Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Osmanli Medeniyetinin Izinde 40 Şehir Portresi», sayfa 2

Yazı tipi:

Edirne

Şiir, Şehir, Gül

Şiir, şehir, gül; işte size Edirne.

Osmanlı en çok Edirne’dir. En fazla Edirne’dir. En güzel Edirne’dir. Bugün de öyledir, hâlâ.

Edirne’ye en yakışan nedir derseniz, hiç düşünmeden gül derim; parkları, bahçeleri, nehir kıyıları, yolların ortaları ve kenarları hep gül. Edirne aslında bir gülistandır, gülzardır, gül-şendir; Hasan Sezai Gülşenî Hazretleri de her dem bülbüllere seslenmektedir bin bir nasihatle güller dağıta dağıta.

Şiir ve şehir; ikisinin de arka planında zengin bir birikim, güçlü bir medeniyet, üst düzey bir mimari, derunî bir uyum ve huzur yatmaktadır. Büyük mimarlar eserleriyle şehirlerin şiirini yazarlar, büyük şairler de mısralarıyla şiirin şehrâyinini. Şiir ve şehir kavramlarının birbirine denk, birbirine akraba, birbiriyle iç içe olduğu Edirne misali, çok az şehir vardır Osmanlı coğrafyasında.

Edirne; biliyorum ki sen aslında Adrianus’un şehrisin: o kurdu seni, biliyorum; ama Balkanları da sen kurdun, İstanbul’u da sen şehrettin, gönüllerimizi sen fethettin!

Osmanlı Medeniyeti’nin –hâlâ– en muhteşem birkaç şehrinden birisin, biliyoruz.

Yerin altının üstünden derin ve zengin olduğu gül şehir Edirne’nin, Meriç ve Tunca’yla muhteşem vuslatına başka ne isim verilebilirdi: Elbette ki Bülbül Adası.

Üç devlet Rusya (1829), Bulgar (1913) ve Yunan (1921) işgali görmüş Edirne; işgaller neticesinde Müslüman halkı –çaresizlikten– İstanbul’a, Bursa’ya, Bilecik’e yani geldikleri yerlere sığınmış; 1924 yılı ise bir nevi ba’sü bağde-l mevt, yeniden diriliş ile Edirne’ye; mübadele anlaşmasıyla Selanik Sancağı’ndan binlerce Müslüman Türk iskân edilmiş metruk, mahzun, meyus Edirne’nin kalbine. Beş asırlık evlerinden barklarından en çok da hatıralarını bırakarak canını zor kurtarıp Adrianus’un kadim şehrine, Hz. Muhammed’in işaret ettiği yere inşa edilen yeryüzü harikası ve şahikası Selimiye’ye sığınmışlar…

Bugün kadim şehir Edirne’de kadim bir kültürün olmaması, işgaller ve hicretlerin ürünü sayılmalıdır.

Gerçek bir yeryüzü harikasıdır Selimiye, matematiğin, hendesenin, mimarin, estetiğin, veznin, uyumun, güzelliğin zirve eseridir o. Edirne’nin bercestesidir; sadece Edirne’nin mi, neredeyse tüm İslâm Âleminin.

Medeniyetimizin bercestesi Selimiye en güzel noktadan görülsün diye yapılmıştır Muradiye sanki. Selimiye’den yola çıkarak bütün bir insanlığa, ins’in ve cinn’in sahibine sema edilsin diye yapılmıştır Muradiye sanki.

Meriç’in, Tunca’nın üzerine birer gerdanlık gibi serpiştirilmiş taş köprüler, sanki karşıya geçmek için değil de Selimiye’ye, Eski Camii’ye, Üç Şerefeli’ye kanatlanmak için inşa edilmişlerdir.

Prizren’de Sinan Paşa, Üsküp’te Yahya Paşa, Kalkandelen’de Alaca Camii, Filibe’de Cumayata, Şumnu’da Tombul Camii, farklı şehirlerin ve ülkelerin eserleri olmaktan çok, aynı gazelin mısraları, Edirne nakaratlı güftelerin farklı makamlardaki besteleridir adeta. Akdere ile Tunca kardeş, Dragor ile Meriç ayaktaş, Mostar ile Arda aynı yolun yolcularıdırlar. “Manastır’ın ortasındaki çeşme” ile Selimiye’nin ardındaki gözü yaşlı çeşme, aynı ağıtın türküsünü söylerler, işiten kulaklara.

Edirne sadece İstanbul’u değil, Filibe’yi de Köstence’yi de Plevne’yi de Belgrad’ı da Üsküp’ü de Prizren’i de Manastır’ı da Sarayevo’yu da fetheden; fethetmekle kalmayıp adeta yeniden inşa eden şehirler şehridir. Sinanpaşa Muradiye’nin küçük kardeşi, Mustafapaşa II. Bayezıd Külliyesi’nin ortanca kardeşi, Filibe’nin Cumayata Camii, Üç Şerefeli’nin amcaoğludur. Mostar’ın ağıtı gün olur Dar’ül Hadis’in minarelerinde sala olur okunur, Drama Köprüsü gün gelir türkü olur Meriç Köprüsü’nden söylenir. Bütün bu şehirlerin atası Edirne, banisi Sultan Murad Hüdavendigar’dır; Balkanlarda bir “şiir şehir” gösterin ki Sinan’ın eliyle Itrî’nin bestesi değmemiş olsun.

Estetikle şiirin doyumsuz vuslatıdır Edirne, dünle yarının.

Birer gerdanlık hükmündeki Edirne köprüleri, aslında Selimiye’ye, oradan da Mekke’ye, Kudüs’e, Bağdat’a, Urfa’ya, Konya’ya, Bursa’ya gönül köprüleri kurar. Her biri Anadolu şehrine serpiştirilse, o şehrin ulu camii olabilecek ruh, estetik ve cesametteki Edirne camileri, vakar, tevazu ve izzet duygularıyla karşılar gelenleri. Edirne’yi sevmek bir kültürü, bir tarihi, bir medeniyeti sevmektir. Edirne gönüllerde bir yanık sevda, bir tatlı huzur, bir derin tebessümdür.

Edirne; bütün Rumeli’de hâkim olan, gitmekle kalmanın, sevmekle ayrılığın, hasretle vuslatın bıçak sırtı beraberliğidir.

Dostluk şehridir, vefa şehridir, yâran şehridir Edirne.

Mustafa Hatipler gibi Rıdvan Canım gibi şiir gönüller, Tayyip Yılmaz gibi, Cengiz Bulut gibi engin gönüller, Mahmut Eroğlu gibi Kemal Kılıç gibi cömert gönüller, Serkan Oltandiken gibi Recep Kozan gibi yiğit gönüller, Sedat Sayın gibi Tuba Yavuz gibi Gülay Alpagut gibi hikâye gönüller, Müberra-Rifat Gürgendereli gibi hayat edebiyat ve lezzeti bulamaç etmiş gönüller, Batuhan Kurt gibi belgesel gönüller, Behiç Günalan, Remzi Eskikaplan, Enver Şengül gibi estetik gönüller, Neriman Ekinci, Emre Çam gibi vefalı gönüller, Selene Cabalar, Yağmur Karadaş, Cevat Mert Çetin gibi genç ve yetenekli gönüller, Osman Almadık ve Arif Meriç gibi leziz gönüller şehridir Edirne.

Gittin ammâ ki kodun hasret ile Cânı bile

İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile” diyor ya Edirneli şair Neşati Dede.

Edirnesiz, Edirnelisiz, Edirnecesiz muhabbet, muhabbet değildir hükmümüzce.

Edirne için sözlerin en güzelini üstadımız Süheyl Ünver Beyefendi söylemiştir zaten, başka söze ne hacet:

“Her şey biter, Edirne bitmez!”

Bitmeyecektir. Böyle biline bu!


Konya

Orta Anadolu’nun Başkenti

Bereket şehir.

Aydınlık şehir.

Güneş şehir.

Şems de Mevlânâ da Konevî de sizdeyse, ne olabilirsiniz ki başka.

Işıyan ışıtan ışık şehir.

Aydınlatan durulayan temizleyen şehir. Ülkede en çok turist çeken şehirlerden biri olması da bundandır elbet.

“Bir” şehir. “Bir”e meftun, “Bir”e âşık, “Bir”e sevdalı şehir. Bir, birlik, dirlik şehri olması bundandır elbet.

Kocaman bir ovanın ortasında, buram buram tarih, kültür, medeniyet kokan sokakların caddelerin merkezinde; adeta bir sultan tacı gibi bir yükselti, Alaeddin Tepesi. Bir süs, bir estetik, bir nefeslenme mekânı. Cami de orada gül bahçesi de. Huzur da orada ecdat da.

Alaeddin Tepesi ne kadar dünse o kadar da bugündür. Bugündür ve yarındır. Yaşayan yaşanan yerdir orası.

Dünün bugünün ve yarının aynı an, aynı zamanda buluştuğu şehrin adıdır Konya.

Kimin başı dara düşse ilk yetişen şehir: 1999 Depremi’nde evi barkı yıkılanlara Adapazarı’nda evler yapıp mahalle kuran Konya’dır; çağdaş vampirlerce yakıp yıkılan Bosna’ya tramvayları hediye eden Konya’dır mesela.

Düşenin dostu, ezilenin yoldaşı, garibanın arkadaşı şehirdir o.

Gözün göremeyeceği, aklın alamayacağı, geometrinin ölçemeyeceği kocaman, koskocaman bir ovadır Konya Ovası. Hiç unutmam: On beş sene kadar önceydi. Karlı bir kış gününde, akşam vakti yaklaşıyorduk şehre kendi aracımızla. Ufuktan bize doğru gelen bir çizgiydi yolumuz. Git Allah git. Yok. Karşıdan bize doğru yaklaşan bir araç görüyorduk. Normalde üç beş dakikada karşılaşabildiğimiz türden bir araçtı. Beş dakika, on dakika, yirmi dakika, yarım saat… gelmiyordu bir türlü. Yol arkadaşım Faruk Şişman’ın şu sözlerini dün gibi hatırlıyorum:

“Fahri Bey, lise kitaplarında okuduğumuz matematik problemleri var ya hani. “A noktasından 75 kilometre hızla giden araçla, B noktasından 90 kilometre hızla gelen diğer araç kaç kilometre sonra karşılaşırlar?” diye. O soruları bence Konya’da hazırlamışlar. Ne bu yahu. Yarım saat oldu, arabanın ışığı var, bir türlü karşılaşamadık daha.”

Faruk haklıydı zahir. Hem de sonuna kadar.

Konya sakin, huzurlu, çalışkan, sabırlı, mert, yiğit, vefalı insanlar diyarıdır.

Bu kelimeleri rastgele dizdiğimi sanmayınız lütfen. Bir misal, üniversitede ev arkadaşım Ali Uyanık tipik bir Gonyalıydı. Zira Konyalılar kendilerini Gonyalı olarak tanımlar ve bundan gizliden gizliye mutluluk duyarlar. Destansı güzel günlerimiz geçmişti; hâlâ unutamam. Ekmeğimizi suyumuzu, açlığımızı acımızı, şiirimizi –ne şiiri, düpedüz saçma karalamalarımızı– paylaşmıştık Ali’yle. Boksördü Ali. Şairdi de. Ali Kemal diye bir şair kazanıyordu ülkemiz, olmadı olamadı. Neden bilinmez. Çok zeki ve çok yetenekliydi. Zaten sınıfımızın bir numarasıydı, “Alamanyalı” oldu sonra. Hayat yordu onu, hangimizi yormadı ki… kırk yıl sonra bugün bile hâlâ birbirimizi arar sorarız, hasret gideririz.

Onun yakın arkadaşı “Epbab Ahmet” vardı. Evimizin hayatımızın neşesi Ahmet. Türkiye Tekvando Şampiyonu’ydu Ahmet. Üç beş ayda bir görünür, Ali’nin anneciğinin Gonya’dan gönderdiği sucukları pastırmaları getirirdi bize, sağ olsun. Ama geldi mi bir hafta on günden önce gitmez, getirdiklerinin yarısını da yer içerdi. Çok da güzel yemek yapardı Ahmet. Mert, yiğit, tertemiz bir delikanlıydı. İçi dışı birdi. Yüzüne bakınca arkasını görürdünüz. Her cümlesi “epbabım” diye başlardı. Cümleye kazara öyle başlamamışsa “epbabım” diye bitirdi. Lakabı da “Epbab Ahmet”ti bu yüzden. Ne çok yakışırdı bu kelime Ahmet’in ağzına, Ya Rabbim…

İkisi tam Gonyalı ağzıyla “gonuşurlardı.” Ben de zevkle seyreder, dinlerdim. Ali, Ahmet’e takılırdı ara sıra: “Epbabım, getirdiklerini bitirmeden gitmeyi düşünmüyorsun herhalde?” Ahmet’in cevabı hazırdaydı, alır okurdu: “Epbabım, sporcu adamız biz. İyi beslenmemiz lâzım, değil mi ama!..” Gülüşürdük.

Konyalı olmak yere sağlam basmak demekti. Konyalı olmak elindekini bölüşmek paylaşmak demekti. Konyalı olmak idealistçe, vatanı milleti bayrağı karşılıksız sevmek demekti. Konyalı olmak Allah’a bağlılık, ezana muhabbet, dine imana sevgi saygı demekti. Konyalı olmak şiire edebiyata düşünceye aşinalık demekti.

Bütün bunları başta iktisat profesörü, tarım eski bakanı, MTTB’den ağabeyimiz Sami Güçlü Hocamızdan öğrendik ilkin. Ali Uyanık’ta da gördük yaşadık tevarüs ettik. Sonra sonra İbrahim Dıvarcı’da, Ahmet Kuş’ta, Ahmet Köseoğlu’nda, İsmail Köse’de, Ömer Bardakçı’da da gördük. Caner Arabacı’da, Hayri Erten’de, Duran Çetin’de gördük. Gördük bildik sevdik. Bir Konyalı her şeyden önce ve sonra, “birinci sınıf adam”dır.

Türküleri de bir başka güzeldir: Kendileri ne kadar yavaşsa, türküleri o kadar hareketlidir. Zara’nın o billur sesinden dinlediğimiz kıpır kıpır:

Şu Sille’den gece de geçtim görmedim annem Acı tatlı sular da içtim ölmedim annem

Aman Sille Sille Sille attığın sille Çektiğim çile çile çile yar çile

Veya kendisi mini mini, sesi ortalığı ayağa kaldıran Bedia Akartürk Ablamızdan;

Kesik çayır biçilir mi Sular soğuk içilir mi Bana yardan geç diyorlar Seven yardan geçilir mi

Dinlemeye doyulur mu hiç. Hem de şıkır şıkır kaşık havası eşliğinde.

Bakmayın siz etli ekmeğinin şöhretine. Gonyalı için sıradandır o. Muhteşem tiritinin, harika saç arasının yanında lafı mı olur lahmacun kılıklı etli ekmeğin.

Konyalılar sağlamcıdırlar. Atasözlerine de yansımıştır bu: “Türbe Önü’nde evi, Meram’da bağı olmayana gız verilmez.”

Pek göstermeseler, pek renk vermeseler de neşeli güler yüzlü mutlu insanlardır onlar. “İki dünya” ile de aralarının iyiliğindendir belki de bu.

Gösterişsiz şehirdir Konya. İnsanlarının gösterişsizliğindendir bu da.

Misafirperver, mükrim, hoşgörülü insanlardır onlar. Yavaşlıkları düşünceliliklerindendir.

Hazreti Pir Mevlânâ’nın komşuları mirasçıları yoldaşlarıdır onlar. Başka ne yakışabilirdi ki onlara.

“Mahalle Mektebi”dir Konya bizim. Konya bütün Türkiye için, hepimiz için hem ‘mektebimiz’ hem de ‘mahallemiz’dir.

Hikâyesi hikâyecisi kaliteli, romanı romancısı zengin şehirdir Konya. Abdullah Harmancı, Köksal Alver. Ayşe Ünüvar. Ve arkalarından gelenler; Özlem Göktaş mesela. Şair Atilla Yaramış mesela. Bir süredir Batı’yı fethe çıkan Ümit Savaş Taşkesen mesela.

Konya bir başkenttir her şeyden “önce” ve her şeyden “sonra.” Şahidiz. Giden gören tanıyan herkes de şahitlik eder buna.

Konya bir başkenttir.

Haza başkenttir. Elan başkenttir.

Orta Anadolu’nun başkentidir.

Kudüs

Âh Kudüs, Vah Kudüs!

Ana Kudüs, ata Kudüs.

Yar Kudüs, ar Kudüs.

Âh Kudüs. Vah Kudüs.

Gel Kudüs, el Kudüs.

El Kudüs, yel Kudüs.

Elin Kudüs, adın Kudüs, yâdın Kudüs.

Dert Kudüs, derttaş Kudüs.

Üz Kudüs, üzgün Kudüs, üzen Kudüs, üzülen Kudüs.

Yar Kudüs, yara Kudüs, yaran Kudüs, yaralı Kudüs, yaralanan Kudüs, yaralayan Kudüs.

Üs Kudüs, düş Kudüs, düşen Kudüs, düşüren Kudüs, düşünen Kudüs.

Üs Kudüs, üşü Kudüs, üşüyen Kudüs.

Yel Kudüs, yol Kudüs, ol Kudüs.

Yel Kudüs, sel Kudüs. Sil Kudüs bil Kudüs.

Başı duman derdi yaman Kudüs,

Gam Kudüs, gel Kudüs, gül Kudüs.

Diş Kudüs, deş Kudüs, daş Kudüs, aş Kudüs.

Sen Kudüs, san Kudüs, şan Kudüs.

Sen Kudüs, ben Kudüs, biz Kudüs.

İz Kudüs, üz Kudüs, yüz Kudüs.

Sez Kudüs, az Kudüs, yaz Kudüs.

Diz Kudüs, dik Kudüs, dimdik Kudüs.

Ağlayan Kudüs ağlatan Kudüs. Aklayan Kudüs, aklatan Kudüs.

Ağ Kudüs, çağ Kudüs, çığ Kudüs.

Çağı Kudüs, çağın Kudüs, çağır Kudüs.

An Kudüs, Anka Kudüs, Anka-ra Kudüs.

Kudüs, Kudüs’tan, Kudüs’tanbul.

Kudüs, küdes, kodes.

As Kudüs, yas Kudüs.

Kudüs, kadeş, kardeş.

Dem Kudüs, hemdem Kudüs, gamdem Kudüs, her dem Kudüs.

Sor Kudüs, ser Kudüs, sır Kudüs.

Kar Kudüs, karda Kudüs, kardaş Kudüs.

Sırdaş Kudüs, derttaş Kudüs, yoldaş Kudüs, hâldaş Kudüs.

On Kudüs, an Kudüs, en Kudüs.

Öz Kudüs, göz Kudüs, söz Kudüs.

Bak Kudüs, çak Kudüs, yak Kudüs.

Ak Kudüs, ok Kudüs, çok Kudüs.

İz Kudüs, biz Kudüs, bir Kudüs.

İzmir

Güzelliklerin Şehri

Herkesin bir İzmir’i vardır.

Herkesin bir Urfa’sı, herkesin bir Edirne’si, herkesin bir Konya’sı, Sivas’ı, Eskişehir’i olduğu gibi. Bizler için şehirler –biraz da– kişisel hikâyelerimizden ibarettir aslında.

Benim için İzmir, lisedeyken bir tarih dersimizde hocamızın “Kurtuluş Savaşı”nın final bölümünü kitaptan bana okutması, benim de muzipliğimin tutup normal paragrafı yarıda keserek fotoğraf altını –hiç unutmuyorum– “Türk askerlerini İzmir Kordonboyu’nda görüyorsunuz” diye okumuş olmam, sonra da –sanki hiçbir şey yokmuşçasına– yarıda kalan paragrafa devam etmem; “Kıl Vasıf” lakaplı öğretmenimizin de bana bir güzel “fırça atması”yla hayatımın “unutulmaz anıları” arasına girmesidir.

Evet; İzmir ilkin benim için tam da budur. Yani Kordonboyu’dur; ilk gidişimde Kordonboyu’nda yürüyüşümdür. “Çok da güzelmiş; fırça yememe değmiş” deyişimdir; itiraf ediyorum.

“İzmir, âh güzel İzmir” dediğimi hatırlıyorum ilk görüşümde.

Osmanlı fethettiği hiçbir şehrin adını değiştirmemiş. Büyük devlet aklı böyledir. Sadece kendi telaffuzuna dönüştürmüş. Nasıl Prusa’yı Bursa, Stampoli’yi İstanbul yapmışsa, Smyrna’ya da İzmir demiş, çıkmış.

O gün bugün İzmir “bizim” olmuş, “bizle” olmuş, “bizden” olmuş.

Bakmayın siz ona “Gavur İzmir” dendiğine. Gidin görün. Ben gittim gördüm. Bir dolu Osmanlı eseri var onda. Ben diyeyim on, siz deyin on beş yirmi tarihî camii var.

Tamam; ticaretti, iktisattı, ithalat ihracattı; kapitülasyonlardan itibaren İzmir “çok uluslu” bir şehir olmuş, kabul. Hristiyan’ı da yaşamış Musevi’si de onda. Asırlarca Müslüman’ı Rum’u Ermeni’si Yahudi’si “gül gibi” geçinip gitmişler. Huzurla güvenle neşeyle yaşamışlar, yan yana iç içe kol kola. Herkes hem “kendisi” olmuş, hem de “bir-bütün.” Cumhuriyette de bu devam etmiş ana hatlarıyla.

Tamam, kabul edelim, bir yaban yüzü, bir levanten yüzü, bir “başka” yüzü olmuş hep İzmir’in; eyvallah. İnkâr edilemez. Ama özde hep İstanbul’la, hep Ankara’yla, hep “devletle beraber” olmuş İzmir, haksızlık etmeyelim.

İzmir Kordonboyu’dur.

İzmir Saat Kulesi’dir.

İzmir Alsancak’tır.

İzmir “ilk kurşun”dur, İzmir Hasan Tahsin’dir, İzmir Lâtife Hanım’dır bizler için.

İzmir zulme “başkaldırı”nın, esarete “isyan”ın, 9 Eylül’de düşmanı “denize dökmenin” adıdır.

İzmir denizdir, koydur, körfezdir.

İzmir tarımın da nebatatın da bereketin de başkentidir.

İzmir Selanik’le sırdaş, Varna ile yoldaş, Hamburg ile arkadaştır.

İzmir, 1912 Balkan Faciamızdan sonra Selanik’in misyonunu üstlenmiştir; coğrafyası da Batılı ve çağdaş yüzü de ticaret ve liman kültürü de buna uygundur zaten.

İzmir Türkiye’nin en Batılı yüzü, en Batılı resmi, en Batılı ruhudur, evet. Sinemacılar da ondan çıkmıştır en çok, şair ve yazarlar da. Şarkıcılar da ondan çıkmıştır en çok sporcular da. Siyasetçileri bile hep a kalitedir.

Biraz isim verin derseniz, hemen hatırlatayım: Attila İlhan tek başına ada, Halit Refiğ tek başına körfez, Metin Oktay tek başına yarımadadır, alanlarında. Necati Cumalı, Halikarnas Balıkçısı, Tarık Dursun K., Salah Birsel, Muzaffer İzgü gibi yazarlar da onda yetişmiştir, Ayhan Işık, Çolpan İlhan gibi oyuncular, Halit Refiğ ve Çağan Irmak gibi yönetmenler de. Avni Anıl gibi bestekâr, Müzeyyen Senar, Gönül Yazar, Sezen Aksu gibi şarkıcılar da onda dünyaya gözlerini açmışlardır, Fevzi Zemzem, Fuji Mehmet, Mustafa Denizli gibi yıldız futbolcular da.

Futbolda İstanbul ve Ankara gibi Süper Lig’e beş güzide takım armağan etmiştir İzmir: Altay, Göztepe, Karşıyaka, Altınordu ve İzmirspor.

O bir “tekil şehir” değil, “çoklu şehir”dir. Çoklu, köklü, saklı. Yani derin, yani geniş, yani eski.

Siyasette de hep a kalite insanlar yetiştirmiştir demiştik. Şükrü Saraçoğlu da Osman Alyanak da Burhan Özfatura da onda yetişmişlerdir. Son yıldızları ise son Başbakanımız Binali Yıldırım’dır.

Pek bilinmez; Türk futbolunun “taçsız kralı” Metin Oktay, İzmir’in armağanıdır yeşil sahalara. Fenerbahçe’nin ağlarını yırtan Galatasaray golünün de sahibiydi o, ondan gol yiyen kalecilerin onurlandığı isimdi o. O goller atmadı aslında, resitaller sundu bir ömür tribünlere.

İzmir “yanık tenli insanlar” diyarıdır. Kumraldır, İzmir’e en çok yakışan renk kuşkusuz.

İktisat kadar, cumhuriyetle yaşıt uluslararası ticaret fuarı kadar, eğlencedir de İzmir; coşku, neşe, mutluluktur da.

Lezzeti de iyi bilir İzmirli, yemeyi içmeyi, giymeyi giyinmeyi de.

“İzmir Köfte” onların armağanıdır damaklarımıza.

Her şehir bir canlısıyla ünlüdür; Denizli horozuyla mesela. Trabzon denilince hamsi gelir akla. Van denilince kedi. İnsanına gelince; Sivas Yiğido, Erzurum Dadaş, Ankara Seymen’dir, Aydın Efe.

Ya İzmir?

İzmir kızlarının güzelliği ile bilinmiştir hep. Bunu, yüz değil; kalp, gönül, baht güzelliği olarak okuyalım biz.

Koyu, körfezi, iklimiyle de güzel şehirdir İzmir.

İnsanı, insanları, insancıllığı ile de güzeldir o.

Güzeller, güzellikler şehridir İzmir. Güzel şehrimizdir o bizim. Güzelliklerin İzmir’i.


Selanik

Seninle Vuslat Yaşamadan Ölüm Bize Uzak Olsun Arkadaş

Nazlı şehir, köklü şehir, zengin şehir.

Selanik: Hep bayındır şehir, hep berceste şehir, hep ikincil şehir.

Hep önemli, hep yenilikçi, hep hareketli, hep muhalif, hep başkenti gözleyen, hep başkenti değiştirmeye çalışan şehir.

Makedon kralı Cassander’in M.Ö. 315’te kurduğu güzel şehir. II. Murat’ın 1430’da Osmanlı’ya kattığı şirin şehir. 482 yıl Osmanlı’nın en çok nüfus barındıran –İstanbul’dan sonraki– ikinci büyük şehir. Hıristiyan halka, Osmanlı’yla Müslüman Türkler eklenir, 1492’den itibarense İspanya’dan kovulan Yahudilere kucak açar Selanik; üç dinli, üç dilli bir “hoşgörü” şehrine dönüşür Selanik; ticaret alır yürür, kültür alabildiğince zenginleşir. Osmanlı Selanik’i birbiriyle “uyumlu” ve “kardeştir” ama, 1492’den beri “bizim garantörlüğümüzde” huzurlu yaşayan “Se-farad Yahudileri”ni, 1912’de bizim Selanik’ten çekilmemizden sonra “zor günler” bekler. Nitekim II. Dünya Savaşı sırasında 50.000 Yahudi Almanlarca Selanik’ten alınır götürülür, hâlen de gidenlerden bir haber yoktur…

Osmanlı’ya nice asker, nice devlet adamı, nice sanat adamı yetiştirir Selanik.

Türküler “bizi” söyler, “bizim şehirlerimizi” de… “Beş minare” Bitlis’tir, “Sarı gelin” Erzurum. “Sıla parası kazanmak” denilince Vardar Ovası’na Üsküp’e, “Hasan Piştovu atsa” Debre’ye gideriz; Yemen’in “huş”u, Drama’nın “köprü”sü, İzmir’in “kavakları” yakınımızda, ta şuracığımızda, gönlümüzde özel bir yerdedir.

Ya Selanik? Sahi Selanik nerdedir, nerededir? Onu da hüzünlü –sanki hangisi değildir– bir türkü deyiverir bize:

 
“Çalın davulları çaydan aşaya
Mezarımı kazın bre dostlar belden aşaya
Suyumu da dökün boydan aşaya
Aman ölüm zalım ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.”
 

1909-1912 tarihleri Selanik için de bizim için de dönüm noktalarıdır: İlkinde, Selanik Ordusu İstanbul’a gelip II. Abdülhamit’i “tahtından” indirir, ikincisinde ise Selanik, yüz yıldır geri alamamacasına “ikincilik tahtından” iner. Türküye devam edelim –artık okunan güzeller güzeli bir kızın mı, yoksa Selanik’in salâsı mı siz karar verin–:

 
“Selanik içinde salâm okunur
Selamın sadası bre dostlar cana dokunur
Gelin olanlara kına yakılır
Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.”
 

Üşenmedim gittim gördüm: 482 yıllık bayındır Selanik’imiz-den bugüne neler kalmış diye, Mustafa Kemal’imizin doğduğu evle sahildeki kalenin bir burcu (beyaz kule) birkaç hamam ve minareleri yıkılıp müzeye ve konser salonuna dönüştürülmüş birkaç cami kalıntısından gayrı da bir şeyimiz kalmamış. Bayındır yine Selanik, yüzü hep Batı’ya dönük olduğundan mıdır nedir, –bizden ses sada yok– daha çok Varşova, Münih’in kötü bir kopyası gibi. Bizim gözümüzle de viran bir şehir. Türkümüze devam edelim:

 
“Selanik Selanik viran olasın
Taşını toprağını bre dostlar seller alasın
Sen de benim gibi yarsız kalasın
Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver
Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.”
 

1912’de çekildiğimizdeki nüfus dağılımına bir göz atalım: “Yahudi 61.439 kişi, Türk (Müslüman) 45.889 kişi, Yunanlı 39.956 kişi, Bulgar 6.263 kişi, Roman 2721 kişi, genel toplam: 157.889 kişi.”

Balkan Harbi’nde Selanik ve çevresinden on binlerce Müslüman Türk Anadolu’ya göçmek zorunda bırakıldı, 1924 Mübadelesiyle on binlerce Müslüman Türk Anadolu Rumlarıyla takas edilerek İstanbul’a, Bursa’ya, İzmit’e, Adapazarı’na, Bilecik’e, Eskişehir’e, Kütahya’ya yerleştirildi. O ailelerin 3. kuşak çocukları bugün işbaşında.

Selanikliler her zaman politikada, ticarette, medyada, sanatta önemli yerlere geldiler. İpekçi ailesi örneğin, Halit Refiğ, Engin Cezzar, Hürrem Erman örneğin, Piyale grubu örneğin, Hüsnü Gürsel ve yüzlercesi örneğin.

Nikahı –zorunlu– Batı’da da olsa, sanki gönlü Osmanlı’yı, Türk’ü, Türk günleri özler gibidir Selanik’in. Öyle gelir her gidişimizde; öyle bakar bize, öyle uğurlar gibidir bizleri.

Yazıyı, –domuz eti yeme korkusuyla Selanik sahilinde balıkçı lokantası sorduğumuzda– bize gönülden yardım eden Yunan delikanlısına ettiğimiz sözle bitirelim:

“Teşekkürler Dimitri; sen en kısa zamanda Türkçeyi öğren, zira yakında gene geliyoruz, size çok lâzım olacak…”

Âh Selanik vah Selanik.

Bizim Selanik, bizden Selanik.

Bizim özlediğimiz Selanik, bizi özleyen Selanik.

Vuslat yaşamadan bir daha seninle,

Ölüm bizden uzak olsun Selanik.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺50,81