Kitabı oku: «Madam Bovary», sayfa 6
2. Bölüm
1
Yonvil Abbeyi, Ruan’dan sekiz fersah (32 kilometre) mesafede Abevil ile Bove yolları arasında Andel’e dökülen küçük Riyöl Irmağı’nın suladığı vadinin bir ucundadır. Denize karıştığı yerde çocukların olta ile alabalık tutarak vakit geçirdikleri bu ırmak, Andel’e kavuşmadan üç değirmen çevirir.
La Büvasiyer’de büyük caddeden ayrıldıktan sonra vadiye bakan Lö’ler yamacının tepesine kadar düz olarak çıkılır. Vadiden geçen ırmak, onu birbirinden ayrı görünüşte iki çeşit iklime ayırmış gibidir; sol taraf olduğu gibi otlak, sağ taraf da olduğu gibi tarlalıktır. Çayır, alçak tepelerin çevresinde uzanarak arkadan Brey mıntakasının çayırlığına ulaşır. Hâlbuki doğu tarafında ova, yavaş yavaş yükselerek gittikçe genişler ve sarışın buğday tarlalarını göz alabildiğine gözünün önüne serer. Çayırın kenarından akan su, bir taraftan çimlerin, bir taraftan da saban izlerinin rengini beyaz bir çizgi ile ayırır ve böylelikle manzara, yakasının kenarına gümüş bir kordon geçirilmiş koca bir mantonun yayılmış hâlini andırır. Ufka doğru, vadinin sonuna kadar gidilince Argöy Ormanı’nın meşeleri ve Saint-Jean Tepesi’nin yukarıdan aşağı sıra sıra süzülmüş kırmızı değişik kazıntılar gösteren dik yamaçlarıyla karşılaşılır. Bu kazıntılar yağmur sellerinin izleri olduğu gibi, kül rengi dağın sırtında ince bir sicim gibi görünen o tuğla rengi de ötede başka yerlere akan çelikli maden sularından ileri gelmektedir.
Burası Normandiya, Pikardiya ve Fransa adası sınırları üzerinde soysuz bir mıntıkadır ki köyü karaktersiz olduğu kadar dili de aksansızdır. Bütün o çevredeki Növşatel peynirlerinin en kötüsü orada yapılır. Diğer taraftan ziraat de tuzluya mal olur; çünkü, kum ve çakıl dolu gevrek topraklarını beslemek için çok gübre ister.
1835’e kadar Yonvil’e gidecek hiç yol yoktu. Fakat o devre doğru nahiyeler arasında çok işe yarayacak bir yol yapıldı. Bu yol Abevil ve Amiyen yollarını birbirine bağladığı gibi Ruan’dan Flandri’ye giden arabacıların da ara sıra işine yaramaktadır. Böyle olmakla beraber ve yeni çıkış yerlerine rağmen Yonvil Abbeyi ileri gidememiş, yerinde saymıştır. Ziraat işlerini ıslah edeceklerine ahali, kıymeti ne kadar düşmüş olursa olsun, gene otlakçılıktan vazgeçmemiş ve küçük tembel kasaba ovadan uzaklaşarak tabii ırmak tarafına doğru büyümekte devam etmiştir. Onun, hazım zamanını geçirmek için su kenarında uzanan bir inek çobanı gibi, ırmak boyunca yattığı görülür.
Tepenin eteğinde, köprüden sonra, iki tarafına akça kavak fidanları dikilmiş bir şose başlar ki sizi dosdoğru şehrin ilk evlerine götürür. Etrafı çitle çevrilmiş olan bu evler, damlarına el merdivenleri, sırıklar, oraklar takılı sık ağaçlıklar altına dağınık bir hâlde serpilmiş bulunan mengene evleri, arabalıklar, kaynatma evleri gibi bir sürü binayla dolu avlular arasındadır. Kulübelerin üstü, gözlere kadar inen kürk başlıklar gibi alçak pencerelerin üçte biri hizasına kadar iner, bunların kaba ve kabarık camlarının ortasında şişe diplerine benzer bir yumru bulunurdu. Köşeden köşeye kara kirişler bulunan ak duvarlarına ara sıra cılız bir armut fidanı takılır, yer katındaki kapılarında, elma şarabı ile ıslatılmış, esmer bayat ekmek kırıntılarını kapının önünde gagalamaya gelen piliçlerin içeri girmemesi için küçük bir döner tahta siper bulunurdu. Bununla beraber avlular gittikçe darlaşıyor, evler sıkışıyor, çitler kalkıyor; süpürge sapının ucuna takılı bir demet eğrelti otu pencerenin altında sallanıyor; artık bir nalbant, iki üç küçük yeni yol arabasıyla bir arabacı ustası, dışarıda yol üstünde yer alıyordu. Sonra bir parmaklığın arasından parmağı ağzında aşk perisi heykeli ile bezenmiş bir çimen dairesi, ötesinde beyaz bir ev görülür; mermer merdivenin iki tarafında iki dökme vazo vardır; kapıda noterlik levhaları parıldar. Burası noterin evi ve evlerin en güzelidir.
Kilise, yirmi adım ötede, yolun öbür tarafında ve meydana girilecek yerdedir. Dirsek boyunda bir duvarla çevrilmiş olan küçük mezarlık, mezar taşlarıyla öyle doluydu ki yerle bir olan eski taşlar biteviye bir döşeme hâlini almış, aralarında biten otlar, kendiliğinden muntazam kareler meydana getirmiştir.
X. Charles saltanatının son senelerinde yeniden yapılmış olan kilisenin ahşap kubbesi yer yer tepeden çürümeye başlamış ve mavi renkteki zemini üstünde kara oyuklar peyda olmuştur. Kapının üstünde ve orgların bulunacağı yerde erkeklere mahsus bir minber vardır. Dönme bir merdivenle çıkılan bu minber, tahta kunduralar altında gürültülü sesler verir.
Tek parça gibi birbirine bitişik camlardan giren kuvvetli ışık yandan gelerek sıraları aydınlatır, duvarların şurasında burasında çivili hasır parçaları ve bunların altında büyük harflerle “Bay filancanın sırası” ibaresi görülür. Daha ötede, iç kilisenin darlaştığı yerde, papazın günah çıkarma dolabı, Meryem Ana’nın küçük bir heykeliyle eştir. Heykelin sırtında saten bir elbise, başında beyaz sırma yıldızlarla işlenmiş tül bir başörtüsü vardır. Yanakları Sandviç Adaları’nın bir mabudu gibi kıpkırmızıdır. En sonunda Dahiliye Nazırı tarafından gönderilmiş kutsal aile tablosunun bir kopyası, dört şamdan arasından, kilisenin en büyük mihrabına yüksekten bakarak perspektifi tamamlar. Okuyucuların oturdukları çam tahtasından bölmeli sıralar boyanmadan kalmış.
Hal, yani yirmi kadar direkle tutturulmuş kiremitli bir çatıdan ibaret olan pazar yeri, tek başına Yonvil’in büyük meydanını yarı yarıya kaplayacak kadardır. Bir Paris mimarının desenleri üzerine yapılmış olan belediye dairesi, Eczacı’nın evinin yanı başındaki köşede bir Yunan mabedi tarzındadır. Yer katında üç iyonik -eski İzmir ve Çeşme sahilleri- direk, birinci katta boydan boya kubbeli bir galeri ve ucundaki üç kornize aralığını dolduran bir Golova horozu ki bir pençesinde adalet terazisini tutarken öteki pençesini şehrin imtiyaz fermanına bastırır.
Fakat Yonvil’de en çok göze çarpan Liyon d’Or Oteli’nin karşısındaki, Bay Homais Eczanesi’dir! Hele geceleri asma lambası yandığı ve camekânını süsleyen büyük kırmızı ve yeşil şişeler, uzaklara doğru yerde iki renk ışıktan birer yol uzattığı vakit, Bingale ateşlerini andıran bu ışıkların arasından, dirseğini masasına dayamış olan Eczacı’nın korkunç hayali görünür. Evi yukarıdan aşağı ilanla doludur. Yuvarlak basılmış ve İngiliz harfleriyle yazılı bu ilanlarda; “Vişi maden suları, Selç ve Bareg suları, kanı temizleyen murabbalar, doktor Raspoy usulü, Arap macunları, Darse’nin pastilleri, Renyolt’un pestilleri, sargılar, banyolar, sağlık çikolataları vesaire” vardır. Dükkânı baştan başa kaplayan tabelada yaldızlı harflerle: “Eczacı Homais” yazılıdır. Sonra dükkânın iç tarafında, tezgâhın üstündeki büyük mühürlü terazilerin arkasında camlı bir kapıda ‘Laboratuvar’ kelimesi ve kapının aşağıda kalan yarısında da, siyah bir zemin üstüne yaldızlı harflerle gene ‘Homais’ kelimesi görülmektedir.
Bunlardan başka Yonvil’de görülecek bir şey yoktur. İki tarafında birkaç dükkânı bulunan ve bir tüfek menzili boyunda olan tek caddesi, yolun dönemecinde birdenbire biter. Eğer bu cadde sağda bırakılarak Saint-Jean Tepesi’nin eteği takip olunursa çok geçmeden mezarlığa varılır.
Koleradan sonra mezarlığı büyütmek için bitişiğindeki araziden üç dönüm yer alınmış ve aradaki duvar yıkılmıştır. Fakat eklenen bu yeni parçaya hemen hiç ölü gömülmemiş, mezarlar eskiden olduğu gibi hep kapı tarafına yığılmakta devam etmiştir. Mezarlığın bekçisi ki aynı zamanda hem kilise hademesi hem de mezarcıdır, böylelikle ölülerden iki katlı istifade ederken, boş kalan yerlere patates ekerek oradan da bir kâr sağlar. Bununla beraber onun küçük tarlası yıldan yıla darlaşmaktadır. Hele epidemik bir hastalık olunca ölülerin çoğalmasına mı sevinmek yoksa mezarların yer kaplamasına mı sıkılmak lazım geleceğini bilemez.
Bir gün Papaz Efendi ona, şöyle dedi:
“Siz ölülerle besleniyorsunuz Letibuduva!”
Bu acı söz onu düşündürdü ve bir müddet bu işten alıkoydu. Fakat bugün hâlâ o patates ekimine devam etmekte ve onların kendiliğinden yetiştiğini cesaretle ileri sürmektedir.
Anlatacağımız vakalardan beri Yonvil’de hiçbir değişiklik olmadı. Kilisenin çan kulesi üstündeki üç renkli tenekeden bayrak eskisi gibi dönmekte, modaya göre kumaşlar satan manifaturacının reklam için kapıya astığı iki basma parçası rüzgârdan sallanmakta, Eczacı’nın şişeler içinde sakladığı düşürülmüş çocuklar, tortulu bir ispirtoda gittikçe çürümekte ve lokantanın büyük kapısı üstündeki yaldızlı ihtiyar aslan, yağmurlardan rengini kaybetmiş, gelene geçene kıvırcık yelesini göstermektedir.
***
Karı koca Bovarylerin Yonvil’e inecekleri akşam bu otelin sahibi dul Madam Le Fransua o kadar telaş içinde idi ki tencerelerini karıştırırken iri damlalarla buram buram terliyordu. Bu, kasabada pazar kurulduğu günün ertesiydi. Etleri kesmek, piliçleri temizlemek, çorbayı, kahveyi hazırlamak lazımdı. Bundan başka o, kendi pansiyonunda kalacak olan, doktorun, karısının ve hizmetçisinin yemeğini de hazırlayacaktı. Bilardo salonu kahkahalarla çınlıyor, üç değirmenci bağırarak içki istiyorlardı. Arkadaki kümeste tavukların cayırtısından durulmuyor, çünkü hizmetçi yakalayıp kesmek için onları kovalıyordu.
Ayağında yeşil deri terlikler, başında sırma püsküllü bir fes, biraz çiçek bozuğu bir adam, sırtını şömineye vermiş ısınıyordu. Hâlinden pek memnun olduğu belliydi.
Başının ucunda asılı duran kamış kafesteki saka kuşunun emniyetli hayatı kadar, hayatı sakin ve rahat görünüyordu; işte Eczacı bu adamdı.
Misafirhane sahibi kadın bağırıyordu:
“Artemis! Çalı çırpı hazırla, sürahileri doldur, içki getir, çabuk ol, (Eczacıya dönerek) bari beklediğiniz kimselere ne türlü yemiş vereceğimi bilseydim! Allah iyilikler versin! Nakliyeciler, bilardo salonunda gene gürültüye başladılar! Küçük yük arabaları da cümle kapısının altında kalmış olacak? Kırlangıç gelirse onun dibini çıkarmasını iyi bilir! Şu Polit’i çağır da onu yerine koysun bari! Bay Homais, bilirsiniz, sabahtan beri belki on beş parti oynadılar ve sekiz okka elma şarabı içtiler! Fakat, kevgiri elinde, uzaktan onlara bakarak, korkarım bunlar bilardonun çuhasını paralayacaklar.”
Homais:
“Zararı yok.” dedi. “Yenisini alırsınız.”
Dul kadın haykırdı:
“Başka bir bilardo ha!”
“Mademki bu bir işe yaramıyor, Madam Le Fransua, siz haksızlık ediyorsunuz! Evet, tekrar ediyorum, büyük haksızlık ediyorsunuz! Bundan başka şimdi bilardo heveslileri köşe çukurlarının daha küçük ve istekaların daha ağır olmasını istiyorlar. Artık herkes bilye oynamıyor. Her şey değişti. Zamana uymak lazım! Daha doğrusu, bir kere Telviye’ye baksanıza…”
Kadın öfkesinden kıpkırmızı oldu.
Homais ilave ederek:
“Siz ne derseniz deyiniz, onun bilardosu sizinkinden daha şık! Mesela Polonya’da veya Liyon’da su altında kalanlara yardım için oyuna bir para koymak lazım gelse…”
Otelci kadın şişman omuzlarını kaldırarak Homais’nin sözünü kesti:
“Onun gibi haytalardan bizim pervamız yoktur!
Sen işine bak, Mösyö Homais! Liyon d’Or yaşadıkça ona gelenler de olacaktır. Bizim işimiz tıkırında gidiyor. Kesemiz para görüyor. Hâlbuki Kafe Franse’yi, saçağında güzel bir ilanla, şu sırada bir sabah kapanmış bulacaksınız!”
Kendi kendine söylenir gibi devam ederek:
“Bilardomu değiştirmek ha! Çamaşırlarımı devşirirken o kadar işime yarayan ve av zamanı altı yolcuya kadar üstünde yatırdığım bilardomu öyle mi! Fakat bu uyuşuk Hiver de bir türlü gelmez oldu!”
Eczacı sordu:
“Erkeklerinizin akşam yemeği için mi onu bekliyorsunuz?”
“Bunun için onu bekler miyim? Mösyö Bine neredeyse şimdi gelir. Saat altıyı çalarken onu kapıdan girerken görürsünüz. Çünkü tam vaktinde bulunma meselesinde onun dünyada bir eşi daha yoktur. Küçük salondaki yerini kimseye vermek istemez. Öldürsen başka yerde yemez! Ne kadar da titizdir! Bir türlü şarap beğendiremem! Bak, Mösyö Leon hiç öyle değildir. O bazen yedide, hatta yedi buçukta gelir. Önüne ne koysan yer, aramaz. Ne iyi bir delikanlı! Hiçbir sözü ötekinden yüksek değildir.”
“Çünkü terbiye görmüş bir adamla Karabinalı eski bir atlı, bir tahsildar arasında görüyorsunuz, büyük fark vardır.”
Saat altıyı çaldı. Bine içeri girdi. Sırtında mavi bir redingot vardı ki cılız vücudunun etrafında etekleri kendiliğinden düşüyordu. Başının tepesinde, parçaları kaytanla bağlanmış deri kasketinin kalkık siperi altından, kenarları kasket kullanmaktan ezilmiş dazlak bir alın meydana çıkıyordu. Siyah bir yeleği, bir kıl yakası, gri bir pantolonu ve her mevsimde giydiği çok cilalı çizmeleri vardı ki parmaklarının çıkıntılı olmasından iki paralel şişkinlik yapardı. Küçük gözleri ve kemerli burnu ile uzun ve renksiz yüzünü, çenesinin altından dolanarak bir bahçe fideliği pervazı gibi, çerçeveleyen kumral sakalının hizasını hiçbir kıl geçmiyordu. Bütün kâğıt oyunlarında usta, iyi bir avcı ve güzel bir yazısı olan Bine’nin, evde bir çıkrığı vardı ki vakit geçirmek için onda peçete halkaları çevirir, bir artist kıskançlığı ve burjuva egoizmi ile evini bunlarla doldururdu. Küçük salon tarafına doğruldu. Fakat önce oradan üç değirmenciyi çıkarmak lazım geldi ve sofra takımı hazırlanıncaya kadar Bine, sobanın yanında sessiz durup bekledi. Sonra kapıyı kapadı ve âdeta saygıyla kasketini çıkardı.
Eczacı, otelci kadınla yalnız kalır kalmaz sözüne devam etti:
“Nezaketli sözlerle dili aşınmaz ya!”
“Hiçbir vakit fazla konuşmaz. Geçen akşam buraya üstü başı düzgün iki yolcu gelmişti. Bu zeki delikanlılar öyle tuhaf şeyler anlattılar ki ben gülmekten kırıldım. Gözümden yaşlar geldi. O ise tek bir söz söylemeden karagöz balığı gibi öyle duruyordu.”
“Evet, ne bir söz bulma kudreti ne de tam yerinde bir nükte sarfı gibi sosyete adamına lazım nitelikleri olmayan bir kimse!”
Otelci kadın itiraz etti!
“Bununla beraber, dediklerine göre hâli vakti yerinde imiş.”
“Hâli vakti yerinde mi? Onun ha? Hâli vakti yerinde öyle mi?”
Biraz duraklayarak:
“Kendi memleketinde belki.”
Sonra tekrar söz aldı:
“O! Büyük işlere girişmiş bir tüccar, hukuk müşaviri bir avukat, bir doktor, bir eczacı, işlerinin düşüncesine o kadar dalmış olabilir ki bakarsınız dalgın ve hatta kaba görünür, bunu anlarım, buna tarihten birçok misal getirirler! Fakat hiç olmazsa onların düşündükleri, kafalarında yoğurdukları bir şey vardır. Mesela benim birkaç kere başıma gelmiştir. Bir etiket yazmak için kalemimi ararım da neden sonra bakarım kalem kulağımda duruyor.”
Bu esnada Madam Le Fransua, yolcuları getirecek arabanın gelip gelmediğini anlamak için, kapıya gidip dışarı baktı. Kırlangıç meydanlarda yoktu. Mutfağa döndüğü zaman bir kere titredi. Siyahlar giyinmiş biri apansız içeri girmişti. Batan güneşin son ışıklarıyla da bu adamın, yüzünden kan damlayan pehlivan yapılı biri olduğu fark ediliyordu.
Lokantacı kadın mumlarıyla beraber şöminenin üstünde dizili duran bakır şamdanlardan birine uzanarak:
“Ne emredersiniz Papaz Efendi?” dedi. “Bir şey almak ister misiniz? Mesela bir kadeh likör, bir bardak şarap?”
Papaz nezaketle reddetti. Geçen gün Ernmon Manastırı’nda unuttuğu şemsiyesini sormaya gelmişti. Şemsiyenin, akşama evine bırakılmasını Madam Le Fransua’dan rica ederek kiliseye gitmek üzere oradan çıktı. Kilisede anjelus duasının çanı ötüyordu.
Ayak sesleri duyulmayacak kadar uzaklaşınca Eczacı onun bu hareketini pek uygunsuz buldu. Bir likör veya şarap ikramını kabul etmemek! Riyakârlığın bu derecesi Eczacı’ya pek iğrenç görünmüştü. Bu papaz güruhunun kullanmadığı içki yoktu… Elverir ki onları gören olmasın! Onlar içerler ve kiliseye verilen hasadın mevsimini iple çekerler.
Otelci kadın papazı savunmaya kalkıştı:
“Öyle ama sizin gibilerden dördünü bir dizinin üstünde kıvırır, o kadar da kuvvetlidir. Buna ne dersiniz? Geçen sene bizim kuru otları içeri alırken adamlarımıza yardım etti. Yemin ederim, bir defada altı yığın birden getirdiği olurdu.”
“Oo… Bravo!” dedi Eczacı. “Öyle ise siz, kızlarınızı günah çıkarmak için bu yapıda dinç papazlara göndermelisiniz. Ben kendi hesabıma, hükûmetin yerinde olsam, papazlardan ayda bir kere kan aldırırım. Evet, Madam Le Fransua, her ay kan almak hem polisin hem de ahlakın yararına olurdu! Anlıyor musunuz?”
“Hadi, hadi… Susunuz, Mösyö Homais! Siz bir günahkâr… Dinsiz, imansız bir adamsınız!”
Eczacı derlendi:
“Ben mi?” dedi. “Ben dinsiz değilim. Benim de kendime göre bir dinim var. Hatta onların bütün o gülünç ayinleriyle ve türlü hokkabazlıklarıyla topundan ileri dinim var. Ben Tanrı’ya taparım. Onun yüceliğine, yaratıcı varlığına imanım var. Yurdumuza ve ailemize karşı vazifelerimizi yapalım diye bizi buraya, şu dünyaya getirmiş, işte o kadar. Daha ötesi bana lazım değil… Kiliseye gitmeye, orada gümüş tabakları öpmeye, bizden daha mükemmel yiyip içen birtakım düzenbazların, benim kesemden beslenip göbek yapmalarına lüzum görmüyorum. Çünkü insan Cenabıhakk’ı, eski insanlar gibi, kırda, ormanda, hatta gök kubbesi karşısındaki hayranlığıyla da kutsal sayabilir. Benim Tanrı’m Sokrates’in, Franklin’in, Voltaire’in, Beranger’in Tanrı’sıdır. Benim imanım, kaba saba dağlı bir köy papazı çömezinin inancı ve 1789 İhtilali’nin ölmez prensipleridir! Bundan dolayı elinde asa, çiçekli bahçesinde gezen, dostlarını balina balığı karnında barındıran, bir çığlıkla ölen ve üç gün sonra gene dirilen bir kimsenin, Tanrı’nın aptal bir kulunun varlığını kabul edemem. Bunlar esasen saçma ve temelinden bütün fizik kanunlarına taban tabana zıt şeylerdir ki bize papazların nasıl düşük bir cehalet içinde uyuşup kaldıklarını ve halkı da nasıl kendileri gibi o cehalet batağına sürüklediklerini gösterir.”
Eczacı etrafına bakınarak sustu. Böyle bakınırken karşısında bir halk kalabalığı arıyordu; çünkü hararetli hararetli konuşurken bir aralık kendini Belediye Meclisi toplantısında sanmıştı. Fakat lokantacı kadın onu dinlemiyor, hep dışarıya kulak kabartıyordu. Çok geçmeden Kırlangıç kapının önünde durdu. Biri önde olmak üzere arabaya üç beygir koşulmuştu.
Yonvil’in burjuvalarından birkaçı oraya birikti. Her kafadan bir ses çıkıyor, kimi havadis soruyor, kimi de şehirden getirdiği şeyleri görmek istiyor, Arabacı Hiver ise hangi birine cevap vereceğini bilemiyordu. Kasabanın siparişlerini dükkân dükkân gezerek şehirden o temin ederdi. Kunduracıya kösele, nalbanta nal, otelci kadına bir varil ringa balığı, modistradan şapkalar, berberden takma saçlar getirir; hayvanlar arabayı kendi kendilerine çeke dursunlar, kendi ayakta yüksek sesle bağırarak evlerin önünden geçerken bu paketleri ayırır, havalelerin üstünden avlulara atardı.
Yolda bir hadise onun gecikmesine sebep olmuştu. Madam Bovary’nin tazısı nasılsa kaçıp tarlaların arasında kaybolmuştu. Tam bir çeyrek saat ıslık çalarak onu çağırmak icap etti. Hiver yarım fersah kadar geri dönüp her dakika onu görecek gibi olduğu hâlde köpek bulunamamış ve araba yoluna devama mecbur kalmıştı. Emma, ağlayıp sızlamış, sinirlenip öfkesini Charles’tan almıştı. Arabada bulunan manifaturacı Mösyö Lörö bin dereden su getirerek Madam’a teselli vermiş, kaybolan nice köpeğin seneler geçtikten sonra gelip sahiplerini bulduğunu anlatmıştı. Hatta, diyordu, söylediklerine göre bir köpek böylelikle İstanbul’dan Paris’e kadar gelmiş, başka bir köpek de düpedüz elli fersahlık yol almış, yüzerek dört şehirden geçmiş, hatta kendi babasının tüylü bir finosu varmış ki on iki sene kayıplara karıştıktan sonra bir akşam yolda hiç haberi yokken apansız arkadan gelip ihtiyarın omzuna sıçramış.
2
Arabadan ilk inen Emma oldu. Onun arkasından Felicite, Mösyö Lörö ve bir de sütnine indiler. Akşamdan beri bir köşede deliksiz uyuyan Charles’ı uyandırmak icap etti.
Homais yanlarına gelerek Madam’a derin saygılarını, Mösyö’ye iltifat ve sevgilerini bildirdi. Bir hizmetlerinde bulunmakla kendini bahtiyar sayacağını ve karısı bulunmadığı için tek başına gelmek zorunda kaldığını samimi bir tavırla ilave etti.
Madam Bovary mutfağa girince hemen şömineye yaklaştı. Parmaklarının ucu ile eteklerini diz kapakları hizasından tutup topuklarına kadar kaldırdı ve siyah potinler içindeki ayağını ocağa doğru uzattı.
Çiğ bir ışık, robunun örgüsüne, beyaz derisinin gözeneklerine, hatta ara sıra ateşe bakarken kırpıştırdığı göz kapaklarına kadar bütün vücudunu baştan ayağa aydınlatıyor, aralık duran kapıdan giren rüzgârın üflediği ateşten, hazin bir alev rengi dalgalanarak üstünden geçiyordu. Şöminenin öbür tarafında kumral saçlı bir genç, sessizce ona bakıyordu.
Liyon d’Or’un ikinci temelli müşterisi olan Noter Yazıcısı Mösyö Leon Düpvi’nin Yonvil’de çok canı sıkıldığı için yemek zamanını geciktirir ve gece konuşup vakit geçirebileceği yolcuların geleceğini umarak beklerdi.
İşini bitirdiği bazı günler ne yapacağını bilemediği için tam vaktinde gelir ve o zaman, çorbadan peynirine kadar, bütün yemekte Bine ile başbaşa kalmaya tahammül ederdi. Onun için yeni gelen yolcularla beraber yemeğini yemesini lokantacı kadın teklif ettiği vakit Leon bu teklifi sevinçle kabul etti. Bunun üzerine büyük salona geçildi. Madam Le Fransua oraya dört kişilik gösterişli bir sofra hazırlamıştı.
Homais nezleden çok korktuğu için başındaki Yunan fesi ile oturmasına müsaade istedi.
“Madam mutlaka biraz yorgun olacaktır, öyle değil mi? Bizim Kırlangıç’ta insan öyle sarsılır ki!”
Emma, cevap verdi:
“Hakkınız var, fakat öyle rahatsızlıklar benim hoşuma gider. Ben yer değiştirmekten hoşlanırım.”
Noter yazıcısı içini çekerek tasdik etti:
“Bir yere çivilenip kalmak ne tatsız şeydir!”
Charles atıldı:
“Ya benim gibi hep at üzerinde ömrünüzü geçirmeye mecbur olsanız…”
Leon, Madam Bovary’ye bakarak acele cevap verdi:
“Bence bundan iyi bir şey olamaz… Ama yapabilene…”
Eczacı:
“Zaten bizim yörede doktorluk pek zahmetli bir iş değildir.” diyordu. “Çünkü bütün yollarımız araba yoludur. Çiftçilerimizin hâli vakti yerinde olduğu için iyi de ücret verirler. Bakılırsa buradaki hastalıklar, adi bağırsak iltihapları, bronşitler, safra bozuklukları gibi her zamankileri saymayacak olursak, hasat mevsiminde ara sıra kendini gösteren sıtmadan ibarettir. Hemen hepsi az tehlikeli ve kayda değmeyen şeyler. Yalnız köylülerimizin sıhhi şartlara uymayan acınacak meskenlerde yaşamalarından dolayı çoğunun kanları bozuktur. Ah, Mösyö Bovary! Zannederim sizi en çok uğraştıracak olan şey, halkın cehaleti ve batıl itikatları olacaktır. Israrla geleneğe bağlı olanlara karşı ilminiz her gün mücadelede bulunacak, onların inadı ile çarpışacaktır. Çünkü hâlâ tıbbi tedavi yerine Növen dediğimiz bilinen dokuz günlük ibadet ve perhize, okunmalara, papazlara başvuruluyor da doktora, eczacıya gelinmiyor. Bununla beraber, doğrusunu söylemek lazım gelirse, iklim ve hava bakımından, yeriniz hiç de fena değildir. Bucağımızda birkaç da doksanlık gösterebiliriz. Kışın termometre ancak dörde kadar iner ve en sıcak mevsimde nihayet yirmi beş otuz santigrat dereceye çıkar. Bu da Reomür hesabıyla en çok yirmi dört ve İngiliz ısı ölçüsü olan fahrenhayt hesabıyla elli dört eder, fazla değil! Bir taraftan poyraz ve karayele karşı Argöy ormanları bize siper olurken bir taraftan da batı rüzgârlarına karşı Saint-Jean kıyılarının sığınağında bulunuruz.”
Madam Bovary gene genç kâtibe bakarak sordu:
“Bari bu taraflarda gezme yerleriniz var mı?”
“Oh! Pek az, şurada ormanın kenarındaki yamacın tepesinde Patür denilen bir yer var. Bazı pazarlar oraya gider, elime bir kitap alır, güneşin batışını orada seyrederdim.”
Artık sade ikisi konuşuyordu. Madem Bovary ona uydu:
“Güneşin batışı kadar hayran olduğum hiçbir manzara yoktur, hele denizden batışı olursa.”
“Oh! Ben denizi tapınırcasına severim.”
“Sanki ruh bu sonsuz genişliklerde daha serbest yüzer değil mi? Sanki o genişliklere daldıkça ruhumuz yükselir ve o bize sonsuzluklardan ve idealden ilhamlar verir… Size de öyle gelmiyor mu?”
“Dağların peyzajları da tıpkı böyledir. Geçen sene İsviçre’ye giden bir kuzenim söylüyordu. Göllerin, şiirin… Güzelliğini, o glasiyelerin ululuğunu ve yüceliğini tasavvur etmeye imkân yokmuş. Çağlayanlar arasında inanılamayacak derece büyüklükte çamlar… Sarp tepeler üstüne kondurulmuş kulübeler ve ayağımızın altındaki bulutlar açıldığı vakit, bin ayak derinlikte baştan başa göreceğiniz vadiler… Bu manzaralar muhakkak insanı heyecana getirir; ibadete ve kendinden geçmeye sevk eder. Onun için, daha kuvvetli ilhamlar almak niyetiyle piyanosunu böyle manzaralara karşı çalmak… Âdeti olan meşhur müzik üstadının bu hareketine ben artık şaşmıyorum.”
“Siz müzik yapıyor musunuz?”
“Hayır, fakat çok severim.”
O zaman Homais tabağına eğilerek söze karıştı:
“Oh inanmayınız, Madam Bovary.” dedi. “Mösyö Leon alçak gönüllülük gösteriyor.”
Sonra delikanlıya dönerek ekledi:
“Ne diyorsunuz, dostum? Geçen gün odanızda Koruyucu Melek parçasını ne güzel söylüyordunuz! Ben sizi laboratuvardan dinliyordum. Tam manasıyla bir aktör gibiydiniz.”
Gerçekte Leon Eczacı’nın evinde, ikinci katta, meydana bakan küçük bir odada oturuyordu. Eczacı’nın bu komplimanından kızardı. Bereket versin Eczacı bu sırada yeni hekime dönmüş Yonvil’in başlıca sakinlerini birer birer sayıyordu. Ona menkıbeler anlatıyor, şuna buna dair bilgiler veriyordu; noterin serveti pek bilinmiyordu. Sonra Tuvaş ticarethanesi de çok sıkıntıda idi.
Madam Bovary tekrar söze başladı. Leon’a bakarak:
“Peki, siz…” dedi. “Hangi musikiyi daha çok seversiniz?”
“Oh! Şüphesiz Alman musikisini, insanı hayallere sürükleyen musikiyi…”
“İtalyanları bilir misiniz?”
“Hayır, onları pek bilmiyorum; fakat önümüzdeki yıl hukuk tahsili için Paris’e gittiğim vakit elbet göreceğim.”
Eczacı kendi mevzusuna devam ederek Madam Bovary’ye dönüp:
“Muhterem kocanıza arz etmiş olduğum gibi evini barkını bırakıp kaçan zavallı Yanoda’nın bu deliliği sayesinde siz Yonvil’in en konforlu evlerinden birinde oturmuş olacaksınız. Bu evin bir doktor için en elverişli noktası, sokak içinde bir bahçe kapısı olmasıdır. Hiç kimse görmeden bu kapıdan girilip çıkılabilir. Zaten güzel ve kullanışlı bir ev için ne lazımsa hepsi onda vardır; mesela kilerli bir mutfak, çamaşırlık, yemiş kileri, bir misafir odası, oturma odaları filan gibi… Yanoda pek hesabını aramaz, hovarda bir şeydi. Bahçenin öbür ucunda su kenarında, sırf yazın bira içmek için, bir çardak yaptırmıştı. Eğer Madam bahçe ile uğraşmak isterse tabii…”
Charles sözünü kesti:
“Karım pek bahçe ile meşgul olmaz. Kendisine böyle idmanlı işler yapması salık verilmesine karşın o, bir odaya kapanıp kitap okumakla vakit geçirmeyi daha çok sever.”
Leon atıldı:
“Tıpkı benim gibi… Gece rüzgâr camlara çarparken eline bir kitap alıp ateşin karşısına geçmek ne ömür şeydir!”
“Değil mi ya?”
Madam Bovary, baygın, böyle tasdik ederken iri siyah gözlerini açarak bakışlarıyla delikanlıyı okşuyor gibiydi.
Leon cesaret alarak devam etti:
“O zaman insan hiçbir şey düşünemez ve saatler geçer. Yerinizden ayrılmadan dünyayı dolaşır her yeri görmüş gibi olursunuz. Düşünceniz hayalinizle sarmaş dolaş olarak incelikler içinde oynamaktan ya da olayların üstünde yürümekten zevk alır, şahıslara karışır, onların arasında yaşar… Öyle ki onların kostümleri içinde çarpan sanki sizin kalbinizdir…”
Emma:
“Çok doğru, çok doğru!” diye tasdik ediyordu.
Leon devam ederek sordu:
“Siz hiç denediniz mi? Bazen bir kitapta güzel bir tasvir ile karşılaşırsınız; size hiç yabancı gelmez. Benliğinizin derinliğinden gelen belirsiz bir hayal ki o, aynı zamanda en ince duygunuzun sembolü gibidir.”
Genç kadın gözlerini indirerek:
“Evet.” dedi. “Ben de tıpkı böyle duymuşumdur…”
Leon devam ederek:
“İşte ben bunun için şairleri çok severim ve şiiri düz yazıdan daha yumuşak ve daha etkili bulurum.” dedi. “Çünkü şiir beni daha çok ağlatır.”
“Fakat gitgide yorar ve sinirleri bozar. Ben şimdi bilakis hikâyeleri çok seviyorum, insan vukuatı, yürek çarpıntılarıyla ve korkulu helecanlarla, nefes almadan takip ediyor. Her zaman görülen bayağı vaka kahramanlarından ve uyuşuk duygulardan bana tiksinti geldi.”
“Hakkınız var, bu gibi eserler kalbe dokunmadan geçtikleri için bence sanatın asıl gayesine aykırı gidiyorlar. Hayatın kırık emelleri arasında olsun yüksek, necip karakterlerle, temiz sevgilerle ve saadet levhalarıyla buluşmak pek tatlı bir şeydir. Zavallı ben, burada, herkesten uzak bulunduğum için, başka bir eğlencem yok. Fakat Yonvil’de okunacak şey o kadar az ki!”
“Şüphesiz Tost’ta olduğu gibi… Onun için ben daima bir okuma salonuna abone olurum.”
Bu sözleri duyan Eczacı hemen karşıladı:
“Eğer Madam benim kütüphaneme başvurma tenezzülünde bulunurlarsa onu emirlerine hazır bulundurmayı kendime bir şeref sayarım. Kütüphanemde Voltaire, Rousseau, Delille, Valter Scott gibi en yüksek yazarların eserleri vardır. Bundan başka haftalık, aylık türlü dergiler ve bu meyanda Fanal de Ruan da bana gelir; çünkü Buchy, Forges, Neufchatel, Yonvil ve civarının muhabirliğini etmekteyim.”
İki buçuk saattir sofradaydılar. Hizmetçi kız Artemise, sersem sersem girip çıkıyor, her şeyi unutuyor, kulağına laf girmiyor ve ikide bir çarpan bilardo salonunun kapısını hep açık bırakıyordu. Leon farkında olmayarak ayağını Madam Bovary’nin oturduğu sandalyenin çubuklarından birine dayamıştı. Madam Bovary mavi ipekten küçük bir kravat takıyordu. Bu kravat fitilli patisten yakasını, eski kırmalı yakalar gibi dik tutuyor ve genç kadının söz söylerken başına verdiği hareketlere göre yüzünün aşağı kısmı kâh yakanın arasına gömülüyor kâh sıcak bir yumuşaklıkla oradan meydana çıkıyordu.
İşte böylece, bir taraftan Charles ile Eczacı kendi aralarında sohbete dalarlarken onlar da karşılıklı bir sempati ile kaynaştılar. Paris tiyatroları, roman isimleri, yeni kadriller ve tanımadıkları halk onlara birer konuşma konusu oluyordu. Genç kadının daha evvel bulunduğu Tost’tan, şimdi içinde bulundukları Yonvil’den, bunların arasındaki farktan ve yemek sonuna kadar her şeyden bahsettiler.
Kahveden sonra Felicite yeni evdeki odalarını hazırlamaya gitti ve çok geçmeden herkes kalktı. Madam Le Fransua ocağın yanında uyuklarken elinde fener, at uşağı, Mösyö ve Madam Bovary’yi evlerine götürmek için bekliyordu. Öbür eline de Papaz Efendi’nin şemsiyesini aldıktan sonra yola çıktılar.
Hekimin evi otelden elli adım ötede olduğu için birbirlerine “iyi geceler” demeleriyle kümenin dağılması bir oldu.
Sokak kapısından girer girmez Emma, nemli bir çamaşır gibi, omuzlarında duvarların soğuk rutubetini duydu. Sıvalar yeniydi. Tahta merdivenler çatırdadı. Birinci kattaki odaya perdesiz pence relerden beyazımtırak bir ışık giriyor, aralıktan ağaçların tepeleri ve daha uzakta çayır görünüyordu. Çayır, suyun akıntısına göre, ay ışığında, şehirden tüten sis bulutuna yarı gömülmüş gibiydi. Odaların ortasında ve karmakarışık bir hâlde konsol çekmeceleri, şişeler, perde şişeleri, yaldızlı kornişler; sandalyelerin üstüne atılmış şilteler ve meydanda bırakılmış küvetler duruyordu. Evin eşyasını taşıyan iki kişi bunları orada olduğu gibi bırakmışlardı.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.