Kitabı oku: «Küçük Prenses», sayfa 2
3
ERMENGARDE
Sara, o ilk sabah, Bayan Minchin’in yanında otururken ve tüm sınıfın kendisini meraklı meraklı izlerken, kendi yaşlarındaki, ona oldukça donuk, açık mavi bir çift gözle bakan küçük bir kızı fark etti. Hiç de akıllı görünmeyen tombul bir çocuktu fakat iyi huylu olduğunu delalet eden hafifçe bükülü dudakları vardı. Lepiska saçları kalın saç örgüsü yapılmış, kurdeleyle bağlanmıştı. Atkuyruğunu boynuna dolamış, kurdelenin ucunu kemiriyor; dirseklerini sıraya dayamış, yeni gelen öğrenciye meraklı gözlerle bakıyordu. Mösyö Dufarge Sara ile konuşmaya başlayınca biraz korkmuş gibi göründü. Sara öne doğru adım atıp ona masum, güzel gözlerle bakarak, hiç duraklamadan Fransızca cevap verince, tombul küçük kız irkilerek sıçramış ve şaşkınlıktan kıpkırmızı kesilmişti. “La mere” kelimesinin “anne” ve “le pere” kelimesinin “baba” anlamına geldiğini hatırlamak için haftalarca umutsuzlukla ter döktükten sonra, kendi yaşındaki bir çocuğun, bu kelimelere aşina olmakla kalmayıp daha da fazlasını bildiğini ve onları çocuk oyuncağıymış rahatça fiillerle kullanabildiğini görmek onu hayrete düşürmüştü.
Sara’ya o kadar dikkatli bakıyor ve saç örgüsündeki kurdeleyi o kadar hızlı kemiriyordu ki, tam bu sırada son derece aksi olan Bayan Minchin’in dikkatini çekti; kadın birden kızın üstüne atıldı.
“Bayan St. John!” diye bağırdı sertçe. “Bu hâl hareket nedir böyle? Çek dirseklerini! Çıkar ağzından kurdeleyi! Dik otur!”
Bunun üzerine Bayan St. John, tekrar yerinden sıçradı ve Lavinia ile Jessie kıkırdayınca iyice kızardı; o kadar kızardı ki neredeyse zavallı, donuk, çocuksu gözlerinden yaşlar boşalacaktı. Sara bunu görünce onun için çok üzüldü ve onu sevmeye başladı; onunla arkadaş olmak istedi. Biri huzursuz veya mutsuz edildiyse hemen müdahale etmek gibi bir huyu vardı.
“Sara erkek olsa ve birkaç yüzyıl önce yaşasaydı…” derdi babası, “kılıcını kuşanıp ülkeyi bir uçtan diğer uca gezer ve zor durumdaki herkesi koruyup kollardı. Daima sıkıntıda olan insanlara yardım etmek istiyor.”
Bu yüzden tombul ve yavaş olan küçük Bayan St. John’a kanı kaynadı, tüm sabah gözünü ondan alamadı. Derslerin onun için pek kolay olmadığını gözlemledi; yine de onun için gözde öğrenci muamelesi görerek öne çıkarılması tehlikesi bulunmuyordu. Fransızcası içler acısıydı. Telaffuzu Mösyö Dufarge’ı bile ister istemez gülümsetiyordu. Lavinia, Jessie ve Fransızca konusunda daha şanslı kızlar ya gülüşüyorlar ya da ona küçümseyen gözlerle bakıyorlardı. Ama Sara gülmedi. Bayan St. John “le bon pain”e, “lee bong pang” deyince duymazdan gelmeye çalıştı. Sara’nın tatlı, sıcak bir tabiatı vardı; kıkırdaşmaları duyunca ve kızın zavallı, şaşkın ve sıkıntılı suratını görünce çileden çıktı.
“Hiç de komik değil!” dedi dişlerinin arasından, kitabının üzerine eğilip. “Gülecek bir şey yok!”
Dersler bitip öğrenciler gruplaşarak kendi aralarında konuşmaya başlayınca Sara’nın gözleri Bayan St. John’u aradı ve onu acıklı bir hâlde pencere kenarındaki koltukta otururken buldu. Yanına gidip onunla konuştu. Yakınlık kurmak için küçük kızların her zaman birbirlerine söyledikleri şeyleri söyledi; fakat Sara dost canlısıydı ve insanlar bunu her zaman hissederlerdi.
“Senin adın ne?” dedi.
Bayan St. John’un şaşkınlığını açıklamak için yeni öğrencinin ilk başlarda gizemli biri olarak görüldüğünü hatırlamak gerekir; hele bu yeni öğrenci hakkında, bütün bir okul, bir gece önce, heyecandan ve çelişkili hikâyelerden yorgun düşüp uykuya dalana kadar konuşmuşsa… Faytonu, midillisi ve hizmetçisi olan yeni öğrenci ve Hindistan’dan buraya olan seyahati, sıradan değil, üzerinde konuşmaya değer bir şeydi.
“Benim adım Ermengarde St. John.” diye cevapladı kız.
“Benimki Sara Crewe.” dedi Sara. “Adın çok güzelmiş. Masal kitabından çıkmış gibi.”
“Beğendin mi?” dedi Ermengarde heyecanlı bir sesle. “Ben… ben de seninkini beğendim.”
Bayan St. John’un hayatındaki esas dert, zeki bir babaya sahip olmaktı. Bazen bunun korkunç bir felaket olduğunu düşünüyordu. Her şeyi bilen, yedi sekiz dil konuşan, okuduğu binlerce kitabı olan bir babanız varsa en azından sizden ders kitaplarınızın içeriğine aşina olmanızı bekler; tarihteki birkaç olayı hatırlamanızı ve Fransızca okuyup yazabilmenizi beklemesine de şaşmamak gerekir. Ermengarde, Bay St. John’un sabır sınavıydı. Nasıl olur da kendi çocuğu hiçbir işte parlayamayan, apaçık ve şüphe götürmez bir şekilde sönük bir tip olabilirdi, bir türlü anlamıyordu.
“Aman Tanrı’m!” demişti birkaç kez kızına bakarken. “Bazen halası Eliza gibi aptal olduğunu düşünmeden edemiyorum!”
Eliza halası ağır anlayan ve öğrendiği şeyi hemen unutan biriyse Ermengarde onun tıpkısının aynısıydı. Okulun en muazzam kalın kafalısı olduğu inkâr edilemezdi.
“Öğrenmeye ZORLANMALI.” dedi babası Bayan Minchin’e.
“Odama gel de göstereyim.” dedi Sara elini uzatarak.
Koltuktan birlikte atlayıp üst kata çıktılar.
“Sırf sana…” diye fısıldadı Ermengarde, koridorda ilerlerlerken. “Sırf sana ait bir oyun odan olduğu doğru mu?”
“Evet.” diye cevapladı Sara. “Babam Bayan Minchin’den benim için bir oyun odası rica etti çünkü… şey… çünkü ben oyun oynarken hikâyeler uydurup kendi kendime anlatıyorum ve insanların beni duymasını istemiyorum. İnsanların dinlediğini düşününce hiç keyif alamıyorum.”
O arada Sara’nın odasına giden koridora varmışlardı, Ermengarde bir an durdu, şaşkınlıktan nefesi tıkanmıştı.
“Kafandan HİKÂYE mi uyduruyorsun!” dedi nefes nefese. “Hem Fransızca konuşup hem hikâye mi uyduruyorsun? GERÇEKTEN mi?”
Sara ona hayretle baktı.
“Herkes hikâye uydurabilir.” dedi. “Sen hiç denemedin mi?”
Elini, onu uyarırcasına Ermengarde’ın elinin üstüne koydu.
“Kapıya sessizce gidelim.” diye fısıldadı. “Ve sonra kapıyı aniden açayım; belki onu yakalarız.”
Yarım ağızla gülümsüyordu fakat gözlerinde Ermengarde’ı büyüleyen gizemli bir umut ışıltısı vardı, gerçi bunun ne anlama geldiği, kimi “yakalamak” istediği veya onu neden yakalamak istediği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Bu her ne anlama geliyorsa Ermengarde onun çok heyecanlı bir şeyler söylediğinden emindi. Böylece, heyecan doruktayken koridor boyunca onu parmak ucunda takip etti. Kapıya varana kadar çıt çıkarmadılar. Derken Sara aniden kapı kolunu çevirdi ve kapıyı sonuna kadar açtı. Kapının açılışıyla karşılarında tertipli, düzenli, sessiz bir oda, şöminede usul usul yanan ateş ve yanındaki koltukta kitap okuyormuş gibi görünen harika bir oyuncak bebek belirdi.
“Ah, biz onu görene kadar yerine oturmuş!” diye açıkladı Sara. “Hep böyle yapıyorlar zaten. Şimşek gibi hızlılar.”
Ermengarde bir ona, bir bebeğe baktı.
“O yürüyebiliyor mu?” diye sordu, soluk soluğa.
“Evet.” diye cevapladı Sara. “En azından ben öyle olduğuna inanıyorum. En azından yürüyebildiğine İNANIYORMUŞ GİBİ yapıyorum. Böylece bana gerçekmiş gibi geliyor. Sen de ‘mış gibi’ yapıyor musun?”
“Hayır.” dedi Ermengarde. “Asla yapmam. Anlatsana nasıl yapıldığını.”
Ermengarde bu tuhaf, yeni arkadaşından o kadar etkilenmişti ki, Emily yerine Sara’ya bakakaldı; oysa Emily hayatında gördüğü en etkileyici oyuncak bebekti.
“Haydi, oturalım da sana anlatayım.” dedi Sara. “O kadar kolay ki bir başlayınca bırakamıyorsun. Sürekli yapasın geliyor. Çok güzel bir şey. Emily, sen de dinle. Bu Ermengarde St. John, Emily. Ermengarde, bu Emily. Onu kucaklamak ister misin?”
“Ay, kucaklayabilir miyim?” dedi Ermengarde. “Gerçekten kucaklayabilir miyim? Çok güzel bir bebek!” Sara onu Ermengarde’ın kollarının arasına bıraktı.
Bayan St. John sıkıcı, kısa hayatı boyunca, yeni bir öğrenciyle öğle yemeği zilini duyup aşağı inmek zorunda kalana kadar geçen bir saatte böylesine güzel vakit geçireceğini asla hayal dahi edemezdi.
Sara şöminenin önündeki halının üzerine oturup ona garip şeyler anlattı. Şömineye iyice yaklaşmıştı; yeşil gözleri parlıyordu, yanakları al aldı. Ona seyahati ve Hindistan hakkında hikâyeler anlattı; fakat Ermengarde’ı en çok büyüleyen şey, onun yürüyen ve konuşan, odada insanlar yokken istediklerini yapan fakat bu sırlarını saklamak için içeri biri girdiğinde yerlerine “şimşek gibi” geri dönen bebeklerle ilgili fantezisiydi.
“Biz öyle yapamayız.” dedi Sara ciddiyetle. “Bu bir tür sihir.”
Emily’yi arama hikâyelerini anlatırken Ermengarde onun yüzünün birden değiştiğini fark etti. Sanki gözlerinin önünden bir bulut geçti ve gözlerinin ışıltısını gölgeledi. Öyle derin bir nefes aldı ki ağzından garip, hüzünlü bir ses çıktı ve sonra bir şey yapmaya veya YAPMAMAYA yeminliymiş gibi dudaklarını sıkıca kapadı. Ermengarde o diğer kızlar gibi olsaydı birden ağlayıp sızlamaya başlardı diye düşündü. Ama ağlamamıştı.
“Bir… bir yerin mi ağrıyor?” diye sordu Ermengarde.
“Evet.” diye cevapladı Sara, bir anlık sessizlikten sonra. Ardından titrememesi için uğraştığı sesini kısarak ekledi: “Ama acıyan yerim bedenimde değil. Babanı dünyadaki her şeyden çok seviyor musun?”
Ermengarde’ın ağzı açık kaldı. Babasını hiçbir zaman sevmediğini ve onun birlikte on dakika kadar bile yalnız kalmamak için her şeyi yapabileceğini söylemenin seçkin bir okulda okuyan bir çocuğa yakışmayacağını biliyordu. Çok utanmıştı.
“Ben… ben onu pek göremiyorum.” diye kekeledi. “Hep kütüphanesindedir, bir şeyler okuyup durur.”
“Ben babamı dünyanın on katı kadar seviyorum.” dedi Sara. “Canım bu yüzden yanıyor. Uzaklara gitti.”
Başını kızın büktüğü küçük dizlerinin üstüne sessizce koydu ve birkaç dakika kıpırdamadan durdu.
Hıçkıra hıçkıra ağlayacak! diye düşündü Ermengarde endişeyle.
Fakat ağlamadı. Kısa, siyah lüleleri kulaklarının yanına düştü ve sessizce oturmaya devam etti. Sonra başını kaldırmadan konuştu.
“Ona dayanacağıma dair söz verdim.” dedi. “Dayanacağım da. İnsanın dayanması gerekir. Askerler nelere dayanıyor! Babam da asker. Savaş olunca oradan oraya koşmaya, susuzluğa ve belki de derin yaralara dayanmak zorunda. Gıkını bile çıkarmaz.”
Ermengarde ona bakakaldı; ona hayranlık duymaya başladığını hissetti. Harika biriydi ve diğerlerinden çok farklıydı.
O anda, Sara başını kaldırdı ve tuhaf, küçük bir gülümsemeyle siyah lülelerini arkaya attı.
“Böyle anlatmaya devam ettikçe…” dedi, “ve sana ‘mış gibi’ yapmaktan bahsedince daha kolay katlanırım gibi geliyor. İnsan unutmaz ama daha kolay katlanır.”
Ermengarde boğazının düğümlenmesinin ve gözlerinin dolmasının nedenini anlayamadı.
“Lavinia ve Jessie çok yakın arkadaşlar.” dedi boğuk bir sesle. “Keşke biz de iki yakın arkadaş olabilsek. En yakın arkadaşım olur musun? Sen zeki bir kızsın, ben de okuldaki en aptal kızım, ama ben… ben seni çok sevdim!”
“Buna çok sevindim.” dedi Sara. “Sevilmek insanı çok hoşnut ediyor. Evet. Arkadaş olabiliriz. Bak sana ne diyeceğim?” Yüzünde bir ışıltı belirdi. “Sana Fransızca derslerinde yardımcı olabilirim.”
4
LOTTIE
Sara daha farklı bir çocuk olsaydı, Bayan Minchin’in kız okulunda geçireceği sonraki birkaç yıl boyunca sürdürdüğü hayat, onun için hiç de iyi geçmezdi. Kendisine küçük bir kız değil de kurumdaki ayrıcalıklı bir misafirmiş gibi davranılıyordu. Dediğim dedik, inatçı bir çocuk olsaydı bu kadar şımartılıp, pohpohlanma sonucunda katlanılamaz biri olup çıkardı. Tembel bir çocuk olsaydı, hiçbir şey öğrenemezdi. Bayan Minchin ondan içten içe hoşlanmıyordu ancak böylesi imrenilen bir öğrencinin okulu terk etmesine neden olacak bir şey yapmayacak veya söylemeyecek kadar paragöz bir kadındı. Sara babasına rahatsız veya mutsuz olduğunu yazsa Yüzbaşı Crewe’un onu derhâl okuldan alacağını gayet iyi biliyordu. Bayan Minchin’e göre bir çocuk sürekli övülür ve canının çektiğini yapmasına izin verilirse elbette böyle muamele gördüğü yeri sevecektir. Bu nedenle, Sara’nın derslerindeki sürati, terbiyesi, arkadaşlarına karşı cana yakınlığı, içi dolu küçük cüzdanından altı kuruş çıkarıp vererek gösterdiği cömertliği övgü görüyordu; yaptığı en ufak şey bile bir erdemmiş gibi takdir ediliyordu. Eğer iyi bir mizaca ve zehir gibi beyne sahip bir çocuk olmasaydı kendini beğenmiş bir genç kız olup çıkardı. Fakat o zehir gibi beyni ona kendisi ve bulunduğu şartlar hakkında bir sürü makul ve doğru şeyler söylüyordu. Sara da bunları arada bir Ermengarde’a anlatıyordu.
“İnsanların başına tesadüfler gelir.” derdi. “Benim başıma da bir sürü tesadüf geldi. Dersleri ve kitapları sevmem, öğrendiğim şeyleri hatırlamam hep tesadüf. Yakışıklı, iyi kalpli, zeki ve bana istediğim her şeyi verebilen bir babaya sahip olmam da tesadüf. Belki gerçekten iyi huylu biri değilimdir ama istediğin her şey yapılınca ve herkes sana iyi davranınca iyi olmayacaksın da başka ne olacaksın? Bilemiyorum…” Ciddi gözlerle baktı. “iyi bir çocuk muyum yoksa baş belasının teki miyim bilemiyorum. Belki de GUDUBET bir çocuğumdur ve hiç sıkıntı yaşamadığım için bunu kimse bilmiyordur.”
“Lavinia hayatında hiç sıkıntı yaşamamıştır.” dedi Ermengarde duyarsızca. “Ve yeterince gudubet.”
Sara küçük burnunun ucunu dalgın bir şekilde, sanki konuyu düşünür gibi kaşıdı.
“Şey…” dedi sonunda. “Belki… belki de Lavinia BÜYÜDÜĞÜ içindir.” Sara Bayan Amelia’nın, Lavinia’nın çok hızlı büyüdüğünü ve bunun sağlığını ve mizacını etkilediğini düşündüğünü söylediğini duyduğu için bu sonuca varmıştı.
Aslında, Lavinia kinci bir kızdı. Sara’yı müthiş kıskanıyordu. Yeni öğrenci gelene kadar, kendini okulun lideri olarak görüyordu. Diğer öğrenciler onun dediğini yapmadıklarında son derece çekilmez olabildiği için liderlik yapıyordu. Kendisinden küçük çocuklara baskı uyguluyor ve arkadaşı olabilecek büyüklere ise hava atıyordu. Oldukça güzel bir kızdı ve seçkin genç kız okulunda ikili sıralar hâlinde tören alayı düzenlendiğinde en şık o olurdu; ta ki devekuşu tüyleri sarkan kadife mantosu ve samur manşonu ile Sara sahneye çıkana ve Bayan Minchin onu sıranın başına koyana kadar! Başlarda bu yeterince can sıkıcı bir durumdu. Fakat zaman geçtikçe Sara’nın da lider olduğu ortaya çıktı ve bunun huysuzlandığı için değil, asla huysuzlanmadığı için olduğu anlaşıldı.
“Sara Crewe’da bir şey var.” dedi Jessie samimiyetle “en yakın” arkadaşını çileden çıkararak. “Azıcık bile büyüklük taslamıyor, biliyorsun Lavvie, istese gayet yapabilir. Benim o kadar güzel şeyim olsa ve üzerime titrense -birazcık da olsa- havalara girerdim. Aileler geldiğinde Bayan Minchin’in onunla gösteriş yapması çok iğrenç.”
“Sevgili Sara konuk odasına gelip, Bayan Musgrave’e Hindistan’ı anlatsın!” diye taklit etti Lavinia, Bayan Minchin’i abartılı bir şekilde. “Sevgili Sara Leydi Pitkin ile Fransızca konuşsun. Harika bir aksanı var. Fransızcayı okulda öğrenmedi ki. Fransızcayı zeki olduğu için bilmiyor. Kendisi diyor o dili öğrenmediğini. Babasından duya duya kapmış. Babasına gelince; Hindistan’da subay olmanın ahım şahım bir yanı yok.”
“Eh!” dedi Jessie, ağır ağır. “Kaplan öldürmüş. Sara’nın odasında postu olan kaplanı da o öldürmüş. Bu yüzden o posta bayılıyor. Onun üstüne uzanıp başını okşuyor ve sanki bir kediymiş gibi onunla konuşuyor.”
“Saçma sapan şeyler yapıyor!” diye parladı Lavinia. “Annem onun bu numaradan tavırlarını aptalca buluyor. Büyüyünce tuhaf biri olup çıkacağını söylüyor.”
Sara’nın asla “büyüklük” taslamadığı doğruydu. Dost canlısı bir yapısı vardı ve sahip olduğu ayrıcalıkları ve eşyaları cömertçe paylaşırdı. On on iki yaşındaki daha olgun kızlar tarafından küçümsenip dışlanmaya alışık olan küçük kızlar, bu en çok kıskanılan kızın aşağılamasına hiç maruz kalmamışlardı. Sara anaç ruhlu küçük bir kızdı ve biri yere düşüp dizini sıyırsa hemen koşup yardım eder ve sırtını sıvazlar veya onu yatıştırmak için cebinden bir şeker yahut onu oyalayacak bir şeyler çıkarırdı. Onları asla dışlamaz veya yaşlarından ötürü onlara burun kıvırmazdı.
“Dört yaşındaysan dört yaşındasındır.” demişti Sara, Lavinia’ya sert bir şekilde, Lavinia Lottie’yi tokatlayıp ona “velet” deyince. “Ama seneye beş yaşında olacaksın, sonra da altı. Ve…” Kocaman, suçlayıcı gözlerle baktı. “Yirmi yaşına gelmesi için sadece on altı sene var.”
“Harika!” demişti Lavinia. “Ne de güzel hesap yaparmış!” Elbette, on altı ile dördü toplayınca yirmi edeceği inkâr edilemezdi ve yirmi yaş en cesurlarının bile hayal etmeye cesaret edemediği bir yaştı.
Böylece küçük çocuklar Sara’ya hayran oldular. Kendi odasında, bu küçümsenen kızlar için birkaç defa çay partisi verdiği biliniyordu. Hatta birlikte Emily ile oynamışlar ve onun çay takımlarını kullanmışlardı; içine bol şekerli açık çay koydukları mavi çiçekli takımları… Hiçbiri daha önce bu kadar gerçeğine bu kadar benzeyen bir oyuncak çay takımı görmemişti. O akşamdan itibaren Sara tüm ana sınıfı tarafından bir tanrıçaymış, bir kraliçeymiş gibi görülmeye başladı.
Lottie Legh ona o kadar hayrandı ki, Sara anaç bir yapıya sahip olmasaydı Lottie’den bunalabilirdi. Lottie, onunla ne yapacağını bilemeyen oldukça sorumsuz ve genç bir baba tarafından okula gönderilmişti. Annesi genç yaşta vefat etmişti ve ona doğduğu andan itibaren oyuncak bir bebek, şımartılan evcil bir maymun veya süs köpeği gibi davranıldığı için çok zor bir çocuktu. Bir şey istediğinde veya istemediğinde ağlayıp sızlıyor yahut bağırıp çağırıyordu; sahip olmaması gereken şeyleri istediği ve kendisi için iyi olan şeyleri istemediği için cırtlak sesi sürekli binanın bir o yanında bir bu yanında yankılanıyordu.
Annesini kaybeden küçük bir kıza acınması ve onun hoşnut tutulması gerektiğini öğrenmesi, onun gizemli bir şekilde elde ettiği en güçlü silahı olmuştu. Muhtemelen yetişkin birileri annesinin vefatından birkaç gün sonra kendi aralarında konuşurlarken duymuştu bunu. Böylece bu bilgiyi kendi çıkarına kullanmayı alışkanlık hâline getirmişti.
Sara’nın Lottie’nin sorumluluğunu üstüne alması, bir sabah, oturma odasının önünden geçerken Bayan Minchin ve Bayan Amelia’nın susmayı reddeden bir çocuğu susturmaya çalıştıklarını görmesiyle oldu. Öyle bir inatla direniyordu ki Bayan Minchin sesini duyurabilmek için neredeyse -ciddi ve sert bir tavırla- bağırmak zorunda kalmıştı.
“Ne diye ağlıyor ki?” diye bağırdı.
“Ah! Ah! Ah!” dediğini duydu Sara. “Benim a… anne… annem yok!”
“Ah, Lottie!” diye bağırdı Bayan Amelia. “Yeter artık, canım! Ağlama! Lütfen ağlama!”
“Ah! Ah! Ah! Ah! Ah!” diye inledi Lottie şiddetle. “Benim… anne… annem… yok!”
“Tam dayaklık.” dedi Bayan Minchin. “Seni evire çevir dövmek LAZIM, seni gidi yaramaz çocuk seni!”
Lottie eskisinden de yüksek sesle ağladı. Bayan Amelia da ağlamaya başladı. Bayan Minchin’in sesi gök gürültüsü kadar yükseldi, sonra birden sandalyesinden aciz bir öfkeyle fırladı ve konuyu halletmesi için Bayan Amelia’yı yalnız bırakarak odadan bir hışımla dışarı çıktı.
Sara koridorda durmuş, odaya girsem mi girmesem mi diye düşünüyordu çünkü Lottie ile dostça bir ilişki kurmuştu, belki onu susturabilirdi. Bayan Minchin odadan çıkıp onu görünce son derece rahatsız oldu. Dışarından duyulan sesinin pek asil ve hoş olmayacağını fark etti.
“Ah, Sara!” dedi sahte bir gülümsemeyle.
“Burada durmamın sebebi…” diye açıkladı, “onun Lottie olduğunu tahmin etmem ve ben düşündüm ki, belki… belki de onu susturabilirim. Deneyebilir miyim Bayan Minchin?”
“Bunu becerebilirsen bayağı akıllı bir çocuksun demektir.” diye cevapladı Bayan Minchin, ağzını büzerek. Sonra Sara’nın sert tutumundan ürktüğünü görerek tavrını değiştirdi: “Ama sen her konuda akıllısındır.” dedi onaylayıcı bir tavırla. “Eminim onu susturmayı becerebilirsin. Haydi, gir içeri.” Ve oradan uzaklaştı.
Sara odaya girdiğinde Lottie yere yatmış, bağırıp çağırıyor, küçük tombul bacaklarıyla çılgın gibi tekmeler savuruyordu. Bayan Amelia şaşkınlık ve umutsuz bir hâlde, kıpkırmızı bir suratla ve kan ter içinde ona doğru eğilmişti. Lottie kendi çocuk yuvasında ve evinde, tekmeler savurup bağırarak istediği her şeyi daima elde etmeye alışmıştı. Zavallı, tombul Bayan Amelia onu susturmak için bir o yöntemi, bir bu yöntemi deniyordu.
Önce “Zavallıcık!” diyordu. “Annenin olmadığını biliyorum, zavallım…” Sonra da ses tonunu değiştiriyordu. “Eğer sesini kesmezsen Lottie, seni silkelerim. Zavallı küçük melek! Al bakalım! Seni gidi cadaloz, yaramaz, iğrenç çocuk seni, seni pataklayacağım! Yaparım bak!”
Sara sessizce yanlarına yanaştı. Ne yapacağını bilmiyordu fakat bu kadar çaresizlikle ve telaşla birbirinden böylesine farklı şeyler söylememesi gerektiğinin de içten içe farkındaydı.
“Bayan Amelia.” dedi kısık bir sesle. “Bayan Minchin onu susturmayı deneyebileceğimi söyledi. Deneyebilir miyim?”
Bayan Amelia ona doğru dönüp umutsuzca baktı. “Ah, SENCE yapabilir misin?” diye sordu.
“Bilemiyorum.” diye cevapladı Sara, hâlâ fısıldar gibi konuşarak. “Ama deneyeceğim.”
Bayan Amelia derin bir iç çekişle dizlerini yerden kaldırdı ve Lottie’nin tombul küçük bacakları daha da kuvvetli tekmeler savurmaya başladı.
“Siz odadan çıkabilirseniz…” dedi Sara, “ben onunla kalabilirim.”
“Ah, Sara!” diye sızlandı Bayan Amelia. “Hiç böyle beter bir çocuk görmedik. Onu burada tutmaya devam edebileceğimizi sanmıyorum.”
Fakat odadan çıktı ve çıkarken bir bahanesi olduğu için çok rahatlamıştı.
Sara uluyan öfkeli çocuğun başında birkaç dakika bekledi ve tek bir kelime etmeden onu izledi. Sonra yanına oturdu ve bekledi. Lottie’nin öfke çığlıkları dışında, oda oldukça sessizdi. Bağırıp çağırdığında insanların bir karşı çıkıp, bir yalvarıp yakarmasına, bir emirler yağdırıp, bir tatlı dil dökmesine alışkın olan Bayan Legh için bu alışılmışın dışında bir durumdu. Yere yatıp tepinirken ve çığlık atarken yanındaki tek insanın hiç dikkatini çekmiyor olmak onun ilgisini cezbetmişti. Yanındakini görmek için sımsıkı kapadığı gözlerini açtı. Orada duran yalnızca başka bir küçük kızdı. Fakat o Emily ve diğer tüm güzel şeylere sahip olan kızdı. Ona sabit bir şekilde, bir şeyler düşünüyormuş gibi bakıyordu. Ona bakmak için birkaç saniye ara veren Lottie yeniden başlaması gerektiğini düşündü ama sessiz oda ve Sara’nın tuhaf, ilginç suratından dolayı ilk feryadı gönülsüz çıkmıştı.
“Benim… benim… bir… an… anne… annem… yok!” dedi fakat sesi pek güçlü çıkmadı.
Sara ona gözlerini iyice sabitleyerek baktı; ancak bakışlarında onu anladığını gösteren bir ifade vardı.
“Benim de annem yok.” dedi.
Bu, o kadar beklenmedik bir cevaptı ki Lottie afalladı. Bacaklarını aşağı indirip biraz kıpırdandı ve uzanıp Sara’ya baktı. Ağlayan bir çocuğu, sadece yeni bir şey durdurabilir. Ayrıca, Lottie aksi Bayan Minchin’i ve fazla anlayışlı Bayan Amelia’yı sevmemesine rağmen Sara’yı çok az tanısa da seviyordu. Sızlanmayı bırakmak istemiyordu fakat dikkati dağılmıştı, böylece yine kıpırdandı ve biraz daha mızmızlandıktan sonra, “O nerede?” diye sordu.
Sara bir an durdu. Çünkü ona annesinin cennete gittiği söylenmişti. Bu konu hakkında uzun uzun düşünmüştü ve düşünceleri diğer insanlarınkinden oldukça farklıydı.
“Cennete gitti.” dedi. “Ama ben onu göremesem de arada bir beni görmeye geldiğinden eminim. Seninki de geliyordur. Belki şu anda ikisi de bizi görebiliyordur. Belki ikisi birden şu anda odadadır.”
Lottie doğrulup oturdu ve etrafına bakındı. Güzel, küçük, kıvırcık saçlı bir çocuktu ve yuvarlak gözleri ıslak unutmabeni çiçeği rengindeydi. Annesi onu son yarım saat içinde gördüyse onun gibi bir çocuğun meleğe benzemediğini düşünmesi işten bile değildi.
Sara konuşmaya devam etti. Belki bazıları anlattıklarının masal olduğunu düşünebilirdi ancak kendi hayal dünyasına göre son derece gerçek olduğu için Lottie onu ister istemez dinlemeye başladı. Sara ona annesinin kanatları ve tacı olduğu söylemiş ve melek olduğu söylenen güzel beyaz gecelikli kadınların resimlerini göstermişti. Fakat Sara gerçek insanların olduğu güzel bir ülkede geçen gerçek bir hikâye anlatıyor gibiydi.
“Orada tarlalar dolusu çiçek var.” dedi, her zamanki gibi kendini kaybederek ve rüyadaymış gibi konuşarak. “Tarlalar dolusu zambak! Ve üzerinde esen meltemler havaya o zambakların kokusunu yayıyor! Ve herkes o çiçek kokusunu içlerine çekiyor çünkü orada daima meltem esiyor. Zambak tarlalarında küçük çocuklar koşturuyor ve kucak dolusu çiçekler topluyor, gülüşüp küçük çelenkler yapıyor. Yollar pırıl pırıl. İnsanlar ne kadar uzaklara yürüseler de yorulmuyorlar. İstedikleri yere süzülerek gidiyorlar. Tüm şehir inciden ve altından duvarlarla çevrili fakat insanların eğilerek dünyaya bakıp gülümseyebilecekleri ve güzel mesajlar gönderebilecekleri kadar alçaklar.”
Sara nasıl bir hikâye anlatırsa anlatsın Lottie, şüphesiz, ağlamayı kesecek ve büyülenmiş bir şekilde dinleyecekti; ancak bu hikâyenin diğer tüm hikâyelerden daha güzel olduğu yadsınamazdı. Lottie, Sara’ya sokuldu ve sonu ona göre çok çabuk gelen hikâyenin her bir kelimesini kana kana içti. Hikâye bitince o kadar üzüldü ki dudaklarını kaygı verici bir şekilde büzdü.
“Oraya gitmek istiyorum!” diye bağırdı. “Benim bu okulda annem falan yok!”
Sara tehlike sinyalini gördü ve rüyasından çıktı. Kızın tombik elini tuttu ve tatlı tatlı gülümsemeyerek onu kendine doğru çekti.
“Ben senin annen olurum.” dedi. “Benim küçük kızımmışsın rolü yaparız. Emily de kız kardeşin olur.”
Lottie’nin gamzeleri belirmeye başladı.
“Kız kardeşim olur mu?”
“Evet.” diye cevapladı Sara ayağa kalkarak. “Haydi gidip ona da anlatalım. Sonra da senin yüzünü yıkayıp saçlarını tararım.”
Lottie bunu neşeyle kabul etti ve onunla birlikte odadan çıkıp üst kata gitti. Son bir saatki tüm sıkıntının öğle yemeği için yıkanıp saçının taranmasını reddetmesinden ve Bayan Minchin’in müthiş otoritesini kullanması için çağırılmasından kaynaklandığını unutmuş gibiydi.
O andan itibaren Sara onun manevi annesi oldu.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.