Kitabı oku: «Osmanli Medeniyetinin Izinde 40 Şehir Portresi»
Fahri Tuna
1959’da Sakarya’da doğdu. İTÜ SMF’den Endüstri mühendisi olarak mezun oldu. 25 yıl kamuda çalıştıktan sonra daire başkanı olarak kültür sanat yöneticiliğinden emekli oldu. GAP’ta ve Balkanlar’da vali kültür sanat danışmanı, İstanbul Kültür A.Ş.’de yayın kurulu üyesi olarak görev yaptı. Çeşitli illerde akademiler ve yazar okulları projeleri yürüttü, yazarlık dersleri verdi.
İzlenim, Yedi İklim, Türk Edebiyatı, Dergâh, Ay Vakti, Hece, Hece-Öykü, Irmak, Ihlamur, Çalı, Balkan Türküsü, Şehir ve Kültür, Kültür Ajanda dergilerinde, portre ve denemeleriyle göründü. Irmak (132 sayı), Abbara (4 sayı) ve Balkan Türküsü (8 sayı) kültür sanat dergilerinin genel yayın yönetmenliklerini yürüttü.
TÜGED 2010 “Yılın Kültür Adamı”, TYB 2011 “Yılın Şehir Kitabı Yazarı” ödüllerine değer bulundu.
Yayımlanmış portre ve biyografi kitapları:
Gül Sancılı Adam; Faik Baysal (2006), Şarkıların Nabzındaki İsim; Halit Çelikoğlu (2008), Akşamın Aydınlığında Portreler (2010), Ülkesine Adanmış Bir Ömür; Numan Yazıcı (2011), Önden Giden Atlılar (2012), Yaşayan Nasreddin Hoca; Hâfız Hasan Çolak (2014), Yaşa’yan Portreler (2015), Bilge Hekim; Sadık Canlı (2017), Kırk Güzel İnsan (2017).
Çalışmayı kendisinden öğrendiğim canım anneme, Ömrümü, derdimi, sevincimi paylaştığım canım eşim Gülseren’e Ömrümün özü, özeti, anlamı evlatlarım Ahmet Arif ve Ayşenur Gülsüm’e İthaf olunur.
Kalbim Sizde Kaldı, Ey Kadim Şehirler!
Türkçe bin yıldır Anadolu topraklarında, altı yüz elli senedir de Balkanlar’da yaşıyor.
Dini, dili, ırkı ne olursa olsun; bu topraklar Türkçe ile yoğrulmuş, Türkçe ile gülmüş, Türkçe ile ağlamış.
İnsanlar Türkçe doğup Türkçe ölmüşler.
Şehirler de öyle tabii ki. Türkçe Smyrna’yı İzmir yapmış, Prusa’yı Bursa. Angora’ya Ankara demiş, Trapezunda’ya Trabzon. Adrianapolis Edirne olmuş, İstinpoli İstanbul. Skopya’ya Üsküp demiş, Filipopolis’e Filibe.
Yeni şehirler de kurmuş Türkçe; Aksaray, Akhisar, Kırcaali, Akşehir (Belgrad).
Şiir olmuş bu topraklarda, şehirleri şiirleştirmiş Osmanlı.
Nice kadim şehri aynen korumuş, ihtiyaç gördüğü her yere yeni camiler, medreseler, hanlar, köprüler serpiştirerek. Yakmamış yıkmamış, aksine; yaşamış, yaşatmış!
“İyi insanlar” açmış gül bahçelerinde asırlardır. Minarelerden gelen ezan sesleri kiliselerin çan sedalarına karışmış. Karışmış, kaynaşmış…
Osmanlı şehirlerinde her şehir “kendisi” olmuş, herkesin “kendisi” olduğu gibi. Herkes kendisi kalmış, “bir bütünün özgün bir parçası” olarak.
Her şehir Osmanlı kanaviçesinin özgün bir rengi kalmış. Zira Osmanlı medeniyeti ilmek ilmek, eser eser, vakıf vakıf dokumuş tezgâhında bu şehirleri.
Gittim, yaşadım, gördüm. Kulak kesildim sırlarına. Tanıştık, ahbap olduk onlarla. Neler anlattılar, neler: Osmanlı şehirleri ne besteler terennüm ediyor, onlara kalbini açana.
Kalbim onlarda kaldı, yalnız. Okuyunca sizin de kalabilir, diyeyim baştan.
Bu kitapta, Osmanlı medeniyetinin izlerini sürdüğüm bu kırk şehrin portresini okuyacak, nabzını tutacaksınız. Anadolu’dan Balkanlar’a; Mardin’den Mostar’a, Konya’dan Kırcaali’ye, Urfa’dan Üsküp’e.
Kuru bir nostalji kitabı değil elbette bu eser. Okura sorumluluk da yükleyecek; bu şehirleri yaşamak ve yaşatmak gibi.
Teşekkürler Hasan Duruer vali. Teşekkürler Şehir ve Kültür Dergisi, Mehmet Kâmil Berse. Teşekkürler Hayykitap.
Osmanlı şehirlerinin ayak izlerini takip etme zamanıdır şimdi.
Fahri Tuna
04 Ocak 2019
Üsküdar / İstanbul
İstanbul
Bir Mutluluk Fotoğrafının Romanı
Gitmeden, görmeden, bilmeden âşık olunacak dünyadaki ilk şehir İstanbul’dur hiç kuşkusuz.
İstanbul bir “kitap”tır.
Her okuyana ayrı bir kitap.
Her okuyana ayrı bir ülke.
Her okuyana ayrı bir dünya.
Her okunuşunda büyüsü ve gizemi artan, her okunuşunda başka başka yönleri fethedilen, bir bin bir gece masalıdır İstanbul.
İstanbul başlı başına bir “hayat”tır: Bir insanın yirmi dört saatleri toplamıdır; Süleymaniye bayram namazıdır, Sultanahmet Cuma. Bütün camiler “beş vakit”tir, Eyüp “dua”.
Beyoğlu “volta”dır, Ortaköy “seyir”. Üsküdar “misafir odası”dır, Piyer Loti “kahve içimi.”
Hayata şöyle bir “yukarıdan” bakmak isterseniz, buyurunuz Çamlıca’ya.
Cerrahpaşa “tedavi”dir, Bakırköy “muvazene”, Fatih “tesettür”dür, Taksim “coşku”. Harbiye “üniforma”dır, Elmadağ “radyo”. Galata “banker”dir, Karaköy “sermaye”. Kasımpaşa “tersane”dir, Mahmutpaşa “ticaret”. Vefa “boza”dır, Kanlıca “yoğurt”. Adalar “tenezzüh”tür, Galata Kulesi “teneffüs.”
İstanbul’un her semti bir ayrı kitap, her semti bir ayrı roman, her semti bir ayrı şehir.
Her semti bir ayrı ansiklopedidir İstanbul’un.
İstanbul tek başına “ülke”, tek başına “dünya”, tek başına “devlet”tir.
İstanbul’u anlamaya, İstanbul’u anlatmaya bir ömür kâfi gelmez, gelemez.
İstanbulsuz bir Türkiye “hasta”, İstanbulsuz bir Türkiye “fakir”, İstanbulsuz bir Türkiye “mutsuz”dur.
İstanbul Türkiye’nin “kalbi”, İstanbul Türkiye’nin “beyni”, İstanbul Türkiye’nin “mide”sidir. İstanbul’la “yer”, İstanbul’la “düşünür”, İstanbul’la “yazar”ız; hatta Türkçemiz bile İstanbul Türkçesidir. İstanbul “heves”, İstanbul “hayat”, İstanbul “huzur”dur. İstanbul “gizem”, İstanbul “gamze”, İstanbul “görgü”dür.
Her şey zıddıyla kâimdir ya hani, İstanbul “gayyâ”dır; “garez”dir, “gaflet”tir de yerine göre.
Türk futbol tarihi neredeyse tek başına “İstanbul”, İstanbul futbol tarihi de neredeyse tek başına üç büyüklerdir. Galatasaray kupa, Fenerbahçe taraftar, Beşiktaş coşkudur.
İstanbul dünyada “ne aranırsa bulunacak” tek şehirdir; ölüme çare hariç her aranan bulunur onda.
Uçurumlar da ondadır, zirveler de. Dramlar da ondadır, vuslatlar da… Zira her şeyin zirvesi İstanbul’da mevcuttur.
Lügatimizdeki bütün kelimelerin yaşadığı, yaşatıldığı, yaşanıldığı şehrin adıdır İstanbul.
“Adalardan bir yar gelir” iken sizlere, sorardınız, “Kız sen İstanbul’un neresindesin?” diye. “Sazlar çalınırken Çamlıca’nın bahçelerinde”, siz “Leyla” nızı da alır, “Heybeli’de mehtaba çıkar”dınız biliyoruz; tüm Türkiye, tüm Rumeli de biliyor bunu.
Bütün bir Türk dünyası İstanbul ile yatar, İstanbul ile kalkar. İstanbul’la ağlar, İstanbul’la güler; zira İstanbul “sinema”dır, “tiyatro”dur, “televizyon”dur; İstanbul “kitap”tır, “gazete”dir, “iletişim”dir.
Dünyada en çok fotoğrafı çekilen altıncı simge, Kız Kulesi, ondadır mesela.
Topkapı Sarayı, Süleymaniye Camii, Galata ve Kız kulesi; muhteşem bir dikdörtgenin köşe taşları, köşe mücevherleridir her biri.
Dünyanın ilk ve en eski, en büyük “AVM-Alışveriş Merkezi” Kapalıçarşı da ondadır, dünyanın en büyük kubbeli ilk mabedi Ayasofya da onun kalbindedir.
Taşın harf harf kelime kelime cümle cümle dize dize beste beste dile geldiği, içinden ayrı güzel dışından ayrı harika, yakından başka görkemli uzaktan başka estetik olan Mimar Sinan icadı Süleymaniye Külliyesi bir sanat edebiyat ve musiki şaheseri olarak ziyafet sunmaktadır asırlardan beri, gören gözlere işiten kalplere hisseden gönüllere.
Üsküdar’a Salacak’a oturunuz: Tavşan kanı çayınızdan bir yudum daha alıp başınızı kaldırınız; ecdadımızın eseri yeryüzünün en güzel manzarası karşısında büyüleneceksiniz, diyeyim size: Sultanahmet, Sarayburnu, Gülhane, Topkapı Sarayında irili ufaklı köşkler, Ayasofya, altta Yeni Cami, Galata Köprüsü, üstte Kapalıçarşı, Nuruosmaniye, Beyazıt, Eski Saray/İstanbul Üniversitesi, Beyazıt Yangın Kulesi, ah o Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih Cami.
İstanbul sen busun, burasın, böylesin en çok.
Buram buram Türk, buram buram Müslüman, buram buram medeniyet.
Haza Osmanlı. İşte Osmanlı. Gerçek Osmanlı.
Her şey dahil.
Yeryüzünde çok şehirler gördüm. Çok da şahane eserler. Ama bu kadar çoğunun bir araya gelip de muhteşem bir gerdanlık oluşturduğu başka bir ihtişama rastlamadım; şahadet ediyorum.
Bu coğrafyadaki bin yıllık birikimimizin estetiğimizin şehirciliğimizin bileşimi bileşkesi arakesitidir bu manzara.
Aslında İstanbul, bir mutluluk fotoğrafının gerçek romanıdır.
İstanbul, “Der-Saadet”tir, mutluluklar ülkesidir.
Kısacası İstanbul “hayat”tır, hayatın ta kendisidir.
İstanbul Türkiye’dir.
Tournefort Seyahatnâmesi’ne göre 1717 yılında Ankara
Ankara
Bu Milletin Başşehri Olasın Artık
Angora.
Ankara.
Başkent.
Gördüğünüz gibi üç Ankara var. Üçü de önemli. Üçü de değerli. Üçü de güzel.
Angora kasabası var önce. En önce. Keçilerin, tiftiklerin kasabası Angora. Tiftiğin kralının yatağı Angora. Emsallerine göre zengin ve bayındır kasaba Angora.
Sonra Ankara şârı. Şairin “Ben dahi bile yapıldım” dediği şar. Yani şehir. Yeni şehir. Bayram şehir. Bayramî şehir. Hacı Bayram’ın şehri.
En sonra da başkent Ankara. Cumhuriyet şehri Ankara. Cumhuriyetin kalbi Ankara. Kalbi, beyni, gönlü Ankara.
Kalite. Gönül. Akıl.
Bu üç şehirdir Ankara.
Kalite tiftiği, gönül Hacı Bayram Veli’yi, akıl laik Ankara’yı sembolize eder.
Pek bilinmez. Ankara Edirne’dir, Ankara İstanbul’dur.
Meseleyi bilmeyenler tersten okurlar bunu. Edirne, İstanbul, Ankara diye okur tarihi. Asla, kat’a, zinhar öyle değildir.
Şeyh Bedreddin İsyanı ile uğraşan babası Çelebi Mehmet’in 1420’de bahsi geçen ayaklanmayı ancak şeyhi idam ettirerek çözdüğünü iyi bilen II. Murat, yine benzer bir tehlike olabilir endişesiyle, Ankara’da bir şeyhin etrafında insanların toplandığını duyacak, tahkik etmek muradıyla Hacı Bayram Veli’yi başkent Edirne’ye davet edecek, hünkârın daveti kendisine ulaşan Allah dostu da ellerini mahkum kelepçesi takılmış gibi uzatarak “Bu nazik bir tutuklamadır, buyurun yola çıkalım” diye cevaplayacak; günler, haftalar, aylar sonra Ankara’dan Edirne’ye varılacak; Sultan’ın bizzat sohbet, analiz ve tahkikatı; “itimat”la sonuçlanacak, bilvesile Hacı Bayram Veli, hünkârın muradıyla Eski Cami’de kırk üç gün süreyle halkı irşat eyleyecektir.
Şeyh Bedreddin Trajedisinden sadece on üç yıl sonra Edirne’de gerçekleşen Hacı Bayram Veli ziyaret ve nasihatleriyle önce başkent ahalisi sonra da saray (bürokrasi) ve Sultan Murad-ı Sani gönül eğitiminden geçecek; hatta bu çok çok ileri bir muhabbete dönüşecek, Sultan arzı hürmetle sormadan edemeyecektir: “Şeyhim, İstanbul’un fethinin zamanı hakkında ne buyrulur? Fethi görmek size ve bize nasip görünmekte midir?” Koca şeyh de hünkâra, beşikte uyuyan, yarınların ulu fatihi olacak oğlunu işaret ederek, ‘Sultanım, size ve bize değil de fetih şu beşikteki mahdumunuz Mehmed’le bizim Köse’ye (Akşemseddin) nasip görünür” diye cevap verecektir.
İşte olay budur, buncadır, böylecedir…
Hacı Bayram Veli, Edirne’yi bir imparatorluk başkentini, durulayan adamdır. Durulayan kurulayan arılayan.
Ankara Edirne’ye ruh umut heyecan vermiştir, pek bilinmez.
Pek bilinmez. Ankara, İstanbul’u fetheden şehirdir. Şehirlerdendir.
Hepimizin ağabeyi, iki bin iki yüz yazarın şeref başkanı D. Mehmet Doğan büyüğümden dinlemiştim: Yıllar önce Ankara’da 29 Mayıs fethin yıldönümünde konuşmacıymış. “Salon hareketsiz sessizce dinliyor, ortalığı biraz hareketlendireyim dedim” diyor.
“Erzurumlu var mı içinizde?” Bir grup “Vaarrr” diye cevap verdi, “Sizin dedeleriniz İstanbul’un fethine katılmadılar” dedim, “Nasıl olur” diye itirazlar gürültüler yükseldi diyor.
Aynı soruyu Maraşlılar, Sivaslılar, Trabzonlulara, Adanalılara, Konyalılara da sordum. Hep aynı tepki hep aynı gürültü, karşı çıkış. En son gerçeği açıkladım diyor Mehmet Ağabey:
“Çünkü İstanbul’un fethi sırasında saydığım illerde başka Türk Beylikleri vardı. İstanbul’un fethini Ankara gerçekleştirdi. Hacı Bayram Veli Hazretlerinin yirmi bin müridi, bizzat başlarında Akşemseddin hazretleri olduğu hâlde Fatih Sultan Mehmed’in ordusuna iştirak ettiler. Konferans sonrasında, konuşmayı en ön sırada izleyen yakın arkadaşım bizim radyo müdürü Çetin Bey, ‘Zaten İstanbul’un fethi o kadar da önemli bir hadise değil.’ deyince hepimiz makaraları koyuverdik.”
“Şehrim Ankara” ile bize gerçek Ankara’yı tanıtan ve sevdiren D. Mehmet Doğan’ın sözleriyle, İstanbul’un fethi ayniyle vaki, budur.
Böyledir.
Böyle bilinmelidir.
Fatih Sultan Mehmed’in ordusuna, binlerce Bayramiye müridinin katıldığını, bizzat savaştıklarını, fiziki komutan Sultan Mehmed ise de manevi komutanın Ankara’da yirmi bin müridiyle savaşa katılan Akşemseddin olduğunu nedense pek hatırlamayız.
Hatırlayacağız artık.
Ankara Edirne’den sonra İstanbul’u da manen fetheden şehirdir.
Üçüncü Ankara’ya gelince.
O, “Cumhuriyet Ankarası”dır.
A… An… Anka. Ankara.
A, yani ilk, yani baş, yani Cumhuriyetin ilki, Cumhuriyetin başı, başkenti.
Cumhuriyetin mabedi, mabet şehir.
Plan şehir; planlanan, planlı şehir.
Düz, düzen, düzenli şehir.
Mem-şehir, memur şehir, memur şehri.
Ankara; planlı, düzenli, memur şehir.
Hatta mamur şehir.
Her tarafından “devlet” kokusu yükseliyor.
Buram buram, duman duman, sisli puslu “devlet” kokuyor.
Soğuk şehir, demir şehir, duman şehir.
Üzülme korkma Ankara. Kış bitti bitiyor Ankara. Dondurucu ayazlarının son demindesin Ankara. Bahar yüzünü gösterdi, geldi geliyor Ankara.
15 Temmuz gecesi çağdaş Truva Atı, en çok sana en çok seni en çok senle uğraştı Ankara. Esaret girişimi seni “esir almak” istedi Ankara.
“Bir gecede bize bir Çanakkale yaşatanlar”a direnişlerin en şanlısını en asilini en muhteşemini gösterdi bu aziz millet Ankara.
“Başını vermedi” bu millet Ankara. “Hürriyet’ini vermedi bu millet Ankara, “Onurunu çiğnetmedi yabancı postallara” Ankara.
Bu millet o gece en çok seni düşündü, seni istedi, seni kurtardı Ankara. İstanbul sen “kendin olasın” diye ayağa kalktı Ankara, Anadolu Trakya “Sen sen olasın” diye meydanlara koştu Ankara. Rumeli şehirleri “Sen özüne dönesin” diye Büyükelçiliklerimize koşup “Türkiye’yi işgalden kurtarmaya gideceğiz” müracaatlarıyla doldu Ankara.
Meclisin de gazi artık Ankara. Kalbin de gazi artık. Aklından çıkartma bunu hiç bundan böyle.
Unutma Ankara; “Hacı Bayram” sendedir; “Mustafa Kemâl” senledir; “İlk meclis” senindir.
Başın sıkıştığı, için daraldığı huzura ihtiyacın olduğunda Hacı Bayramı Veli’ye koş Ankara; bütün formüller ondadır, onunladır, oncadır.
Hani o güzel yüzlü güzel sözlü güzel özlü pir Hacı Bayram Veli ne diyordu:
Çalabım bir şar yaratmış
İki cihan aresinde
Bakıcak didar görünür
Ol şarın kenaresinde
Nâgehan ol şara vardum
Ol şarı yapılur gördüm
Ben dahi bile yapıldum
Taş ü toprak aresinde
Ol şardan oklar atılur
Gelür ciğere batılur
Arifler sözü satılur
Ol şarın bazaresinde
Şagirdleri taş yonarlar
Yonup üstâda sunarlar
Çalabun ismin anarlar
Ol taşun her pâresinde
Yemen’den Bosna’ya, Taşkent’ten Üsküp’e; bütün bir “millet”in gözü, gönlü, duası “sana”, senle” ve “senin için” ey Ankara.
Bu millet seninledir Ankara.
Sen de milletinle ol emi.
Bu milletin başşehri olasın artık.
Bilecik
Devlet-i Aliyye’nin Türevi
Biiiiiiiiir! Bir iki üç. Bir Bilecik, iki Bilecik, üç Bilecik. Sonra başkaları. Niye ki? Her şey Bilecik’le başlıyor da ondan be güzelim.
Evet Bilecik başlangıçtır. İlktir, birdir, birincidir de ondan.
Bilecik; çölde açan zambaktır, bozkırdaki lâle, yayladaki sümbüldür.
Bilecik; kuruluştur,
Bilecik; Ertuğrul’dur, Şeyh Edebalı’dır, Dursun Fakih’tir.
Yunus Emre’yle yoldaş, Hoca Nasreddin’le kardaş, Ahi Evran’la ayaktaştır.
Türbeye gidiniz; Allah’ın selamını verip Şeyh Edebalı’ya misafir olunuz bir müddet, dört bir yandan gelmekte olan torunlarını göreceksiniz; Orhan karşı yamaçtaki zaviyesinden yola çıkmış geliyor, Beyazıd-ı Evvel abdestini almış dedesi adına inşa ettirdiği camiye giriyor, Abdülhamit, Şehremini binasından türbeye iniyor.
Dört bir yandan gelmiş yâranıyla sohbetine şahit olacaksınız Edebalı’nın; kimi damat Dursun Fakih’ten, kimi Kosova fatihi torun Murat’tan, kimi Bağdat fatihi Genç Osman’dan selam iletecek…
Esmer kara yağız bir yiğit yaklaşacak dergâha. Gözünü budaktan esirgemeyen ama bir o kadar da vakur akil ve sağduyulu. Her yanından beylik akan bir yiğit. Kucağında çocuğu, yanında hanımıyla; şaşırmayın: Bu mert, gözü pek bey koca bir cihan imparatorluğunun temellerini atacak olan Kara Osman’dır. Osman Bey’dir yani, kucağındaki şehzade Orhan, bitişiğindeki Bala Hatun’dur. Kayınpederi Şeyh Edebalı’ya akşam yemeğine gelmektedir. Yemek bahanedir; danışacağı çok konu, tanışacağı çok belde, kaynaşacağı çok kişi vardır da “soyunun bilgesi” Edebalı’yla müşaveredir asıl neden.
Sırada nice fetihler vardır zira; Bilecik’ten sonra Eskişehir, İznik ve Prusa’ya göz kırpmaktadır kalbi Kara Osman’ın. Şeyhinden akıl kadar destur ve dua da isteyecektir.
Fetih nişanesi çınarlar dikmektir derdi Kara Osman’ın. Devlet nişanesi çınarlar. Hem de cihan devleti.
Çınarın, Osmanlı çınarının en yakıştığı, en yaraştığı, en güzel yeşerdiği vilayet –hiç kuşkusuz– Bilecik’tir.
Bilecik’te asırlarca üç kıtaya hükmedecek cihan devletinin temellerine; sadeliğe, yalınlığa, gösterişsizliğe, M. Selahaddin Şimşek’in deyişiyle, ölçüleri doğru olanların bütün ölçümlerinin de doğruluğuna, hasbîliğe ve kesbîliğe; huzurun saraylarda değil ulu bir çınarın gölgesinde aranması gerektiğine şahit olacaksınız.
Kara Osman’ın kararlılığı, Orhan’ın gözü pekliği, Murat’ın Hüdavendigarlığı, Beyazıd-ı Evvel’in talihsizliği, Çelebi Mehmed’in akılcılığı, İkinci Murad’ın şehrediciliği, Fatih’in cihangirliği, Beyazıd-ı Sani’nin hîlmi, Yavuz’un celadeti, Abülhamit’in diplomatik dehası.... Hepsinin bir bir ayak izlerini göreceksiniz Bilecik’te, biraz dikkatlice bakarsanız eğer.
Koca bir cihan devletinin temellerini atan Koca Ertuğrul’un Bilecik’e girip de dünürü Edebalı’ya varışındaki tevazuya, hürmete, mutluluğa şahitlik edeceksiniz.
Yedi Başlı Ejderha’nın yakıp kül ettiği, altı yüz yıllık eşi benzeri olmayan bir ahşap konaktır Bilecik.
Hüzündür, hazandır, hicrandır Bilecik.
Bilecik hiçbir şey değildir amma Bilecik her şeydir aslında; Bilecik “hiç”likteki çokluk, “hiç”likteki çoğunluk, “hiç”likteki büyüklük, “hiç”likteki bütünlük, “hiç”likteki geçmiş, “hiç”likteki gelecektir.
Bilecik heybet ve zarafettir.
Bilecik’i seven, tarihi sever, bayrağı sever, bağımsızlığı sever.
Bilecik’i seven izzeti, onuru, umuru sever.
Osmanlı Bilecik’tir. Bilecik de Osmanlı.
Ondandır görmezden gelmeler.
Ondandır küçümsemeler.
Ondandır yok saymalar.
Ne fark eder ki; görmezden gelmeler nice hakikatin üstünü örtebildi mi ki tarih boyu, Bilecik’i örtsün.
Huzurdur sükuttur güvendir Bilecik.
Çünkü Bilecik Yörük ve Manav şehridir. Bir de Muhacir. Üçü de Türklerin boyu ve soyudur. İlki göçerlerin ikincisi yerleşiklerin üçüncüsü de Balkanlar’a gidip geriye dönenlerin ismidir; hepsi de özbeöz Türk özbeöz Müslüman özbeöz Hanefi’dirler. Devlet-i Aliye’nin özü özetidirler.
Bilecik Türk-İslâm Medeniyeti’nin kalbidir; gün gelir atar, gün gelir toplar damarıdır.
Bilecik biziz. Tüm hücrelerimizle biziz.
Tevazuumuzdaki ihtişamımızla, uzletimizle, yalnızlığımızla, iftiharımızla biz.
Devleti Aliyye’yi görmek isteyen, bilmek isteyen, bulmak isteyen Bilecik’e gitsin.
Buram buram ayak izlerini görebilir orada.
Bilecik, Devleti Aliyye’nin türevidir de ondan.
Bursa
İlk Osmanlı / Son Osmanlı
Bursa başlangıcın, besmelenin, ilkin, ilklerin şehri.
Söğüt “köy”, İznik “kasaba”, Bursa “şehir”dir tarihimizde.
Osmanlı fethettiği hiçbir yerin adını değiştirmemiş; sadece kendi telaffuzuna uydurmuştur: Smyrna’ya İzmir, Adrianapol’e Edirne, Prusa’ya da Bursa deyip geçmiştir.
Bursa Gümüşlü Kümbet’tir bizim için, Tophane’dir; Osman Gazi’nin dileğidir, isteğidir, muradıdır Gümüşlü Kümbet’in alındığını görmek. Görmek ve oraya gömülmek; aynıyla vakidir, Prusa’nın genç fatihi Orhan Gazi, baba vasiyetini yerine getirir. Sonra da vefat ettiğinde kendisi de baba yamacına, baba yakınına gömülür.
Asırlar sonra, İstiklâl Harbi’ndeki Yunan İşgali sırasında General Trikupis’in tekmelediği, “Ey Osman, ey Orhan; adamsanız kalkın da milletinizi esaretimden kurtarın!” diye, her Türk’ün kanını donduracak nutukları attığı türbenin adıdır mekânıdır yurdudur Gümüşlük. Yani Tophane.
Bursa ilk şehir, ilk başşehir, medeniyetimizin ilk güzel büyük enfes şehridir.
Bursa Osman’dır biraz, daha çok Orhan’dır. Ama en çok Murad’dır. Birincisiyle ve ikincisiyle.
Birinci Murad’ın eseri olan da İkinci Murad’ın adına olan da Bursa’nın en zarif iki külliyesidir. Açıkçası, Bursa biraz da Muratların şehridir.
Bursa “ilk” olduğu kadar “son”dur da. Birçok padişahın türbeleri, birçok şehzadenin mezarları, birçok hanım sultanın istirahatgâhları hep Bursa’dadır.
Bursa elbette en çok Yıldırım Bayezid şehridir.
Eğer bir şehir bir eserden ibaret olacaksa Bursa Ulucami’dir; yirmi kubbeli serinler serini, şirinler şirini, güzeller güzeli Ulucami de 1399, Yıldırım Bayezid eseridir.
Ama bir şehir bir kişiden ibaret olacaksa eğer; Bilecik nasıl Şeyh Edebalı ise, Ankara Hacı Bayram Veli ise, Eskişehir Yunus Emre ise nasıl, Bursa da Emir Sultan’dan ibarettir kanaatimce. Bir sabah namazını Emir Sultan’da eda ediniz; çıkışta pırıl pırıl ışıl ışıl yeşil yeşil bir Bursa panoraması serilecek gözünüzün önüne; doyumsuz bir manevi atmosfer eşliğinde üstelik.
Her şehir bir renkten ibaretse örneğin; İstanbul gridir, Edirne mavi. Ankara fümedir Konya türbe yeşili. Mardin kahverengidir Trabzon bordo. Bursa hiç tereddütsüz, hiç şüphesiz, hiç kuşku yok ki turkuazdır. Turkuaz en çok Bursa’ya yakışır.
Ve çınar elbette. Ağaçlar içerisinde en çok çınar yakışır Bursa’ya.
“Osmanlı Bursası”nı Yörükler kurdu ilkin. Yerleşip Manavlaştılar. Yerleşen Türkler (Manavlar) ile göçer Türkler (Yörükler) iç içe Bursa’nın huzuru güveni üretimi oldular asırlarca. Balkan bozgunumuzdan sonra Muhacirlerin de yurdu oldu Bursa. Özü aynı olan bu üç Türkmen boyu/soyu inançları vatanseverlikleri çalışkanlıkları uyum ve hoşgörüleriyle günümüz Bursasının iskeleti oldular. Dervişane bir ruh iklimi oluşturdular.
Bu yönüyle, Uludağ’a sırtını yaslamış, ayaklarını ovaya doğru uzatmış, ulu bir çınarın gölgesinde nefeslenen Anadolu dervişidir biraz da Bursa.
Bursa ilktir, Bursa dündür, Bursa mazidir, Bursa edeptir, Bursa berekettir.
“Şardağı’nda, Bursa’nın devamı” dediği Üsküp’te doğan büyük şair Yahya Kemal’in diliyle Bursa “Kökü mazide olan ati”dir. Ati, yani gelecek.
Bursa mevliddir; Mevlid’in yazarı Süleyman Çelebi de Bursalıdır ve o meşhur mevlidini de Bursa’da yazmıştır. Yani Bursa naattır da.
Bursa mizahtır, Karagöz’dür ve Hacivat’tır.
Bursa musikidir: en çok da Yahya Kemal güftesi, Münir Nureddin Selçuk bestesi; “Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç”dir.
Bursa Bilecik’in küçük kardeşi, Dimetoka’nın küçük ağbisi, Edirne’nin büyük ağbisidir. Filibe’nin dayısı, Üsküp’ün amcaoğlu, İstanbul’un öz be öz amcasıdır. Prizren’le akraba, Selanik’le sırdaş, Kırım’la derttaştır Bursa. Kalkandelen’deki Harabati Dedebaba Tekkesi Bursa Muradiye Külliyesi ile arkadaş, Şumnu Tombul Camii, Prizren Sinan Paşa Camii ve Filibe Muradiye Camii Bursa Yeşil Camii ile ezandaş, Nilüfer Hatun’la şehre adını veren Sofya ayaktaştırlar.
Yolculuk Bursa’dan başlamıştır evet; Gelibolu, Adrianapol (Edirne), Filipopol (Filibe) Şumnu, Skopya’yı (Üsküp) Bursa fethetmiştir, evet. Fetheylemiş, şerheylemiş, şehreylemiştir evet. Balkanlardaki her şehir biraz Bursa’dır bu yüzden.
Dragos (Manastır), Meriç (Filibe), Vardar (Üsküp), Bristriça (Prizren), Arda (Kırcaali) nehirleri Nilüfer’le koyun koyuna nefes nefese gönül gönüle akarlar aslında.
1325’ten sonraki her Türk şehri Bursa’dan kokular lezzetler üsluplar taşır. Bu kokudan bu iklimden bu lezzetten olmalı, 1912 ve 1913’teki Balkan faciasından sonra milyonlarca Rumelili göçmenin ilk durağı, ilk barınağı, ilk sığınağı hep Bursa olmuştur. Nasıl altı asır boyunca Rumeli’yi Bursa şehreylemişse, yirminci yüzyılın Bursa’sını ise Balkan göçmenleri imar ve tımar eylemişlerdir.
Bugünün Bursa’sı, tarihten ve medeniyetten çok sanayi ve ticaret şehridir. Bereket ve bolluk şehridir. İrfandan ziyade bilim ve üniversite şehridir.
Bursa için ilk Osmanlı şehridir demiştik.
Bursa bir o kadar son Osmanlı şehridir de.
Bursasız Osmanlı, Bursasız Türkiye, Bursasız cumhuriyet olmaz, olamaz, olmamalıdır.
O dünü bugünü ve yarınları ile güzeldir.
Güzel ve özel.
Bursa’nın tarihi bir imparatorluğun tarihidir.
Tarihi irfanı ve sosyolojisi.
Bursa sen bizim her şeyimizsin. Biz sendeniz, sen de bizsin.