Kitabı oku: «İbrani Masalları», sayfa 2

Yazı tipi:

Ergetz’in Peri Prensesi

Deniz kenarına kurulmuş büyük ve güzel bir şehirde yaşlı bir adam ölüm döşeğinde yatmaktaydı. İsmi Mar Şalmon’du ve ülkedeki en zengin adamdı. Lüks bir odadaki şatafatlı yatağında yastıklara yaslanmış, açık haldeki penceresinden yavaş yavaş batmakta olan güneşi izliyordu yaşlı gözlerle. Güneş, limanın ardındaki sakin sulara dayanıyor gibi gözükene dek tıpkı bir ateş topu gibi alçalmaya başladı. O anda Mar Şalmon uyanıverdi.

“Oğlum Bar Şalmon nerede?” diye sordu dermansız bir sesle. Bu sırada titreyen elini sanki bir şey arıyor gibi ipek yorgan boyunca gezdiriyordu.

“Buradayım baba,” diye cevap verdi yatağının hemen yanında dikilmekte olan oğlu. Gözleri yaş doluydu ama sesi sakindi.

“Oğlum,” dedi ihtiyar adam yavaşça ve biraz güçlükle. “Bu dünyadan ayrılmak üzereyim. Güneş ufkun ardında battığında benim de ruhum bu zayıf bedenden uçup gidecek. Uzun bir ömür sürdüm ve yakında senin olacak büyük bir servet biriktirdim. Bu serveti tıpkı sana öğrettiğim gibi iyi kullan, zira sen asil İbrani inancımıza münasip olarak irfan sahibi bir adamsın, oğlum. Yalnız bana tek bir konuda söz vermeni istiyorum.”


“Elbette, baba,” diye cevap verdi Bar Şalmon hıçkırarak.

“Yo, ağlama oğlum,” dedi yaşlı adam. “Vadem doldu. Ömrümü boşa harcamadım. Bir tüccar olarak servetimi gençlik yıllarımda kazanmaya başladım. İşte o yıllarda yaşadığım sıkıntılardan seni esirgemek istiyorum. Birazdan güneşi yutacak olan deniz şimdi sakin. Ama ondan sakınman gerek oğlum, zira güvenilmezdir. Şimdi bana söz ver, hatta yemin et: Yabancı diyarlara gitmek için asla aşmayacaksın o denizi.”

Bar Şalmon babasının ellerini tuttu.

“Sana yemin ederim ki dileğini yerine getireceğim,” dedi boğuk bir sesle. “Asla deniz yolculuğuna çıkmayacağım. Burada, kendi memleketimde kalacağım. Huzurunda ant içiyorum babacığım.”

“Bu Tanrı’nın huzurunda içilmiş bir ant,” dedi ihtiyar adam. “Sözüne sadık kal, yeminini sakın bozma. İşte o zaman Tanrı da seni kutsayacak. Unutma bunu! Bak, işte güneş batıyor.”

Mar Şalmon yastıklarının üstüne düştü ve daha fazla konuşamadı. Oğlu Bar Şalmon Güneş batana dek sessizce hıçkırıp ağlayarak pencereden dışarı baktı. Sonra ölü odasından ayrıldı.

Acı haber duyulduğunda bütün şehir yasa boğuldu çünkü Mar Şalmon çok hayırsever bir adamdı. Neredeyse bütün şehir halkı, mezarlığa götürülen naaşı takip etti. Daha sonra Bar Şalmon şehirde babasının şerefli mevkisini alacaktı. Tıpkı babası gibi o da yoksullar ile muhtaçlar için cömert bir hayırsever olacak, dostlarına bilgelik dolu nasihatlerde bulunacaktı.

İşte böylece yıllar gelip geçti.

Günlerden bir gün uzak bir ülkeden gelen yabancı bir gemi, şehir limanına demir attı. Geminin kaptanı yabancı bir dilde konuşuyordu. İlim irfan sahibi bir adam olduğundan Bar Şalmon’u çağırdılar. Kaptanın dilini bir tek o anlayabilirdi. Onu çok şaşırtan bir şey öğrendi: Gemideki yük, babası Mar Şalmon için gelmişti.

“Ben Mar Şalmon’un oğluyum,” dedi. “Babam öldü ve tüm varlığını bana bıraktı.”

“O halde hakikaten dünyanın en şanslı ve en zengin insanısınız,” diye cevap verdi kaptan. “Gemim çok büyük sayıda mücevher, kıymetli taş ve başka hazinelerle dolu. Biliyor musunuz, ey Mar Şalmon’un biricik oğlu, bu yük, denizin karşı yakasındaki bir ülkede size ait olan servetin ancak küçük bir bölümüdür.”

“Bu çok garip,” dedi Bar Şalmon şaşkınlıkla. “Babam bana bundan hiç söz etmedi. Gençliğinde uzak ülkelerle ticaret yaptığını biliyorum ama oralarda mal varlığı olduğunu hiç söylememişti. Dahası, babam bu kıyıdan asla ayrılmamam için bana tembihte bulundu.”

Kaptan çok şaşkındı.

“Anlayamadım,” dedi. “Ben yalnızca babamın emrini yerine getiriyorum. Babam, sizin babanızın hizmetkârıydı ve uzun yıllar boyunca Mar Şalmon’un hazinesini almak için geri dönmesini bekledi. Ölüm döşeğindeyken efendisini ya da onun oğlunu bulacağıma dair bana yemin ettirdi. İşte ben de öyle yaptım.”

Bazı vesikalar çıkardı. Sözü geçen o büyük servetin artık Bar Şalmon’a ait olduğuna dair şüphe olmadığı anlaşıldı.

“Artık siz benim efendimsiniz ve mirasınızı almak için benimle beraber karşı kıyıdaki ülkeye gelmelisiniz. Bir yıl sonra çok geç kalmış olursunuz çünkü ülke kanunlarına göre malınıza el konacaktır,” dedi kaptan.

“Sizinle gelemem,” dedi Bar Şalmon. “Asla deniz seyahatine çıkmayacağıma dair Tanrı’ya yemin ettim.”

Kaptan güldü.

“Dürüst olmak gerekirse, sizi anlamıyorum. Tıpkı babamın sizin babanızı anlamadığı gibi,” diye cevap verdi kaptan. “Babam, Mar Şalmon’un tuhaf bir adam olduğunu söylerdi. Bunca zenginliği ve serveti ihmal ettiğine göre belki de aklı yerinde değil derdi.”

Bar Şalmon sinirli bir hareketle kaptanı susturdu ama derin bir sıkıntıya kapılmıştı. Babasının yabancı diyarlardan gizemle söz ettiğini hatırladı. Başka ülkelerdeki servetine dair tek kelime etmediğine göre gerçekten de babası Mar Şalmon’un aklı başında mıydı? Günlerce bu meseleyi kaptanla tartıştı. Kaptan nihayet onu bu yolculuğa çıkması için ikna etti.

“Yemininizi dert etmeyin. Açıkçası, kıymetli babanız size tüm servetinden söz etmediğine göre aklını yitirmiş olmalı. Aklı başında olmayan birine verilmiş bir söz bağlayıcı değildir. Ülkemizde yasa böyledir.”

“Burada da öyledir,” diye karşılık verdi Bar Şalmon ve bu sözle birlikte son şüphesinden de arınmış oldu.

Karısına, çocuğuna ve arkadaşlarına veda edip denizin ardındaki ülkeye gitmek üzere o yabancı gemiye bindi.

Üç gün boyunca her şey yolunda gitti fakat dördüncü güne gelindiğinde hiç rüzgâr olmadığından gemi kımıldamamaya başladı. Yelkenler tembel tembel direklere çarpıyordu. Denizcilerin güvertede yatıp bir rüzgâr esmesini beklemekten başka yapacağı bir şey yoktu. Bar Şalmon fırsattan istifade ederek onlara bir ziyafet verdi.

Sonra birden, ziyafetin tam ortasında geminin hareket etmeye başladığını fark ettiler. Hiç rüzgâr yoktu ama gemi çok hızlı bir şekilde ilerliyordu. Kaptan hemen dümene geçti. Ancak geminin kontrol edilemediğini görünce dehşete düştü.

“Bu gemi büyülü,” diye haykırdı. “Rüzgâr esmiyor, akıntı da yok ama sanki bir fırtınayla sürükleniyor gibiyiz. Kaybolacağız!”

Denizciler paniğe kapıldı. Bar Şalmon onları yatıştırmayı başaramadı.

“Gemideki biri bize uğursuzluk getirdi,” dedi Lostromo, Bar Şalmon’a imalı bir şekilde bakarak. “Onu gemiden atmamız gerek.”

Arkadaşları bunu kabul ederek Bar Şalmon’a hücum etti.

Fakat tam o sırada geminin başındaki gözcü heyecanla bağırdı: “Kara göründü!”

Gemi hâlâ dümene uymayı reddediyordu ve nihayet kumsala oturdu. Gemi başından sonuna kadar titriyordu ama parçalanmadı. Hiç kaya gözükmüyordu, yalnızca arada sırada bir ağacın bulunduğu ıssız bir çöl vardı karşılarında.

“Görünüşe göre hiç hasar almamışız,” dedi kaptan ilk şaşkınlığından kurtulduktan sonra. “Ama tekrar nasıl suya açılacağımızı bilmiyorum. Bu toprakları hiç tanımıyorum.”

Haritalarının hiçbirinde bu toprakları bulamadı. Denizciler karamsar bir şekilde bu gizemli sahile bakıyordu.

“Bu toprakları keşfetsek daha iyi olmaz mı?” diye sordu Bar Şalmon.

“Hayır, hayır,” diye haykırdı Lostromo heyecanla. “Baksanıza, kıyıya hiç dalga vurmuyor. Burası insanlara ait bir yer değil, ifritlerin ülkesi olmalı. Bize bu uğursuzluğu getireni gemiden atmazsak mahvolduk demektir.”

“Ben karaya çıkacağım ve benimle beraber karaya çıkan herkese ellişer gümüş kron vereceğim,” dedi Bar Şalmon.

Ne var ki denizcilerden biri bile yerinden kımıldamadı. Elli altın kron teklif etti ama yine nafileydi. Sonunda Bar Şalmon, kaptanın bunu yapmaması yönündeki ısrarlarına rağmen tek başına karaya çıkacağını söyledi.

Bar Şalmon yavaşça gemiden atlayıp karaya çıktı. Bu sırada gemi şiddetle sarsıldı.

“Size dememiş miydim?” diye bağırdı Lostromo. “Bize bu uğursuzluğu getiren kişi Bar Şalmon! Artık gemiyi tekrar yüzdürebiliriz.”

Ama gemi kuma çakılmış gibi yerinde kaldı. Bar Şalmon bir ağaca gidip tırmandı. Birkaç dakika sonra elinde ince bir dalla geri döndü.

“Toprak miller boyunca tıpkı burada gördüğünüz gibi uzanıyor. Ne insanlardan ne de herhangi bir yerleşimden eser var,” diye seslendi kaptana.

Gemiye tekrar binmek için hazırlandı ancak gemiciler ona izin vermedi. Lostromo geminin başında durup elinde bir kılıçla onu tehdit etti. Bar Şalmon bu hamleyi savuşturmak için elindeki ağaç dalını kaldırdı. Dalın çarptığı gemi yine bir ucundan öbür ucuna kadar sallandı.

“Geminin büyülü olduğunu kanıtlamıyor mu bu?” diye bağırdı denizciler. Kaptan, Bar Şalmon’un efendileri olduğunu söyleyip onları sert bir şekilde uyarınca onu da tehdit ettiler.

Bar Şalmon adamların korkmasını eğlenceli bulduğu için bir kez daha gemiye dalla vurdu. Gemi yine titredi. Bar Şalmon dalı üçüncü defa kaldırdı.

“Eğer gemi büyülüyse, üçüncü vuruştan sonra bir şey olacaktır,” dedi.

Ağaç dalının hışırtısı havaya yayıldı ve geminin ön kısmına üçüncü darbe indi. Hakikaten bir şey oldu. Gemi kumların içinden neredeyse zıpladı. Bar Şalmon daha ne olduğunu anlayamadan gemi hızla oradan uzaklaşmaya başladı.

“Geri dönün, geri dönün,” diye haykırdı. Kaptanın dümenle boğuştuğunu görebiliyordu. Ama gemi, kaptanın çabalarına karşılık vermeyi reddetti. Bar Şalmon geminin giderek küçüldüğünü ve nihayet gözden kaybolduğunu gördü. Kimsenin yaşamadığı ıssız bir adada tek başına kalmıştı.

“Dünyanın en zengin adamının şu haline bak!” dedi kendi kendine. Hemen ardından gerçekten de ne büyük bir tehlike içinde olduğunu fark etti.

Korkunç bir gürleme sesi işitti ve hemen arkasını döndü. Onu dehşete düşüren bir şey gördü: Bir aslan ona doğru yaklaşmaktaydı. Bar Şalmon yıldırım hızıyla ağaca koşturup telaşla dallara tırmandı. Aslan öfkeyle ağacın gövdesine vuruyordu ama Bar Şalmon o an için güvendeydi. Gelgelelim, gece yaklaşmaktaydı. Aslan ağacın dibine çökmüştü. Belli ki onu beklemeye niyetliydi. Bütün gece orada kaldı, ara ara da kükredi. Bar Şalmon üst dallardan birine sıkıca yapıştı. Uyuyakalacak olursa yere düşüp aslana yem olmaktan korkuyordu. Şafak sökünce yeni bir tehlikeyle karşılaştı. Kocaman bir kartal, ağacın tepesinde dönüp acımasız gagasıyla ona vuruyordu. Nihayet koca kuş en kalın dala oturdu. Bunun üzerine Bar Şalmon, kemerinden çektiği bir bıçakla sessizce ön tarafa yöneldi. Sürünerek kuşun arkasına doğru ilerledi ama ona yaklaştığında kuş birden kocaman kanatlarını açtı. Bar Şalmon, savrulup ağaçtan düşmemek için elindeki bıçağı bırakıp kuşun tüylerine tutundu. Ne yazık ki hemen sonra kuş ağaçtan uçtu. Bar Şalmon var gücüyle kuşun sırtına tutundu.

Kartal giderek daha yükseklerde süzüldü. Öyle ki aşağıdaki ağaçlar toprak üzerindeki küçük noktalar gibi görünüyordu. Kartal, uçsuz bucaksız çölü süratle katediyordu. Artık Bar Şalmon’un başı dönmeye başlamıştı. Açlıktan bitkin haldeydi ve kuşa daha fazla tutunamayacağından korkuyordu. Kuş bütün gün hiç dinlenmeden uçarak bir adayı ve denizi aştı. Ortalıkta ne bir ev ne bir gemi ne de bir insan görülüyordu. Fakat gece olurken Bar Şalmon ağaçlarla çevrili bir şehrin ışıklarını görünce çok sevindi. Kartal şehre yaklaşınca Bar Şalmon cesaretini toplayarak yere atladı. Baş aşağı yere daldı. Düşüşü sanki saatlerce sürmüştü. Nihayet bir ağaca çarptı. Ağacın dalları Bar Şalmon’un bedeninin ağırlığı altında kırıldı. Fakat Bar Şalmon’un düşüşü devam etti. Dallar kıyafetlerini paramparça ederek vücudunu yara bere içinde bırakmıştı ama o korkunç düşüşe de ket vurmuştu. Bu sayede, nihayet yere ulaştığında canı çok fazla yanmayacaktı.

II

Bar Şalmon kendini şehrin eteklerinde buldu ve ihtiyatlı bir şekilde ilerledi. Gördüğü ilk binanın bir sinagog olması üzerine büyük bir rahatlama hissetti. Fakat kapı kapalıydı. Uzun süredir aç olmasının da etkisiyle bitkin ve perişan haldeydi. Sinagog merdivenlerine çöküp bir çocuk gibi iki gözü iki çeşme ağladı.

Sonra koluna biri dokundu. Başını kaldırıp baktı. Ay ışığında tam karşısında duran bir çocuk gördü. Pek tuhaf bir delikanlıydı bu. Ayrık ayaklıydı, ceketi (tabii bu hakikaten bir ceketse) kanat şeklinde yapılmış gibi gözüküyordu.

Ivri Onochi,” dedi Bar Şalmon, “Ben bir İbraniyim.”

“Ben de öyleyim,” dedi delikanlı. “Gelin peşimden”

Tuhaf bir şekilde topallayarak önden yürüdü. Sinagogun arkasındaki bir eve vardıklarında ceketinin kanatlarını açıp yerden altı metre yüksekteki bir pencereye atladı. Ardından bir kapı açıldı. Bar Şalmon çok şaşırmıştı çünkü delikanlının pencereden doğruca kapıya atlayarak kapıyı içeriden açtığını görmüştü. Çocuk bir odaya girmesi için eliyle işaret etti. Bar Şalmon da böyle yaptı. İhtiyar bir adam onu selamlamak için ayağa kalktı. Bu adamın bir haham olduğunu anlamıştı.

“Esenlikler dilerim,” dedi haham oturması için bir koltuk göstererek. Sonra ellerini çırptı ve o anda Bar Şalmon’un karşısında bir sofra belirdi. Bar Şalmon soru soramayacak kadar açtı. Haham, misafiri yemek yerken sessiz kaldı. Bar Şalmon yemeğini bitirince Haham yine ellerini çırptı ve sofra ortadan kayboldu.

“Şimdi bana hikâyenizi anlatın,” dedi haham.

Bar Şalmon başına gelenleri anlattı.

“Heyhat! Ben bahtsız bir adamım. Yeminimi bozduğum için cezalandırıldım. Evime dönmeme yardımcı olun. Karşılığında sizi mükâfatlandırır ve günahımın kefaretini ödemiş olurum,” diye sonlandırdı sözlerini.

“Hikâyeniz hakikaten acıklıymış,” dedi haham ciddi bir tavırla. “Ama içinde bulunduğunuz şanssız durumun vahametini tam olarak kavrayamamışsınız. Hangi ülkeye düştüğünüzün farkında mısınız?”

“Hayır,” dedi Bar Şalmon, tekrar korkmuştu.

“Öğrenin öyleyse,” dedi haham. “İnsanlara ait bir ülkede değilsiniz. Ergetz’desiniz. Yani ifritlerin, cinlerin ve perilerin diyarına düştünüz.”

“İyi ama siz İbrani değil misiniz?” diye sordu Bar Şalmon şaşkınlıkla.

“Aslında bu diyarda bile tıpkı siz ölümlülerin diyarında olduğu gibi her dinin mensupları vardır,” diye cevap verdi haham.

“Bana ne olacak?” diye sordu Bar Şalmon fısıldayarak.

“Bilmiyorum,” diye cevap verdi haham. “Buraya çok az ölümlü gelir. Korkarım çoğu da ölüme mahkûm edilir. İfritler onları pek sevmez.”

“Vay başıma gelenler, bittim ben!” diye ağladı Bar Şalmon.

“Ağlamayın. Bir İbrani olarak ben şiddet ve işkenceyle ölüm fikrini hiç sevmem. Sizi kurtarmak için elimden geleni yapacağım,” dedi haham.

“Teşekkür ederim,” diye ağlamaya devam etti Bar Şalmon.

“Teşekkür etmek için acele etmeyin,” dedi haham nezaketle. “Damarlarımda insan kanı var. Büyükbabam bu ülkeye düşen ve idam edilen bir ölümlüydü. Ölümlü soyundan olduğum için burada haham yapıldım. Belki de burada sevilirsiniz ve bu ülkeye yerleşmenize izin verilir.”

“Ama ben kendi memleketime dönmek istiyorum,” dedi Bar Şalmon.

Haham başını salladı. “Artık uyumanız gerek,” dedi.

Elleriyle Bar Şalmon’un gözlerini kapattı ve böylece genç adam derin bir uykuya daldı. Uyandığında gün ışıyordu. Onu oraya getiren delikanlı, yattığı kanepenin başında dikilmekteydi. Bar Şalmon’a onu izlemesi için eliyle işaret etti. Bir yeraltı geçidinden onu sinagoga götürüp hahamın yakınına oturttu.

“Burada olduğunuz öğrenilmiş,” diye fısıldadı haham. O konuştuğu sırada büyük bir gürültü işitildi. Sanki tiz sesli bir kalabalığın gevezeliğiydi. Bütün pencere ve kapılardan içeri tuhaf bir kalabalık akın etti. Çeşit çeşit şekil ve boyda ifritlerden oluşan bir gruptu bu. Bazılarının küçücük kafası ve kocaman vücutları, ötekilerinse devasa kafaları ve minicik bedenleri vardı. Kimi büyük gözleriyle dik dik bakıyordu, kimiyse uzun ve geniş ağızlara sahipti ve çoğunun yalnızca bir bacağı vardı. Tehditkâr hareketler ve seslerle Bar Şalmon’un etrafını sardılar. Haham minbere çıktı.

“Sessizlik!” diye buyurdu ve gürültü hemen kesildi. “Ölümlü kanına susamış olanlar, yöneticisi olduğum bu kutsal binayı kirletmeyin. Ne söyleyecekseniz, sabah duasının bitmesini bekleyin.”

İfritler en acayip yerlerde oturup sessizce ve sabırla beklediler. Bazıları koltukların arkasına tünemişti, birkaç tanesi kocaman sinekler gibi sütunlara yapıştı, ötekiler ise pencere pervazlarında oturuyordu. En küçüklerinden birçoğu da tavandaki kirişlerden sarkıyordu. Ayin biter bitmez yaygara yeniden başladı.

“Yalan yere yemin eden o kişiyi isteriz,” diye çığlık attı ifritler. “Yaşamayı hak etmiyor!”

Haham biraz güçlükle de olsa gürültüyü bastırarak şöyle dedi:

“Ey Ergetz ülkesinin ifritleri ve cinleri, beni dinleyin! Bu adam benim elime düştü ve ondan ben mesulüm. Kralımız Aşmeday bu adamın gelişinden haberdar edilmeli. İnsanları dinlemeden hüküm vermemeliyiz. Gelin, bu adamın âdil yargılanması için Kral’a niyaz edelim.”

Biraz itirazın ardından ifritler bu teklifi kabul etti. Tıpkı içeri girerken yaptıkları gibi tuhaf bir şekilde ve sürüler halinde sinagogdan çıktılar. Her biri içeri girerken kullandığı kapı ya da pencereden çıkmak zorundaydı.

Bar Şalmon’u alıp Kral Aşmeday’ın sarayına götürdüler. Önünde ve ardında ifritler ile perilerden oluşan yaygaracı bir kalabalık vardı. Sayıları milyonları buluyor gibiydi. Hepsi de gürültü patırtı yaparak Bar Şalmon’u işaret ediyordu. Seke seke yürüyüp hopluyorlar, havaya zıplıyorlar, bir evin çatısından ötekine sıçrıyorlar, sonra bir anda yerdeki deliklerden belirip sağlam duvarların içinden geçerek gözden kayboluyorlardı.

Saray, dantel işi kadar narin gözüken beyaz mermerden yapılmış kocaman bir binaydı. Güzel çeşmelerden berrak suların fışkırdığı muhteşem bir meydanda bulunmaktaydı. Kral Aşmeday balkona çıktı. Onun gözükmesi üzerine bütün ifritler ve periler susup diz çöktüler.

“Benden ne istiyorsunuz?” diye bağırdı gürleyen bir sesle. Haham öne çıkarak majesteleri önünde eğildi.

“Bir ölümlü elime düştü. Aynı zamanda bir İbrani. Fakat kullarınız onun kanını istiyor. Yalan yere yemin etmiş diyorlar. Yüce Majesteleri, bir mahkeme düzenlenmesini rica ediyorum sizden,” dedi.

“Ne tür bir ölümlü bu adam?’ diye sordu Aşmeday.

Bar Şalmon öne çıktı.

“Buraya zıpla da seni göreyim,” diye emretti Kral.

“Zıpla, zıpla!” diye bağırdı kalabalık.

“Yapamam,” dedi Bar Şalmon yerden on metre yükseklikteki balkona bakarak.

“Dene,” dedi haham.

Bar Şalmon bunu denedi ve ayaklarını yerden kaldırdığı anda kendini balkonda buldu.

“Aferin,” dedi Kral. “Hızlı öğreniyorsun anlaşılan.”

“Öğretmenlerim de hep öyle söylerdi,” diye cevap verdi Bar Şalmon.

“Yerinde bir cevap,” dedi Kral. “Demek bir bilginsin.”

“Kendi ülkemde, okumuş insanlar arasında önde geldiğimi söylerlerdi,” diye karşılık verdi Bar Şalmon.

“O halde, insanların ve onların dünyasının bilgeliğini açıklayabilir misin?” diye sordu Kral.

“Evet, açıklayabilirim,” dedi Bar Şalmon.

“Göreceğiz,” dedi Kral. “Böylesi bilgiye erişmeyi arzulayan bir oğlum var. Eğer onu kendi bilgi hazinene aşina kılabilirsen canın bağışlanacak. Mahkeme kurulması isteğin de kabul edildi.”

Kral asasını sallayınca iki köle gelip Bar Şalmon’u kollarından kavradı. Balkondan kaldırılıp süratle havada taşındığını hissediyordu. Köleler kocaman meydan boyunca onunla birlikte uçtular. Çeşmelerden en büyüğünün tepesine geldiklerinde onu bıraktılar. Bar Şalmon çeşmeye düşeceğini sanmıştı ama bir binanın çatısında durduğunu görünce çok şaşırdı. Haham ise hemen yanındaydı.

“Neredeyiz?” diye sordu Bar Şalmon. “Sersem gibi hissediyorum kendimi.”

“Saraydan yüz elli kilometre uzaktaki Adalet Sarayı’ndayız,” diye cevap verdi haham.

Karşılarında bir kapı belirdi. İçeri adım atınca güzel bir salonda buldular kendilerini. Kırmızı cübbeli ve mor peruklu üç hâkim bir platformda oturmaktaydı. Tıpkı sinagogda olduğu gibi büyük bir kalabalık tuhaf bir biçimde üst balkonları doldurdu. Bar Şalmon hâkimlerin önündeki küçük bir platforma yerleştirildi. Sadece on beş santimetre kadar minicik bir cin, Bar Şalmon’un sağındaki bir başka küçük platformda durup sonu yokmuş gibi gözüken bir belgeyi okumaya başladı. Bar Şalmon’un bütün hayat hikâyesini okudu. Önemsiz olayları bile atlamamıştı.

“Bar Şalmon, yani bu fani adam, ölüm döşeğindeki babasına ettiği yemini çiğnemekle suçlanmaktadır,” diye sözlerini tamamladı cin.

Ardından haham onun adına konuşarak yeminin bağlayıcı olmadığını beyan etti. Zira Bar Şalmon’un babası ona yurtdışındaki hazinelerinden bahsetmemişti ve dolayısıyla, aklı başında olamazdı. Ayrıca Bar Şalmon bir bilgindi ve kral ondan tüm bilgeliğini veliaht prense öğretmesini istiyordu.

Baş hâkim cezayı açıklamak üzere ayağa kalktı.

“Bar Şalmon, yemininizi bozduğunuz için ölmeniz gerek. Bu çok büyük bir günahtır. Fakat şöyle bir şüphe söz konusu: Babanızın aklı başında olmamış olabilir. Bu yüzden, canınız bağışlanacak,” dedi.

Bar Şalmon teşekkür etti.

“Ne zaman evime dönebilirim?” diye sordu.

“Asla,” diye cevap verdi baş hâkim.

Bar Şalmon morali çok bozuk bir halde mahkemeden ayrıldı. Artık güvendeydi. İfritler ona musallat olmaya cüret edemiyordu ama Bar Şalmon kendi evine dönmek istiyordu.

“Saraya nasıl geri dönebilirim?” diye sordu hahama. “Belki Kral, sahip olduğum bilgiyi Veliaht Prens’e aktardıktan sonra kendi memleketime dönmeme izin verir.”

“Buna cevap veremem. Haydi, uç benimle,” dedi haham.

“Uçmak mı?”

“Evet! Baksana, kanatların var.”

Bar Şalmon tıpkı ifritlerinki gibi bir kıyafet giydiğini fark etti. Kollarını açınca uçabildiğini gördü. Süratle havada süzülüp saraya doğru ilerledi. Bu kanatlarla kendi ülkesine uçabileceğini düşünüyordu.

“Bunu aklından bile geçirme,” dedi haham, sanki Bar Şalmon’un düşüncelerini okuyabiliyordu. “Çünkü kanatların bu ülke dışında bir işe yaramaz.”

Bar Şalmon, o an için kendisine verilen talimatları yerine getirmenin en iyisi olacağını anladı. Bu yüzden, büyük bir gayretle Veliaht Prens’e ders vermeye koyuldu. Prens zeki bir öğrenciydi. İkisi çok iyi arkadaş oldular. Kral Aşmeday bu durumdan çok memnundu ve Bar Şalmon’u en makbul hizmetkârlarının arasına aldı.

Günlerden bir gün kral ona şöyle dedi: “Binlerce kilometre uzaktaki isyancı bir ifrit kabilesine karşı sefere çıkmak üzere şehirden ayrılacağım. Veliaht Prensi de yanıma almam gerek. Saraydan sorumlu olarak seni bırakıyorum.”

Kral ona bir sürü anahtar verdi.

“Bunlar saraydaki bin odanın anahtarı ama aralarında bir odanınki yok. O odanın anahtarı yoktur. Oraya girmen yasak. Bundan sakın,” dedi.

Bar Şalmon birkaç günü kocaman saraydaki yüzlerce odayı inceleyerek geçirdi ta ki sonunda anahtarı olmayan odanın kapısına gelene dek. Kral’ın uyarısını ve buna uyacağına dair verdiği sözü unutmuştu.

“Bu kapıyı açın bana,” dedi hizmetçilerine. Fakat hizmetçiler bunu yapamayacaklarını söylediler.

“Emrediyorum,” dedi Bar Şalmon öfkeyle. “Kırıp açın kapıyı.”

“Biz bir kapı nasıl kırılarak açılır bilmeyiz ki,” dedi hizmetçileri. “Ölümlü değiliz biz. Eğer bu odaya girmemize izin verilmişse duvarlardan geçip girebiliriz.”

Bar Şalmon bunu denedi ama başaramadı. Bunun üzerinde omzunu kapıya dayayıp zorladı. Kapı kolayca açıldı.

Tuhaf bir manzarayla karşılaştı. Güzel bir kadın, daha doğrusu o güne dek gördüğü en güzel kadın, altın bir tahtta oturmaktaydı. Etrafı peri hizmetçileriyle çevriliydi ama Bar Şalmon girer girmez periler gözden kayboldu.

“Sen de kimsin?” diye sordu Bar Şalmon büyük bir şaşkınlık içinde.

“Kral’ın kızıyım,” diye cevap verdi Prenses. “Ve senin müstakbel karınım.”

“Gerçekten mi? Ama bunu nereden biliyorsun?” diye sordu.

“Bu odaya girmeyeceğine dair babama söz vermiştin ama sözünü tutmadın,” dedi prenses. “Bu yüzden ölmen gerek, tabii şöyle yapmazsan…”

“Hemen söyle, canımı nasıl kurtarabilirim?” diye kızın sözünü kesti Bar Şalmon. Bir anda yüzü kireç gibi ağarmıştı.

“Beni babamdan istemelisin,” diye cevap verdi Prenses. “Yalnızca benim kocam olarak canını kurtarabilirsin.”

“İyi ama benim kendi ülkemde bir karım ve çocuğum var,” dedi Bar Şalmon büyük bir iç sıkıntısıyla.

“Artık geri dönme şansını yitirdin,” dedi Prenses usulca. “Bir kez daha verdiğin sözü tutmadın. Yeminlerini bozmak, senin için çok kolay bir şey sanırım.”

Bar Şalmon ölmek istemiyordu. Korkudan titreyerek Kral’ın dönüşünü bekledi. Kral Aşmeday’ın yaklaştığını duyar durmaz onu karşılamak için koşturdu ve majestelerinin ayakları dibinde yere kapandı.

“Ey yüce Kral!” diye haykırdı. “Kızınızı gördüm ve onunla evlenmek istiyorum.”

“Bunu reddedemem. Ülkemizin kanunlarına göre, prensesi ilk gören adam ya onunla evlenir ya da ölür. Ama dikkat et, Bar Şalmon. Kızımı seveceğine ve sonsuza kadar ona sadık kalacağına yemin etmelisin,” diye cevap verdi kral.

“Yemin ederim,” dedi Bar Şalmon.

Şaşaalı bir düğün töreni yapıldı. Prenses’e binlerce peri nedime eşlik etti. Bütün şehir ışıklarla süslenip aydınlatılmıştı. Öyle ki bu baş döndürücü görüntü Bar Şalmon’u neredeyse kör edecekti.

Nikâhı haham kıydı. Bar Şalmon’un Prenses’i sevdiğine ve onu asla terk etmeyeceğine dair sözlü ve yazılı olarak yemin etmesi gerekmişti. Çeyiz olarak mücevherlerle dolu bir saray verildi Bar Şalmon’a. Düğün eğlenceleri altı ay sürdü. Sırayla tüm periler ve ifritler tarafından davet edildiler. Büyüklü küçüklü mağaralar ile meydandaki peri çeşmelerinin dibinde verilen ziyafetlere, partilere ve danslara katılmaları gerekiyordu. Ergetz, Ergetz olalı böylesi bir özenle hazırlanmış eğlenceler görmemişti.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺123,07

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
17 mayıs 2024
Hacim:
12 s. 21 illüstrasyon
ISBN:
9786258361186
Telif hakkı:
Maya Kitap
İndirme biçimi:
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 4,4, 59 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 4,5, 37 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre