Kitabı oku: «Bilge Nathan», sayfa 2
Dördüncü Sahne
(Daja koşarak gelir. Nathan.)
Daja: “Ah Nathan, Nathan!”
Nathan: “Eee? Ne var?”
Daja: “Yine göründü! Yine göründü!”
Nathan: “Kim, Daja? Kim?”
Daja: “O! O!”
Nathan: “O? O? O, eğer herhangi biriyse, onun görünmediği zaman var mı? Haa! Öyle ya, sizce yalnız sizin ‘o’nun adı o. Ama böyle olmamalı! Hatta o bir melek bile olsa, yine de böyle olmamalı!”
Daja: “Yine hurma ağaçlarının altında aşağı yukarı dolaşıyor; ara sıra da hurma koparıyor.”
Nathan: “Yiyor mu? Bir templier nasıl yapar bunu?”
Daja: “Neden eziyet ediyorsunuz bana? Recha’nın tutkulu gözleri onu, sımsıkı birbirine geçmiş hurma ağaçlarının arasından seçti; gözünü ayırmadan onu izliyor. Sizden rica ediyor, hemen onun yanına koşmanız için size yalvarıp yakarıyor. Ah acele edin! Size pencereden, onun yukarıya doğru mu gittiğini ya da çoktan uzaklaştığını işaret edecek. Ah, koşun!”
Nathan: “Deveden indiğim kılıkla mı? Yakışık alır mı bu? Sen koş ona; benim dönmüş olduğumu söyle. Göreceksin, o namuslu adam sadece ben olmadığım zaman eve girmek istememiştir; eğer baba kendisini davet ederse seve seve gelir. Git, kendisinden rica ettiğimi, içten duygularla rica ettiğimi söyle…”
Daja: “Boşuna! Sizin ayağınıza gelmez o. Çünkü sözün kısası. Hiçbir Yahudi’nin ayağına gitmez.”
Nathan: “Öyleyse, hiç olmazsa onu durdurmak için git. Ya da en azından ne tarafa gittiğine bakmak için git. Git hadi, ben de arkandan geliyorum.” (Nathan hızlıca içeriye girer, Daja dışarıya çıkar.)
Beşinci Sahne
(Sahne: Bir hurmalık, ağaçların altında Templier dolaşmaktadır. Bir Keşiş sanki onunla konuşmak istiyormuş gibi yanı sıra onu takip etmektedir.)
Templier: “Epeydir peşimde! Bak nasıl da yan gözle ellerime bakıyor! Aziz kardeş… Ama size rahip de diyebilirim herhâlde…”
Keşiş: “Sadece Keşiş demeniz yeterli. Kulunuz manastırın hizmetindeki keşişlerden.”
Templier: “Evet, aziz Keşiş, kimin nesi var ki! Allah için. Allah için, benim de hiçbir şeyim yok.”
Keşiş: “Ama yine de candan teşekkürler! Elinizde olsa bana vermek istediğiniz şeyin bin katını Tanrı size verir. Çünkü önemli olan verilen sadaka değil, vermek istemektir. Ama ben sadaka istemek için efendimize gönderilmedim.”
Templier: “Ama sonuçta gönderildiniz, değil mi?”
Keşiş: “Evet manastırdan.”
Templier: “Benim de birazcık hacı yemeği bulmayı umduğum manastırdan mı?”
Keşiş: “Sofralarda yer yok. Ama efendimiz benimle birlikte gelirlerse…”
Templier: “Gereği yok? Gerçi çoktan beri et yemedim, ama ne çıkar bundan? Hurmalar olmuş ya.”
Keşiş: “Efendimiz bu meyveye pek güvenmemeli. Çok yemeye gelmez, dalağı tıkar, insanı melankoliye sürükler.”
Templier: “Ya ben melankoliden hoşlanıyorsam? Ama herhâlde sizi bana bu uyarı için göndermediler?”
Keşiş: “Yok yok! Ben sadece sizin hakkınızda bilgi toplayacağım; nasıl biri olduğunuzu anlamak için sizi sınavdan geçireceğim.”
Templier: “Bunu bana açık açık söylüyorsunuz ha?”
Keşiş: “Neden söylemeyeyim?”
Templier: (Çok açıkgöz bir Keşiş) “Manastırda sizin gibiler çok mudur?”
Keşiş: “Bilmem. Benim işim itaat etmek sevgili efendim.”
Templier: “Onun için fazla düşünüp taşınmadan, söyleneni yapıyorsunuz değil mi?”
Keşiş: “Öyle olmasa buna itaat etmek denir mi, sevgili efendim?”
Templier: “Saflık her zaman haklılık içerir. Herhâlde, benim nasıl biri olduğumu kimin öğrenmek istediğini bana söylersiniz, değil mi? Bunun siz olmadığınıza yemin edebilirim.”
Keşiş: “Bana yakışır mı bu? Bir işime yarar mı bu benim?”
Templier: “Ya kimin işine yarayacak bu? Bu kadar meraklı olmak kime yakışır? Kim bu?”
Keşiş: “Patrik olduğunu zannediyorum. Çünkü beni sizin peşinize düşüren o.”
Templier: “Patrik mi? Beyaz pelerin üzerindeki kırmızı haçı, herkesten çok, o tanımaz mı?”
Keşiş: “Ben bile tanıyorum!”
Templier: “Öyleyse Keşiş? Öyleyse? Ben bir templierim ve bir esirim. Şunu da ekleyeyim: Tebnin’de ele geçirip oradan Sidon’a saldırmayı planladığımız bu kalede esir düştüm ben. Bir şey daha söyleyeyim: Esir düşenlerin yirmincisiydim ve Salaheddin tarafından bağışlanan tek esir ben oldum. İşte Patrik’in öğrenmesi gerekenlerin hepsi bu; hatta öğrenmesi gerekenden de daha çoğu…”
Keşiş: “Ama bunlar bildiklerinden fazlası olmasa gerek. Salaheddin’in neden sizi bağışladığını da bilmek isterdi; neden yalnızca sizi?”
Templier: “Bunu ben biliyor muyum sanki? Boynumu açmış, pelerinimin üstünde diz çökmüş, boynumun vurulmasını bekliyordum; derken Salaheddin bana daha dikkatlice baktı, yanıma koştu ve eliyle işaret verdi. Beni ayağa kaldırdılar; iplerimi çözdüler; teşekkür etmek istedim ona; gözlerini yaşlı gördüm. Susuyorduk, o da, ben de; gitti o, ben kaldım. Bunun nedenini Patrik kendi bulsun.”
Keşiş:“O bundan Tanrı’nın sizi büyük, çok büyük işler için esirgediği sonucunu çıkarıyor.”
Templier: “Evet. Büyük işler için! Bir Yahudi kızını yangından kurtarmak; meraklı hacıları Sina’ya götürmek ve böyle şeyler için.”
Keşiş:“Dahası da vardır elbet! Bu arada yaptıklarınız da fena sayılmaz. Belki de Patrik’in, efendimize vereceği çok daha önemli işler vardır.”
Templier: “Öyle mi sanıyorsunuz Keşiş? Size bir şey hissettirdi mi?”
Keşiş: “Yaa. Evet! Ama önce efendimizi bir yoklamam gerek, acaba bu işin adamı mı diye.”
Templier: “Peki öyleyse, yokla bakalım! (Görelim bakalım nasıl yokluyor?) Haydi!”
Keşiş: “Sözün kısası, Patrik’in ne istediğini efendimize açık açık söylemek olur.”
Templier: “Öyle ya!”
Keşiş: “Sizin elinizle bir pusula göndermeyi çok istiyor.”
Templier: “Benimle mi? Ulak değilim ben. Yahudi kızını yangından kurtarmaktan çok daha şanlı olan iş bu mu?”
Keşiş: “Herhâlde öyle! ‘Çünkü…’ diyor Patrik. ‘Bu mektubun bütün Hristiyanlık âlemi için büyük önemi var. Pusulayı yerli yerine ulaştırmanın karşılığını, bir gün Tanrı gökte, apayrı bir taçla verecek.’ Ona göre bu taca efendimizden daha layığı yokmuş.”
Templier: “Benden mi?”
Keşiş: “Çünkü bu tacı kazanmak için, böyle diyor Patrik, efendimizden daha beceriklisini bulmak zormuş.”
Templier: “Benden mi?”
Keşiş: “ ‘O burada serbesttir. Her yeri gözden geçirebilir; bir kentin nasıl zapt edileceğini ve nasıl korunacağını bilir.’ diyor Patrik. ‘Salaheddin’in yeni yaptırdığı ikinci iç surun sağlam taraflarını da, zayıf taraflarını da en iyi o bilebilir, bunları Tanrı’nın savunucularına da en iyi o açıklayabilir.’ diyor Patrik!”
Templier: “Aziz Keşiş, keşke bu pusulanın içindekileri daha net olarak öğrenebilsem.”
Keşiş: “Doğru, ama ben de tam olarak bilmiyorum. Yalnız pusula Kral Philipp’e yazılmış. Patrik… Ben her zaman şaşarım, sadece gökte yaşaması gereken bir ermiş aynı zamanda tenezzül edip de bu dünyanın işlerini böyle inceden inceye nasıl öğreniyor diye. Bu onun da hoşuna gitmiyordur herhâlde…”
Templier: “Eee, peki ne olmuş Patrik’e?”
Keşiş: “Eğer savaş yeniden başlarsa, Salaheddin’in nerede, nasıl, ne kadar kuvvetle muharebeye gireceğini tam tamına biliyor.”
Templier: “Biliyor mu bunu?”
Keşiş: “Evet, bunu da Kral Philipp’e haber vermeyi çok istiyor. Ta ki, o da sizin tarikatın o kadar yiğitçe bozmuş olduğu barış anlaşmasını, ne pahasına olursa olsun Salaheddin ile yeniden yapmayı gerektirecek kadar korkunç bir tehlikenin olup olmadığını tahmin edebilsin diye.”
Templier: “Amma da Patrik ha! Demek öyle! Bu sevgili cesur adam, beni sıradan bir haberci olarak kullanmak istemiyor; beni casus yapmak istiyor demek. Aziz Keşiş, beni iyice yokladığınızı, ama bunun benim işim olmadığını anladığınızı söyleyin Patrik’inize. Ben hâlâ kendime esir gözüyle bakmak durumundayım: Bir templierin tek işi kılıç sallamak olmalıdır, casusluk yapmak değil.”
Keşiş: “Bunu ben de düşündüm! Efendimizi bunun için pek de ayıplayacak değilim. Ama dahası da var. Patrik, Salaheddin’in ihtiyatlı babasının, ordunun ücretlerini vermek ve savaş masraflarını sağlamak için kullandığı büyük paraları sakladığı kalenin adını ve bunun Lübnan Dağları’nın neresinde bulunduğunu da el altından öğrenmiş. Salaheddin ara sıra, yanında kimse olmadan sapa yollardan buraya gidiyormuş. Anladınız mı?”
Templier: “Asla!”
Keşiş: “Salaheddin’i ele geçirmek için bundan kolayı var mı? Onu tepeleyivermek için? Bu size tuhaf mı geldi? Birkaç dinine bağlı Maruni de bunu yapmaya şimdiden gönüllü, yeter ki, yiğit bir adam kendilerine önderlik yapmak istesin.”
Templier: “Patrik de bu yiğit adam olarak beni mi gözüne kestirdi?”
Keşiş: “Kral Philipp’in Ptolemais Kalesi’nde barış teklifinde bulunabileceğini düşünüyor.”
Templier: “Demek beni? Beni ha, Keşiş? Duymadınız mı? Salaheddin’e karşı ne kadar minnet borcum olduğunu daha yeni mi öğrendiniz?”
Keşiş: “Elbette duydum bunu.”
Templier: “Ama yine de?”
Keşiş: “Evet, diyor Patrik bu olabilir. Ama Tanrı ve tarikat…”
Templier: “Sonucu değiştirmez bu! Hiçbiri bana alçaklığı emretmez!”
Keşiş: “Elbette öyle! Yalnız, Patrik diyor ki: ‘İnsanların gözünde alçaklıktır, ama Tanrı gözünde değil.’ ”
Templier: “Ben, Salaheddin’e canımı borçluyken, onunkini alacağım öyle mi?”
Keşiş: “Ne ayıp! Ama Patrik diyor ki, ‘Salaheddin yine de Hristiyanlığın bir düşmanıdır.’ Sizin dostunuz olması ona bir hak kazandırmaz.”
Templier: “Dost mu? Ben ona karşı sadece bir alçak, iyilikbilmez bir alçak gibi mi davranayım?”
Keşiş: “Doğru bu! ‘Ama…’ diyor Patrik. ‘İyilik bizim kendimiz için yapılmadıysa, o, Tanrı gözünde de insanlar gözünde de özgürdür, istediğini yapabilir.’ Diyorlarmış ki, böyle diyor Patrik, Salaheddin sizi sadece, hâliniz ve tavrınızda kardeşine benzer bir şeyler bulduğu için bağışlamış…”
Templier: “Patrik, bunu da biliyor demek; ama buna rağmen… Ah, gerçek olsaydı bu! Ah, Salaheddin! Ne demek? Doğa sadece kardeşinin görünümüne benzer özelliği bana verir de ruhumun hiçbir tarafı ona benzemez mi? Ona benzeyen yanımı, bir patriğin hoşuna gitmek için yok edebilir miyim? Doğa, sen böyle yalan söyleyemezsin! Tanrı, eserlerinde böyle kendi kendisiyle çelişemez! Git başımdan Keşiş, öfkelendirme beni! Git başımdan, git!”
Keşiş: “Gidiyorum; hem de geldiğimden daha sevinçli olarak. Affedin efendim. Biz, manastır halkı üstlerimize itaat ettiğimiz için suçluyuz.”
Altıncı Sahne
(Templier ve onu bir süre gözetledikten sonra yaklaşmakta olan Daja)
Daja: “Keşişin onun canını sıktığını zannediyorum. Ama ben, üzerime aldığım işi bir daha denemeliyim.”
Templier: “Hah! Harika! Keşişle kadın, kadınla keşiş, şeytanın iki pençesidir diyen atasözü yalan mı? Bugün birinin elinden kurtulup ötekininkine düşüyorum.”
Daja: “Kimi görüyorum? Asil şövalye, siz misiniz? Tanrı’ya şükür! Tanrı’ya bin kere şükür! Bunca zamandır nerelerdeydiniz? Hasta değildiniz ya?”
Templier: “Hayır.”
Daja: “Sıhhattesiniz yani?”
Templier: “Evet.”
Daja: “Sizin için gerçekten çok endişelendik.”
Templier: “Öyle mi?”
Daja: “Herhâlde seyahatteydiniz.”
Templier: “Bildin!”
Daja: “Bugün dönmüş olmalısınız.”
Templier: “Dün.”
Daja: “Recha’nın babası da bugün geldi; Recha artık ümitlenebilir değil mi?”
Templier: “Neden?”
Daja: “Sizden hep rica ettiği şeyden. Babası da hemen gelmeniz için sizi davet ediyor. Babil’den alabildiğine yüklü yirmi deve ile döndü. Hindistan’dan, İran’dan, Suriye’den ve hatta Çin’den alınabilecek en pahalı baharatlar, değerli taşlar ve kumaşlarla geldi.”
Templier: “Satın alacağım bir şey yok benim.”
Daja: “Herkes onu bir prens gibi sayıyor. Ama neden ona ‘Bilge Nathan’ diyorlar da ‘Zengin Nathan’ demiyorlar, hep ona şaşıyorum ben.”
Templier: “Belki onu böyle adlandıranlar için zenginle bilge aynı şey demek de ondan.”
Daja: “Ama en doğrusu ona iyi demeleri olurdu. Çünkü bilmezsiniz ne kadar iyidir o. Recha’nın size ne çok şey borçlu olduğunu duyduğu anda, sizin için neler yapmak, size neler vermek istedi!”
Templier: “Demek öyle!”
Daja: “Anlamak elinizde, gelin ve görün!”
Templier: “Ne göreceğim? Bir anın ne kadar çabuk geçtiğini mi?”
Daja: “Eğer o, bu kadar iyi olmasaydı, bu kadar uzun zaman onun yanında kalmaya katlanabilir miydim ben? Benim Hristiyan olarak kendi değerimi bilmediğimi mi sanıyorsunuz? Bebekliğimdeki ninnilerde bana, bir Yahudi kızını eğitmek için kocamın peşinden Kudüs’e gideceğim söylenmemişti. Sevgili kocam İmparator Friedrich’in ordusunda asil bir askerdi.”
Templier: “İsviçre doğumluydu. Haşmetli imparatoruyla aynı ırmakta boğulma şanına ve şerefine nail olmuştu. Kadın! Kaç kez anlattınız bunu bana? Peşime düşmekten bıkmadınız mı artık?”
Daja: “Sizin peşinize düşmek mi? Allah Allah!”
Templier: “Peşime düşmek ya! Ben görmek istemiyorum sizi artık! Duymak istemiyorum! Yaparken hiçbir şey düşünmediğim bir işi, düşündükçe bana da bilmece gibi gelen bir işi, sürekli bana hatırlatmanızı istemiyorum! Gerçi yaptığıma pişman olmak da istemiyorum. Ama bakın, böyle bir durum söz konusu olur ve ben o kadar çabuk davranmayıp önceden sorup soruşturup yanmakta olan kişiyi yansın diye bırakacak olursam, işte o zaman suçlu siz olursunuz.”
Daja: “Tanrı korusun!”
Templier: “Bari bugünden sonra bana bir iyilik edin de, artık tanımayın beni. Yalvarırım size. Babasını da başıma sarmayın. Yahudi, Yahudi’dir. Bense kaba bir Schwab’ım. Kızın yüzü çoktan kafamdan silindi; her ne kadar onu görmüş olsam bile.”
Daja: “Ama sizinki onun kafasından silinmedi.”
Templier: “Ne çıkar bundan? Ne çıkar?”
Daja: “Kim bilir! İnsanlar her zaman göründükleri gibi değiller.”
Templier: “Ama göründüklerinden daha iyi olanlara nadiren rastlanır.” (Gider.)
Daja: “Durun! Neden acele ediyorsunuz?”
Templier: “Kadın, dolaşmaktan çok hoşlandığım bu hurmalığı da bana zehir etmeyin!”
Daja: “Git öyleyse. Alman ayısı! Ama ben ayı da olsa hayvanın izini kaybetmemeliyim.”
(Templier’i uzaktan izleyerek arkasından yürür.)
İKİNCİ PERDE
Birinci Sahne
(Sahne: Sultanın sarayı. Salaheddin ve Sittah satranç oynamaktadırlar.)
Sittah: “Aklın nerede Salaheddin? Bugün nasıl oynadığının farkında mısın?”
Salaheddin: “İyi oynamıyorum değil mi? Düşünüyordum.”
Sittah: “Beni mi yoksa hiçbir şeyi mi? Bu hamleyi geri al.”
Salaheddin: “Neden?”
Sittah: “Atın savunmasız.”
Salaheddin: “Gerçekten öyle. Haydi, şöyle olsun!”
Sittah: “O zaman seni çatala alıyorum.”
Salaheddin: “Yine doğru. Öyleyse şah!”
Sittah: “Bu senin işine yarar mı? Ben şu taşı sürüyorum, sen hâlâ daha önceki durumundasın.”
Salaheddin: “Anlaşıldı, bu çıkmazdan zararsız kurtulamayacağım. Olsun! Al atı!”
Sittah: “Almak istemiyorum. Yanından geçeceğim.”
Salaheddin: “Beni düşünüyor değilsin. Burayı tutmak, atı almaktan daha çok işine yarıyor.”
Sittah: “Olabilir.”
Salaheddin: “Evdeki hesabın çarşıya uymadı. İşte bak! Nasıl, bunu tahmin etmemiştin değil mi?”
Sittah: “Elbette tahmin edememiştim. Vezirinden bu kadar bıktığını nereden bilebilirdim?”
Salaheddin: “Vezirimden mi?”
Sittah: “Daha şimdiden görüyorum. Bugün bin dinarımı kazanabileceğim, bir kuruş bile fazlasını değil.”
Salaheddin: “Nedenmiş o?”
Sittah: “Bir de soruyorsun! Çünkü bütün gayretinle, bütün gücünle kaybetmeye çalışıyorsun. Ama işime gelmez bu benim. Çünkü bir kere böyle bir oyun eğlenceli değil. Ne zaman seninle oynadığımda kaybetsem, en çok o zaman kazanmıyor muyum? Kaybettiğim oyunlarda beni teselli etmek için sonradan bana hep iki katını vermiyor musun?”
Salaheddin: “Bak şuna! Demek ki kardeşçiğim, eğer oyunu kaybedersen bu kaybetmeye çalıştığın için olacak öyle mi?”
Sittah: “En azından, benim daha iyi oyun oynamayı öğrenemememin suçu, senin cömertliğinde yatıyor, sevgili kardeşim! Doğu’da vezir denen taşa Batı’da kraliçe adı verilir.”
Salaheddin: “Oyunu bırakıyoruz. Bitir şunu artık!”
Sittah: “Böyle mi kalacak? Öyleyse hem şaha hem vezire kış!”
Salaheddin: “Gerçekten, senin aynı zamanda vezirimi de açmaza getirdiğini göremedim.”
Sittah: “Kurtulacak hâli var mıydı? Dur bakalım.”
Salaheddin: “Hayır, hayır; veziri al. Zaten bu taş hiçbir zaman uğur getirmemiştir bana!”
Sittah: “Sadece taş mı?”
Salaheddin: “Haydi gitsin! Bana zararı yok bunun. Böylece her taraf yeniden korunmuş olur.”
Sittah: “Vezirlere karşı ne kadar nazik davranmak gerektiğini kardeşim bana çok iyi öğretmiştir.” (Taşı almaz.)
Salaheddin: “İster al, ister alma! Oynayacak başka taşım kalmadı benim.”
Sittah: “Alıp da ne olacak? Kış! Kış!”
Salaheddin: “Bırakma peşini!”
Sittah: “Kış! Yine kış! Yine kış!”
Salaheddin: “Ve mat!”
Sittah: “Tam değil; sen daha atını araya sokabilirsin yahut başka bir hamle yapabilirsin. Ama boşuna!”
Salaheddin: “Doğru! Sen kazandın. Al Hafi öder. Çağırsınlar onu! Hemen! Pek de haksız değildin Sittah; gerçekten kendimi oyuna veremedim, dalgınım. Üstelik kim bize hep bu düz taşları veriyor? Bunlar insana hiçbir şey hatırlatmayıp, hiçbir şey ifade etmiyorlar. Yoksa ben imamla mı oynuyorum? Haydi canım! Kaybeden bahane arar. Benim kaybetmeme sebep olan şey, şekilsiz hep birbirine benzeyen taşlar değil Sittah; senin ustalığın, sakin ve hızlı görüşün…”
Sittah: “Kaybetmenin acısını böyle hafifletmek istiyorsun. Yeter, dalgındın sen; benden de fazla.”
Salaheddin: “Senden de mi? Sen niye dalgınsın?”
Sittah: “Herhâlde senin dalgınlığın yüzünden değil! Ah Salaheddin, ne zaman yine keyif alarak oynayacağız?”
Salaheddin: “Biz böyle daha hırslı oynuyoruz! Aaa evet! Yine başlıyor da ondan diye mi düşünüyorsun? Olsun! Başlarsa başlasın! Önce kılıcı çeken ben olmadım; bana kalsaydı ateşkesi seve seve uzatırdım; Sittahcığıma hemen iyi bir koca bulmayı ne kadar, ne kadar çok isterdim. Bu da Richard’ın kardeşi olurdu. Richard’ın kardeşidir o.”
Sittah: “Sen de Richard’ını öv dur!”
Salaheddin: “Eğer erkek kardeşimiz Melek’e de, Richard’ın kız kardeşi düşseydi, ne soy olurdu bu! Evet, dünyadaki en üstün, en seçkin soyların en iyisi olurdu! Duyuyor musun?”
İkinci Sahne
(Derviş Al Hafi, Salaheddin ve Sittah)
Al Hafi: “Anlaşılan, para Mısır’dan geldi. Bari çok olsa.”
Salaheddin: “Haber getirdin mi?”
Al Hafi: “Ben mi? Getirmedim. Ben burada haber alacağımı sanıyordum.”
Salaheddin: “Sittah’a bin dinar öde!” (Düşünceli düşünceli dolaşır.)
Al Hafi: “Öde! Karşılama bu herhâlde! Çok güzel! Bu hiçbir şey yapmamaktan daha kötü. Sittah’a mı? Yine mi Sittah’a? Oyunda mı yenildiniz? Yine Sittah’a mı yenildiniz? Satranç tahtası da hâlâ daha burada!”
Sittah: “Şanslı olmamı bana çok görmüyorsun ya?”
Al Hafi: (Satranç tahtasına bakar.) “Neyi çok görmemem gerekiyor? Şayet… Sizin bileceğiniz bir şey.”
Sittah: (Ona işaret ederek) “Sus, Hafi! Sus!”
Al Hafi: (Gözleri hâlâ satranç tahtasına dikili) “Önce siz kendinize çok görmeyin!”
Sittah: “Al Hafi! Sus!”
Al Hafi: (Sittah’a) “Beyazlar mı sizindi? Siz mi kış dediniz?”
Sittah: “İyi ki konuşulanları duymuyor!”
Al Hafi: “Taş sürme sırası onda mıydı?”
Sittah: (Ona yaklaşarak) “Paramı alabileceğimi söylesene ona!”
Al Hafi: (Gözleri hâlâ oyunda) “Öyle ya; her zaman aldığınız gibi yine alırsınız.”
Sittah: “Nasıl? Deli misin sen?”
Al Hafi: “Oyun daha bitmemiş ki. Siz yenilmemişsiniz Salaheddin.”
Salaheddin: (Onu duymuyor gibidir.) “Yenildim! Yenildim! Öde! Öde!”
Al Hafi: “Öde! Öde diyorsunuz ama! Veziriniz hâlâ satranç tahtasında duruyor.”
Salaheddin: (Hâlâ aynı) “Sayılmaz; artık oyun dışı.”
Sittah: “Haydi, ona paramın hemen getirilmesini söyle!”
Al Hafi: (Hâlâ satranç tahtasına dalgın dalgın bakarak) “Tabii, her zamanki gibi. Öyle de olsa, vezir sayılmasa bile, yine de henüz mat edilmiş değilsiniz.”
Salaheddin: (Yanına gelip tahtayı devirir.) “Mat oldum, olmak istiyorum.”
Al Hafi: “Demek öyle! Nasıl oynanıyorsa öyle de kazanılıyor! Nasıl kazanılıyorsa öyle de ödeniyor!”
Salaheddin: (Sittah’a) “Ne diyor bu? Ne?”
Sittah: (Ara sıra Al Hafi’ye işaret ederek) “Bilirsin onu sen. Kafa tutmasını sever; yalvarılmasını ister; biraz da kıskanıyor galiba.”
Salaheddin: “Seni değil herhâlde? Kardeşimi mi kıskanacak? Ne işitiyorum Hafi? Kıskanıyorsun ha sen?”
Al Hafi: “Olabilir! Olabilir! Onun beyninin bende olmasını çok isterdim; onun kadar iyi olmayı da.”
Sittah: “Ama her zaman ödemeleri tamamı tamamına yaptı o. Bugün de ödeyecek. Bırak onu! Git artık. Al Hafi, git! Parayı aldırmak istiyorum ben.”
Al Hafi: “Hayır, bu oyunu daha fazla oynayamam ben. Günün birinde nasıl olsa öğrenmesi gerekecek.”
Salaheddin: “Kim? Neyi?”
Sittah: “Al Hafi! Senin verdiğin söz bu muydu? Sen böyle mi tutarsın sözünü?”
Al Hafi: “İşin buraya varacağını nereden bilebilirdim ben?”
Salaheddin: “Eee, öğrenemeyecek miyim ne olup bittiğini?”
Sittah: “Yalvarırım sana Al Hafi; çeneni tut!”
Salaheddin: “Tuhaf! Nasıl oluyor da her zaman çok resmî olan Sittah, bir yabancıya karşı böyle samimi davranabiliyor, benden, kardeşinden rica edecek yerde tutmuş bir dervişe yalvarıyor? Al Hafi şimdi emrediyorum. Konuş, derviş!”
Sittah: “Küçük bir şey, canın sıkılmasın kardeşim, değmez buna, biliyorsun çeşitli zamanlarda yine bu kadar parayı satrançta kazanmıştım. Şimdilik paraya ihtiyacım yok; Hafi’nin kasasında da her zaman para bulunmadığı için bunları almıyorum. Ama endişelenme! Ben onları ne sana ne Hafi’ye ne de hazineye bağışlayacak değilim kardeşim.”
Al Hafi: “Evet, ama yalnız bu olsa! Sadece bu!”
Sittah: “Buna benzer paralar da hâlen kasada. Bana bağlamış olduğun maaş da birkaç aydan beri ödenmiyor.”
Al Hafi: “Dahası da var, hepsi bu kadar değil.”
Salaheddin: “Bu kadar değil mi? Söyle, daha başka ne var?”
Al Hafi: “Mısır’dan para beklediğimizden beri o…”
Sittah: (Salaheddin’e) “Onu niye dinliyorsun?”
Al Hafi: “Yalnız para almamakla kalmadı…”
Salaheddin: “İyi yürekli kız! Zaman zaman borç da verdi değil mi?”
Al Hafi: “Bütün sarayı o geçindirdi; sizin masraflarınızı tek başına o karşıladı.”
Salaheddin: “İşte benim kardeşim bu!” (Sittah’ı kucaklayarak)
Sittah: “Beni, bunu yapabilecek kadar, senden başka kim zengin edebilir, sevgili kardeşim?”
Al Hafi: “Kendisinden daha yoksul hâle getirecek olan da yine o.”
Salaheddin: “Ben mi yoksul kalacağım? Senin kardeşin? Daha azına ya da daha çoğuna ne zaman sahip oldum? Bir elbisem, bir kılıcım, bir atım ve bir Tanrı’m oldu hep! Bundan fazlasını ne yapayım? Bunlardan da yoksun olur muyum? Ama Al Hafi, sana ne kadar kızsam azdır.”
Sittah: “Kızma ona kardeşim. Keşke babamın endişelerini de böyle hafifletebilsem!”
Salaheddin: “Ah! Ah! Birden neşemi kaçırdın! Yokluğunu hissettiğim bir şey yok, zaten olamaz da. Ama onun var; ondan ötürü bizim de var. Söyleyin ne yapmam gerek? Mısır’dan belki de uzun süre bir şey gelmeyecek. Nedeni bilinmiyor. Orada herhangi bir sorun da yok. Kendi payıma ben masrafları kısmayı, savurganlık yapmamayı ve tutumlu davranmayı elbette isterim, seve seve katlanırım bu duruma; yeter ki, sıkıntı çekecek olan yalnız ben olayım, başka kimse değil. Ama ne gelir elimden? Bir atımla bir kılıcım hep olmalı. Tanrı’mdan da vazgeçemem. Zaten o çok azıyla da yetinir, yalnız benim kalbim bile yeter ona. Senin kasandaki paraya çok güvenmiştim Al Hafi.”
Al Hafi: “Kasamdaki paraya mı? Eğer fazla ödeneğim olduğunu anlasaydınız beni kazığa oturtmaz, en azından boğdurmaz mıydınız, kendiniz söyleyin! Sizin yanınızda ancak zimmete para geçirilebilir!”
Salaheddin: “Eee, ne yapacağız şimdi? Şimdilik Sittah’tan başka kimseden borç alamaz mısın?”
Sittah: “Bu ayrıcalığı elden bırakır mıyım kardeşim? Bırakır mıyım bunu? Henüz tümüyle parasız kalmış değilim ki.”
Salaheddin: “Sadece tümüyle değil! Bir bu eksikti! Hemen git, çare bul Al Hafi! Kimden alabilirsen al; borç al, söz ver! Yalnız, benim zengin ettiklerimden borç alma Hafi. Çünkü onlardan borç almak, verdiğini geri istemek demek olur. En cimrilere git; bana sevinerek borç verecek onlardır. Çünkü onlar, bendeki paralarının ne kadar iyi faiz getireceğini iyi bilirler.”
Al Hafi: “Ben onlardan hiçbirini tanımam.”
Sittah: “Hafi, şimdi aklıma geldi. Dostunun döndüğünü duydum.”
Al Hafi: (Şaşırarak) “Dostum mu? Benim dostum mu? Kimmiş o?”
Sittah: “Senin o, öve öve göklere çıkardığın Yahudi.”
Al Hafi: “Övdüğüm Yahudi mi? Ben mi göklere çıkarmışım onu?”
Sittah: “Senin bir zamanlar onun için söylediklerini çok iyi hatırlıyorum. Tanrı’nın, bu dünyadaki büyük küçük bütün nimetleri kendisine sunduğu Yahudi.”
Al Hafi: “Böyle mi demişim? Ne demek istemişim bununla?”
Sittah: “En küçüğü zenginlik. En büyüğü de bilgelik.”
Al Hafi: “Nasıl? Bir Yahudiden? Bir Yahudiden böyle mi söz ettim ben?”
Sittah: “Nathan için böyle dememiş miydin?”
Al Hafi: “Ha! Ondan! Nathan’dan! Aklıma hiç gelmedi o. Sahi mi? Nihayet geri dönebildi mi? Eh! Durumu pek o kadar kötü olmasa gerek. Çok doğru, bir zamanlar insanlar ona ‘Bilge’ derdi! ‘Zengin’ de derlerdi.”
Sittah: “Şimdi onun için eskisinden de zengin diyorlar. Bütün kent onun ne değerli şeyler, ne hazineler getirdiği hikâyeleriyle çalkalanıyor.
Al Hafi: “Eh, yeniden zengin demek; o hâlde yeniden bilge de olur.”
Sittah: “Ne dersin Hafi, ona başvursan?”
Al Hafi: “Başvurup da ne yapacağım? Borç almak için değil ya? Evet, bilmezsiniz siz onu. O ve borç vermek! Onun asıl bilgeliği, hiçbir zaman borç vermemesidir.”
Sittah: “Ama sen her zaman bana ondan çok farklı söz etmiştin.”
Al Hafi: “Çok zorunlu bir durumda borç olarak mal vermeye razı olur. Ama para, para? Asla para vermez! Gerçi o, Yahudiler arasında eşi az bulunur bir Yahudidir: Akıllıdır, yaşamasını bilir, iyi satranç oynar. Ama iyilikte olduğu kadar kötülükte de öbür Yahudilerden aşağı kalmaz. Yalnız yoksullar söz konusu olunca hesap kitap yapmaz. Yoksullara yardım eder; belki de Salaheddin’le yarışacak kadar eder. Onun kadar çok değilse de severek verir; ama din farkı gözetmez. Yahudi, Müslüman ve Parsi onun için birdir.”
Sittah: “Demek öyle bir adam…”
Salaheddin: “Nasıl oldu da böyle birinden haberim olmadı benim?”
Sittah: “Salaheddin’e borç vermez, öyle mi? Salaheddin’e, aslında başkalarının ihtiyacı olan bu parayı vermez mi?”
Al Hafi: “İşte burada yine Yahudi karşınıza çıkar; tam bir Yahudi! İnanın bana! O sizin verdiğiniz sadakaları öyle kıskanıyor ki! Elinden gelse, her yerde söylenen ‘Allah versin!’ sözünün yalnız kendisi için gerçekleşmesini ister. Her zaman bağışlayabilecek parası olsun diye, kimseye borç vermez. Tevrat’ta şefkat, yerine getirilmesi gereken bir ödev olduğu, ama iyilik böyle olmadığı için şefkat nedeniyle dünyanın en iyilik bilmez adamıdır. Gerçi onunla uzun zamandır aramız biraz açık; ama ona karşı haksızlık ettiğimi sanmayın. Her işe yarar o; yalnız bu işe yaramaz; buna gerçekten yaramaz. Ben hemen gidip başka kapıları çalayım… Aklıma şimdi bir Habeş geldi; hem zengin hem de cimridir o. Gidiyorum; gidiyorum.”
Sittah: “Ne acele ediyorsun Hafi?”
Salaheddin: “Bırak gitsin! Bırak gitsin!”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.