Kitabı oku: «Antik mısır», sayfa 3
II- Tanrı ve Tanrıça’nın Gelişi
Yaz mevsiminin başlarında bir akşam… Batmakta olan güneşin ışıkları tepelerin üstündeki, kızılla karışık mor ve altın renkli gökyüzünde süzülüyordu. Thebes kentinde, Nil’e bakan kaba saba bir tapınağın yakınındaki çınar ağacının altında bir adam duruyordu. Muazzam bir heybete sahipti, buna rağmen o kadar orantılı bir vücudu vardı ki yanında başka biri olmadığında heybetini fark etmek çok güçtü. Üstelik bir ölümlüden fazlasıymış gibi görünüyordu.
Hemen yanında bir kadın vardı, hiç şüphesiz güneşin gördüğü en güzel, en zarif kadındı bu. Tatlı ve kibar bir yüzü, hafif gül pembesine kayan açık renkli bir teni vardı; alımlı bedenini dar, beyaz bir elbise sarıyordu. Kestane rengi gür saçları ayaklarına kadar iniyor, bedenini sanki bir kıyafet gibi sarıyor, solmakta olan gün ışığında parlak bir bakır gibi ışıldıyordu. Sanki Mısır’ın yakıcı düzlüklerinden değil de başka bir diyardan gelmiş gibiydi. Güneş dairesi zirvenin ardında alçalıp kurşuni ve kahverengi tepeleri derin bir mora boğarak nehrin sularını ateş rengi bir kızıla boyadığında, kadın önce yanındaki adama sonra da batan küreye döndü. Tapınırcasına ellerini kaldırdılar, Ra ismini dile getirdiler, üç kere yere kapandılar ve Güneş Tanrısı onuruna kısa bir ilahi söylediler.
“Bir süre burada kalıp dinlenelim,” dedi adam, örtüsünü bir taşın üzerine serdi ve oturdular. O sırada örtüsünün içinden bir kamış çıkararak çalmaya başladı. Böylesi bir müziğin dünyaya ait olması mümkün müydü? Bir an ağaçlardaki kumruların ötüşü kadar yumuşak, bir an martıların haykırışı kadar hüzünlüydü; başka bir an yatağındaki çakıl taşları üzerinde akan bir nehir şırıltısı halini alıyor, hemen sonrasında da dağlardan gelen sel kadar gürültülü ve hızlı bir nitelik kazanıyordu, sonundaysa müthiş bir ahenk içinde şarkı söyleyen büyük bir korodan gelen çok tatlı bir ses patlaması duyuldu. Ardından kadının söylediği şarkıya uyacak sade bir melodi çaldı. Melodi olağanüstü bir güzelliğe sahipti, kadının şarkısı ise öyle muhteşemdi ki kelimeler kifayetsiz kalıyordu! Sesler yumuşak ve alçaktı, ama tüm o zenginlikleri ve doluluklarıyla heyecan yaratıyorlardı; sanki neşenin ve hüznün, aydınlığın ve gölgenin, fırtınanın ve gün ışığının, son olarak da sonsuz bir aşkın öyküsü anlatılıyordu.
Son tatlı notalar da yavaş yavaş duyulmaz hale geliyordu, bu sırada altın kemerle sarılmış beyaz bir kaftan giyen saygıdeğer bir yaşlı adam, yavaşça iki yolcunun yanına geldi.
“İkinize de iyi akşamlar dilerim,” dedi, yüzündeki hayret ve huşu açıkça seçiliyordu.
“Sana da iyi akşamlar beybaba,” dedi adam. “Acaba söyler misin,” diye sordu, “bu şehirde bir süre kalabileceğimiz bir yer var mı? Bizler yolcuyuz, burada biraz daha kalıp dinlenmek isteriz…”
Yeni gelen yaşlı adam bir süre boyunca tek kelime etmedi, ama karşısındakilerin âdeta içini okuyan gözlerle onları süzmeye devam etti. En sonunda başını yere kadar eğdi, önce adamın sandaletlerini, sonra da kadınınkileri öptü. Hemen yukarı baktı ve konuşmaya başladı.
“Biraz önceki kadar güzel müzik çalan kişiler,” diye başladı sözlerine, “şehirde en iyi şekilde ağırlanmalılar. Ben bu tapınağın rahibiyim, yıldızları araştırırken göklerin gizemine dair bazı şeyler öğrendim. Geleceğinizi uzun zamandır biliyordum, ama sizi karşılayacak ilk kişi olacağımı hiç düşünmemiştim.” Din adamı, hayranlıkla bakan gözlerle çifti tekrar seyretmeye koyuldu. “Efendim ve hanımım, acaba fakirhanemin sunabileceği misafirperverliği kabul etme lütfunda bulunurlar mı?” diye sordu.
Osiris ve İsis’in Gelişi
“Hizmetlerinde çok sadık olduğun için ilk sana geldik,” diye cevap verdi adam. “Sana teşekkür ediyor, nezaketini kabul ediyoruz. Ancak bildiklerini hiç kimseye anlatmaman için seni şiddetle uyarıyorum, nereden veya neden geldiğimizi kimse bilmemeli. Bu, tanrıların isteğidir; bilesin.”
“Hizmetkârınız olarak bunları anlıyor ve kabul ediyorum,” dedi rahip. Başını toprağa kadar eğdi.
“Pekâlâ öyleyse, bizi evine götür,” diye devam etti yabancı. Kadına dönüp “Gel İsis, onunla birlikte gideceğiz, zaten saat epey geç oldu.”
Kadın, alçak ve hoş sesiyle “Ra’nın lütfu daima seninle olsun,” dedi yaşlı adama. Eşinin kolunu girdi, eve doğru ilerlediler.
Osiris ve eşi İsis, Mısır topraklarına işte böyle vardılar.
III- Osiris’in Kudreti
Osiris ve İsis, her gün tapınağın gölgesinde uzanan kente iniyorlardı. Görkemli saraylar, kutsal binalar, sfenkslerle çevrili caddeler, yani Thebes kentini dillere destan kılan o ihtişam ve büyüklük alametlerinin hiçbiri o zamanlar ortada yoktu. Hükümdarın sarayı ve birkaç büyük soylunun meskenleri taştandı, ancak evlerin çoğu tahtadan ve kamıştan yahut bugün bile herhangi bir Mısır kasabasında görülebilecek kerpiçten inşa edilmişti.
Osiris ve İsis sokaklarda gezerken insanlar işlerini bırakıp büyük bir hayretle onları izliyordu. Daha önce hiç bu kadar heybetli, bu kadar şerefli ve bu kadar kudretli bir adam; hiç bu kadar tatlı, bu kadar zarif ve bu kadar güzel bir kadın görmemişlerdi. Bu tanrısal varlıklarla kıyaslandığında, kentin kralı ve kraliçesi bile sıradan görünüyordu. İçten içe bu yabancıların dünyadan olmadığını seziyorlardı, onlara sıradan halkın gösterebileceği tüm saygıyı gösterdiler.
Tahmin edebileceğiniz gibi rahibin evinde kalan ziyaretçiler hakkında birçok soru soruldu. Ama yüksek rahip onların sırrını güvende tutmuştu; gerçekten ailesine bile bahsetmemişti, onlar da halktan fazlasını bilmiyorlardı. “Seyyahlarmış,” diye cevap veriyorlardı her soru sorana. “Rahip Ani, onlarla tapınak korusunda karşılaşmış ve bir süre misafir olmalarını istemiş. Biz de bu kadarını biliyoruz.” Nereden gelmişlerdi? Gemiyle mi seyahat etmişlerdi, yoksa merkeplerle mi? Ne için gelmişlerdi? Tüm bu ve buna benzer sorulara verebilecekleri bir cevap yoktu. Ziyaretlerindeki gizem, insanların onlara hayretle yaklaşımını daha da artırıyordu.
Zaman geçtikçe bu hayret, bir huşuya dönüştü. Osiris ve İsis her gün insanların arasına karışıyor, onlara nasihatlerde bulunuyor, yardım ediyor ve onları neşelendiriyordu. Nereye gitseler, her zaman olduğu gibi, en çok aranan kişiler oluyorlardı. Çatık kaşları indirmede İsis’in üstüne yoktu, hiçbir ses huysuz bir çocuğu onun sesi kadar rahatlatamıyordu; çok daha olağanüstü olan şey ise elini sürdüğü kişilerin hastalığını geçirmesi ve onları hemencecik iyileştirmesiydi. Bir defasında dertli bir anne, bir tomruğun altında kalmış küçük çocuğunun acısını dindirmeye çalışıyordu ki gizemli kadının, arkasında olduğunu fark etti. İsis acı çeken çocuğu yavaşça kollarına aldı, sanki bir büyü yapmıştı, çocuğun ağlamaklı yüzü yavaş yavaş düzeldi, ağrıdan kıvranan uzuvları sakinleşti. Daha sonra parmaklarının ucunu önce çocuğun çehresine, bir süre sonra da kalbinin üstüne koydu. Gözler yavaşça açıldı, dudaklarda bir gülümseme belirdi. Çocuk bir hemşiresine, bir annesine bakıyordu. “Anne, anne,” diye haykırdı birden. “Ben bu güzel hanımla gideceğim. Bana böyle söylendi anne. Çok güzel bir eve gideceğim ve bir daha hiç acı çekmeyeceğim.” Çocuk o gece öldü, ama bir daha hiç acı çekmedi. Dertli anne ise olanı o zaman anladı.
Osiris de sürekli meşguldü, ama o kentin evlerinde değil de tarlalarda bulunuyordu. İnsanlara saban sürmeyi öğretmiş, kuru toprağı sulamak için nehirden su kaldırabilecekleri daha kolay bir yöntem göstermişti; artık işçiler, tüm suyu sırtlarında taşımak zorunda kalmayacaktı. Aynı şekilde, onların işlerini kolaylaştıracak ve işledikleri topraktan daha çok verim almalarını sağlayacak daha bir sürü şey öğretti. Serin akşamlarda oturur, etrafı genciyle yaşlısıyla dolu bir köylü kalabalığıyla çevrilirdi; o flütünü üfledikçe hepsi ağızları açık bir halde, büyük bir hayranlıkla onu izlerdi. Zaman içinde çalmayı onlara da öğretti, böylece berrak ay ışığında ahenkli bir müzik çalan köylü korolarına çok sık rastlanır oldu. Bu küçük topluluk, en sevdikleri şarkıyı çalmadan onun gitmesine izin vermiyordu; bu şarkı öyle bir şarkıydı ki toprak ve gökyüzü, yaşam ve ölüm, ayrıca algılarının ötesinde daha bir dolu şey kokuyordu.
Çok geçmeden hükümdar, halkın arasına karışan yabancılardan haberdar oldu. Osiris’i huzuruna çağırttı.
“Kimsin sen?” diye sordu. “Nereden gelirsin?”
“Ben bir yolcuyum,” diye cevap verdi Osiris. “Mısır hakkında çok şey duymuş, bu yüzden onu ve insanlarını görmek isteyen bir yolcu. Aalu topraklarından geliyorum, bir süre burada kaldıktan sonra oraya geri döneceğim.”
“Bahsettiğin bu ülke nerededir?” diye sordu hükümdar. “Ordularım dünyanın dört bir yanına yürümüştür, ama bu ülkeyi daha önce hiç duymadım.”
“Batıda, çok ama çok uzaklarda,” diye cevap verdi Osiris. “Eğer bir rehberi yoksa, insanın gidebileceği sınırların çok ama çok ötesindedir.”
“Öyleyse sen nasıl geldin?” dedi hükümdar. “Eğer sen buraya gelebiliyorsan, ben de oraya gidebilirim. Bana yolu söyle, bu uzak ülkeyi görmek isterim.”
“Bunu yapamazsın,” dedi Osiris. “Hiçbir insanın oraya varamayacağını söyledim ya, işte o kadar uzaktadır.”
“O zaman kendi topraklarına hiçbir zaman dönemeyeceksin, öyle mi?” diye soruldu.
“Yaşadığım sürece dönemeyeceğim,” oldu cevap. “Bu yolculuğa çıkacağım, ama ömrüm devam ettiği sürece oraya varmayı beklemiyorum.”
“Yeteneklerin ve marifetlerin hakkında çok şey duydum,” diye devam etti hükümdar. “Sarayıma gelmeni, sihirbazlarıma ve nedimlerime bu marifetlerin bazısını öğretmeni isterim.”
“Seve seve,” diye cevap verdi Osiris. “Ancak fakir insanlar arasındaki işimi de tümden bırakamam, şimdiye kadar yaptığım gibi onlara da yardım etmek en doğrusu olur.”
Böylece Osiris gün içinde saraya gitmeye ve her defasında yeni bir şey öğrettiği bilge adamlarla oturmaya başladı. Her ne kadar adamlar ondan saraya taşınmasını isteseler de o bunu asla kabul etmedi. Rahibin evinde çok rahat olduğunu, bu yüzden ilk dostuyla kalmaya devam edeceğini söyledi.
Bazen insanlarla yaptığı konuşmalarda onların ibadet ettikleri tapınaktan bahsederdi, dua ettikleri taştan tasvirin kendilerine yardım edemeyecek kadar aciz olduğunu belirtirdi; onları daima gözeten, her türlü tehlikeden koruyan ve tüm ihtiyaçlarını karşılayan bir “Yüce Varlık” hakkında konuşurdu. Işık ve ısı bahşeden altın güneş, bu varlığın gücünün ve ihtişamının bir deliliydi. Arazilerini sulayıp ekinlerini besleyen Nil Nehri, yine onun emri üzerine cennetten gönderilmişti. Üstelik asil ve fedakâr bir hayat sürerek bu Yüce Tanrı’nın müthiş görkemli ve şanlı ülkesine ulaşmak mümkündü. Bu şekilde Osiris, insanlara Yüce Tanrı için tapınma hevesi aşılamıştı. Bu onun için kolay bir işti. Çünkü kendi yaptığı işler o kadar mucizeviydi ki bu işlere şahit olanlar, bahsettiği tanrının aslında kendisi olduğunu düşünmeye bile dünden hazırlardı.
Bir toplantı gününde saray mensupları kraliyet bahçesinde toplanmışlardı, Osiris burada genç bir adam gördü; genç adam diğerlerinden ayrı duruyordu, sessizdi, yüzüne bir keder hâkimdi. Bu genç, Osiris’in sevip saydığı genç bir savaşçıydı. Korkusuz mizacı, şövalyelere yaraşır tutumu ve keyif veren samimiyeti sayesinde onun sevgisini kazanmıştı. Besbelli ki bir şeyler ters gidiyordu, Osiris hemen onun olduğu yere doğru yürüdü.
“Hotep, canını sıkan şey nedir?” diye sordu. “Neden dostlarınla eğlenmek yerine burada bir başına dikiliyorsun?”
“Benimle sohbet edecek ya da bunu göze alacak kimse yok ki,” dedi genç adam, buruk bir tonla konuşuyordu. “Eğer firavun seni benimle görse, bu durumdan memnun olmadığını söylemek için seni yanına çağırır, bunu bilmez misin?”
Osiris o sırada saray mensuplarının kendi aralarında fısıldaştığını ve özellikle genç adamı sürekli süzdüklerini fark etti. “Bir kabahat mi işledin?” diye sordu.
“Tüm bunlar, makam sahiplerine dalkavukluk etmediğim, yanlış bir şey görünce dilimi tutmadığım için,” diye cevap verdi Hotep. “Kendime bir sürü düşman edindim, öyle ki bu kişiler, hükümdarı öldürme amacıyla komplo kurduğumu öne sürerek beni suçladılar. Bugün bu suçlamaya cevap vermek üzere çağrıldım.”
“Ah!” diye iç çekti Osiris. “Demek korkusuzluğunu ve doğruluğunu kıskanan kişiler var!” Bunu söyledikten sonra tapınak rahibiyle konuşmak için yavaşça oradan ayrıldı, başını eğmiş düşünüyordu.
O sırada hükümdar geldi, toplanmış kişilerin tüm dikkati onun bildirdiklerine çevrildi. Nihayetinde konuşması bitti, ama her zaman yaptığı gibi aralarından ayrılmak yerine tahtına oturdu.
“Hizmetkârımız Hotep burada mı?” diye sordu bir süre sonra.
“Buradayım yüce efendim,” dedi genç adam. Öne çıktı ve saygıyla başını eğdi.
“Sadakatsizliğin hakkında bazı suçlamalar var, duyduk ki saltanata karşı komplo kurmuşsun. Bu suçlamalara karşı verecek bir cevabın var mıdır?”
“Efendim, yalvarırım, izin verirseniz bu suçlamaları detaylıca duymak isterim,” diye cevap verdi Hotep.
Hükümdarın çehresi asıldı. Bir tebaanın, firavunun sözünden şüphe ettiğini belirtmesi olağan bir durum değildi, ama bir süre sonra saray nazırı çağrıldı. “Suçlamaları oku,” dedi.
Görevli elindeki parşömeni okumaya başladı: “Kraliyet ordusunda yüzbaşı görevi yapan hizmetkârınız Hotep, hükümdar ve saltanat mensuplarına karşı komplo kurmakla, bu kötü emellerine yardımcı olması için başkalarını da kışkırtmakla suçlanıyor. Dahası, söylenene göre Güney Orduları Yüzbaşısı olarak elinde tuttuğu yetkiyi kullanarak ordu birliklerinde itaatsizlik çıkarmak ve askerleri kendi kötü işleri için kullanmak istemiştir.”
Görevli okumayı bitirince, “Bu suçlamalara ne diyorsun?” diye sordu firavun.
“Bana bu suçu atanlar kimler?” diye usulca sordu Hotep.
Hükümdarın kaşları yine çatıldı. “Fark etmez,” diye çıkıştı sinirle. “Suçlamaları duydun. Verecek cevabın var mı?”
“Efendim, tüm bunların düşmanlarım tarafından uydurulmuş adi yalanlar olduğunu söylemekten başka diyeceğim bir şey yok,” dedi korkusuz genç. “Ey efendim, hizmetlerimi nasıl bir sadakatle gerçekleştirdiğimi biliyorsunuz, sizin kararınızı kabul ediyorum, faziletinize güveniyorum.”
Firavun bir anlığına afallamıştı. Çok geçmeden öfkesi geri döndü.
“Günahının cezası ölümdür,” diye çıkıştı. “Suçlu olduğun kanıtlandı.” Arkasındaki muhafızlara döndü. “Götürün şunu.”
Savaşçı hızla etrafına bakındı. Henüz gençti, yaşam tatlıydı. Ancak çevresindeki kalabalığın içinde bakışlarına karşılık veren yüzler göremedi. Artık kafasından geçen düşünce her neyse, bu düşüncenin umutsuz olduğunu fark etmişti. Acı bir gülümsemeyle, kendisini götürmek için gelen muhafızlara teslim oldu.
“Hükümdar, insanları dinlemeden mi yargılıyor?” dedi Osiris, ifadesiz bir yüzle tahtın olduğu yöne doğru yürüdü. “İyi bir hizmetkârı ölüme göndermek, senin onuruna ve refahına katkı mı sağlıyor?”
Herkes büyük bir hayretle soluk soluğa söyleniyordu, fısıldaşmalar etrafta bir rüzgâr gibi uğulduyordu. Daha önce hiç kimse bir firavunun arzusunu bu şekilde sorgulamamıştı. Firavunun kendisi bile öylesine afallamıştı ki, bir süreliğine konuşamadı.
Nihayetinde kelimeleri seçebilecek hale geldiğinde “Sana gösterdiğim iyi niyetin sınırlarını aşıyorsun,” dedi. “Diyeceğimi dedim. Eğer kapılarımızı açtığımız bir yabancı olmasaydın, bu patavatsızlığın yüzünden koruduğun kişiyle aynı sonu paylaşırdın. Kenara çekil ve bir daha da bu işe karışma, yoksa senin için kötü olur.”
“Öyle veya böyle, sizden o adama adaletli davranmanızı istiyorum,” dedi Osiris, sakin bir tavırla. “Yoksa bunu…”
“Benimle böyle konuşmaya nasıl cüret edersin?” Öfkeyle kükredi firavun. “Bu aptalı da götürün,” diye haykırdı muhafızlara, “yoksa onu dikildiği yerde öldürüp bırakacağım.” Uzun mızrağını elinde kıpırdatmaya başlamıştı.
“Hizmetkârınız Hotep için adaleti sağlamadığınız sürece tek bir adım atmayacağım,” diye cevap verdi Osiris. Tıpkı öncesinde olduğu gibi sakin ve rahattı.
“Deli adam, aptallığının cezasını çek öyleyse!” diye haykırdı firavun. İleri doğru atıldı, mızrağı fırlatmak için hazırdı.
“Dur,” dedi Osiris. Sesi, tepelerde yankılanan bir gök gürültüsü gibi her yeri sarmıştı.
Bu söz üzerine donakalan hükümdar durdu, elindeki mızrak bir patırtıyla mermer zemine düştü. Saray mensupları mutlak bir dehşetle olanları izliyor, sonradan yaşanacakların alameti niteliğindeki bu olaya hayret ediyorlardı. Osiris gerçekten de bir tanrı gibi görünüyordu, orada küçük çocukların oluşturduğu bir kalabalığın ortasındaki heybetli bir adam gibi dikiliyordu. Kolunu ileri doğru uzatmıştı, gözlerinde şimşekler çakıyordu.
Kolunu yavaşça indirdi, bu sırada firavun da bilincini tekrardan kazanmaya başlamıştı, korkudan zangır zangır titriyordu, tekrardan tahtına çöktü.
“Eğer bir adım daha atsaydın,” dedi Osiris, “aşağıdaki gölgeler diyarına doğru yola çıkmış olurdun. Seni ve etrafındakileri yok edecek güce sahibim, bunu bil. Şimdi yalancıların suçladığı hizmetkârın Hotep’i salacaksın ve onun ölümünü planlayan kişileri cezalandıracaksın. Beni bir daha öfkelendirme, bunu asla unutma, bunun korkusuyla yaşa!” Dehşete kapılan kalabalık daha tek bir söz bile söylemeden ya da hareket dahi edemeden tanrı oradan ayrılmıştı bile.
IV – Kötülüğün Gelişi
Bu olaylardan bir zaman sonra hükümdar hastalanıp öldü ve atalarına katıldı. Geride krallığı devralacak birisini bırakmadığından hükümdarlığın soylularının ve danışmanlarının yeni bir yönetici seçmesi icap etti. Fikir birliğiyle tacı Osiris’in kabul etmesi talebinde bulundular ama o bunu istemiyordu. Yine de en sonunda, başka bir hükümdar seçmeyeceklerini ve başlarında bir lider olmadığı sürece çobansız bir sürüye döneceklerini anlayan Osiris, bu ısrarlara boyun eğdi.
Uzun yıllar boyunca ülkeyi eşi İsis’le birlikte yönetti, halkın arasına ilk karıştığı günden itibaren insanlara çok büyük yardımlarda bulundu. Yavaş yavaş hükümdarlığını Mısır hudutlarının çok ötesine yaydı; halkları silah zoruyla değil, tatlı sözlerin yanı sıra, o zamana dek varlığı dahi bilinmeyen tarım ve barış sanatına dair bilgisiyle kendi tarafına çekiyordu. Bu tür seyahatleri çok sık gerçekleştiriyor, aylarca ülkeden uzak kaldığı oluyordu; bu zamanlarda toprakları İsis yönetiyordu. İsis’in yalnız başına kaldığı sıralarda yönetim konusunda gösterdiği yetenek ve bilgelik, zarafeti ve nezaketine karşı hissedilen sevgi ve saygıyla birleşiyor, bu sayede neredeyse Osiris’e gösterilene denk bir hürmetle anılıyordu.
Günlerden bir gün Thebes kentinin kapılarına bir yabancı vardı, silahlı adamlardan oluşan bir grupla birlikte gelmişti. Uzun ve güçlü biriydi, kapı muhafızının o zamana dek gördüğü en çirkin herifti. Gevşekçe yana saldığı uzun kolları, kısa ve kalın boynunun üstündeki devasa kafası, çatık kaşları, güdük ve kalınca burnu, son olarak da yüzüne her daim kötücül bir alay ifadesi konduran kesik üst dudağıyla birlikte, cesur kapı muhafızının bile gözünü korkutan bir adamdı bu.
“Kimsin ve burada ne arıyorsun?” diye sordu asker, adam devasa kapılara vurunca.
“Osiris’in sarayı burası mı?” diye sordu yabancı.
“Evet. Niye soruyorsun?”
“Ona gidip erkek kardeşi Tifon’un geldiğini söyle, akrabamı görmek için sabırsızlandığımı bildir,” diye cevap verdi dev adam.
“Sen onun kardeşi misin!” diye haykırdı muhafız, bir kahkaha patlattı. Tanrılara benzer hükümdarının böylesi bir canavarla kardeş olabileceğine ihtimal dahi vermiyordu.
Yabancı öfkelendi. “He, kardeşiyim,” diye böğürdü. “Çabuk mesajımı ilet, yoksa önce bu kapıları kafana çalar, sonra da seni mızrağıma geçiririm.” Bunu der demez büyük, kıllı ellerinden birini öne doğru uzatıp kapının parmaklıklarından birini yakalayarak parmaklığı yerinden sökecekmiş gibi sallamaya başladı.
Muhafız, onun suyuna gitmenin en iyisi olacağına karar verdi. “Mesajını biriyle göndereceğim,” dedi. Sonra dönüp dostlarından birine haberi saraya iletmesini söyledi. Gönderilen adam geri döndü, kapıdaki muhafız çok şaşırmıştı, zira kapıya gelen yabancıların içeri alınması ve onlara huzura kadar eşlik edilmesi için emir verilmişti.
Osiris giriş basamaklarının ucunda dikilmişti, kardeşini bekliyordu. Onu kente buyur etti, kendisiyle birlikte sarayda kalmasını istedi, odalar çoktan hazırlanmıştı bile. Gelin görün ki etraftaki birçok kişi, Firavun Osiris’in karşılamasında, o kendine has samimiyetinden bir şeylerin eksik olduğunu fark etmişti; Tifon’un yüzündeki kötücül bakışları ise görmeyen kalmamıştı.
Bu zamandan sonra Osiris’in hükümdarlığının damgası olan huzur ve mutluluk gitgide azalıyor gibi görünüyordu. Tarlalarda ve kentte bir tedirginlik havası kol geziyordu. Bunun nasıl veya neden olduğunu hiç kimse bilmiyordu. İnsanlar kavga etmeye ya da kaderleri hakkında yakınmaya her zamankinden daha fazla meyilliydi, fakat bu hoşnutsuzluklarının sebebini sorsak hiçbiri cevap veremezdi. Yine de belli belirsiz bir biçimde, Osiris’in kardeşinin kapılara dayandığı günlerin öncesine dönmeyi arzu ediyorlardı.
Tifon yönetimde rol almıyordu. Doğrusu Osiris, kardeşini, ona herhangi bir şeyi emanet edemeyeceğini bilecek kadar iyi tanıyordu. Tifon, kendi meskeninde dostlarıyla alem yapmadığı zamanlarda uzun süreli avlara çıkıyor ve bazen aylarca geri dönmüyordu. Onun yokluğunda Thebes halkı tekrar huzura kavuşuyordu. Birçok insan, bu devin kendi kardeşine karşı bir komplo kurduğunu ve bu sözde av aşkını da aslında kötü planlarını saklayacak bir kılıf olarak kullandığını düşünüyordu.
Osiris uzaklardayken İsis o kadar ihtiyatlıydı ki, Tifon kötülük edecek fırsat bulamıyordu. Osiris’e kıyasla çok daha dikkatli davranan İsis, tüm yaptıklarını izlemesi ve kendisine bildirmesi için güvenilir bir hizmetkârını adamın peşine takmadan, düzenbaz herifin şehri terk etmesine katiyen izin vermiyordu.
Yıllar bu şekilde gelip geçti. İsis ve Osiris, tebaalarının yazgısını daha iyi bir hale getirmek ve huzurunu artırmak için didiniyorlardı. Tifon ise bu hoş toprakları kendi eline geçirmek için bekliyor ve fırsat kolluyordu, kardeşine karşı kalbinde hissettiği nefret gitgide büyüyordu.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.