Kitabı oku: «Bir zamanlar dünya düzken», sayfa 2
Altına Hücum
Tüm adi metaller altına dönüştürülebilir
Modern kimyanın babası olan simyanın kökeninin, her ne kadar belirsiz olsa da bazılarına göre Arapça al-Khemia ya da antik Mısır’ı tanımlamak için kullanılan Kara Toprak’tan geldiği düşünülmektedir. Avrupa’nın simyayla tanışması on birinci yüzyılda, Mağribilerin simya fikrini İspanya’ya taşımasıyla gerçekleşmiştir. Sonsuz yaşamın sırlarını bulmak gibi birkaç büyük prensibini bir kenara bırakırsak simyanın temel amacı (ve bilime en çok yaklaştığı nokta), felsefe taşı arayışıdır. Felsefe taşı adi metalleri altına çeviren araçtır.
TEMEL MADDELER
Simyanın temeli, tüm maddelerin birbirine benzediğini öne süren Aristocu düşünceydi. Buna göre, mesela, lahana ve tuğla tamamen aynı maddelerden oluşmakta olup sadece farklı bir biçim ve ruh taşıyorlardı. Bir lahanayı bir tuğlaya ya da bir parça kurşunu altına çevirmek için bir kişinin öncelikle lahananın ya da kiremitin özünü tespit etmesi ve birini diğerine aşılaması gerekiyordu.
Simyacılar toprak, ateş, su ve havadan oluşan dört temel elementin varlığını kabul etmelerine rağmen onları tamamen tek bir maddenin farklı tezahürleri olarak görüyorlardı. Mesela bir kişi suyu ısıtsa hava olabilirdi; hava soğutulursa, su ortaya çıkabilirdi; simyacıların gözünde bu doğal olgular, temel argümanlarının geçerliliğinin onaylanması anlamını taşıyordu.
Simya çevrelerinde, felsefe taşı arayışı Magnum Opus (bu etiket bugün bir kişinin başyapıtı için kullanılıyor) olarak ifade ediliyordu. Ancak cevabı verilmemiş bir soru var: Neden pek çok zeki insan böyle saçma bir ilkeye inanacak kadar aptal olabildi? Eğer kurşun altına bu kadar kolay çevrilebiliyorsa fiyatı da altın piyasasını düşürecek ve altın kurşun kadar ucuz olacaktı. Ancak öyle gözüküyor ki açgözlülük hepsinin gözünü kör etmiş. Ortaçağ Avrupa’sı hali vakti yerinde ve hırslı soyluları dolandıran şarlatan simyacılarla dolup taşıyordu, hepsi de mucize kılığına bürünmüş birkaç basit numaraya tanık olduktan sonra paralarını saçıp savurmaya can atıyordu.
Felsefe taşının sanatsal bir temsili
ÜNLÜ TRANSFERLER
Tüm simyacıların, kolay aldanan kimseleri aldatmaktan başka bir şey yapmadığını söylemek doğru olmaz; tüm maddeler için kilit önemdeki maddenin arayışına katılan parlak dimağlar da oldu ve bu insanların bilime ve tıbba önemli katkıları oldu. Simyacı Paracelsus (1493-1541) çinkoyu bulan ve ona ismini veren insandı. Morfin içeren alkollü bir çözelti olan laudanumu da ilk keşfeden o oldu. Victoria İngiltere’sinin önde gelen kadınlarının hevesle içtiği laudanum, afyon ürünlerinin karaborsa satışının 1920’de yasaklanmasına kadar popülerliğini koruyacaktı.
HİÇ DUYMAMIŞTIM! ÇÜRÜTÜLMÜŞ POPÜLER BİLİMSEL FİKİRLER
• Dil haritası diye bir şey yoktur: Tatlı, ekşi, tuzlu ve diğer tatlar dilin her tarafında hissedilebilir.
• Soğuk algınlığıyla koku alma duyunuzu kaybedersiniz, tat alma duyunuzu değil.
• “Altıncı his” aptalca bir ifade; çünkü insanların aslında on dokuz hissi vardır.
Simyanın cazibesi kuvvetliydi. Paracelsus’un döneminde ve bir ya da iki yüz yıl sonrasında, simyanın daha ahlaki kolları ve ana akım bilim arasındaki ayrım noktası belirsizleşmişti. Kraliçe I. Elizabeth’in danışmanı John Dee (1527-y.1608), bilim dünyasının en önemli öncülerinden Sir Isaac Newton (1642-1727) ile karanlık sularda yüzüyordu. Ancak bu tür deneylerin hepsinin sonu iyi bitmemişti. Ünlü simyacı Dr. Faustus (1480-1540, ruhban sınıfı arasında kendine pek çok düşman edinmişti, hatta onlardan birkaçını simya formülleriyle zehirlemeyi başarmıştı), “Yaşam Suyu” arayışında gliserin ve asitlerle yaptığı deneyler sırasında parçalara ayrılmıştı.
Michael Maier’ın simya alanındaki referans kitabı Atalanta fugiens’den bir resim. Altın ve gümüş (güneş ve ay) birbirleriyle birleşme halinde gösteriliyor.
Dr. Faustus eğer nitrik asit kullandıysa merak etmeye hiç gerek yok; ondan geriye hiçbir şey kalmamıştır: Dinamitin üretiminden bu yana kullanılan son derece patlayıcı bir sıvı madde olan nitrogliserini iki yüz yıl öncesinden bulmuş olabilir. Tüm bunlara aldırmaksızın kilise, bedeninin parçalarının bulunamayışını şeytan icadı işlerle uğraşmasına bağlamıştı.
ZENGİN DENEYSEL TECRÜBE
Faustus nitogliserini keşfetmiş olsaydı, anında kendini paramparça ederdi; o geleneksel bilimin ilerisinde giden tek simyacı değildi. Ancak simya sanatının kötü şöhreti, simyacıların keşiflerinin şüpheyle karşılanmasına ve papalığın itirazlarının hedefine oturmasına neden oldu; bu durum daha sonra bilimsel gelişmenin önünde bir engel olacaktı. Temel prensip devam etti: Bir buluş, bir simyacının atölyesinden çıkmışsa muhakkak şeytanın eseri olmalıydı.
Bu şekilde çığır açan başka bir isim de Polonyalı simyacı Michael Sendivogios (1566-1636) idi. Sendivogios, teolog Joseph Priestly’nin (1733-1804) 1774 yılında keşfetmesinden neredeyse 200 yıl önce nitratı ısıtarak oksijen üretmişti. Sendivogios bilgi birikimini Hollandalı simyacı Cornelis Drebbel (1572-1633) ile paylaşabilmişti ki o da bunu pratik kullanıma sokmuştu. Londra’da 1620’de Drebbel on altı kişiyi taşıyabilen ilk güdümlü denizaltıyı inşa etmişti.
Drebbel, potasyum nitratı ya da sodyum nitratı yakarak sadece oksijen üretmekle kalmamış, karbondioksit oluşumu sırasında emilen nitratı oksite ya da hidroksite dönüştürebileceğini de bulmuştu. Basit ama etkili bir yeniden nefes alma sistemi üreterek, o da diğerleri gibi zamanının 300 yıl ilerisinde gidiyordu. Drebbel’in buluşu tüm mürettabatla birlikte Thames’da I. James ve donanmanın önünde test edildi. Yaklaşık beş metre derinliğindeki nehirde aşağı inip yukarı çıkarken üç saatin üzerinde batmış vaziyette kaldı.
Laboratuvara bir bakış: (a) bakır damıtma aygıtı; (b) damıtma başlığı; (c) soğutma aracı; (d) yoğunlaştırıcı tüp; (e) alıcı.
Fakat yine de şeytan işiyle uğraştığına dair fısıltılar her yanı dolduruyordu. Donanma savaşta kullanılabilecek çalışan denizaltılardan mahrum kalmıştı.
KÖTÜ ŞÖHRET
Bu tür çığır açan keşiflere rağmen, ilgi odağı haline gelen ve simyanın adına leke sürenler şarlatanlardı. Simyanın karanlık tarafına karşı en savunmasız kalan kurum Habsburg Sarayı’ydı. Kutsal Roma İmparatoru III. Ferdinand (1608-58) bir külçe altın yaratıldığına inandırıldı; umutlarını Avusturyalı simyacı Johann Richthausen’a bağladı. I. Leopold (1608-58) de aynı şekilde oyuna getirilmişti. Kendi bölgesindeki tüm dönüşüm girişimlerini yasaklamak, sağduyulu İmparatoriçe Maria Theresa’ya (1717-80) düşecekti.
Her ne kadar şarlatanlar tarafından itibarı zedelenmiş olsa da simya alanındaki çalışmalar günümüzdeki bazı buluşların önünü açmış olabilir. Bugün Fransa-İsveç sınırındaki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı gibi partikül hızlandırıcıları, rutin olarak, bir elementteki serbest nötronları ve protonları çarpıştırmak ya da aynı elementi başka bir elementteki protonlarla bombardımana tutmak suretiyle çeşitli elementleri dönüştürmektedir. Dolayısıyla, kimyasal yollarla dönüşüm imkânsız olsa da, durum fizik alanında pek de öyle gözükmüyor. 1972 yılında Sibirya’daki Baykal Gölü’nün kıyılarında bulunan araştırma merkezindeki Sovyet fizikçiler, rutin kontrollerinin birinde, bir deney reaktöründeki deflektör koruyucularının kurşun balatalarının altına döndüğünü bildirdi. Bu duruma, Nobel Kimya Ödülü sahibi Glenn Seaborg 1980’de Kaliforniya Üniversitesi’nde aynı sonuca ulaşana kadar Batı tarafından şüpheyle yaklaşılması kaçınılmazdı.
Nükleer fizik çatısı altında, Seaborg bazı nötron ve protonları örneklemden kaldırmak suretiyle birkaç bin kurşun ve bizmut atomunu başarıyla dönüştürdü. Bu, erken dönem simyacıların fikirlerini aklamak için bir yere kadar etkisini sürdürebilir; ancak operasyonun maliyetinin geleneksel metotlarla çıkarılmış binlerce misli ağırlıktaki altına denk geldiği düşünüldüğünde altın piyasası şimdilik rahat bir nefes alabilir.
İyi Titreşimler
Histeri yalnızca kadınların mahremiyetini ilgilendirir ve cinsel uyarılmayla giderilebilir
Histerektomi kelimesinin etimolojik kardeşi olan histeri, Yunanca “rahim” anlamına gelen hustera kelimesinden gelmektedir. Bu durumun antik zamanlardan yakın tarihe kadar, tıp çevrelerinde sadece kadınlara özgü bir durum olduğuna ve kadınların rahimlerinde ya da vajinalarındaki bir dengesizlikten kaynaklandığına inanıldı. Böyle zorlama bir kavram, yirminci yüzyıla kadar geçerliliğini koruyan tıbbi bir tedaviyle daha da saçma bir hal alıyordu. Bu tür tedavi yöntemlerini bugün uygulayıcılar anında tıp kayıtlarından çıkartacak olsa da bunun tıp yıllıklarında kabulü dolaylı olarak titreşimli seks oyuncağı endüstrisinin gelişimine neden oldu.
HAZ NÖBETLERİ
1563’te Hollandalı fizikçi Pieter van Foreest (1521-97), tıbbi gözlemlerini derlediği çalışmasında aşağıdaki satırları kaleme alırken “histeri” ya da “rahim hastalığı”nın yüzlerce yıllık tedavisini kabul ediyordu:
Bu semptomlar görüldüğünde bir ebeden yardım istemenin gerekli olduğunu düşünüyoruz. Yardım eden ebe, bir parmağını içeri sokup zambak, misk kökü, safran yağları gibi şeyler kullanarak genital organa masaj yapabilir. Ve bu şekilde hastalıktan mustarip kadın haz nöbeti durumuna getirilebilir. Parmakla yapılan bu tür bir uyarma Galen ve Avicenna7 tarafından özellikle dullar, iffetli hayat sürenler ve Gradus’un da önerdiği gibi ruhban sınıfına ait kadınlara tavsiye edilmiştir; çok genç kadınlara, cemiyet kadınlarına ve evli kadınlara ise pek önerilmemiştir; çünkü kendi eşleriyle cinsel ilişkide bulunmaları onlar için çok daha iyi bir çözümdür.
Başka bir şekilde ifade edersek, bir kadın şayet biraz huysuz ve kavgacı ise tek ihtiyaç duyduğu şey çeşitli yollarla onu olarak uyarmaktır. Kadınlara yönelik bu tutum yüzyıllar boyunca ve Victoria devrinde hâkimdi. Pek çok erkek kadınları ciddiye almıyor, onları orgazm olabilecek cinsel yaratıklar olarak görmüyordu; tıp mesleğini yürütenlerin önemli bir kısmı da bu konuda yeteri kadar bilgili değildi.
Victoria devrindeki doktorlar, bu antik dönemden kalma tavsiyenin izinden giderek, melankoliye yatkın olan tüm huysuz kadınlar için cinsel organ masajını savunuyorlardı. Melankoli; yorgunluk, nefes darlığı, uykusuzluk, iştahsızlık, genel sinirlilik hali ya da kocasıyla anlaşamama gibi semptomların bütününü tanımlamak için kullanılan bir kavramdı. Arşivler, doktor destekli “paroksizm”e (haz nöbeti. Bu, açıkça kabul edilen bir orgazm şekli değildir.) harcadıkları zamandan şikâyet eden doktorlarla doludur; çünkü işbirliğine yatkın olmayan bazı hastalar sadece sonuca varmayı umursuyorlardı.
Son derece tuhaf bir şekilde, tıp camiasının hiçbir üyesi bu nöbetlerin bir kadın orgazmı olduğunu fark edemedi; tabii ilk tedavide kendilerini çok iyi hissettiğini söyleyen ve hemen devam eden programa katılmaya rıza gösteren hastalar bunun dışında kalıyordu. Sonuç olarak, jinekolojik masaj klinikleri -bugün olsa tamamen farklı bir adla çağırılırlardı- tüm Avrupa ve Amerika’ya yayılmıştı.
ARZ VE TALEP
Bu tür tedavilere yönelik talep, endişe verici oranlara ulaştığında, doktorlar ağrıyan parmaklarından ve bileklerinden şikâyet etmeye başlarken “repetitive strain injury (RSI)8” rahatsızlığının bilinen ilk kurbanları arasına girdiler. İsviçreliler çözümü gayet iyi vuruşları olan ve elle tutularak çalıştırılan kurmalı bir alette bulmuştu. Ancak, yaklaşmakta olan nöbet işaretlerini gösteren hastalarda olduğu gibi (nefes darlığı, boyunda ve tedavi bölgesinin etrafındaki deride kızarma ve bazen homurdanma sesleri çıkarma), üzücü şeyler de görülmeye devam ediyordu. Hiç kimse on dokuzuncu yüzyılda, tek bir doktor eşinin bile mutlu bir seks hayatı olduğunu söyleyemez; çünkü bu profesyoneller hastanın gerçekte var olan şeye yönelik tepkisini tanımlamada başarısız olmuşlardı.
Listede bulunan diğer ve belki de çok daha başarılı teknik, su jeti kullanarak, klitorisle oynandığında hızlı ve yoğun haz nöbetleri doğuran “hidroperküsyon” yöntemiydi. Bu yöntem, hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde hastalar arasında patlama yaratmıştı. Doktorlar hidroperküsyonun çok daha güçlü bir haz nöbeti yarattığı sonucunu kabul etmek zorunda kalmışlardı ki bu da hastalar için çok daha iyi bir duruma işaret ediyordu. Talep katlanarak artıyordu.
Ancak gerekli teçhizatın maliyeti ve böyle bir tedavi için kurulan bir odanın başka hiçbir şey için kullanılamayacağı gerçeği, hidroperküsyona varlıklı doktorlar ve hastalar dışında kalanların erişimini zorlaştırıyordu. Bu yöntem son zamanlarda spa kliniklerinde, su tedavisi sektöründe ve kadınların bir haftalığına günde iki defa kendi tarzlarında “suyu içlerine almak” için akın ettikleri gizli kliniklerde yeniden canlandırılıyor.
Korkaklara göre değil: Hidroperküsyon
KADININ ADIMLARINDAN FIŞKIRAN MEMBA
Ünlü Fransız hekim Henri Scoutetten, “kadınlardaki pelvik tıkanma”ya çare olarak sunduğu hidroperküsyonla ilgili 1843 tarihli yazılarında bu uygulamanın neden bu kadar popüler olduğunu şöyle açıkladı:
Su jetinin yarattığı ilk etki acı duygusuydu; fakat kısa sürede perküsyonun etkisi, organizmanın soğuğa tepkisi (derinin kızarmasına neden olur) ve dengenin yeniden kurulması öyle bir hoş bir his yaratıyor ki önerilen zamanın (genellikle dört ya da beş dakika) aşılmaması için gerekli önlemlerin alınması gerekiyor. Duştan sonra hasta kurulanıyor, korsesini sıkıyor ve enerjik adımlarla odasına dönüyor.
MAKİNELER KONTROLÜ ELE GEÇİRİYOR
Bu arada, 1868 yılında New York’lu doktor George Taylor, kadınların histerisini elle iyileştirmekten bunalmış (tetiklemek zorunda olduğu haz nöbetlerinin sayısı öyle artmıştı ki artık golf kulüplerine bile devam edemez olmuştu) ve bunun için yeni bir çözüm yolu geliştirmişti: Dayanıklı lastik bir diyaframın altından vuran ve buharla çalışan vulvar bir tahrik edici mekanizmanın bulunduğu bir tedavi masası.
Taşıması zor: Vibratör ve tedavi masası
Bu yöntem, tıp mesleğinde anında bir ilgi patlaması yaratmıştı. Kullanımı kolay olup asgari düzeyde çaba gerektiriyordu. Bir doktorun yapması gereken tek şey, hastayı, vücudunun tedavi edilmesi gereken bölgesini merkezdeki açıklığın üzerine getirip masanın üzerine yüzüstü yatması konusunda yönlendirmekti. Daha sonra cihazı çalıştırıyor ve hastaya tedavinin başarıyla sonuçlanması için pozisyonunda kendisini rahat hissettirecek ufak tefek ayarlamaları yapmasını söylüyordu. Ancak Taylor’ın tedavi masasında birtakım sorunlar çıkacaktı: Büyüktü, taşınmaya müsait değildi; ne kadar gürültü çıkardığından bahsetmeye hiç gerek yok ve kullanıcılar cihazı pek insani bulmuyorlardı, belli ki çoğu insani teması tercih ediyordu.
GRANVILLE’İN ÇEKİCİ
Çözüm 1880’de Britanyalı Dr. Joseph Mortimer Granville’in (1833-1900) tasarladığı ve patentini aldığı dünyanın klinik kullanıma yönelik ilk elle tutularak çalışan elektrikli vibratörüyle geldi. O bu alete “perküsör” demeyi tercih ediyordu; ama onun dışındaki herkes doktorla dalga geçmek için “Granville’in Çekici” adını takmıştı.
Perküsörün, saç kurutma makinesi ve tamircilerin civata kaldırmak için kullandığı haç şeklindeki alet arasında bir görünümü vardı; farklı şekillerdeki çeşitli lastik başlıklara uyum sağlayabiliyordu ve kullanılmadığı zaman taşınabilir bir rampayla kaldırılabiliyordu. En önemlisi de hastalar bu aleti sevmişti; tekrar tekrar perküslenmek için can atıyorlardı.
Granville’in kendisi hiç kullanmamış olsa da “Nerve Vibration and Excitation as Agents in the Treatment of Functional Disorder and Organic Disease” başlıklı makalesinde şöyle diyordu: “Şimdiye kadar hiçbir kadın hastayı perküslemedim… Bundan kaçındım, kadınların tedavisini perküsörle yapmaktan kaçınmaya da devam edeceğim; çünkü oyuna getirilmek ve kadınların histerik ruh halinin yol açacağı sapıklıklarla başkalarını da yanlış yönlendirmek istemiyorum.”
1902’de Amerikan piyasası Granville’in icadına, kişisel tedavinin daha az endüstriyel gözüken bir şekli olarak olumlu yaklaşmıştı. Bu da gizli jinekolojik masaj salonlarının pek çoğunun ve tıbbi “pelvik perküsleme” piyasasının sonu anlamına geliyordu. İlk olarak, bugün de hâlâ faaliyette olan beyaz eşya şirketi Hamilton Beach tarafından piyasaya sürülen el vibratörü -fan, ısıtıcı, dikiş makinesi ve ekmek kızartma makinesinden sonra- elektrikle çalışan beşinci ev aletiydi.
Hareket halinde: Portatif vibratör
TİTREK BİR BAŞARI
İçlerindeki cevher kitleleri heyecanlandırıyordu! Talep olağanüstü boyutlardaydı. Sears-Roebuck Catalogue’dan Woman’s Home Companion’a kadar prestijli yayınlarda yaygın bir şekilde reklamı yapılırken her bütçeden insana uygun pek çok vibratör çeşidi artık piyasalardaydı. Ürün yelpazesi, dakikada 1000 vuruş yapan ucuz ve eğlenceli modellerden sınıfının en iyisi modellere kadar değişiyordu. Yaklaşık 200 dolar değerindeki, dakikada 8000 vuruş yapan, pek methedilen “Chattanooga” modeli de en iyiler arasında bulunuyordu.
“Chattanooga” yaklaşık 1 metre boyunda ayaklı bir cihazdı. Hareketli bir “çalışma kolu” bulunuyor ve yapılacak işin amacına göre yatay olarak da alçaltılabiliyor ve ucuna büyük fitile benzer bir şey takılabiliyordu. Son derece yüksek bir gelir akışından mahrum kalan ünlü doktorlar, kendilerine ait bu tür cihazları pazarlamak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Health for Women dergisinin de “pelvik tıkanma” yaşayanlara “gençliğin tüm hazlarının içlerinde yeniden canlanması” için önerebileceği tek şey bu cihazdı.
“Chattanooga”
EDEPSİZ AMA GÜZEL
Binlerce Amerikalı ve Avrupalı kadının gerçekten de kalpleri hazla çarpıyordu; erkeklerse mumlanmış bıyıklarını buruyor ve kadınların sorunları hakkında homurdanmaya devam ediyordu. Geçen yüzyıla kadar, binlerce kadın düzenli olarak doktorlar tarafından tatmin edilirken kocalarının bundan bihaber olması modern okuyucuya inanılmaz gelebilir. Fakat o zamanlarda pek çok erkek, doktorlar da buna dahil, kadın cinselliği konusunda cahildi. Erkekler seksin keyfini çıkarırken kadınlar bu duruma hoşgörüyle yaklaşıyordu; dünyanın doğal düzeni böyleydi. Dolayısıyla kadınların tuhaf doktor destekli haz nöbeti ya da Chattanooga “choo-choo”ya neden rağbet gösterdiğini anlamak zor değil.
CİDDİ MESELE
Tüm bu perküsleme faaliyeti, tıbbın köhne ve sinsi yan etkisi olarak görülmüyordu. Bugün hâlâ doktorlar arasında prestijli bir kılavuz kabul edilen The Merck Manual yirminci yüzyıldaki ilk baskısında “kadın histerisini” tıbbın kabul ettiği bir durum olarak ele alıyordu. Elle ya da mekanik yollarla olması fark etmeksizin, “pelvik masaj” tek etkili tedavi yöntemi olarak tavsiye ediliyordu. Aynı el kılavuzunun cinsel uyarılmadan “gereğinden çok haz” duyan kadınların ya da aşırı arzu gösteren kadınların klitorisindeki hissin sülfürük asit kullanılarak ortadan kaldırılabileceği tavsiyesinde bulunması, hiç kimsenin, yirminci yüzyılın başında bile, bu perküsleme konusunun cinsel bir boyutu olacağını düşünmediğinin kanıtıydı.
1920’lere gelindiğinde tıbbi mastürbasyonu kadınlara tedavi yöntemi olarak reçete etme uygulaması son bulmuştu; kadınların perküsleri artık elle ve pille çalışan aletlerdi. Onlar da büyümekte olan porno film endüstrisinde düzenli olarak boy göstermeye başlayınca saygınlığını kaybetmişti. Ve nihayet 1952 yılında histeri, ona eşlik eden tüm semptomlarıyla birlikte, tanımlanmış tıbbi rahatsızlıklar listelerinden kaldırılmış bulunuyordu.
Duman ve Titremeler
Tütün çeşitli sağlık sorunlarını tedavi edebilir
Tütün, adını Karayip dilinin erken dönemlerinde puronun (bu isim aynı zamanda puro şeklindeki Tobago adasına da adını vermiştir) karşılığı olarak kullanılan kelimeden almaktadır ve Avrupa’ya ilk olarak Amerika kıtasından 1518 civarında İspanyollar tarafından getirilmiştir. Bu konudaki efsanelerin söylediği gibi Sir Walter Raleigh tarafından getirilmemiştir. Tütün, Batı’ya insanlara rahatsızlık veren pek çok şeyi iyileştirebilecek tıbbi bir mucize olarak ilk tanıtıldığında memnuniyetle karşılandı.
HER DERDE DEVA
Tehlikeli ot hemen, müthiş bir bitkisel ilaç olarak ithalatçılar tarafından göklere çıkarıldı.Yerli tedarikçilerin tütün dumanı lavmanlarının faydalarını metheden hikâyelerini paylaşarak bunun nasıl krallara yaraşır bir madde olduğu konusunda İspanyol ve Portekiz sarayları eşrafının gözlerini boyadılar. Avrupalılar uygulamayı coşkuyla benimsedi. O dönemde “glyster” olarak anılan duman lavmanı tedavisi, tüm kıtada popülerlik kazanarak on dokuzuncu yüzyılın ortasına kadar bu popülaritesini korudu.
Tütünün faydasının olup olmadığı meselesi, İspanyol hekim ve botanikçi Nicolás Monardes’in (1493-1588) bulgularıyla önemli oranda destekleniyordu. Monardes’in tütünün (kabızlıktan epilepsiye kadar) çeşitli sorunların tedavisinde kullanımına ilişkin kitabı, üç parça olarak 1565’ten 1574’e kadar yayımlandı. Monardes’in keşifleri sonucunda, duman püskürtme uygulaması bir dizi hastalığın tedavisinde kullanıldı; kulak ağrısından şikayetçi olanların kulaklarına tütün dumanı üflendi, sinüzit sorunu olanlar dumanı burunlarından aldı ve mide-bağırsak sorunları olanlar da tamamıyla başka bir rotadan dumanı içlerine çektiler. Ancak çok önemli bir bilgi çeviride kaybolmuştu: Yerli tütün satıcıları aslında, tütünü sadece atlarının kabızlık sorunlarının tedavisinde kullanmışlardı.
İLK SİGARA İÇME YASAĞI
Tütün karşıtı aktivistler için biraz şaşırtıcı olabilir; ama hakikat şu ki, tarihteki ilk ulusal sigara karşıtı programın arkasındaki itici güç Adolf Hitler’di. Nazi hekimlerinin sigara tüketimi ve akciğer kanseri arasındaki bağlantıya ilişkin ilk kanıtı ve sigaranın anne karnındaki bebekler için doğurduğu tehlikeyi bulmalarından sonra, Hitler rejimi tütün tüketimini azaltmayı hedefleyen bir dizi stratejiyi hayata geçirdi.
Toplu taşıma araçlarında, sığınaklarda, devlet dairelerinde, restoranlarda sigara tüketimini ve sigara içmeyi olumlu bir şekilde sunan reklamları yasaklayan Nazi Almanya’sıydı. Luftwaffe9’de sigara içmeye izin verilmediği gibi SS subaylarının görev başında sigara içmeleri de yasaklanmıştı.
Kendini hazırla: Ticaret aletleri
Ne var ki tütün dumanı tedavisi, tüm Avrupa’da standart bir uygulama haline gelmişti; duman lavmanı tedavileri ise bunlar arasında en popüler olanıydı. Bugün hayal etmek ne kadar zor olsa da on altıncı yüzyıldan on dokuzuncu yüzyılın ortasına kadar, toplumdaki en elit ve varlıklı kesimler dumanı bir körük ya da tütsü kabına benzeyen haç şeklindeki bir mekanizmayla anüslerinden almak için sıraya giriyorlardı.
HER BÜTÇEYE VE HER ZEVKE UYGUN ÜRÜNLER
Sıradan insanlar tütün dumanlarını daha geleneksel yollardan almayı tercih ederken hali vakti yerinde olanlar duman lavmanlarını çeşnili almayı tercih ediyordu. Onur kırıcı bir prosedür olmasına rağmen, bu yeni moda kendi hiyerarşik yapısı ve kanaat önderleriyle gerçek bir endüstri doğurdu. Hiyerarşinin en dibinde ise “limonatacılar” vardı; çok da makbul olmayan görevleri “kötü duman kokusu” ilerlemeden bekleyen hastayı limonatayla temizlemekti.
Aralık 1650’de Oxford’da gerçekleşen bir vaka, duman lavmanının mucizevi güçleri olduğu yönündeki iddiayı iyice pekiştirdi. Anne Greene adındaki genç hizmetçi bir kız, haksız yere suçlanmış ve kendi çocuğunun katili olmakla itham edilmişti. Bebek aslında ölü doğmuştu. İntikam için bekleyen güruh tarafından asılmadan önce, Greene’in bedeni aşağıya indirildi ve incelenmek üzere sözde cerrahlar tarafından bulunduğu yerden uzaklaştırıldı.
Morgdaki prosedür sırasında biri, Greene’in parmaklarının hafifçe kıpırdadığını sandı. Onu kendine getirmek için anında ona bir duman lavmanı uyguladılar. Operasyon başarılı geçti. Kadın irkilmiş bir şekilde doğrulup özür diledi. Greene bu tedavinin tartışmasız gücünü vücuda büründüren canlı bir reklam aracı olarak hayatına devam etti.
PARILDAYAN HER ŞEY…
Artan popülaritesine rağmen, duman lavmanı tedavisi evrensel olarak benimsenen bir yöntem değildi. Shakespeare’in “Venedik Taciri” eserinde söylediği “Parıldayan her şey altın değildir,” cümlesi, bazıları tarafından bu uygulamaya referansla bir kelime oyunu olarak kullanıldı. Bu yöntem Amerika’da çok da iyi karşılanmamıştı. Bir aldatma ya da dolandırma girişimini ifade etmek için kullanılan “birinin kıçını dumanla uçurmak” deyimi, duman lavmanlarının tartışmaya açık güvenilirliğine bir tepki olarak ortaya atıldı.
Duman lavmanı popülerleşirken tıp otoriteleri tarafından da saygı duyulan bir tedavi yöntemi olarak görülmeye başladı. 1774’te “Society for the Recovery of Persons Apparently Drowned” (Boğulmuş Görünenleri İyileştirme Cemiyeti) kuruldu. Cemiyet, boğulma vakalarında hayat kurtarıcı müdahaleyi teşvik etmeyi amaçlıyordu.
Cemiyet, halkın bağışlarından toplanan parayı, Thames Nehri’nin Londra’ya bakan yamaçları boyunca ve kentin büyük gölleri üzerindeki stratejik noktalarda, duman lavman kulübeleri kurmak için kullandı. Anne Greene’den ilham alan cemiyet üyeleri, ölüm vakalarını tespit etmek ya da boğulmak üzere olanları hayata döndürecek bir güvenlik metodu sunmak istiyorlardı. Cemiyet aslında pek çok başarıya imza attı. Bu tür beklenmedik başlangıçlarla kurulan cemiyet günümüzde “Royal Humane Society10” adıyla hizmet vermeye devam ediyor.
MERHUM
Greene’in lavmanının kötü şöhreti, varlıklı kesimler arasında yeni ölmüş yakınlarına “emin olmak için” duman pompalama gibi bir alışkanlığın doğmasına neden oldu; ölümde bile dumandan kaçış yoktu. On dokuzuncu yüzyılın başında, uygulama gözden düştüğünde, diri diri gömülmekten korkanlar durumlarını mezarlıktakilere bildirmek için tabutlarına zilli bir tel yerleştiriyorlardı. Bu uygulamanın, bazılarının savunduğu gibi, geceleri uyanık kalıp kasvetli çıtırtılara kulak verenler tarafından dolaşıma sokulan, “dead-ringer11”, “saved by the bell12” ya da “graveyard shift13” gibi ifadelerin doğmasına yol açtığı doğru değil.
SAF ZEHİR
Anal fümigasyon, on dokuzuncu yüzyılın başında bilimsel araştırmaların tütünün zehirli niteliklerini ortaya çıkarmasıyla düşüşe geçti. İngiliz fizyolog ve cerrah Sir Benjamin Brodie, bu alandaki en ciddi araştırmayı yürüttü; tütünün en önemli içeriği olan nikotinin kan dolaşımına müdahale edebileceğini ortaya koydu. Ne var ki ana akım tıp çevreleri hâlâ tütün dumanının kolerayı ortadan kaldırabileceğine inanıyordu. Kulağa ne kadar imkânsız gibi gelse de bunların tohum teorisinin kabulünden önceki dönem olduğunu -yani tüm hastalıkların kötü kokuyla yayıldığının düşünüldüğü bir dönem olduğunu- (mesela sıtma kelimesinin tam karşılığı “kötü hava”dır, Cennet Kokusu bölümüne bakınız) akılda tutmakta fayda var. Kolera ne zaman patlak verse hiçbir toplumsal kesim ayırt edilmeksizin, çocuklar da buna dahil, ücretsiz tütün dağıtılıyordu; kolera dumanıyla mücadele etmek için sigara tüttürmek şart koşuluyordu.
Duman lavmanı uygulamada kullanılan bir cihaz
KOLON MODASI
On dokuzuncu yüzyılın ortasında, tedavide genel olarak bir gerileme yaşanmış olmasına rağmen, duman lavmanlarının mirası devam etti; dumancılar ortadan kaybolurken, hiyerarşide ikinci derecede bulunan limonatacılar onların yerini aldı. Anüslerine nesnelerin sokulmasına alışmış olan, hatta bunu saplantı haline getiren insanlar, dumandan vazgeçmek zorunda kalınca limonata banyosuyla devam etmeye karar verdiler. Antik Mısırlılar ve Yunanlar bu tür tuhaf hijyen uygulamalarını destekliyordu; bu hâlâ devam etmekte olan tartışmalı kolon sulamasının başlangıcı oldu. Bu uygulama geç dönem Wales Prensesi tarafından da desteklenecekti. Prenses, haftada üç kere “asil temizlenme” deneyimi yaşıyordu, bu seansların her biri, on iki galon sterilize edilmiş maden suyu içeriyordu.
Bir on altıncı yüzyıl çevirmeninin ayrıntıları gözden kaçırmasının sonucunda, bugün duman lavmanı tutkunlarının modern muadillerinin keyfini çıkardığı birkaç milyar dolarlık kolon sulama klinikleri bulunuyor. Duman lavmanının uygulayıcıları, daha iyisini bilmedikleri için mazur görülebilirdi; esasında geçerli bir tedavi yürüttüklerine inanıyorlardı. Fakat aynısının, kalın bağırsakların içine yapışan dışkıyla her gün yavaşça zehirlendiğimizi söylerek hastalarını ikna etmeyi başaran modern dönem sulama lobisi için geçerli olduğu söylenemez.
Kayıtlar alınmaya başlandığından bu yana yapılan hiçbir otopsi bunu destekleyecek kanıt bulamadı. Anlamsız tehlikeli sulama uygulamasının amip kaynaklı enfeksiyondan içsel delinmeye ve kalp krizine kadar pek çok yan etkisi olacağı iddia edilebilir. Benim şahsi fikrime göre, vücudun diğer tarafından alınan altı Arjantin birası çok daha güvenilir ve keyifli bir seçenek.
Duman peşinde
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.