Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Norveç masalları», sayfa 2

Yazı tipi:

Üç Limon

Bir zamanlar anne ve babasını kaybetmiş üç erkek kardeş yaşardı. Aileleri tarafından barınabilecekleri bir ev bırakılmadığından dünyada dolanıp kendi talihlerini aramaktan başka çareleri yoktu. En büyük ve ortanca kardeş yolculuk için hazırlanabildikleri kadar iyi hazırlanmışlar, ancak her zaman ocağın arkasında oturup çakısını yonttuğu için “Ocak Mike” adını taktıkları küçük kardeşlerini yanlarına almak istememişlerdi. Dolayısıyla sabahın ilk ışıklarıyla yola çıkmışlar ancak ne kadar acele etmişlerse de Kral’ın sarayına vardıklarında Ocak Mike da onlarla aynı zamanda saraya varmıştı. Saraya vardıklarında Kral’dan onları hizmetine kabul etmesini istediler. “Öyle mi?” dedi Kral ve düşündü, ancak onlara vermek için uygun bir işi yoktu. Yine de fakir olduklarını bildiğinden bu kocaman sarayda onları meşgul edecek bir şeylerin bulunabileceğini düşündü, duvarlara çivi çakabilir, sonrasında da çivileri yerinden çıkartabilirlerdi. Bunu yaptıktan sonra mutfağa odun ve su taşıyabilirlerdi. Ocak Mike duvara çivi çakma ve çivileri yerlerinden çıkarma konusunda içlerinde en hızlı olanıydı, ayrıca mutfağa su ve odun taşımada da diğerlerinden hızlı çıkmıştı. Bu nedenle erkek kardeşleri onu kıskanmaya başlayıp küçük kardeşlerinin on iki krallık içindeki en güzel prensesle, kral olmak için evlenmek istediğini duyurdular; çünkü kralın eşi ölmüştü ve dul kalmıştı. Bunu duyan Kral, Ocak Mike’a dediği şeyi yapmasını, eğer ki başaramazsa onu kütüğe yollayacağını ve başını kaybedeceğini söyledi.

Ocak Mike böyle bir şeyi ne düşündüğü ne de söylediği karşılığını verdi ama Kral'ın ne kadar ciddi olduğunu görünce denemeye karar verdi. Böylelikle yiyecekle dolu bir sırt çantası alarak yola çıktı. Ormanda ilerlemeye başlayalı yalnızca kısa bir süre olmuştu ki Mike’ın karnı acıktı, Kral’ın sarayında ona temin edilen erzaklarına bakmaya karar verdi. Büyük bir rahatlıkla bir çam ağacının altına serildiğinde aksayarak yürüyen bir kadının ona doğru gelmekte olduğunu gördü. Kadın, sırt çantasında ne olduğunu sordu. “Et ve domuz pastırması, nineciğim,” dedi genç adam. “Eğer açsanız, lütfen gelin birlikte yiyelim!” Kadın, açlığını bastırdıktan sonra genç adama teşekkür etti ve bu iyiliğinin karşılığı olarak ona bir iyilikte bulunacağını söyleyip ormana doğru aksayarak ilerledi. Ocak Mike kendine ayırdığı payı yedikten sonra bir kez daha çantasını sırtlanarak yoluna devam etti. Yola çıkalı çok olmamıştı ki bir düdük buldu. Bir düdüğü olmasının iyi olacağını, kendi kendine bir ezgi tutturabileceğini düşündü. Sahiden de çok geçmeden düdükten ses çıkarmayı başardı. İşte tam o anda ormanın her tarafını cüceler doldurdu ve hepsi bir ağızdan, “Lordumuz ne emreder? Lordumuz ne emreder?” diye sordu. Ocak Mike, onların lordu olup olmadığını bilmediğini söyledi ama eğer bir emir verecek olsaydı bu, onlardan on iki krallıktaki en güzel prensesi getirmelerini istemek olurdu. "Bu gerçekten çok kolay," dedi cüceler. Bu prensesin kim olduğunu biliyorlardı ve ona yolu gösterebilirlerdi. Böylelikle kendisi gidip prensesi bulabilirdi, çünkü cücelerin prensese dokunabilme güçleri yoktu. Cüceler, Ocak Mike’a yolu gösterdiler; kimse ona müdahale etmediğinden kolaylıkla amacına ulaştı. Bir trol kalesine ulaşmıştı ve orada üç güzel prenses vardı. Ne var ki Ocak Mike içeri ayak basar basmaz üçü de sanki akıllarını kaybetmiş birer kuzu gibi oradan oraya koşturmaya başladılar. Bir süre sonra üçü de pencere pervazında duran birer limona dönüştü. Ocak Mike çaresiz kalmıştı ve bu durum karşısında mutsuzdu, çünkü ne yapması gerektiğini bilemez haldeydi. Bir süre düşünüp taşındı ve ardından üç limonu da alıp çantasının içine koydu. Seyahati süresince olur da susarsa bunu yaptığı için ileride memnuniyet duyabilirdi; limonların ekşi olduğunu duymuştu.

Epey bir yol aldıktan sonra çok terledi ve susadı. Ne etrafta su ne de susuzluğunu nasıl giderebileceğine dair fikri vardı. Bunun üzerine çantasına koyduğu limonları hatırladı, bir tanesini çıkarıp ısırdı. Bir de ne görsün! Prenses limonun içindeydi, baştan aşağıya gerçekten de oradaydı, “Su, su!” diye haykırdı. “Eğer birazcık su bulamazsam,” dedi Prenses, “öleceğim.” Genç adam su bulabilmek için koşturup durdu ancak çevrede su bulmak imkansızdı. Geri döndüğünde Prenses çoktan ölmüştü.

Ocak Mike bir süre daha yoluna devam etti ama susadıkça susuyordu. Susuzluğunu giderecek herhangi bir şey bulamadığı için çantasından bir limon daha alıp ısırdı. Bir de ne görsün! Bir diğer Prenses limonun içinden ona bakıyordu, ilkinden çok daha güzeldi. “Su,” diye haykırıp eğer biraz su içmezse öleceğini söyledi Prenses. Ocak Mike taşların, yosunların altlarına bakındı durdu ancak ortada su falan yoktu. Böylece bu Prenses de öldü.

Ocak Mike işlerin kötüden daha da kötüye gittiğini hissediyordu. Bu gerçekten de doğruydu, çünkü yoluna devam ettikçe sıcak daha da bastırıyordu. Seyahat ettiği bölgede hava öyle kuruydu ki tek bir damla dahi su bulabilene aşk olsun. Susuzluk yüzünden yarı ölü gibiydi. Uzun bir süre boyunca kalan son limonu ısırıp ısırmamak konusunda kararsız kaldı ama sonunda yapılacak başka bir şey olmadığına karar verdi. Limonu ısırdığında, içindeki prensesin ona doğru baktığını gördü. Bu, on iki krallıktaki en güzel prensesti ve biraz su içemezse oracıkta öleceğini söyledi. Ocak Mike bir oraya bir buraya koşturup su aradı. Bu sefer şansına kralın değirmencisiyle karşılaştı. Değirmenci ona değirmen havuzunun nerede olduğunu tarif etti. Ocak Mike, içinde prensesin olduğu limonu da alıp değirmen havuzuna giderek ona havuzdan su verdiğinde Prenses limonun içinden dışarı çıkıverdi. Gel gör ki kızın üzerinde giyecek hiçbir şeyi yoktu. Bu yüzden Ocak Mike ona gömleğini verdi. Prenses gömleği giydikten hemen sonra bir ağaca tırmandı. Ocak Mike Kral'a yaşanan her şeyi anlatıp Prenses'i bulduğunu söyleyene ve kaleden giyecek bir şeyler getirene kadar onu burada bekleyecekti.


Bu esnada kralın aşçısı havuza su almaya gelmişti. Aşçı kız, havuza yansıyan şirin yüzü görünce kendi yüzü sandı ve o kadar mutlu oldu ki zıplayıp dans etmeye başladı. Ne kadar da güzel bir yüze kavuşmuştu böyle!

“Şeytan alsın suyu umurumda değil, bunu umursamak için fazla güzelim!” dedi aşçı kız ve su kovasını fırlatıp attı ama sonra fark etti ki sudaki yansıma ağaçta oturan Prenses'in yüzüne aitti. Bu onu o kadar kızdırdı ki Prenses'i ağaçtan indirip havuza itti. Sonra da Ocak Mike’ın gömleğini giyip ağaca kendisi tırmandı. Kral gelip de yanık tenli, gösterişsiz mutfak hizmetçisini görünce kızarıp bozardı ancak insanların onun hakkında on iki krallıktaki en güzel kız dediklerini öğrenince, gönülsüz de olsa buna inanmak durumunda kaldı. Kızı bulmak için bunca çaba sarf eden Ocak Mike’a haksızlık etmek de istemiyordu. “Belki mücevherler takındığı ve iyi giysiler giydiği zaman güzelleşir,” diye düşündü Kral. Böylece kızı evine kabul etti. Bunun üzerine perukacılar7 ve terzi kadınlar getirilmesi emredildi. Kıza takılar takıldı ve tıpkı bir prenses gibi giydirildi, ancak tüm bu süsleyip püslemelerden sonra dahi hâlâ yanık tenli ve gösterişsizdi. Bundan bir süre sonra aşçı kız, su almak için havuza gittiğinde kovasında çok güzel gümüş bir balık gördü. Kovasını saraya taşıdı ve balığı Kral'a gösterdi. Kral balığın muhteşem bir güzelliğe sahip olduğunu düşündü, ancak aşçı kız bunun cadıların işi olduğunu ve balığı yakmaları gerektiğini söyledi. Bunun üzerine balık bir sonraki sabah yakıldı, küllerinin arasındaysa bir topak gümüş olduğu görüldü. Bunun üzerine aşçı kız yukarı çıkıp olayı Kral'a anlattı. Kral bunun çok garip olduğunu düşündü ancak Prenses bunun açıkça büyücülük olduğunu, gümüşü bir gübre yığınının altına gömmeleri gerektiğini söyledi. Kral bunu yapmak istemiyordu ama kız dediğini kabul ettirene kadar Kral'a huzur vermedi. Böylece Kral, kızın isteğini kabul etmek zorunda kaldı. Bir topak gümüşü gömmelerinin üzerinden bir gün geçmemişti ki ne görsünler! Gömdükleri yerde şahane bir ıhlamur ağacı bitmişti. Ağacın yaprakları gümüş rengi ve pırıl pırıldı. Olan biten Kral'a söylendiğinde Kral bunun olağanüstü olduğunu düşündü; ancak Prenses, ne eksik ne fazla, her şeyin büyücülükten ibaret olduğunu ifade ederek ıhlamur ağacının kesilmesi gerektiğini söyledi. Kral bunu yapmayı hiç istemiyordu ama Prenses, Kral'a o kadar çile çektirdi ki Kral buna da razı gelmek zorunda kaldı. Hizmetçiler ateş yakmak için ıhlamur ağacının odunlarını almaya dışarı çıktıklarında ne görsünler! Odunlar saf gümüştendi. “Ne Kral'a ne de Prenses'e hiçbir şey söylememeliyiz,” dedi içlerinden biri, “çünkü söylersek odunları öylece yakıp eritirler. Onun yerine odunları dolapta saklayalım. Olur da bir gün karşımıza biri çıkar da evlenmek istersek belki işimize yararlar.” Hepsi bu fikre sıcak baktı bakmasına ama odunları taşımaya başladıktan kısa bir süre sonra odunlar o kadar ağırlaştı ki taşıyamaz hale geldiler. Bunun sebebini anlamak için baktıklarında odunların önce bir çocuğa, çok geçmeden de akla hayale gelebilecek en güzel prensese dönüştüğünü gördüler. Hizmetçiler bu işte bir iş olduğunu düşündüler, Prenses'e giyecek bir şeyler verdikten sonra genç adamı bulmaya gittiler; sonuçta genç adam on iki krallıktaki en güzel prensesi bulmak için yollanmıştı. Böylelikle hikâyeyi genç adama anlattılar. Ocak Mike hikâyeyi duyup da geldiği zaman Prenses; aşçı kızın onu nasıl da havuza attığını, önce bir gümüş balığa sonraysa bir topak gümüşe dönüştüğünü, derken bir ıhlamur ağacı ve devamında odun parçaları haline geldiğini bir bir anlatıp kendisinin gerçek prenses olduğunu söyledi. Kral'a ulaşmak çok zordu, çünkü koyu tenli aşçı kız gece gündüz Kral'ın yanından ayrılmaz olmuştu. Bu nedenle Kral'a, komşu bir krallığın onlara savaş ilan ettiğini söyleyerek onu saraydan dışarı çıkardılar. Kral güzeller güzeli Prenses'i gördüğü zaman öyle bir âşık oldu ki onunla oracıkta evlenmek istedi. Koyu tenli, gösterişsiz aşçı kızın Prenses'e ne kadar gaddarca davrandığını öğrendiğinde de aşçı kızı aynı hızla cezalandırmak istedi. Sonrasında on iki krallıkta da duymayanın kalmadığı bir düğün düzenlendi.

*

“Üç Limon” (Absjörness, Norske Folkeeventyr, Ny Sam-ling, Christiana, 1871, p. 22, No. 66) masalı, İskandinav bölgesine ait değil, başka ülkelerden bu kültüre giren bir masaldır. Ayrıca doğu ülkelerinde herkesçe bilinen bir masaldır. Gelgelelim Asbjörnsen bu masalı Christiana’daki bir kadının ağzından dinlemiştir, yani bu demek oluyor ki bu masal, kuzeyde kendine bir yer edinmiştir.

Yeraltindaki Komsu

Bir zamanlar Telemarken’de bir köylü yaşardı ve bu köylünün kocaman bir çiftliği vardı. Gelgelelim sürüsünden yana şansı yaver gitmiyordu, sonunda evini ve arazisini kaybetti. Neredeyse hiçbir şeyi kalmamıştı, ancak elinde kalan az buçuk parayla şehirden uzak ormanlık alanda, ıssız bir köşede, ufak bir arazi satın aldı. Bir gün çiftliğinin avlusunda yürürken bir adamla karşılaştı.

“İyi günler komşu!” dedi adam.

“İyi günler,” dedi köylü, “Burada yalnız olduğumu sanıyordum. Komşum musunuz?”

“Şuranın ilerisinde çiftliğimi görebilirsiniz,” dedi adam. “Sizinkinden çok da uzakta değil.” Çiftçi daha önce böylesine güzel, böylesine verimli ve böylesine iyi durumda olan bir arazi daha görmemişti. Sonrasında bu komşusunun yeraltı ahalisinden biri olduğunu anladı, buna rağmen korku duymamıştı; komşusunu bir iki kadeh bir şeyler içmek için evine davet etti. Bu teklif komşusunu mutlu etmişe benziyordu.

“Dinle beni, senden bir iyilik yapmanı isteyeceğim,” dedi komşusu.

“Önce iyiliğin ne olduğunu bilmeliyim,” dedi köylü.

“Ahırının yerini değiştirmelisin, bana engel oluyor,” cevabını verdi komşusu.

“Hayır, bunu yapmayacağım,” dedi köylü. “Ahırı daha bu yaz yaptım ve kış geliyor. Onu kaldırırsam sürümü ne yapacağım?”

“Peki, ne istersen öyle yap ancak ahırı kaldırmazsan sonuçlarına da katlanırsın,” dedi komşusu. Bunu söyledikten sonra da çekti gitti.

Köylü bu durum karşısında şaşırıp kalmıştı, ne yapacağını bilemiyordu. Uzun kış geceleri yaklaşırken ahırını yerle bir etme fikri ona hiç cazip gelmiyordu, ayrıca başkalarına muhtaç olmak da istemiyordu.

Bir gün ahırında dikilirken bir anda yeraltına çekiliverdi. Kendini aşağıda, yeraltında, tarif edilemez bir biçimde etkileyici bir yerde bulmuştu. Her şey ya gümüşten ya da altındandı. Çok geçmeden kendisini komşusu diye tanıtan adam geldi ve ona oturmasını söyledi. Bir süre sonra yemekler gümüş tabaklarda getirildi, bal likörü ise gümüş sürahilerde… Komşusu, köylüyü yemek için sofraya çağırdı. Köylü bu teklife karşı koyamayarak sofraya oturdu, ancak tam kaşığını tabağına daldıracakken yemeğine yukarıdan bir şey damladı. Böylelikle iştahını kaybetti. “Evet, evet,” dedi adam, “ahırını neden sevemediğimizi görebiliyorsun sanırım. Huzurla yemek yiyemiyoruz. Ne zaman sofraya otursak yukardan pislik ve saman dökülüyor, ne kadar aç olursak olalım iştahımızı kaybettiğimizden yiyemiyoruz. Ahırınızı başka yere kurma iyiliğini bana çok görmezseniz ne kadar yaşlanırsanız yaşlanın önünüzde meralar arkanızda ekinler olmasını sağlarım, ancak bu iyiliği yapmazsanız yokluk içerisinde yaşarsınız ömür boyu.”

Köylü bunu duyar duymaz ahırını yerle bir etmek ve farklı bir yerde yeniden inşa etmek için işe koyuldu. Bir süre sonra yalnız çalışmadığını fark etti, çünkü gündüzleri ne kadar iş yapıyorsa geceleri o uyuyorken de bir o kadar iş yapılmış oluyordu. Anlaşılan komşusu da ona yardım ediyordu.

Köylü verdiği karardan hiç pişman olmadı, çünkü her zaman için yeterli yemi ve mısırı oldu; böylelikle de sürüsündeki hayvanlar semirdi. Bir keresinde tam bir yıl süren kıtlık olmuştu; yeteri kadar yemi olmadığından sürüsünün yarısını ya satmayı ya da kesmeyi düşünüyordu. Fakat bir sabah sütçü kız ahıra gittiğinde bir de ne görsün! Köpek gitmişti. Onunla birlikte bütün inekler ve buzağılar da tabii. Ağlayarak olan biteni köylüye anlattı. Köylü bunun muhtemelen öküzü otlatmaya götüren komşusunun işi olduğunu düşündü. Gerçekten de öyleydi. İlkbahara doğru her taraf yeşerdiğinde köpeğinin geri geldiğini gördü. Köpek havlıyor, oradan oraya zıplayıp duruyordu. Onu, inekler ve buzağılar izliyordu, tüm sürü öyle semirmişti ki onları izlemek köylüye pek bir keyif vermişti.

*

“Yeraltındaki Komşu” (Idem, s. 149, Halland, Asbjörnsen’e Björnsjo’da tanıştığı bir Halland yerlisi tarafından anlatıldı, balıkçı), “Trollerin Birası” adlı Danimarka hikâyesini bilen kişilere tanıdık gelecektir. Zaman zaman yeraltı ahalisi ve troller, istekleri yerine getirildiğinde değerbilir ve kibar karakterler olarak, istekleri yerine getirilmediğindeyse rahatsız edici tuhaf karakterler olarak karşımıza çıkarlar.

Gizemli Kilise

Günlerden bir gün Etnedal’dan bir öğretmen, balık tutmak için dağlarda konaklamaktaydı. Okumayı çok sevdiği için yanında daima bir iki kitap taşırdı. Uzanmak için vakti olduğunda, tatillerde veya kötü hava nedeniyle balıkçı barakasında kalmak zorunda olduğu zamanlarda kitaplarını okurdu. Bir pazar sabahı barakada uzanmış kitap okurken kilise çanına benzer bir ses duyar gibi oldu. Ses kimi zaman uzaklardan geliyor gibi belli belirsizdi, kimi zamansa öyle belirgindi ki sanki rüzgâr, sesi ona doğru taşıyordu. Hayret ederek uzunca bir süre sesi dinledi, ancak kulaklarına inanamıyordu, çünkü tepelerin ardındaki bölge kilisesi çanlarının sesini buradan duyabilmesi mümkün değildi. Oysa sesi bir an için o kadar net duymuştu ki… Bunun üzerine okuduğu kitabı bir kenara koydu, ayağa kalktı ve yola çıktı. Hava çok güzeldi, güneş tepede parlıyordu ve kiliseye giden gruplar yanından bir bir geçiyorlardı. Hepsi pazar gününe özel giysilerini giymişler, ellerinde ilahi kitaplarıyla ilerliyorlardı. Öğretmen, bir süre daha ormanda yoluna devam etti. Daha önce ağaçlar ve çalılardan başka hiçbir şeyin olmadığı bir yerde ahşap bir kilise olduğunu gördü. Bir süre sonra rahip geldi, ancak o kadar yaşlıydı ve eli ayağı o kadar tutmuyordu ki eşi ve kızı yürümesine yardımcı oluyordu. Öğretmenin olduğu yere geldiklerinde durarak onu kiliseye, ayini dinlemeye davet ettiler. Öğretmen bir an için duraksayıp bu insanların Tanrı’ya nasıl ibadet ediyor olduklarını görmenin ilginç olacağını düşündü ve eğer herhangi bir zarar görmeyecekse daveti kabul edeceğini söyledi. “Hayır, size hiçbir zararı olmayacak; aksine bu bir lütuf,” dediler. Kilisede her şey sessizce ve usulüne uygun devam etti. Ortada ayinin huzurunu bozacak ne bir köpek ne de bir bebek vardı, söylenen şarkılar da güzeldi ama kelimeleri seçememişti öğretmen. Rahibin vaiz kürsüsüne doğru ilerlemesine yardım edildikten sonra rahip vaazına başladı. Öğretmen bu vaazın bir şey dışında gerçekten çok hoş ve içinde bazı duyguları uyandıran cinsten olduğunu düşündü. Kafasında acayip bir düşünce belirmişti; vaazı tam olarak anlayamamıştı. “Cennetteki Babamız…” sözü kulağa pek doğru gelmemişti ve “Bizi şerden koru…” gibi bir söz duyduğunu da hatırlamıyordu. Ayrıca İsa’dan söz edildiğini de duymamıştı ve vaazın sonlarına doğru kutsamayla ilgili bir tören de olmamıştı.

Ayin sona erdiğinde öğretmen, papaz evine davet edildi. Daha önceki cevabının aynısını verdi ve kendisine zarar gelmeyecekse daveti kabul edeceğini söyledi. Tıpkı daha önce olduğu gibi kendisine bir zarar gelmeyeceği, aksine bunun bir lütuf olduğu cevabını aldı. Böylece onlarla papaz evine gitti. Papaz evi tıpkı mahalledeki diğerleri gibi göz alıcı ve sağlam bir yapıydı. Bahçesinde çiçekler ve elma ağaçları vardı, bahçe de sade bir çitle çevrelenmişti. Öğretmeni sofralarına davet ettiler; yemekler dikkatle hazırlanmış ve çok leziz görünüyordu. Daha önce olduğu gibi eğer kendisine bir zararı olmayacaksa davetlerini seve seve kabul edeceğini söyledi öğretmen ve aynı cevabı aldı. Bunun üzerine onlarla yemek yedi, ara sıra köy kilisesi rahibiyle yediği Hıristiyan yemekleriyle bu yemekler arasında pek bir farklılık olmadığını ifade etti. Kahvesini de içtikten sonra anne ve kız onu başka bir odaya çektiler. Rahibin karısı, eşinin ne kadar yaşlı olduğundan ve elinin ayağının artık tutmamaya başladığından yakınarak bunun uzun zaman böyle devam etmeyeceğini söyledi. Kadın sözlerine öğretmenin ne kadar güçlü, ne kadar kabiliyetli bir adam olduğuyla devam etti ve öğretmene, yaşlı eşinin yerine yeni rahip olarak onlarla kalmasından ne kadar mutluluk duyacaklarını söyledi. Öğretmen, bir vaiz olmadığını söyledi onlara; ancak anne ve kız, öğretmenin bilgisinin zaten yeterli olduğunu, daha fazlasınaysa ihtiyacı olmadığını söylediler. Piskopos bu bölgeye hiç ziyarette bulunmazdı; başrahibin de buralara uğradığı görülmemişti. Anne ve kızın bu kişiler hakkında hiçbir fikri yoktu. Bunun üzerine öğretmen, yeterli düzeyde irfana sahip olsa dahi bu iş için kabiliyetli olmadığını söyledi. Bu teklif hem onun için hem de anne kız için gerçekten önemli olduğundan dolayı acele bir karar vermek istemiyordu, bu yüzden bu teklifi bir sene düşünmek istediğini söyledi. Bunu söyler söylemez kendisini ormanın içinde bir göletin yanında buldu; ortalıkta ne papaz evi vardı ne de kilise… Böylelikle meselenin kapanmış olduğunu düşündü. Bundan bir yıl sonra, teklifi düşünme süresinin bitmesine yakın, barakada çalışmaktaydı. Okul tatil olduğu için buraya gelmiş, bazen balık tutuyor bazen de marangozluk işleriyle uğraşıyordu. Bir gün duvarı her iki yanından desteklemeye çalışırken bir yıl önce dağda, ormanın ortasında karşılaştığı rahibin kızının ona doğru geldiğini gördü. Teklif üzerine düşünüp düşünmediğini öğretmene sordu kız. “Evet,” dedi öğretmen, “teklifi düşündüm ama kabul edemeyeceğim, çünkü Tanrı’nın huzurunda görevi layığıyla yerine getiremeyeceğim.” Tam o anda rahibin kızı yer yarıldı da yerin içine girdi sanki. Öylece yok oluvermişti. Bu olayın üzerine öğretmen baltayı alıp büyük bir ustalıkla bacağını dizinden kesiverdi ve hayatı boyunca sakat olarak yaşadı.

*

“Gizemli Kilise” (Asbjörnsen, Huldreeventyr, I, 217, Valders, bir papaz tarafından anlatıldı), bir önceki hikâyede geçen yeraltı ahalisinin cana yakın oluşlarıyla büyük bir tezatlık gösterir ve bütün gariplikleriyle dinleyeni etkileyen bir hikâyedir. Norveç’te vahşi yaşamın ortasındaki bu kiliselerin hikâyeleri halen anlatılagelmektedir ve uzaktan çanların sesini duymanın kötülüğün habercisi olduğu söylenmektedir. Ibsen’in “Brand” isimli buzdan kilise masalının kökeni de bu tarz bir halk masalına dayanıyor olabilir.

7.Takma saç yapan kişilere verilen ad. Günümüzde bu kişiler daha çok sahne sanatlarında görev alır. (ç.n.)

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.