Kitabı oku: «Dominique», sayfa 4
Augustin çok mektup yazardı. Ara sıra kendine de mektup gelirdi. Gelen mektupların birçoğu Paris damgasını taşımakta idi. Bu gibileri o, daha acele açar ve bir hamlede okurdu. O zaman hafif bir heyecan, renk vermemek âdeti olan yüzünü, bir müddet için canlandırırdı. Bu mektuplardan birini aldığı vakit ya birkaç saatten fazla sürmeyen bir yeis ve fütura düşer yahut haftalarca onu doludizgin koşturan bir cerbeze taşkınlığı gösterirdi.
Bir veya iki kere, onun, birtakım kâğıtları derleyip Paris adresine göndermek için, zarfa koyduktan sonra sıkı sıkı tembihlerle Villeneuve köy müvezzisine verdiğini gördüm. O zaman aşikâr bir sabırsızlıkla bunun cevabını beklerdi. O cevap da ya gelir ya gelmezdi. O zaman, yeni bir saban izine geçen çiftçi gibi, eline başka bir boş kâğıt alırdı.
Sabahları erken kalkar, tezgâh başına geçer gibi acele çalışma odasına koşar, dışarıda hava güzel mi yoksa yağmurlu mu anlamak için bir kere başını çevirip pencereden bakmaz ve geceleri çok geç yatardı. Eminim ki Trembles’dan ayrıldığı gün sorulmuş olsaydı, şatonun küçük kulelerinin tepesinde çırpınan ve havanın esişleriyle nöbet nöbet tesirlerini gösteren yelkovanların varlığından bile haberi olmadığı anlaşılırdı. Benim rüzgârdan meraklandığımı gördükçe “Bundan size ne?” derdi.
Sıhhatine dokunmayan ve kendisi için tabii bir eleman hâline gelen fevkalade faaliyetine, benim çalışmama, kendi çalışmalarına, her şeye yetişirdi. Beni kitaplara boğar, onları bana okutturur, tekrar okutturur, tercüme ettirir, analiz yaptırır, örneğini aldırır ve ben bu kelime tufanı içinde boğulup sersemlemedikçe biraz hava almak için olsun yakamı bırakmazdı. Bu suretle az zaman içinde, hem de pek sıkılmaksızın, benim gibi ileride ne olacağı belli olmayan, fakat her hâlde bir kolej tahsili yaptırılmak istenilen bir çocuğun önce bilmesi icap eden şeyleri hep öğrendim. Onun maksadı beni yüksek sınıflara çabuk hazırlayarak kolejdeki tahsil senelerimden tasarruf yapmaktı.
Böylelikle dört sene geçti. Dördüncü sene sonunda kolejin ikinci sınıfı için benim hazır olduğum kanaatine vardı. Şatodan ayrılmak zamanının yaklaşmakta olduğunu, takdiri kabil olmayan bir dehşet içinde görüyordum.
Hareketime takaddüm eden son günlerimi hiç unutamayacağım: Bu, âdeta marazi bir hassasiyet nöbeti gibi bir şey oldu ve zahiren bunu haklı gösterecek hiçbir sebep de yoktu. Hakiki bir felaket bundan beter bir netice veremezdi. Sonbahara ermiştik. Her şey aynı maksat için birleşiyor gibi idi. Bir tek misal size bu hususta bir fikir verebilir.
Kuvvetimin son bir tecrübesini yapmış olmak için Augustin bana Latince bir kompozisyon vermişti ki mevzusu İtalya’yı terk eden Anibal’ın hareketini tasvir idi. Asmaların gölgelediği taraçaya indim ve böyle açık havada, bahçenin kenarındaki küçük iskemlede mevzumu yazmaya başladım. Tarihin daha o zaman bile bana heyecan vermek kabiliyetini haiz tek tük mevzularından biri de bu idi. Sade bu değil Anibal ismine bağlı başka ne varsa bu meyanda Zama Harbi şahsi olarak daima bende heyecan uyandırmıştır. Bu benim için bir hailenin feci olan sonu idi ki hukuki cihetini araştırmaksızın yalnız kahramanlık tarafına bakıyordum. Buna dair okuduklarımı hep hatırladım; Anibal’ı gözümün önüne getirdim: Memleketinin düşmanı bir talii harple mücadele ederek askerî hezimetlerden ziyade ırkının mukadder musibetlerine boyun eğerek sahile inen, ancak istemeye istemeye o sahilden ayrılırken son bir ümitsizlik vedası yollayan o bedbaht kahramanı, tarihi değilse bile, hiç olmazsa bence lirik bir hakikat olarak telakki ettiğim bir tarzda iyi kötü ifadeye çalıştım.
Bana yazı masası işini gören taş, ılıktı. Elime yakın yerlerde küçük kertenkeleler tatlı bir güneşle ısınarak dolaşıyorlardı. Artık yeşil renklerini kaybeden ağaçlar, daha az sıcak günler, daha uzun gölgeler ve daha sakin bulutlar… Bunlarda hep güz mevsimine mahsus temkinli bir cazibe ile hezimetin, inhitatın ve hazin bir vedanın ifadesi vardı. Hafif bir rüzgârla çardaklar sarsılmadan asma dalları birer birer düşüyordu. Park sakindi. Kuşlar ötüyor ve sesleri kalbimin derinliklerine kadar bana heyecan veriyordu. İzahı muhal, zapt ve ızmarı25 daha muhal olan ani bir teessür, hemen taşmaya hazır bir dalga hâlinde, içimde kabararak beni karışık bir haz ve elem içinde bırakmıştı. Augustin taraçaya, indiği vakit gözlerimi yaş içinde buldu ve sordu:
“Ne oluyorsunuz? Anibal için mi ağlıyorsunuz?”
Cevap vermeksizin yazdıklarımı kendisine uzattım.
Bir nevi hayretle tekrar yüzüme baktı. Sonra bu acayip teessüre sebep olabilecek bir kimse olup olmadığını anlamak için etrafına bakındı. Parka, bahçeye, gökyüzüne, acele ve dalgın göz attı. Nihayet gene bana dönerek “Fakat ne oluyorsunuz?” diye tekrar etti. Sonra verdiğim kâğıdı okumaya başladı.
Bitirdiği vakit devam ile “Güzel!” dedi. “Fakat biraz gevşek. Böyle bir kompozisyon kolejin, orta kuvvette bir ikinci sınıfında size iyi bir derece kazandırabilirse de meram etseniz siz bundan daha iyisini yapabilirsiniz. Anibal fazla teessür gösteriyor; denizin öbür tarafında kendisini müsellah olarak bekleyen halka kâfi derecede itimadı yok. Zama Harbi’nin ne olacağını o biliyordu, diyeceksiniz; fakat o harbi kaybetmesinin suçu kendinde değildi. Eğer güneş arkadan gelseydi harbi kazanacaktı. Zaten Zama’dan sonra ona Antiyoküs kalıyordu. Antiyoküs’ün ihanetinden sonra da zehir. Son sözünü söylememiş bir kimse için hiçbir şey kaybolmuş değildir.”
Paris’ten henüz aldığı bir mektubu açık olarak elinde tutuyordu. Mutadından ziyade canlı idi. Neşe dolu azimkâr gözleri şiddetli bir uyanıklıkla parlıyordu. O gözler ki bakışları daima dikine olmakla beraber parıltısı az olurdu.
Benimle beraber taraçada birkaç adım atarken “Azizim Dominique!” dedi. “Kendime ait size vereceğim iyi bir haberim var. Bir haber ki sizin de hoşunuza gidecektir; çünkü bana dost olduğunuzu bilirim. Sizin koleje gideceğiniz gün ben de Paris’e gidiyorum. Ne zamandan beri buna hazırlanmakta idim. Oradaki hayatımı temin için bugün artık her şey hazırlanmıştır. Beni bekliyorlar. İspatı da işte şu mektup.”
Böyle diyerek elindeki mektubu bana gösteriyordu. Devam etti:
“Muvaffak olmak için şu zamanda ufak bir gayret kâfidir. Ben ise biliyorsunuz, o gayretin daha büyüklerini sarf ettim. Siz buna şahitsiniz. Çünkü beni çalışırken görürdünüz. Şimdi beni dinleyin azizim Dominique: Üç güne kadar siz kolejin ikinci sınıfında, yani bir adamdan biraz eksik, fakat bir çocuktan çok fazla olacaksınız. Yaşın ehemmiyeti yok. Siz on altı yaşındasınız. Merak ederseniz altı ay içinde on sekizinde olabilirsiniz. Trembles’dan çıkıp gidin ve bir daha burasını düşünmeyin. Zamanı gelinceye kadar, yani servetinizin hesaplarını görmek zamanı gelinceye kadar burasını hatır ve hayalinize getirmeyin! Siz köy hayatı için yaratılmış değilsiniz. Ne de bu inziva hayatı için ki böyle bir hayat sizi öldürür. Siz daima ya pek yukarı ya pek aşağı bakıyorsunuz. Pek yukarısı, azizim, mümkün olmayandır. Pek aşağısı da ölmüş yapraklardır. Hayat orada değildir. İnsan yüksekliğinde dosdoğru karşınıza bakınız: Hayatı göreceksiniz. Zekavetiniz var: Güzel bir miras. Sizi daima öne sürecek bir aile unvanınız var. Dağarcığında böyle bir ikramiyesi olan kolejliye her yol açıktır. Bir öğüt daha: Tahsil hayatınızda pek mesut olacağınızı ummayınız. Düşününüz ki itaat ve inkıyat, istikbal için hiçbir şey angaje etmez. Keza içten gelen dirayetli bir istekle kendiliğinden kabul edenlere göre disiplin de bir şey değildir. Mektep dostluklarına pek bel bağlamayınız, meğerki dostlarınızı tam bir bitaraflıkla bizzat kendiniz seçmiş olasınız. Muvaffakiyetli zamanlarınızda maruz kalacağınız kıskançlıklara gelince -ki sanırım böyle olacaktır- önceden kararınızı alarak bunu bir tecrübe ve çıraklık devresi sayınız. Şimdi hiçbir gününüz geçmesin ki o gün kendi kendinize şu sözü söylemiş olmayasınız: Kişi çalışmakla meramına erer ve hiçbir gece Paris’i düşünmeden uyumayınız. Paris sizi bekliyor ve orada sizinle tekrar görüşeceğiz.”
Mertçe bir otorite jesti ile elimi sıktı ve odasına çıkmak için bir sıçrayışta merdiven başını buldu.
Ben de bahçeye indim. İhtiyar André çiçek tarlalarını çapalamakla meşguldü. Büyük bir telaş içinde olduğumu hâlimden sezerek “Hayır ola Mösyö Dominique, ne haber?” diye sordu.
“Haber şu ki zavallı André’ciğim, üç güne kadar koleje giriyorum.” dedim ve parkın öbür ucuna giderek akşama kadar orada saklandım.
IV
Üç gün sonra Madam Ceyssac ve Augustin’in refakatinde Trembles’dan ayrıldım. Sabah çok erkendi. Bütün ev ayakta idi. Hizmetçiler etrafımızda dolanıyorlardı. André hayvanların başında duruyordu. Herkesi matem içinde bırakan geçen günkü acı haberden beri onu hiç bu kadar meyus bir hâlde görmemiştim. İspirlik26 âdeti değilken arabacının yerine çıkıp oturdu ve açık bir tırısla hayvanlar yollandılar.
Pek iyi bildiğim Villeneuve’den geçerken eski küçük arkadaşlarımdan iki üçünü gördüm. Büyümüşler, birer delikanlı gibi olmuşlar. Bel, kürek omuzlarında tarla tarafına gidiyorlardı. Araba gürültüsünü duyunca başlarını çevirip baktılar ve bunun adi bir gezme gidişi olmadığını anlayınca hayırlı yolculuklar temenni eden şen selamlarla bizi uğurladılar.
Güneş doğuyordu. Bütün bütün kırlara, artık tanımadığım yerlere çıkmıştık. Baktım, yeni yeni simalar geçiyordu. Halamın gözleri benden ayrılmıyor ve şefkatle beni tetkik ediyordu. Augustin’in yüzünde parlayan bir sevinç vardı. Benim içimde melal olduğu kadar sıkıntı da vardı.
Ormesson’la aramızdaki on iki fersahlık mesafeyi almak için koca bir gün akşama kadar yürümek icap etti. Güneş batmak üzere idi ki araba kapısından ayrılmayan Augustin damdan düşer gibi halama şöyle dedi:
“İşte madam, Saint-Pierre’in kuleleri göründü.”
Buraları düzlük, soluk, tatsız ve ıslaktı. Ötesinde berisinde sivri çan kuleleri yükselen basık bir şehir, sazların arkasında belirmeye başladı. Çayırlardan sonra batak yerler, beyazımsı söğütlerden sonra sararmaya başlayan kavaklar geliyordu. Sağ tarafta bir nehrin bulanık suyu, çamurlu yamaçlar arasında, yuvarlanıp akıyordu. Kenarda ve suyun iki bölüm gösterdiği ağaç gövdeleri arasında kereste yüklü gemiler ve hiç yüzdürülmemiş gibi çamura batmış eski salapuryalar vardı. Çayırdan nehre doğru inen kazlar, vahşi çığlıklarla arabanın önünde koşuyorlardı. Uzaklarda, cedvel kenarlarındaki tarlalar arasında sıcak sislerin sardığı küçük çiftlikler hayal meyal görünüyor ve deniz rutubetine pek benzemeyen bir nemlik, sanki hava pek soğukmuş gibi, beni üşütüyordu.
Araba bir köprüye geldi. Hayvanlar küçük adımlarla bunu geçtiler. Sonra yolumuz uzun bir bulvara çıktı. Artık enikonu karanlık basmıştı. Hayvanlar daha sert bir kaldırım üstünde gitmeye başlayınca şehre girmiş olduğumuzu anladım. Hesabıma göre hareketimizden beri on iki saat geçmişti ve on iki fersahlık bir mesafe ile Trembles’dan uzaklaşmış bulunuyordum.
İçimden “Bitti!” dedim. “Hepsi bitti. Bir daha geri gitmenin imkânı yok.”
Ve bir hapishane kapısından girer gibi Madam Ceyssac’ın evine girdim. Büyük bir konak. Şehrin en tenha bir yerinde değil, fakat en ağırbaşlı bir yerinde, yüksek duvarlarının gölgesinde küflenen pek küçük bir bahçe ile manastıra bitişik, havasız, manzarasız büyük odalar, ses veren dehlizler, karanlık bir yuva içinde dönme bir taş merdiven ve bütün bu yerleri canlandırmaktan uzak pek az insan… Orada eski zaman âdetlerinin soğukluğu, taşra âdetlerinin müsamahasızlığı, ananelere hürmet, etikete riayet, her şeyde bolluk, büyük bir refah ve bir can sıkıntısı hissolunurdu. Üst kattan şehrin bir kısmı, yani isli çatılar, manastırın yatakhaneleri ve çan kuleleri görülürdü. Benim odam da işte bu katta idi.
Fena bir uyku uyudum; hiç uyumadım desem de caiz. Her yarım saatte veya çeyrek saatte bir, evin muhtelif saatleri, ayrı bir ahenk ile çalıyor. Hiçbiri Villeneuve saatinin paslı sesiyle kendini pek kolay tanıtan köy çıngırağına benzemiyordu. Sokaktan ayak sesleri geliyor, şiddetle çevrilen bir çocuk oyuncağı, bir kaynana zırıltısı, gürültünün uyuması demek caiz olan bu hususi şehir sükûneti içinde çınlıyor, bu sırada kulağıma acayip bir ses, terennüm eder gibi ağır, muttarit bir erkek sesi geliyordu. Bu ses her hecede biraz daha yükselerek “Saat bir, saat iki, saat üç, saat üçü çaldı.” diyordu.
Sabahleyin erkenden Augustin geldi. “Ben…” dedi. “Sizi hemen koleje kaydettirmek ve hakkınızdaki tasavvurlarımdan müdüre bahsetmek istiyorum.”
Biraz durdu ve mütevazıca ilave etti:
“Böyle bir tavsiye, öteden beri bana son derece itimadı olan ve gayretimi takdir eden bir kimseye karşı olmasaydı hiçbir değeri olmazdı.”
Mektebe gidişimiz dediği gibi oldu; fakat ben kendimde değildim. Koyun gibi götürüldüm, getirildim, avlulardan geçtim ve bu yeni ihtisaslara karşı tamamıyla bikayt, dershaneleri gördüm.
Daha o gün yolcu kıyafetine giren Augustin, meşin bir valize tıkılmış bütün bagajını kendi taşıyarak saat dörtte şehrin meydanına gitti. Paris’e gidecek olan araba koşulmuş, orada harekete hazır bulunuyordu.
Benimle birlikte kendisini uğurlamaya gelen halama dönerek “Madam…” dedi. “Dört senedir devamlı bir surette gösterdiğiniz şu alakadan dolayı size bir kere daha teşekkür ederim. Mösyö Dominique’e okuma hevesini ve bir insan zevkini verebilmek için elimden geleni yaptım. Paris’e gelecek olursa orada beni bulacağından ve ne zaman olursa olsun bugünkü gibi kendisi için fedakâr olacağımdan emindir.”
Hakiki bir teessürle boynuma sarılarak “Bana mektup yazınız.” dedi. “Bir o kadar da benim yazacağımı vadediyorum. Hadi bakalım, büyük bir gayret, iyi bir şans dilerim. Bunlar hep sizde olan şeyler.”
Arabanın üst kısmına çıkıp oturmasını müteakip ispir gemleri toparladı.
Yarı şen, yarı mahzun bir ifade ile bana bakarak “Allah’a ısmarladık!” dedi. İspirin kamçısı dört beygirin üstünde şakladı ve araba Paris yolunu tuttu.
Ertesi sabah saat sekizde ben kolejde bulunuyordum. Talebenin avluda başıma üşüşmelerine ve yeni gelenlere karşı pek de lütufkâr olmayan tetkik ve tecessüslerine meydan vermemek için içeriye en sonra giren ben oldum. Onun için karşımdaki sarı boyalı kapıya gözümü dikerek dosdoğru yürüdüm. Bu kapının üstünde “İkinci” diye yazılı idi. Eşiğinde, saçlarına kır karışmış, yüzü soluk ve yorgun; ne kaba ne aptal, ağırbaşlı bir adam duruyordu. Beni görünce “Hadi bakalım.” dedi. “Biraz daha çabuk.”
İntizama bu davet ve bir yabancı tarafından bana tevcih edilen bu ilk disiplin ihtarı benim, başımı kaldırıp kendisini tetkik etmeme sebep oldu. Onda bir titizlenme ve bir kayıtsızlık hâli vardı. Bana söylediğini unutmuştu bile. Augustin’in sözlerini hatırladım. Kafamın içinde bir stoyisizm ve bir azmüsebat şimşeği dolaştı. İçimden Hakkı var! dedim. Yarım dakika geciktim.
Ve hemen içeri girdim.
Muallim kürsüye çıktı ve dikte etmeye başladı. Bu, bir başlangıç kompozisyonu idi. İlk defa olarak izzetinefsim, rakip ihtiraslara karşı mücadeleye girmiş bulunuyordu. Yeni arkadaşlarımı gözden geçirdim ve kendimi yapayalnız buldum. Sınıf loştu, yağmur yağıyordu. Ufak camlı pencerelerden, rüzgârın salladığı ağaçları görüyordum. Fazla sıkışık olduğu için bunların dalları avlunun kararmış duvarlarına sürtünüyor, yağmurlu havaların ağaçlarda hasıl ettiği bu malum şamata, avluların sükûtu içinde nöbet nöbet bir mırıltı gibi dağılıyordu. Ben bu mırıltıyı içimde fazla acılık duymadan, raşeli27 ve cazibeli bir nevi melal içinde dinliyordum. Bir melal ki zaman zaman tatlılığı son haddi buluyordu.
Apansız profesör bana bakarak şöyle dedi:
“Siz çalışmıyorsunuz, öyle görüyorum, karışmam, sizin bileceğiniz bir iş…”
Sonra başka bir şeyle meşgul oldu. Artık kâğıdın üzerinde kalemlerin cızırtısından başka bir şey duymaz oldum.
Biraz sonra yanımdaki çocuk usulca bana bir pusula uzattı. Bu pusulada, söylenen diktenin bir parçasıyla beraber şu kelimeler yazılı idi:
“Elinizden gelirse bana yardım ediniz; ters bir mana çıkarmayayım.”
Hemen kendiminkinden kopya ederek kendisine iyi kötü bir tercüme sundum. Yalnız terimler yoktu. Üstelik bir sual işareti koydum ki manası “Cevap yazmadım. Siz tetkik ediniz.” demekti. Gülümseyerek bana teşekkür etti ve daha fazla incelemeyerek başka cümleye geçti. Birkaç dakika sonra yeni mesajını alıyordum. Bu mesajında “Siz yeni mi geldiniz?” diye soruyordu. Bu sualinden onun de yeni gelenlerden olduğunu anladım. Bu kimsesizlik arkadaşıma “Evet.” diye cevap verirken hakiki bir sevinç hareketi gösteriyordum.
Bu, aşağı yukarı ben yaşta bir çocuktu; fakat bünyesi daha narin, sarışın, ince; şehirde büyümüş çocuklara mahsus soluk ve bozuk bir renk, tatlımsı mavi ve güzel canlı gözler, mutena bir kıyafet, bizim taşra terzilerinde görmediğim hususi biçimde elbiseler…
Birlikte çıktık. Yalnız kaldığımız vakit bu yeni arkadaşım bana şöyle söyledi:
“Kolej bana dehşet veriyordu. Şimdi onunla alay ediyorum. Burada hiç arkadaşlık edemeyeceğim, elleri kirli bir sürü esnaf çocuğu var. Onlar bize kin bağlayacaklar, umurumda bile değil. Biz ikimiz işimizi başarırız. Siz onlara üstün gelince onlar da sizi sayarlar. Ne suretle olursa olsun işinize yaramaya çalışırım; yalnız tercüme işinde yaya kaldığım gündür. Latinceden hiç hoşlanmıyorum. Şu olgunluk imtihanı olmasa ömrümde bir kelime Latince öğrenmeyeceğim.”
Sonra isminin Olivier d’Orsel olduğunu, Paris’ten geldiğini, ailevi bazı sebeplerle Ormesson’da tahsil edeceğini, amcası ve iki kuzini ile karmelitlerde oturduğunu, Ormesson’dan birkaç fersah uzakta arazisi olduğunu ve Orsel isminin kendisine oradan geldiğini anlattı. Sonunda “Ne ise!” dedi. “Şöyle böyle bir ders geçti. Artık akşama kadar onu hatırımıza getirmeyelim.”
Birbirimizden ayrıldık. Narin iskarpinlerini gıcırdatarak, en az çamurlu taşlara basa basa, çevik, muvazeneli yürüyor; hafif İngiliz gemleri gibi dar bir kayışla tokalanmış paket hâlinde kitaplarını elinde sallıyordu.
Şu anlattığım ilk saatler ki o gün vücut bulmuş fakat bildiğiniz veçhile bugün hazin ve kati süratte ölmüş bir dostluğun vefatından sonra yâd edilmiş hatıralarıdır. Bunları bir tarafa koyacak olursak tahsil hayatımın bakiyesi bizi pek hikâyemizden alıkoymayacaktır. Eğer o günden sonra geçecek olan üç yıl, şu saatte bana bir alaka telkin ediyorsa bu alaka ayrı bir sahada ve mektepli hislerinden bütün bütün azadedir. Onun için mektepli denilen o manasız filiz hakkında sözü kısa kesmek üzere size gene dershane terimleri dairesinde ifade vererek diyeceğim ki ben mektebin iyi talebesindenim. Bu da bilerek, isteyerek değil, kendim de farkında olmayarak ve cezasını çekmeden, yani iddiakârlıkla kimseyi üzüp incitmeden, sanırım istikbalde benim için büyük başarılar sezip söyleyenler vardı. Kendime karşı beslediğim çok bariz ve çok samimi bir itimatsızlık tevazu ve mahviyet yerine geçiyor ve bizzat pek az mesele yaptığım üstünlüklerimi affettiriyordu. Hasılı şahsıma hiçbir kıymet atfetmemekliğim, kendini tetkike, noksanlarını görmeye ve değerinden bir santim fazlasını kendine vermemeye erkenden alışacak olan bir kafanın daha o zamandan umursuzluklarını ve çetinliklerini meydana çıkarıyordu.
Dedim ya, Madam Ceyssac’ın ikametgâhı neşeden mahrumdu. Ormesson’da ikamet ise ondan beterdi. Gözünüzün önüne küçücük bir şehir getiriniz: Sofu mu sofu, ihtiyar, mağmum, eyaletin ücra bir köşesine atılmış, hiç güzergâh değil, hiçbir işe yaramaz, hayat oradan her gün biraz çekilmekte ve her gün biraz kır hayatı onun yerini kaplamaktadır; sanayi hiç menzilesinde, ticaret ölü, varidatıyla darı darına geçinen bir burjuvazi, suratını asmış bir aristokrasi; sokaklar gündüz hareketsiz, geceleri caddeler ışıksız; yalnız kilise çanlarıyla ihlal edilen inatçı bir sükût ve her gece saat onda Saint-Pierre’in kocaman çanı -ahalisinin dörtte üçü zaten yorgunluktan ziyade can sıkıntısından uyumuş olan bir şehrin tepesinden- “artık ateşleri örtün” işaretini verir. İki tarafına çok güzel ve çok koyu karaağaç fidanları dikilmiş uzun bulvarları, haşin bir gölge ile onu sarar.
Mektebe gidip gelmek için günde dört kere buradan geçerdim. En kestirme değil, fakat zevkçe en uygun olan bu yol beni köyüme yaklaştırıyordu. Ben o eski yurdumu, güneşin battığı tarafta uzaktan, mevsimine göre şen veya hazin, yeşil veya karlı bir hâlde görür gibi olurdum. Ara sıra nehre kadar giderdim. Manzara orada değişmezdi: Nehrin sarımtırak suyu, oralara kadar varlığını hissettiren meddücezrin tesiriyle aksi istikamete daimî bir hareket hâlinde bulunurdu. Oraların nemli havasında kenevir, çam tahtaları ve katran kokuları duyardım. Bütün bu şeyler yeknesaktı, çirkindi ve hakikatte bana Trembles’yı unutturacak mahiyette değildi.
Memleketinin zekâ ve kabiliyetini haiz olan halamda eskiliklere karşı muhabbet, değişikliklerden korku, dedikoduya mucip olacak yeniliklere karşı nefret vardı. Dindar olmakla beraber monden, oldukça haşmetli, fakat pek sade, her şeyde, hatta ufak tefek garabetlerinde bile kusursuz olan bu kadın, dediğine göre aile faziletini teşkil eden iki prensibe göre hayatını tanzim etmişti: Dinî emirlere itaat, dünya kanunlarına hürmet. Bu iki vazifenin ifasında gösterdiği kolay iyilik bir derecede idi ki onun pek samimi olan dindarlığı, kendi muaşeret adabının sanki yeni bir şeklinden başka bir şey değildi. Onun salonu, artakalan öbür âdetleri gibi, açık bir sığınma yeri ve her gün biraz daha unutulmaya mahkûm eski hatıralarıyla irsî şefkatinin güya randevu mahalli idi. Orada o, bilhassa pazar akşamları, eski sosyetesinden hayatta olan birkaçını toplardı. Hepsi, devrilen monarşi devrine mensup ve kendisi gibi her yerden elini eteğini çekmiş kimselerdi. Hepsinin yakından gördüğü ihtilal -ki aralarında müşterek bir hikâye ve şikâyet mevzusu idi- aynı zamanda hepsini haddeden geçirerek bir kalıba sokmuştu. Filan iç kalada birlikte geçirdikleri müthiş kışları, odunsuz geçen zamanları, kışlanın yatak koğuşlarında yerde yattıklarını, çocuklara perdelerden elbise yaptıklarını gizli gizli gidip satın aldıkları kara ekmekleri tatlı tatlı yâd ederlerken vaktiyle kendilerine o kadar dehşet veren bu hâlleri şimdi gülümseyerek anmalarına şaşarlardı. Yaşlılığın müsamahakârlığı en azgın öfkeleri de yatıştırmıştı! Hayat, yaraları kapayarak, felaketleri tamir ederek, kederleri gidererek yahut daha yeni kederlerle unutturarak tabii cereyanına girmiş bulunuyordu. Gizli maksatlar için artık çalışılmıyor, şöyle böyle dedikodu yapılıyor ve bekleniyordu. Nihayet salonun bir köşesinde, çocuklara mahsus bir oyun masasının başında, istikbali, yani meçhulü temsil eden gençlik partisi, iskambil kâğıtlarını karıştırarak aralarında fısıldaşırlardı.
Koleje girip de Olivier ile tanıştığımız gün benim de bir arkadaşım olduğunu halama yetiştirmekte gecikmedim. Madam Ceyssac, biraz hayretle “Bir arkadaş mı?” dedi. “Belki de biraz acele ediyorsunuz azizim Dominique. Adını öğrendiniz mi? Kaç yaşında?”
Ben Olivier hakkındaki malumatımı söyledim ve ilk görüşte beni cezbeden yeni arkadaşımı en sevimli hatlarıyla kendisine tasvir ettim. Fakat bunlara hacet yokmuş. Yalnız Olivier ismi halamı temine kâfi geldi.
“Bu…” dedi. “Memleketimizin en iyi tanınmış, en eski isimlerindendir. O ismi taşıyanlardan birine bizzat benim çok hürmetim ve dostluğum vardı.”
Teşekkül eden bu yeni münasebetten iki üç hafta sonra iki ailenin birleşmesi tamam oldu ve kışın ilk ayı içinde bu birleşmenin açılış merasimi kâh Madam Ceyssac’ın kâh da Olivier’nin tabiri veçhile “Orsel Oteli”nde dayısı ile kuzinlerinin Karmelitler Sokağı’nda, büyük bir debdebesi olmayan konağında icra olunurdu.
Bu iki kuzinden küçüğü Julie isminde bir çocuktu. Bizden tahminen bir yaş büyük olan ötekinin adı da Madeleine idi. Madeleine manastırdan yeni çıktığı için sade bir kılık, tavırlarında bir acemilik, kendi kendinden sıkılır gibi manastır hayatına mahsus bir hâli vardı ve hâlâ oranın mütevazı kıyafeti üstünde idi. Bu kabilden olarak size anlattığım devirde dahi bir sürü ropları vardı: Göğsünü ve omuzlarını örten korsajlar, daracık, hazin, sıralara sürtünmekten göğüsleri eskimiş, mihrabın taş döşemeli bölmesinde diz çökmekten fistanlarının önü buruşmuş bir elbise serisi… Beyaz bir kız… Loş yerlerde geçen ve hiçbir heyecanı olmayan bir hayatın soğuklukları benzinde mahsus, uykudan yeni uyanmış gibi pek açılmayan gözler; ne boylu boslu ne ufak tefek, ne zayıf ne şişman; henüz belirmeye ve şeklini almaya muhtaç belirsiz bir endam… Onun pek güzel olduğunu söylüyorlardı. Ben de buna ehemmiyet vermeyerek ve inanmayarak aynı sözleri memnuniyetle tekrar ediyordum.
Olivier’ye gelince: Ben onu size yalnız mektep sıralarında gösterdim. Gözünüzün önüne şöyle getiriniz: Biraz acayip, sevimli bir çocuk, mütalaa ve tetebbuları28 hiç yok, hayat işlerinde vaktinden evvel yetişmiş; sözlerinde, tavrında, jestlerinde serbest, sosyete hayatından bihaber olduğu hâlde onu sezen ve prejüjelerini29 kabul ile beraber usul ve kaidelerini tatbik edebilen, görülmemiş bilmem nasıl bir şey tasavvur ediniz, biraz acayip bir canlılık, gülünç hiçbir hâli yok, yaşından ileri gitmiş, ancak on altı yaşında pişkin bir adam; bir şey ki hem doğmakta hem olgunlaşmaktadır; adam; bir şey ki tabii değil, suni, fakat çok cazip, bunu tasavvur ederseniz, çocukluktan tek olarak kendisinde kalan, genç mektepli kusurlarına göz yummak derecesinde, Madam Ceyssac’ın ona nasıl meftun olduğunu o zaman anlarsınız. Olivier zaten Paris’ten gelmişti. Onun öbür hususlardaki faikiyetlerine esas olan bu büyük imtiyazı, halam için değilse bile, hiç olmazsa bizim için bütün üstünlüklerini hülasa eden bir şeydi.
Akışını takipte az çok güçlük çektiğim ve kaynağında çok basit iken gittikçe pek velveleli bir hâl alan bu hatıralar akıntısında geriye doğru ne kadar gitsem onlara, o üç körpe simaya, yeşil çuha örtülü masasın başında ve lambaların ışığı altında, o zaman üzerlerine hiçbir endişenin gölgesi düşmediği için hep gülümser bir hâlde hatırlarım.
Sonraları keder ve meşakkatlerin türlüsüne maruz kalacak olan bu üç simadan küçük Julia, somurtkan bir çocuk yabaniliğiyle; Madeleine, hâlâ manastırın yarı pansiyoneri hâliyle; Olivier zevzek, dalgın, öksürüklü, şıklığa özenmediği hâlde gene şık, çocukların pek fena giyindikleri bir memlekette ve bir devirde zevk-i selime uygun bir tarzda giyinişi; kumarı çok ve iyi oynayacak bir adam muvazene ve cesaretiyle, canlı ve çevik, oyun kâğıtlarını idare edişi, sonra durup dururken iki saat zarfında belki on kere, oyunu bırakıp kâğıtları atarak, esneyerek “Canım sıkılıyor!” deyişi, sonra gidip derin bir koltuğa gömülüşü ve çağırıldığı hâlde yerinden kıpırdamayışı hep gözümün önüne gelir. “Bu Olivier acaba ne düşünür?” derlerdi. O, kimseye cevap vermez ve ayrıca güzel bir tarafı olan endişeli hâliyle sessiz, karşılarına bakmakta devam ederdi. Alışılmamış bir bakış ki, salonun yarı karanlığı içinde, tutulması kabil olmayan bir alev gibi, dolaşır dururdu. Zaten itiyatlarında oldukça intizamsız, saklanacak esrarı varmış gibi hep ağzı sıkı, toplantılarımıza karşı ihmalci, evine gitseniz bulamazsınız, cevval, fakat haylaz, her zaman her yerde, fakat hiçbir yerde değil… Kafese hapsedilmiş bir kuş ki taşra hayatında kendisine, hatıra gelmeyecek sürprizler yaratmanın ve kafesinin içinde, fezada uçar gibi uçmanın yolunu bulmuştur. O, zaten kendisine sürgün der, sanki Trakya’ya gelmek için Auguste’ün Roma’sını bırakmış gibi, rekadans Latincesinden ezberlediği birkaç parça, dediğine göre, çobanlar arasında oturmasının bir tesellisi olmaya yeterdi.
Böyle bir arkadaşla ben yapayalnız gibi idim. Nefes alacak hava bulamıyor, daracık odamda boğuluyordum. Ufuksuz, neşesiz bir oda… Manzarayı kesen yüksek ve gri duvarlarda dumanlar ve bunların üstünde rastgele şehir kuşları uçardı. Mevsim kıştı. Haftalarca yağmur yağardı. Sonra birden hava lodosa çevirir, karlar erir ve bu haşin mevsimin fantezilerine bürünerek muvakkaten gözleri kamaştıran şehir, kapkara meydana çıkardı.
Aradan epeyce bir müddet daha geçtikten sonra bakarsınız, bir sabah pencereler açılmış, her tarafta canlı sesler peyda olmuştur: Evden eve komşular birbirine seslenir, havalandırmak için dışarı çıkarılan kuşlar kafeslerinde öter, güneş parlardı. Ben yukarıdan aşağı, bizim küçük bahçenin huni gibi daralan yoluna bakardım. İs rengindeki ince dallarda tomurcuklar belirir, bütün kış meydana çıkmayan bir tavus kuşu, ağır adımlarla bir çatının tepesine çıkar ve güya gezmeye çıkmak için alçalmaya yüz tutmuş güneşin mutedil ılıklarını tercih ediyormuş gibi, bilhassa akşamları çalımlı bir eda ile ortalıkta boy gösterirdi. O zaman yaldızlı kocaman kuyruğunu açarak pırıl pırıl ışıldar ve şehirlerde duyulan bütün sesler gibi kısık fakat sivri sesi ile çığlığı basardı.
Bu suretle mevsimin değişmekte olduğunu anlar ve buradan kaçıp kurtulmak isteğinde pek ilerisine varmazdım.
Les Tristes’den30 ben de beyitler okumuştum. Yegâne tanıdığım Villeneuve’ü, kalbimde yakıcı bir hasret bırakan bu güzel ana yurdumu düşünerek o beyitleri yavaşça söylüyordum.
Azap içinde telaşlı ve bilhassa çalıştığım derslerim başımdan aşmış iken işsizdim. Çünkü derse çalışmak, hayatımın bence hiç hesaba katılmayan fazla bir tarafını işgal ederdi. Benim daha o zamanlar bile kıymet verdiğim iki üç merakım vardı. Bu meyanda bilhassa kategoriler ve tarihler merakı. Kategoriler merakından maksat, zahiren birbirinin eşi olan günlerimi daha iyi veya daha fena addettirecek, kayda değer bir hadise olmadığı hâlde, bir nevi seçime tabi tutmak ve onları değerlerine göre tasnif etmekti. Sırf can sıkıntısı içinde geçen bu uzun günlerin yegâne meziyeti ise kendimde duyduğum hayat hareketlerinin derece itibarıyla biraz fazla veya biraz eksik olmasından ibaretti. Her ne zaman kendimde fazla bir kuvvet taşkınlığı, fazla bir hassasiyet, fazla bir hafıza kudreti bulur, nevumma şuurumun telleri gerilerek iyi ses verirse ruhi kesafetimin daha yumuşak olduğu o gün, işte benim için ebediyen unutulmayacak bir gün olurdu. Derken öteki merak, tarih atmak, şifre yazmak, işaretler, semboller, hiyeroglifler merakı baş gösterirdi ki izlerini burada görüyorsunuz. Sade burada değil, kaynak ve dolgun bir anımın intibasını tespit etmek lüzumunu hissettiğim her yerde bu izler bulunur. Hayatımın gevşeklik ve kuruluk içinde geçen mütebaki31 tarafına gelince: Ben onu meddücezir dolayısıyla çekilen deniz sularının kurumuş yatağına kıyas ederim. Çünkü bu, hareketin ölümü demektir.
Nöbet nöbet ruhuma çöken bu zulmet, liman fenerlerinin döndükçe mütenaviben32 ziyasını kaybetmesi kabilinden bir şeydi. O fenerlerin nurlu işaretini bekler gibi ben de kendimde mütemadiyen bilmem nasıl bir intibahın iltimasını33 beklerdim.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.