bunun sonucunda kahramanın gücü nezaketle birleşmiştir.
Benkei, en çok sevilen Japon kahramanlarından biridir. O, pek çok erkeğin gücüne sahipti. Çok zarifti, mizahı duygusu çok gelişkindi ve efendisinin karısı bir çocuk doğurduğunda en sevgi dolu Japon annesinden bile daha nazik olmuştur. Minamoto ordusunun başındaki Yoşitsune ve Benkei, Danno-ura deniz savaşında Taira’yı nihayet mağlup ettiklerinde Şogun başarılarını kıskandı ve bu iki büyük savaşçı ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Onları denizin ötesinde, dağların üzerinden, sayısız düşmanlarını defalarca alt ederken takip ederiz. Matsue’de bu talihsiz savaşçılara karşı büyük bir ordu gönderildi. Kamp ateşleri, Yoşitsune ve Benkei’nin son dinlenme yerine ulaşan ışıltılı bir hat üzerinde uzanıyordu. Yoşitsune, karısı ve küçük çocuğuyla bir odadaydı. Ölüm de odadaydı ve ölümün Yoşitsune’nin emriyle gelmesi, kapısız düşmanın emriyle gelmesinden daha iyiydi. Çocuğu bir görevli tarafından öldürüldü ve sevgili karısının başını sol kolunun altında tutarak kılıcını boğazına daldırdı. Yoşitsune, bunları tamamladıktan sonra harakiri yaptı. Diğer taraftan Benkei düşmanla yüzleşti. Uzun bacakları açık, sırtı bir kayaya yaslanmış şekilde durdu. Şafak vakti geldiğinde bacakları açık, cesur vücuduna saplanmış bin okla hâlâ ayakta duruyordu. Benkei ölmüştü ama düşmeyecek kadar güçlüydü. Güneş, gerçek bir kahraman olan ve her zaman sözünde duran bir adamın üzerinde parladı: “İster zafer ister ölüm olsun, efendim nereye giderse onu takip edeceğim.”
Japonya dağlık bir ülkedir ve böyle ülkelerde erkekleri güçlü ve cesur olan bir ulus bulmayı umarız. Yükselen Güneşin Ülkesi bize kesinlikle Kral Arthur’un Şövalyeleri’yle aynı mertebede pek çok savaşçı sunmaktadır. Birçok efsane, şeytanların ve goblinlerin yok edilmesi ve tutsak olma talihsizliğine maruz kalan bakirelerin kurtarılmasıyla ilgilidir. Bir kahraman İmparator’un sarayının çatısına çömelmiş büyük bir canavarı öldürür, bir diğeri Oyeyama Goblini’ni kovar, diğeri kılıcını devasa bir örümceğin içinden geçirir ve diğeri bir yılanı öldürür. Tüm Japon kahramanları, neye teşebbüs ederlerse etsinler coşkun macera ruhunu ve bu amaca bağlılığı, bugün hâlâ Japon halkının karakteristik özelliği olan tehlikeyi ve ölümü soğukkanlı bir şekilde hiçe saymayı ortaya koyar.
“Bambu Kesici ve Ay Bakiresi” (Üçüncü Bölüm), Taketori Monogatari isimli bir onuncu yüzyıl hikâyesinden uyarlanmıştır ve Japon romantizminin en eski örneğidir. Yazarı belli değildir, ancak Kyoto’daki saray hayatı hakkında ayrıntılı bilgi sahibi biri olmalı. Bu son derece büyüleyici hikâyedeki tüm karakterler Japondur. Ancak olayların çoğu pitoresk masallar açısından çok zengin bir ülke olan Çin’den ödünç alınmıştır. F. V. Dickins, Taketori Monogatari hakkında şöyle der: “Leydi Kaguya’nın hikâyesinin biçimi ve zarafeti yerlidir, son derece acıklı doğası, doğal tatlılığı kendine aittir. Basit cazibesi ve düşünce ve dildeki saflığıyla ne Orta Krallık’ın ne de Ejder Uçuşu Ülkesi’nin kurgusu bakımından rakipsizdir.”
İnsan, Japon efsanesini incelerken özellikle evrenselliği ve ayrıca çok keskin zıtlıkları karşısında şaşkına dönüyor. Çoğu ulus güneşi ve ayı, yıldızları ve dağları ve doğanın en büyük eserlerini tanrılaştırmıştır; ancak Japonlar, açelyaların kırmızı çiçeklerini tanrıların alevleri ve Fuji’nin beyaz karlarını ilahi varlıkların giysileri olarak tarif ederler. Efsaneleri, bir yandan her şekilde, esasen şiirseldir ve Fuji Dağı’na tapanların da en küçük böcekler hakkında anlatacak ruhani hikâyeleri vardı. Japonya’nın doğa sevgisini vurgulamaya gerek bile yok. Kojiki ve Nihongi’ye kaydedilen ilk mitler oldukça ilgi çekicidir; ancak ağaçlara, çiçeklere ve kelebeklere can veren sonraki efsanelerle veya doğanın ilahi anlamını son derece nazik bir şekilde, ancak aynı zamanda zorlamayla ortaya çıkaran dini geleneklerle karşılaştırılamazlar. Ölüler Bayramı ancak güzelin, yaşamın dayanak noktası ve sevinci olduğu bir halk arasında ortaya çıkmış olabilir. Çünkü bu festival, merhumlara yaz aylarında çam ağaçlarıyla kaplı yeşil tepeleri aşmaları, göl ve deniz kıyısında dolambaçlı yollarda dolaşmaları; eski, sevilen bahçelerde oyalanıp gizlice hep gördükleri evlere girmeleri için, eski dünyevi uğrak yerlerine geri dönme çağrısından başka bir şey değildir. Bir Budist cenneti hakkındaki coşkulu anlatım, Japon düşünce yapısı veya Eski Yamato’nun ruhunu hâlâ koruyanlar için yaz aylarındaki Japonya kadar zarif değildir.
Belki de Japon mitleri, efsaneleri, masalları ve halk hikâyeleri tam anlamıyla şiirsel değildir veya sevimliliğe doyma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağız. Kutsal yapının dış tarafındaki çirkin çörtenlere baktığımız için Gotik bir katedralin kemerlerini takdir ediyor olabiliriz; Japonya efsanelerinde nazik ve sevgi dolu Jizo’yla ilişkili geleneklerle keskin bir tezat oluşturan birçok anlamsız şeye rastlıyoruz. Japon efsanelerinde çok fazla ham gerçekçilik unsuru bulunur. Gök Gürültüsü Tanrısı’nın en sevdiği yemek bizi iğrendiriyor, tilkilerin ve kedilerin sihirli güçleri karşısında şaşkına dönüyoruz. “Kulaksız Hoiçi”nin ve ceset yiyen rahibin hikâyesi, tuhaf ve korkunç olanın birleşiminin çarpıcı örneklerini sunuyor. Bir hikâyede çaydanlığın soytarılıklarına gülüyoruz, diğerinde ise mırıldanan küçük bir Japon yorganını okuduğumuzda neredeyse gözyaşlarına boğuluyoruz: “Ağabey hava muhtemelen soğuk, değil mi? Hayır, sen üşümüş olmayasın?”
Elimizde çok sayıda Japon masalı var, ancak şimdiye kadar tuhaf ve güzel gelenekler açısından böylesine zengin bir ülkenin mitleri ve efsaneleri hakkında kapsamlı bir çalışma sunan hiçbir kitap yazılmadı. Keyifli bir emeğin sonucu olan bu çalışmanın konuya gerçek bir katkı sağlaması umulmaktadır. Japon mitlerinin ve efsanelerinin tam bir derlemesini yapmak için hiçbir girişimde bulunmadım, zira bunların sayısı bir hayli fazladır. Hiç olmazsa bunları temsil edecek seçimler yapmaya çalıştım ve bu ciltte yer alan hikâyelerin çoğu genel okuyucu için yeni olacaktır.
Lafcadio Hearn, bir mektubunda şöyle der: “Periler dünyası, tıpkı bir çocuğun bir kelebeği yakalaması gibi çok yumuşak ve tatlı bir şekilde ruhumu yeniden ele geçirdi.” Biz de benzer ruhu benimsersek büyük Kobo Daişi’nin göğe ve akan suya, kalbimizin üzerine Eski Japonya’nın ihtişamını ve büyüsünü yazacağı Tanrılar Ülkesi’ne yolculuk edeceğiz.
Kobo Daişi rehberliğinde Fuji Dağı’nın varoluşuna tanık olacağız, Deniz Kralı’nın sarayında ve Ebedi Gençlik Ülkesi’nde dolaşacak, güçlü kahramanların savaşlarını izleyecek, azizlerin bilgeliğini dinleyecek, kuşlar köprüsünün üzerinden Semavi Nehri geçeceğiz ve yorulduğumuzda sürekli gülümseyen Jizo’nun elbisesinin uzun kollarına sığınacağız.
F. Hadland Davis
I
Tanrilar Dönemi
İlk Zamanlar
Bize anlatıldığına göre, ilk başta “Gök ile Yer henüz birbirinden ayrılmamış ve In ile Yo henüz bölünmemişti.” Diğer kozmogoni hikâyelerini anımsatan bir başlangıç. Çinlilerin Ying-Yang’ının eşdeğeri olan In ve Yo, eril ve dişil ilkelerdi. Eski Japon yazarlar için yaratılışın ortaya çıkışını kendi doğum biçimlerinden çok da uzak olmayan terimlerle tasavvur etmeleri daha uygundu. Polinezya mitolojisinde Rangi ile Papa’nın Gök ile Yeryüzü’nü temsil ettiği, Mısır ve diğer kozmogoni hikâyelerinde daha fazla paralellik bulunabilecek hemen hemen aynı anlayışı bulabiliriz.
Bunların neredeyse hepsinde eril ve dişil ilkelerin çok önemli ve her şeye rağmen çok rasyonel bir rol oynadığını görüyoruz. Nihongi’de, bu erkek ve dişi ilkelerin “belirsiz bir şekilde tanımlanmış sınırları olan ve çekirdekler içeren bir yumurta gibi kaotik bir kitle oluşturduğu” anlatılır. Sonunda bu yumurta hayat bulmuş; daha saf ve temiz olan kısmı dışarı doğru sürüklenip göğü oluştururken ağır unsurlar dibe çöküp “suyun üzerinde yüzen bir balıkla karşılaştırılan” yeryüzünü oluşturmuş. Gök ile Yeryüzü arasında aniden sazlığa benzeyen gizemli bir biçim belirmiş ve Ku-ni-toko-taçi (yüce şeyin üzerinde duran ebedi kara) adında bir tanrıya dönüşmüş. İzanagi ve İzanami (Davetkâr Erkek ve Davetkâr Kadın) olarak bilinen önemli tanrılara gelene kadar diğer ilahi doğumları atlayabiliriz. Bu varlıklar hakkında büyüleyici bir efsane ağı örülmüştür.
İzanagi ve İzanami
İzanagi ve İzanami, Göğün Yüzen Köprüsü üzerinde durup uçuruma doğru aşağıya bakıyorlarmış. Birbirlerine, Büyük Yüzen Köprü’nün çok çok aşağısında bir ülke olup olmadığını sormuşlar. Bu ülkeyi bulmaya kararlılarmış. Bunu yapmak için bir mücevher mızrağı fırlatıp okyanusu bulmuşlar. Mızrağı biraz kaldırmışlar, mızraktan su damlayıp pıhtılaşmış ve Onogoro-jima adası (“kendiliğinden-pıhtılaşan-ada”) meydana gelmiş.
Bu adanın üzerine iki tanrı inmiş. Kısa bir süre sonra karı koca olmak isteseler de aslında kardeşlermiş. Ancak böyle bir ilişki doğuda evliliği hiçbir zaman engellememiştir. Böylece tanrılar adaya bir sütun dikmişler. İzanagi bir taraftan, İzanami de diğer taraftan yürümüş. Karşılaştıklarında İzami şöyle demiş: “Ne kadar harika! Sevimli bir gençle tanıştım.” Bu saf ifadenin İzanagi’yi memnun edeceğini düşünebilirsiniz ancak bu onu son derece kızdırmış ve sertçe cevap vermiş: “Erkek olan benim ve bu sebepten ilk önce benim konuşmam gerekirdi. Nasıl oluyor da bilakis sen, bir kadın olarak ilk konuşan oluyorsun? Bu talihsizlik. Tekrar dolaşalım.” Böylelikle iki tanrı tekrar dolaşmışlar. Bir kez daha karşılaştıklarında İzanagi şöyle demiş: “Ne kadar harika! Çok güzel bir bakireyle karşılaştım.” Bu karşılaşmadan kısa süre sonra İzanagi ile İzanami evlenmişler.
İzanami; adaları, denizleri, nehirleri, otları ve ağaçları meydana getirdiğinde o ve efendisi istişare ederek şöyle demişler: “Şimdi dağlar, nehirler, otlar ve ağaçlarla Büyük Sekiz Ada ülkesini yarattık. Neden Evrenin Efendisi olacak birini yaratmayalım?”
İlahların dilekleri yerine gelmiş ve vakti geldiğinde Ama-terasu, yani Güneş Tanrıçası dünyaya gelmiş. “Yüce Tanrının Cennet”i olarak biliniyormuş ve o kadar güzelmiş ki ebeveynleri onu Cennetin Merdiveni’ne ve muhteşem ışınlarını yeryüzüne saçması için gökyüzünün en yükseklerine göndermeye karar vermiş.
Bir sonraki çocukları Ay Tanrısı Tsuki-yumi’ymiş. Gümüş rengi ışıltısı, kız kardeşi Güneş Tanrıçası’nın altın parıltısı kadar zarif değilmiş ancak yine de onun eşi olmaya layık görülmüş. Böylelikle Ay Tanrısı Cennet Merdiveni’ne tırmanmış. Kısa sürede kavga etmişler ve Ama-terasu demiş ki: “Sen aşağılık bir tanrısın. Seninle yüz yüze görüşmemeliyim.” Böylelikle gündüz ve gece olarak ayrı düşmüşler ve ayrı yaşamışlar.
İzanagi ile İzanami’nin bir sonraki çocuğu Susa-noo’dur (Sert Erkek). Susa-no-o’ya ve onun yaptıklarına daha sonra geri döneceğiz ve dikkatimizi şimdilik anne babasına vermekle yetineceğiz.
İzanami Ateş Tanrısı Kagu-tsuçi’yi doğurmuş. Bu çocuğun doğumu onu hasta etmiş. İzanagi yere kapaklanmış, acı acı ağlamış ve dizlerini dövmüş. Bunlar fayda etmeyince İzanami sürünerek Yomi’nin diyarına (Hades) gitmiş.
Ancak efendisi onsuz yaşayamadığı için Yomi Ülkesi’ne gitmiş. Onu bulduğunda, pişmanlıkla şöyle demiş: “Efendim ve kocam, niye bu kadar geç kaldın? Yomi’nin pişirme fırınını çoktan yedim. Yine de dinlenmek için uzanmak üzereyim. Sana dua ediyorum, bana bakma.”
Merakla hareket eden İzanagi, dileğini yerine getirmeyi reddetmiş. Yomi Ülkesi karanlıkmış, bu yüzden çok dişli tarağını gizlice çıkarmış, tarağı parçalamış ve yakmış. Aşırı derecede berbat ve korkunç bir manzarayla karşılaşmış. Eskiden güzel olan karısı şimdi şişmiş ve iltihaplı bir yaratık haline gelmiş. Sekiz çeşit Gök Gürültüsü Tanrısı ona dayanıyormuş. Ateşin Gök Gürültüsü, Dünya ve Dağ, hepsi orada onun üzerine dikilmiş ve korkunç sesleriyle kükrüyormuş.
İzanagi korkmuş ve tiksinmiş. Şöyle demiş: “Farkında olmadan iğrenç ve kirli bir ülkeye geldim.” Karısı cevap vermiş: “Niçin sana söylediklerime uymadın? İşte şimdi utandım.”
İzanami, arzusunu görmezden geldiği ve mahremiyetini bozduğu için efendisine o kadar kızmış ki onu takip etmesi için Yomi’nin Sekiz Çirkin Dişisi’ni göndermiş. İzanagi kılıcını çekmiş ve Yeraltı Dünyası’nın karanlık bölgelerine kaçmış. Koşarken başlığını çıkarıp yere fırlatmış. Başlık, hemen bir salkım üzüme dönüşmüş. Çirkin Dişiler bunu görünce eğilip tatlı meyveyi yemişler. İzanami onların durakladığını görünce efendisinin peşinden kendisinin gitmesinin daha akıllıca olduğunu düşünmüş.
Bu sırada İzanagi, Yomi’nin Çift Geçidi’ne ulaşmış. Buraya büyük bir kaya yerleştirmiş ve sonunda İzanami’yle yüz yüze gelmiş. İzanagi’nin böylesine heyecanlı maceraların ortasında resmen boşanacağını ilan edeceği akla gelmez. Ama tam da bunu yapmış. Bu teklife karısı şöyle cevap vermiş: “Sevgili efendim ve kocam, öyle diyorsan insanları bir gün içinde boğarak öldüreceğim.” Bu kederli ve tehditkâr konuşma, bir günde en az bin beş yüz insanın doğmasını sağlayabileceğini söyleyen İzanagi’yi hiçbir şekilde etkilememiş.
Yukarıdaki sözler kesinleşmiş olmalı, çünkü İzanagi’y-le bir sonraki karşılaşmamızda Yomi Ülkesi’nden, kızgın bir eşten ve Sekiz Çirkin Dişi’den kaçtığını görüyoruz. Kaçtıktan sonra arındırma yoluyla vücudunu temizledi ve bu sayede çok sayıda tanrı doğdu. Nihongi’de şöyle denir: “Bundan sonra, ilahi görevini yerine getirmiş ve ruh kariyeri değişmek üzere olan İzanagi kendine Ahaji adasında sonsuza kadar sessizlik içinde yaşadığı kasvetli bir mesken inşa etmiştir.”