Kitabı oku: «Ejderhanın Evrimi», sayfa 3

Yazı tipi:

Libasyonun Anlamı

Bu konferansın ana konusu, Aylward M. Blackman’ın Mısırlılar için tütsü yakma ve libasyonun ne anlama geldiği hakkındaki önemli keşfi sayesinde şekillenmiştir.38 Antik dönem insanlarından günümüze kadar korunmuş ilk yazılı kaynaklar bütünü, Beşinci ve Altıncı Hanedan dönemine ait Sakkara Piramitleri’nin yer altı odalarında kaydedilmiş metinlerden oluşur. 4500 yıl önce yazılmış bu belgeler modern dönemde, 1880-81 yıllarında gün yüzüne çıkarıldı. Sör Gaston Maspero ilk çevirisini yayımladığı zamandan beri pek çok bilim insanı bunların anlamının çözülmesinde yardımcı oldu. Ancak, libasyon ayininin kaynağını ve anlamını açıklamak Blackman’a nasip oldu. “Bu pasajların genel anlamı çok açıktır. Ceset kuru ve buruşuktur. Ölüyü diriltmek için, mumyalama sırasında dışarı yayılan yaşamsal sıvı geri verilmelidir. Bu yapılıncaya kadar hayat geri dönmeyecek, kalp yeniden atmayacaktır. Metinden anlaşıldığı üzere, bunun büyülü sözler eşliğinde libasyon uygulanarak gerçekleşeceğine inanılıyordu” (a.g.e. s. 70).

Blackman’ın Piramit Metinleri’nden alıntıladığı ilk üç metinde, “söylendiğine göre tören cesetten çıkarılan gerçek sıvıyla yapılıyordu.” Sonraki dört alıntıda, “farklı bir görüş öne sürülür. Ölünün büzülmüş vücudunu canlandıracak olan şey ölünün kendi sıvısı değil, tanrısal bedenden alınan sıvılardır. Bizzat Osiris’in cesedinden gelen (tanrıların sıvısı),39 çürüyen etinden salgılanan bu özsuyu, libasyon yöntemiyle ölüye nakledilen sıvılardır.”

Osiris’in meseleye dahil edilmesi çok önemlidir. Çünkü özellikle Osiris’le ilişkilendirilen suyun hayat bahşedici gücüyle benzerlik kurulması libasyon ayininin oluşmasında çok etkin bir rol oynar. Su nasıl ki ölü tohumun filizlenmesini sağlayıp ona hayat veriyorsa, libasyon da cesedi canlandırabilir. Suyun etkisi hakkındaki bu genel biyolojik teoriler o dönem için geçerliydi ve ileride açıklayacağım üzere libasyon fikrinden çok daha önce insanlar muhtemelen bunu yapmaktaydı. Çünkü Osiris kültünün40 gelişmesinde toprağa verildiğinde ortaya çıkan suyun bu genel dölleyici gücü ile insanları dölleyen spermin gücü arasında açık bir benzerlik kurulmuştur. Malinowski, kadınların cinsel ilişkiyle hamile kaldığı gerçeğini bilmeyen bazı Papualı insanların, kadınların üzerlerine yağmur yağmasıyla hamile kalabileceklerine inandıklarını ifade eder. Etnoloji çalışmaları ve ilkel inançlar, şu anda ele aldığım uzak geçmişte döllemeyle diriltme yani yeni bir canlı hayata getirmekle, bir zamanlar canlı olan vücudu diriltmek arasında belirgin bir ayrımın yapılmadığını çok kesin bir şekilde göstermektedir. Dişinin döllenmesi ve cesedi diriltme süreci veya bir heykel, aynı biyolojik sürecin bir parçasıymış gibi görülüyordu. Mısır mezarları için tasvir heykelleri yapanlara sa’nkh, yani “hayat veren” deniliyordu. Heykel meydana getirmek için kullanılan kelime (ms) görünüşte, “doğurmak” ms kelimesi ile tamamen aynıydı.41

Dolayısıyla Mısırlılar, etnolojik bulgulardan yola çıkarak yapılan bağımsız bir çalışmanın gösterebileceği üzere hem antik hem de modern zamanlarda pek çok başka halk tarafından benimsenen fikirleri söze dökmüşlerdir.42

Antik metinlerin tercümesi ve kültür seviyesi daha düşük modern insanların inançları hakkındaki çalışmalar, bizim kullandığımız ifadelere işaret etmektedir: “doğum yapmak”, “hayat vermek”, “hayat sürdürmek”, “ölümü defetmek”, “talihini güvenceye almak”, “ömrü uzatmak”, “ölüye hayat vermek”, “cesedi diriltmek veya ölünün tasvirini canlandırmak”, “bereket vermek”, “döllemek”, “yaratmak”. Bu ifadeler, erken dönemlerde veya modern insanın nispeten ilkel zamanlarında kesin çizgilerle ayrımı yapılmamış bu kelimelerin anlamı üzerine bir dizi uzmanlaşmayı yansıtır.

Bulguların derlendiği Jackson’ın çalışması, insanlık tarihinin çok erken bir döneminde, Osiris hikâyesinde somut bir şekilde ifade bulan fikirlerden çok önce, insanların, çocukların içinden çıktıkları dış ürüme organının, çocuğun asıl yaratıcısı olduğunu ham bir şekilde benimsediklerini göstermektedir. Onlara göre bu organ, yalnızca doğurma aracı değildi, ayrıca hayatın kaynağıydı.

İnsan zihninin birbirine benzer nesneleri tanımlama ve onlara, benzettikleri ilgili nesnelerin niteliklerini atfetme eğilimi, insanın, deniz salyangozuna tüm bu hayat verici ve doğurganlık erdemlerini yüklemesine sebep olmuştur. Deniz salyangozu; bereket veren, doğum sırasında kolaylık sağlayan, tehlikeyi defeden, öteki dünyayı garanti altına alan ve her türlü şans getiren bir nazarlık halini aldı. Artık deniz salyangozu, doğum bahşedici olarak annelik ve insan ırkının yaratıcısıyla özdeşleştirilmeye veya öyle kabul edilmeye başlandı. Zaman içinde bu inanç akılla temellendirilince, kabuğun analığı somut bir ifade kazandı ve gerçek bir kadın olarak kişileştirildi. Bu, ilk başta isimsiz ve özellikleri eksik tanımlanmış Ulu Ana’ydı. Fakat Ölü Kral Osiris’in yavaş yavaş ilahi özelliklerini kazandığı ve insan suretinde bir tanrının meydana çıktığı daha sonraki bir dönemde, yalnızca deniz salyangozu ile kişileştirilmiş olan Ulu Ana’nın muğlaklığı kısa süre içinde ortadan kalktı. Tılsım, Hathor olarak gerçek bir kadının veya bir ineğin şeklini aldı. Bunun sebeplerini ileride açıklayacağım.

Bu gelişmelerin tesiri, suya hükmeden tanrı Osiris’in yeni yeni şekillenmekte olan düşüncesinde karşılık buldu. Osiris’in doğurganlık güçleri, Hathor’un hayat bahşedici pek çok özelliğini içerecek şekilde genişletildi.

İlk Biyolojik Teoriler

Bu yöntemlerin öneminin tam olarak anlaşılması için öncelikle ilk Mısırlıların zihnine ulaşmaya ve onların genel düşünce yapısını anlamaya çalışmak önemlidir. Özellikle, cesedin veya heykelin canlandırılması için yapılan ayinlerde suyun kullanılmasının, o zamanlar geçerli olan genel biyolojik ilkelerin özgül bir uygulaması olduğunu açıklığa kavuşturmak istiyorum. Bir blok taşı canlandırmak için su döküldüğünü dikkate alacak olursak, bunun yalnızca çocuksu bir hayal ürünü veya din adamları tarafından çevrilen bir dalavere olmadığı anlaşılabilir. İlk Mısırlıların, bunun sağlam bilimsel bir temele dayandığını düşünmeleri için bir sebebi vardı. Ayrıca suyun ölüyü diriltici tesiri hakkındaki inançları, bir genel teorinin sağlam temeller üzerine kurulmasını sağlayan o döneme ait herhangi bir bilimsel çıkarımla aynı derecede güvenilir kabul ediliyordu. İlk Mısırlılar suyun hayat verici özelliği hakkındaki genel biyolojik teorinin geçerliliğine açıkça inanıyorlardı. Şüphesiz onlara çok inandırıcı gelen pek çok olgu, teorilerinin sağlamlığını ispatlıyordu. Modern insan nasıl ki Newton’ın kütle çekim kanununu ve Darwin’in türlerin kökeni hakkındaki teorisini güven duyup kabul ediyorsa, onlar da kendi teorilerinin dayandığı ilkeyi aynı şekilde kabul ediliyorlardı. Pek çok olguyu açıklamak veya modern insanın bilgi düzeyiyle bakıldığında çocuksu ve gülünç gelecek bazı yöntemleri doğrulamak için bu ilkeye başvuruyorlardı. Ancak, ilkel insanlar bu yöntemleri açıkça ciddiye alıyor, eylemlerini de akla uygun görüyorlardı. İlk Mısırlıların ilkel biyolojik teorilerinin yetersiz olduğu gerçeği, modern bilim insanlarını yanlış yönlendirmemeli ve onların, libasyon ayininin ciddi bilimsel çıkarımlara dayanmadığını düşünmek gibi bir yanlışa düşmelerine engel olmalıdır. Modern bilim insanları Darwin’in tüm öğretilerini veya belki de Newton “kanunları”nı bile kabul etmezler. Ancak bu, geçmişteki sayısız çıkarımın bu genel ilkelerin özgül yöntemi vasıtasıyla doğru ve güvenilir bir şekilde yapıldığı anlamına gelmez.

Öyleyse ilk Mısırlıların öğretiler bütününü, bunların karşılıklı etkisini ve mumyalama uygulaması tarafından meydana getirilen fikirleri açıklığa kavuşturmak için daha derine inmeliyim. Tarımın ilk defa nerede yapıldığı veya insanın bitkilerin evcilleşebildiğini keşfetmesini sağlayan şartların ne olduğu bilinmiyor. Dünyanın pek çok yerinde tarım, yapay sulama yöntemleri veya çiftçilerde suyun önemi hakkında herhangi bir farkındalık olmadan varlığını sürdürebilir. Ancak Mısır ve Mezopotamya gibi şartların hüküm sürdüğü coğrafyalarda tarımın uygulanmaya başlaması, çiftçilerin çok kısa bir süre içinde bitkilerin yetişmesi için suyun zaruri olduğunu anlamasını sağlamıştır. Bu yüzden çiftçiler, zorunlu olarak toprağı sulamak için aletler geliştirdi. Bu önemli unsurun ilk defa nerede ve kim tarafından fark edildiği bilinmemektedir. Sümerliler, Mısırlılar veya başka insanlar tarafından gerçekleştirilmiş olabilir. Ancak, Sümerlere ve Mısırlılara ilişkin ilk kayıtlarda hükümdarın bilgeliğinin en önemli göstergesinin, sulama kanalları açmak ve suyun denetimini elinde tutmak şeklinde geçtiği bilinmektedir. Bu önemli göstergeler insanların maddi refahı ile ilgili olduğundan insanoğlunun inançları üzerinde son derece derin ve geniş kapsamlı etkileri olmuştur. Toprağın suyla kavuşup bereketlenmesi ve aynı etkiyle tohumun hayat bulması sonucunda ilk biyologlar, suyun, hayat verici güçlerin kaynağı olduğu şeklinde doğal ve çok da mantıksız olmayan bir fikir geliştirdiler. Su, hayatın ortaya çıkması ve sürmesi için aynı ölçüde zaruriydi.

Bu biyolojik teorinin gelişiminin ilk aşamasında, insan ve diğer hayvanlar bu genellemenin kapsamına dahil edildi. Çünkü su içme, hayvanlar için var olmanın bir koşuluydu. Suyun üremede rol oynadığı fikri bu olguyla ilişkiliydi.

Günümüzde bile Avustralya, Yeni Gine ve pek çok başka bölgenin yerlileri, hayvanın üreme sürecinde erkeğin dölleyici olarak fizyolojik bir role sahip olduğunun farkında değildir.43

Dünyanın pek çok yerinde, bu temel fizyolojik bilginin insanlık tarihinin çok yakın dönemlerine kadar bilinmediğini gösteren çok çeşitli bulgular vardır.

İnsanlar hayvan yetiştiriciliğine başlayana kadar hayvanların üreme fizyolojisiyle ilgili bu temel gerçeklerin bilinmiyor olduğuna inanmak güçtür. Mısır hiyeroglifleri ilk resim yazısının geliştirildiği dönemde bu bilgilere sahip olunduğuna ilişkin şüpheye yer bırakmayacak kanıtlar sunar. Zira “yaratmak” fiili erkek cinsel organıyla resmedilmektedir. Ancak, hayvanların evcilleştirilmesi, tarımın icadından önce gerçekleştiğinden dolayı erkek hayvanın dölleme yetisinin, suyun dölleme yetisi hakkındaki biyolojik teoriden çok daha önce biliniyor olması kuvvetle muhtemeldir.

Suyun kendisine dölleyici özelliklerin yüklendiği daha geniş bir genellemenin kapsamı içine, hayvanların sperm yoluyla üreyebildiği bilgisinin kesinlikle alınması gerektiğini ileri sürmek için bu meseleyi ele aldım. Tıpkı suyun toprağı döllediği gibi sperm de dişiyi döller. Su bitkilerde hayatın devam etmesi için zaruri olduğu gibi, hayvanların içmesi için de şarttır. Hem toprak hem de kadın su tarafından döllenebildiğinden, bunlar birbirleriyle eşdeğer kılındılar. Toprak; kadın, yani Ulu Ana olarak kabul edilmeye başlandı.44 Dölleyici su, Osiris’in şahsında kişileştirilemeye başlandığında Osiris’in eşi İsis, su tarafından döllenen toprakla özdeştirildi.45

Bir krala ait en eski tasvirlerden birinde kral, sulama kanalının açılışında çapa kullanırken resmedilmektedir.46 Bu, bilgi hükümdarın sıradan, cömert bir davranışıydı. Belirli bir lider etrafında örgütlenen ilk toplumların bunu, sistemli bir şekilde suyun kontrol edilmesine duyulan ihtiyaçtan dolayı yapmış olmaları pek muhtemeldir. Her halükârda Mısır’ın ve Sümer’in ilk hükümdarları esas olarak su kaynağının hâkimleri, düzenleyicisiydi; buna bağlı olarak da bereket ve refah getirenlerdiler.

İnsanlar ölümün her şeyin sonu olmadığı,47 yani bedenin ve bilincin yeniden diriltilerek eski haline getirilebileceği inancını bir kez geliştirdiklerinde, hayattayken cazip hizmetler sunan bir hükümdarın ölümden sonra da danışma mercii olmaya devam etmesinin istenmesi normaldi. Böylesi bir adamın şöhreti zamanla artacak, hayırlı işleri ve gücü ilahlaştırılacaktı. Öğütleri aranan, mezardayken bile medet umulan bir kâhin haline gelecekti. Başka bir deyişle, ölü kral tanrısallaştırılacak veya hiç olmazsa hayattayken bahşedebildiğinden çok daha fazlasını ihsan etme kudretine sahip olduğuna inanılacaktı.

İlk “tanrı”nın ne Osiris olması ne de suyun hâkimi ve özellikle tarımla uğraşan sıfatlarına sahip olması tesadüftür. Ayrıca onun, ileri sürdüğüm sebeplerden dolayı, eril özelliklere sahip olması ve bizzat kendisinin eril üreme gücünün simgesi olarak kabul edilmesi şaşırtıcı değildir.48

Tütsü yakma ve libasyon ayinlerinin kökenini açıklarken bir şeyin farkına varılması çok önemlidir. İlk ilahlar aslında dini inancın bir dışavurumu olarak değil, aksine doğa olaylarının bilimsel olarak açıklanması sonucunda meydana gelmişlerdir. Bu, hayatın pratik faydaları için geliştirilen, zamanın hâkim bilimsel teorisinin mantıksal bir izahıydı. Diğer bir ifadeyle bu, bilge hükümdarın ölümünden sonra da nasihat ve yardımından faydalanmak için geliştirilen bir yöntemdi. Bu, özünde faydacı siyaset ve uygulamalı bilimle ilgili bir meseleydi. Bu yöntem, gelişmiş bilimin ilkel bilimsel teorilerin yerini alıp bunları insanoğlunun düşüncelerini ve arzularını beslesin diye teselli edici gelenekler seviyesine indirdiği zaman dini bir mesele oldu. Çünkü bu bilimsel teorilerin doğruluğu sorgulanmaya başlayıncaya kadar bunlar ısrarla geçerliliklerini korumuş, ölümden sonraki hayata ilişkin inancın kurulmasında önemli bir dayanak olarak görülmeye başlanmıştı. Bu avutucu inanç, hiçbir gücün söküp çıkaramayacağı bir manevi öğretiler ağıyla ve ümitle örülmüştü. Aslında temellerini teşkil eden dayanağın birkaç bin yıl önce çürümesi ve unutulmasına rağmen bunlar çok uzun süre varlıklarını korudular.

Osiris’in doğduğu yer bilinmemektedir. Mısır haricindeki başka coğrafyalarda kesinlikle aynı düşüncenin tezahürü olup aynı kaynaktan doğan Ea, Tammuz, Adonis ve Attis gibi benzer ilahlar vardır. Bazı çağdaş yazarlar Osiris düşüncesinin çekirdeğinin, Mısır’a dışarıdan getirildiğini düşünmektedir. Öyle olsa bile, kökeninin neresi olduğu hakkında hiçbir şey kesin değildir. Buna karşın, Osiris’in kendine özgü gerçek kişiliğinin ve karakterinin Mısır’da geliştiğine şüphe yoktur.

Öne sürdüğüm sebeplerden dolayı tarımda sulamanın önemi, Babil ve Mısır gibi kimi yerlerde tahılın evcilleştirilmesine kadar anlaşılmadı. Babilli Ea’nın, İran Körfezi yoluyla başka bir coğrafyadan geldiğini kesin olarak gösteren bir efsane vardır.49 Tammuz’un erken dönemleri ise gizemini korumaktadır.

Güneybatı Asya veya Kuzeydoğu Afrika’da bir yerlerde tarım becerisi muhtemelen birkaç yıl içinde gelişti. Bazı bilimsel kuramcılar, tahılın evcilleştirilmesiyle kazanılan deneysel bilginin bütününü yorumlayarak suyun çok önemli bir hayat verici unsur olduğu fikrini ileri sürüyorlar. Bu görüş nihayetinde Osiris efsanelerinde kendisine yer bulacaktır.

Bu teori libasyon ve tütsü yakmanın keşfinde kendisine özel bir uygulama alanı buldu. Bu uygulamalar öncelikle genel öğretiler bütününün tepkisiyle karşılaştı; sonrasında ona daha keskin bir şekil verdi. Ölü kral, mumyalanmış hakiki bir beden ve gerçeğine uygun bir heykelle tahtında oturup ellerinde yüce makamının simgelerini tutarken tasvir edildiğinde, çok daha gerçekçi bir hale büründü.

Elde bulunan bilgilerle, Osiris ve diğer ilahların Mısır’da yaratıldığını iddia etmek geçersiz, suyun dölleyici özellikleri hakkındaki genel teoriyi mumyalama uygulamasına bağlamaksa hatalı olacaktır. Ancak ikincisinin Osiris’e çok daha somut ve çok net olarak tanımlanmış, “insan suretinde yaratılmış” bir şekil verdiği ve su teorisine ise öncekinden çok daha zengin ve derin bir anlam kattığı doğrudur.

Bu tür bir sembolizm, insanoğlunun düşünceleri ve arzuları üzerinde derin bir etki yaratmıştır. Çünkü Osiris tüm tanrıların ilk örneğiydi. Ritüelleri tüm dini merasimlerin temelini oluşturdu. Canlandırma merasimlerini yöneten Osiris’in din adamları, beş bin yıldan daha uzun süren rahipler zincirinin ilk halkalarıydı. Bu rahipler, ritüel inceliklerinin ve tapınak özelliklerinin sonsuz çeşitliliğine rağmen, özünde son derece küçük değişikliğe uğrayan merasimleri uygulamaya devam ettiler. Tanrının dirilticisi ve bilincinin geri getiricisi olarak rahibin başlıca görevleri artık pek çok dinde geri plana atılsa da ritüeller (tütsü yakma, libasyon, yiyecek, kan ve başka şeyler sunma) hâlâ pek çok ülkede devam etmektedir. Öğüt veren ve insanların imdadına yetişen bir tanrı olarak Osiris’i yarattıklarında, ilk Mısırlıların güvence altına almayı amaçladıkları menfaatler için insanlar hâlâ rahiplere dua ve niyaz etmektedirler. Yağmur duası en eski dini yakarışlardan birisi olabilir, ancak bol su taşkınları için ricalar yine de daha eskidir.

Daha önce belirttiğim gibi, “tanrı” ve “din” kelimelerinin Osiris’in ilk haline ve ondan hareketle gelişen inançlara ilişkin kullanımında büyük bir anlaşmazlık vardır.

Geçtiğimiz 5000 yıl boyunca bu iki kelimeye yüklenen anlamlar, çekici bir mistik sembolizmle çok karmaşık bir şekilde zenginleştirildi. İlk Mısırlıların Osiris hakkındaki düşünceleri ve Osirisçi inançlar, günümüzde “tanrı” ve “din” denilirken ima edilmek istenen şeyden çok farklılık göstermiş olmalı. Osiris ölmüş ve sonra yeniden canlanmış gerçek bir kral olarak kabul ediliyordu. Başka bir deyişle, Osiris eski tebaasına nasihat ve yardım ihsan edebilen bir insandı, ama aynı zamanda garez, hasetlik ve hoşgörüsüzlük gibi insani zaaflara sahipti. Çağdaş görüş bu sözde “tanrıların” aslında insan olduğu gerçeğini görmezden gelir. Bu tanrılar, hayırsever davranışlara ve nefret patlamalarına eşit mesafedeydiler. Bir ya da daha fazla özellikleri daha fazla belirginleştikçe aynı ilah bir Vedic deva veya bir Avestan deva, iyiliğin tanrısı bir deus veya kötülüğün timsali bir şeytana dönüşebildi.

İlk “tanrıların” sergilemesi beklenen davranışlar ilk başta doğaüstü olarak görülmedi. Bunlar yalnızca, tarım için su temin etmek ve toprağı verimli hale getirmek gibi ölümlü hükümdarın bahşedebileceği türden iyiliklerdi. Ne zaman ki ölümlü hükümdarın güçleri kutsal bir taç ile ilahlaştırıldı (ve bilgi artışı, şöhretini borçlu olduğu bilimsel temelin çürüklüğünü ortaya çıkardı) işte o zaman ruhban sınıfı sahip olduğu popüler şöhretten gönülsüz bir şekilde vazgeçmek zorunda kalarak doğa olaylarının daha fazla desteklememeye başladığı tanrıların bu doğaüstü güçlerini kabul etmek zorunda kaldılar. Burası bilim ve dinin yol ayrımıydı ve o zamandan beri “tanrının” vasıfları mutlak suretle ve herkesin kabul edebileceği gibi insanüstü bir hale büründü.

Daha önce ifade ettiğim gibi libasyonun asıl gayesi, ölünün heykelini canlandırma ve böylelikle yalnızca ölümle kesilmiş olan varlığını sürdürebilmesini sağlamaktı. Bununla birlikte zaman içinde belirli tanrılar yavaş yavaş maddileştirilip heykeller tarafından temsil edilmeye başlanınca, bunlara ek olarak, arada sırada su bahşederken canlandırılmaları gerekiyordu. Böylece libasyon, ilaha tapınma eylemi haline geldi ve bu haliyle bizim çağımıza kadar pek çok medeni ülkede varlığını sürdürdü.

Suyun ölüyü diriltme aracı veya heykellerin ölüyü tasvir etme aracı olarak görülüyor olması ve bunun uygun bir tapınma biçimi olması önemli değildi. Madem ayin bir putu ve tanrının makamını temsil ediyordu, öyleyse yakarışları duyup cevap verebilmeliydi. Su ayrıca ritüelin canlanmasındaki herhangi bir eylemin asli bir parçası olmuştu.50 Buna ilaveten su vaftiz gibi hayat vericiliği sembolize etti. Bu başlangıç yeni bir inanç birliğini doğurdu. Suyun hayat verici özelliklerine ilişkin benzer düşünceler, diğer çok sayıda yolla, gemileri vaftiz etmek veya binaları kutsamak gibi pek çok yeni uygulamanın nüvesini teşkil etmede libasyonun kullanım alanlarının çeşitlenmesini sağlamıştır. Erken dönem Mısır inançlarına göre ölünün varlığının sürekliliğinin tamamıyla yaşayanların ilgisine bağlı olduğunu unutmamak gerekir. Bu canlandırma merasimleri yalnızca cenaze esnasında değil, sonrasında da belirli zamanlarda icra edilmedikçe ve merhumun yakınları belirli aralıklarla yiyecek ve içecek sunmadığı sürece ölünün varlığının süreklilik kazanması söz konusu değildi.

Bu inançların gelişmesinin daha pek çok açıdan geniş kapsamlı etkileri oldu. Bir taş heykelin canlandırılabileceği fikri nihayetinde, ölmüş insanın iradesiyle ayrılıp geri dönebileceği bir taş bloka girebileceği ve orada ikamet edebileceği anlamına gelecek şekilde genişledi. Mısır’dan dört bir yana yayılan bu inançlar; ölülerin, ataların, kralların veya ilahi kralların taş heykellerde ikamet ettikleri, bu kişilere nasihat ve tavsiye veren kâhinler olarak danışılabileceği fikrini doğurdu. Ölünün bir taş heykel içerisinde canlandırılabileceği fikrinin kabulü, şüphesiz ki insan zihninin, aksi halde insanların taşa dönüştürülebileceği düşüncesinin gelişmesine sebep olacak daha öte inançlara itibar etmesinin önünü açtı. Önümüzdeki bölümde, bu taşlaşma hikâyesinin nasıl geliştiğini açıklayacağım.51

İrlanda’dan Amerika’ya kadar dünyanın dört bir tarafında bulunan insanların ve hayvanların taş heykellerin içinde yaşamasıyla ilgili bütün bu mitlerin kaynağı, ölümün gizemini çözmek ve kaderi alt etmenin yollarını bulmak için Mısır’daki bu ilk girişimlere kadar geri götürülebilir.

İlk başlarda bu inançlar belki de yalnızca insanlarla ilgiliydi. Ancak süreç içinde, sayıları gittikçe artan çok sayıda türbe ve tapınak taze erzak temin etmek için insanların kaynaklarını vergilendirmeye yöneldi. Bu uygulama hayvansal besinlerin, sebzelerin ve ölünün diğer ihtiyaçlarının, model ve tasvir gibi eşyaların yerini almasıyla gelişti. Ölmüşün heykelini veya mumyasını canlandırmada kullanılan nesnelerle esasında aynı olan nesneler ve tasvirler bir ritüel vasıtasıyla hayatı veya gerçekliği yeniden düzenledi.52

Bu, sonradan Sör Edward Tylor’ın “animizm” olarak adlandırdığı olgunun açıklanmasında esas etkenlerden biri olsun ya da olmasın, dikkate alınmaya değerdir.

Hepsi değilse bile pek çok insanın evrimsel sürecinde içinden geçmiş olduğu kültür evresinden çok uzak olan bu dönemin, Mısır’da nihai şeklini alan bazı şeylerin yalnızca yapay bir kavrayışından, daha önce değindiğim özel sebeplerden dolayı oradan da bütün dünyaya yayılmış olması mümkün değil midir?

Bu görüşe karşı olmak bizim kendi çocuklarımızın animist bir üslupla konuşmasını teşvik etmiş olabilir. Ancak bu, bir dereceye kadar büyüklerinin bilinçsiz hareketlerinin sonucu değil midir? Daha ziyade, muğlak ve eksik tanımlanmış “insanbiçimcilik” fikrinin, etnologların “animizm”den anladıkları şeyden bir hayli farkı olan tüm konuşma diline zorunlu olarak dahil olmasından kaynaklı değil midir?53

Hangisi olursa olsun, ilk Mısırlıların “animizm”in kesin ve açık kendine has özelliklerini, ölünün mumyalarını ve heykellerini yapma girişimleriyle yiyecek ve cenazeye ait diğer gereçlerin sembolik sunumuyla şekillenen fikirlerin gelişmesi sonucu kazandığına şüphe yoktur.

Böylece söz konusu hayal ürünü bağışların gerçeğe dönüşebilmesini sağlayacak sihirli bir gücü olan bu inanç tesadüfen gelişmiştir.

Bununla birlikte, bu dönüşümün sahiciliğine olan inancın esasında doğa olaylarını yorumlama ve belirleyici etmen olarak kabul edilen hususları taklit ederek onları etkileme girişimine dayanan mantıklı ve doğal çıkarımlar olduğunun vurgulanması önemlidir.54

Çin’de bu düşünceler hâlâ ilkel etkisini ve ifadesindeki açıklığı büyük ölçüde sürdürmektedir. Çinlilerin “resimlerin ve heykellerin temsil ettikleri varlıkla özdeşliğine olan inançları”na gönderme yapan de Groot, kıvan shuk yani “büyülü sanat”ın “Çin büyücülüğünün ana şubesi” olduğunu ifade eder. Bu büyücülük esas olarak, “ruhun, hayatın ve varlıkların benzerliğine dair eylemlerin içine işlenmesinden oluşur. Böylece onları işe yarar bir hale getirmek için bunlar bazı doğrultularda arzu edilir (…) bu içine işleme, tasvirin üzerine üflenerek nefes veya su fışkırtılarak gerçekleşir. Aslında nefes ya da nefes dolu ağızdan gelen su yang ile, yani töz veya hayatla özdeştir.”55

38.“The Significance of Incense and Libations in Funerary and Temple Ritual”, Zeitschrift für Ägyptische Sprache und Altertumskunde, Bd. 50, 1912, s. 69.
39.Burada Blackman hiyerogliflerden bir kelimeyi alıntılayıp “tanrıların sıvısı” olarak tercüme etmektedir. Daha sonra dipnotta şu açıklamayı yapar: “Nil Nehri’nin, Osiris’in doğduğu su olduğu varsayılırdı. Su dökme ritüelinde kullanılan su Nil’e ait olduğundan, Piramit Metinleri’ndeki ifadede bu inanca, ‘ölen kişi genellikle Osiris ile özdeşleştirilirdi’ şeklinde gönderme yapılabilir.” (Piramitlerinde yazıtlar bulunan ölü kral demiş olsaydı, Piramitler Çağı için daha doğru bir ifade olurdu.)
40.Sör James Frazer’ın The Golden Bough adlı kitabının son baskısı Osiris hakkında ciltler dolusu kitapların özeti gibidir. Ancak, bulguların harikulade derlemesi olan bu kitabı okura tavsiye ederken dikkati çekmek istediğim bir husus var. Sör James Frazer’ın açıklamalarında modern etnolojik dogmalara dayanan yorumların izlerini görmek mümkündür. Bu dogmaya göre kültürel benzerliklerin görüldüğü farklı bölgeler arasında kültürel ilişkiler görmezden gelinerek, benzer gelenek ve inançların bağımsız bir şekilde evrim geçirmesi söz konusudur.
  Göstermeye çalıştığım üzere, (bkz. s. 195) insan davranışlarına ilham veren ve onları yönlendiren nedenlerin karmaşıklığı bu yorumlara göre tamamen ölümcüldür. Ancak bu genel ihtar haricinde, Sir James Frazer’ın teorilerine başka itirazlar da söz konusudur. Dr. Alan Gardiner, Osiris ve Horus üzerine aydınlatıcı makalesinde (In a criticism of Sir James Frazer’s “The Golden Bough: Adonis, Attis, Osiris; Studies in the History of Oriental Religion,” Journal of Egyptian Archaology, 2. cilt, 1915, s. 122) çok önemli bir gerçeğin üzerinde durarak Osiris’in aslında bir kral olduğu konusunda ısrar eder ve şöyle söyler: “Osiris her zaman bir ölü kral gibiydi; yaşayan kralın rolü, değişmeden oğlu ve varisi olan Horus tarafından oynanıyordu.”
  Daha başka şunları yazar: “Mısır bilimcilerin Osiris hakkında her şeyden çok bilmedikleri şey, onun bitkisel hayat süreci ile nasıl ve hangi yolla ilişkilendirilmeye başlandığıdır.” Osiris ve diğer ülkelerdeki benzer pek çok ilahlara ilişkin bir literatür incelemesinde, sistematik sulama uygulamasını ilk defa başlatan kralın bu yolla hayırsever bir reformcu olarak şöhretinin temelini attığı fikri ileri sürülmektedir. Daha sonra ele alacağım sebeplerden dolayı (bkz. s. 220), ölü kral tanrısallaştırılınca, suyun hâkimi ve yeryüzünün bereketi olarak şöhreti de ilahlaştırıldı. Bu iddiayı savunacak kadar ileri gidiyorum, çünkü ilk olarak ileri sürülen alternatif varsayımlardan hiçbiri Osiris’le ilgili bilinen gerçeklerin hiçbirisiyle örtüşmüyor. İkincisi, bu varsayımlar Osiris hakkında doyurucu bir izah sunmuyor. Profesör J. H. Breasted’ın Piramit Metinleri üzerine kendi çalışmasına ve bir depo dolusu paha biçilemez bilgiye dayanan “Antık Mısır’da Dinin ve Düşüncenin Gelişimi” adlı konferansında, Sir James Frazer’ın görüşlerini kabul etmesi gerektiğini söylemesi dikkat çekici bir durumdur. Bunların hepsi bana, gerçek Mısır metinlerinin tercümeleri ile çelişiyormuş ve bunların yorumlanmasında kafa karışıklığı varmış gibi geliyor.
41.Dr. Alan Gardiner, benim şu eserimden alıntı yapar Migrations of Early Culture, s. 42. Ayrıca aynı bilim insanının düşünceleri için bkz. Davies ve Gardiner, The Tomb of Amenemhet, s. 57 ve “A new Masterpiece of Egyptian Sculpture,” The Journal of Egyptian Archaology, 4. Cilt, 1. Kısım, Ocak, 1917.
42.Bkz. J. Wilfrid Jackson, Shells as Evidence of the Migrations of Early Culture, 1917, Manchester University Press.
43.Baldwin Spencer ve Gillen, “The Northern Tribes of Central Australia”: “Across Australia” ve Spencer’ın “Native Tribes of the Northern Territory of Australia” adlı çalışması. Yeni Gine’ye özellikle değinerek meseleye bütüncül bir yaklaşımla yaklaşan çok önemli bir çalışma için bkz. B. Malinowski, “Baloma: the Spirits of the Dead” ve diğerleri, Journal of the Royal Anthropological Institute, 1916, s. 415.
44.Toprağın anaç işlevlere sahip olduğu fikri dünyanın pek çok bölgesine yayıldı.
45.İnsanın üremesi ile toprağı sulama fikirlerinin benzerliği ve erkeğin antik dönemde yaygın bir şekilde “toprağı sulayan” olarak görülmesi fikrine ilişkin olarak Canon van Hoonacker, M. Louis Siret’ye şu şekilde cevap verir:
  “Asur çivi yazısında suyu temsil eden sembol ayrıca, yaratma fikrini (banû) ifade etmek için de kullanılırdı. Bunları İbrani ve Arap yazılarıyla karşılaştırın. Yeşaya 48:1’de şöyle yazar “Dinle ey Yakup soyu, İsrail adıyla anılan ve Judah’ın suyundan gelen” ve 24:7’de şunlar söylenir, “Su şakır şakır akacak ve tohumları suların içine dağılacaktır.
  “İbranicede cinsel birleşmeye gönderme yapan shangal, Arapçada ise sadjala filli ‘su dökmek’ anlamına sahiptir. Kuran’da 36. sure, 6. ayette mâ’un (su) kelimesi spermi ifade etmek için kullanılır,” (L. Siret, “Questions de Chronologie et d’Ethnographie Ibériques,” Tome I, 1913, s. 250).
46.Quibell, Hieraconpolis, 1. Cilt, 260, 4.
47.İnsanın, hayatın nihayete ereceğinin bilincinde olmadığı özgün durumdaki kültür safhası ile, gerçek varlığının ebedi kalacağı gerçeğine rağmen, insanın ölümün kaçınılmaz bir son olduğunu tamamıyla idrak ettiği daha aydınlanmış bir aşama arasında açık bir ayrım yapmak istediğim için bu ifadeyi kullanıyorum.
  İnsanlık tarihinin oldukça erken bir aşamasında, insanın bir hayvanı veya hemcinsini öldürebildiği gerçeğini anlamış olduğu açıktır. İnsan, bir hayvanı veya hemcinsini öldürebildiği mekanik yıkım sürecinden hiç etkilenmeseydi, kendisinin var olmaya devam edemeyeceğinin farkına varamazdı. Beden muhafaza edildiği sürece pek çok insan ölünün hâlâ varlığını sürdürdüğünü düşünür. Beden çözülüp dağılmaya başlayınca, hayal gücü en zayıf insan bile ölüm fikrini tamamıyla bastırabilir. Ancak ilkel insanlar için bedeni muhafaza etmek varlığın son bulmayacağının eşit derecede işaretidir. Ceset yalnızca uyuyordur.
48.Breasted, a.g.e. s. 28.
49.Ea suyun dölleyici özelliğiyle kişilik kazandığından, Ea efsanesinin sudan kaynaklanmasının, yalnızca onun asli özelliğini ifade etmenin bir başka yolu olabilmesi mümkündür ve hatta muhtemeldir.
50.Bu olay, bereket tanrısının suya hükmetme özelliklerinin ana tanrıçanın doğurganlık özellikleriyle karıştırıldığı daha sonraki dönemlerde meydana geldi.
51.Bu hikâyeler hakkında geniş bir dizi bilgi için bkz. E. Sidney Hartland’ın Legend of Perseus. Ancak, böyle fikirler ve bedenin muhafazasıyla ilgili inançların yakın ilişkisiyle alakalı daha öğretici bir çalışma için bkz. J. J. M. de Groot, The Religious System of China, 4. cilt, 2. kitap, 1901.
52.Bu bağlantı hakkında bkz. Groot, a.g.e. s. 356 ve 415.
53.Yaşayan canlıların hislerini, hayvanların veya insanların en ham şeklini atfetmedeki hevesli haliyle çocuklar, şüphesiz ki ilkel insanı andırır.
54.Kelime, algımızda, ancak bilginin artmasıyla alınan tedbirlerin istenen sonu elde etmede yetersiz olduğu gerçeğini ortaya çıkarınca “büyülü” oldu. “Büyücü” fizik ötesi anlamlarla o sonu elde edebiliyormuş gibi yapmaya devam etti.
55.De Groot, a.g.e. s. 356.