Kitabı oku: «Münevver»
Güzide Sabri, 1883 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Çamlıca’da, Koşu Yolu’ndaki köşklerinde büyümüştür. Kendisine yazma arzusu verdiği için burası yazarın hayatında çok önemli bir yere sahiptir. İstibdat devrinde babasının Sivas’a sürülmesi, Güzide Sabri’nin hem ruh hem de beden sağlığını çok etkilemiştir. Babası Tokat’a nakledildiğinde annesiyle birlikte bir müddet burada yaşamış, daha sonra Bursa’ya gelen babasının yanında yılın birkaç ayını geçirmiştir. Beyoğlu Birinci Kâtibi Ahmet Sabri Bey’le evlenen yazar, evlendikten sonra da yazmaya devam etmiştir.
Henüz 16 yaşında ilk romanı Münevver’i kaleme alan Güzide Sabri, Servet-i Fünun edebiyatının etkili olduğu dönemde yazmış olsa da bu gruba katılmamış ancak asli temalarını eserlerine taşımıştır. Münevver, verem edebiyatının tüm karakteristik ögelerini barındıran ilk eserdir.
Yazdığı dönemde büyük ilgi gören Güzide Sabri, popüler edebiyat türünde pek çok romana imza atmıştır. Popüler edebiyata getirilen en büyük eleştiri, mesaj verme kaygısından uzak olmasıdır. Yaşadığı ve yazdığı dönemde Osmanlı Devleti büyük çalkantılardan geçerken Güzide Sabri de Yaban Gülü hariç romanlarında bu konulara yer vermemiştir. Cumhuriyet döneminde ise köy ve yerli unsurlara daha çok yer vermiş, hatta yüceltmiştir. İlk kadın kara sevda yazarı olarak tanınan yazar, Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi ile âdeta bütünleştirilmiştir.
Daha çok romancılığıyla tanınsa da çeşitli dergilerde takma isimle hikâye, şiir ve makaleler de yayımlamıştır. Takma adla yazmasının sebebi, eşinin edebiyat dünyasında tanınmasını, adının duyulmasını istememesidir.
Kadınca bir duyarlılıkla yazan, romanlarında ana karakter olarak hep kadınlara yer veren Güzide Sabri, zaman zaman biyografik ögeler de kullanmıştır. Örneğin Münevver romanının başkahramanı Münevver, gerçek hayatta da Güzide Sabri’nin arkadaşıdır.
1946 yılında Giresun’da hayata gözlerini yummuştur.
Romanları: Münevver, Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi, Yaban Gülü, Hüsran, Hicran Gecesi, Necla, Mazinin Sesi.
Uzak ve solgun dağlara sonbaharın sisleri çöktüğü, yaprakların sararıp yavaş yavaş döküldüğü zamanlar ruhum garip bir melal altında ezilir ve ağlamak isterim…
Hazin bir sonbahar güneşi bu sisli ve mor dağlara başka bir güzellik, durgun ve mavi denize fersiz bir parıltı verdiği zaman, içim unutulmaz bir hatıranın acısıyla sızlar.
Ayın beyaz ışıkları, menekşesiz kalan kırlar, renksiz ovalar her safhasında bana bahtsız bir mahlukun matem neşidesini okur.
Kelebekler ilkbaharda uçar, çiçeklerin üstündeki pırlanta gibi şebnemleri içerek mest olan kuşlar o mevsimde öter, hayat ve tabiat o zaman güler. Benim tanıdığım o bahtsız mahluk yalnız sonbaharda sevinir, neşelenir; çocuklar gibi, kelebekler gibi uçar, koşar, oynar ve gülerdi.
İşte o ve çok sevdiğim kız; Münevver’dir.
Daha genç yaşında yüzünde beliren hafif çizgiler derin bir elemi göstermekte, gözleri uzun zamanların kahır ve ızdırabını saklar gibi durgun ve sabit bakmaktaydı. Kederli gülüşleri, matem teranesini andıran sesi; onu dinleyenlerin içinde de derinden bir acı uyandırıyordu.
Bize geldiği zaman ona mutlak ut çaldırırdım. Maksadım udunun inler gibi çıkan nağmelerini dinlemekten ziyade, rikkat verici tavrını görmekti. Mızrabı yavaş yavaş teller üzerinde çırpınırken her perdede yaralı bir kalbin ızdırapları dile gelmiş oluyordu. İşte o zaman derin derin ağlayan bu zavallı kızın siyah gözleri bilinmeyen ve görünmeyen bir noktaya döner, başı göğsünün üstüne iner, vect ve istiğrak içinde durmadan hicranlarını bağladığı udunun telleri üzerinde dolaşır, iç acılarını anlatabilecek ne kadar şarkı varsa çalar, yoruluncaya kadar söyler, sonra susar…
Udu ve mızrabı ayaklarının dibine düşer, gizlemek istediği bir damla gözyaşını silmek için mendilini yüzüne tuttuğu sırada sert ve kesik bir öksürük, göğsünü yırtarcasına gelirdi. Bundan sonra derin bir mecalsizlik içinde uzun zaman dalgın ve bitkin kalırdı.
Münevver’in hiç kimseye benzemeyen bir tabiatı, başkalarına uymayan tavrı, herkesten sakladığı bir acısı vardı. Bu acı onu ezmiş, bitirmiş ve gönlünü bir viraneye çevirmişti. Artık hayat onun için koyu ve ızdıraplı bir gölgeden başka bir şey değildi. Hayata, her şeye küskün; kendine ve sıhhatine tamamıyla alakasızdı. Gençliğinin rüya dolu bir baharını görmeden hazanına geçmiş, baharları bir sis, hevesleri, emelleri erimiş bir hiç olmuş oldu. Bütün güzelliklerin hüsrana döndüğü, renkli ve kokulu çiçeklerin kuruduğu bu ölü mevsim gibi; onun da ruhu ölmüş, kalbinde açan bir tek çiçek kurumuştu. Bununla beraber sonbahar onun için matemli bir hatıranın da ifadesi oluyordu. Fakat benim onunla, bu hatıranın ve onun uyandırdığı ızdırapların ne olduğunu sorup anlayacak kadar eski bir ülfetim yoktu. Bunu öğrenememek, Münevver’i daima acı ve hüzün içinde görmek de bir yandan beni harap ediyordu.
Münevver ilk bakışta fazla güzel hissini vermezdi. Fakat onda ayrı bir cazibe, ayrı bir hususiyet ve başka bir ruh, gizli bir güzellik vardı. Biraz uçuk rengi, küçük burnu, ince kaşları, bunların içinde derin ve manalı bakan iri ve siyah gözleri, kumral saçları müstesna bir kompozisyon meydana getirmişti. Bilhassa gözleri; tahassüsleri kudretli bir lisan kadar ifade eden bu güzel ve siyah gözler çok defa durgun ve bulanıktı. Bazen de içinde çözmek istediği bir düğümün cevabını karşısındakinden bekler gibi bir istifham ile parlar. Bazen gülerken ağladığı da olurdu. Söz söylerken edasındaki yeise kapılmamak imkânsızdı. Onda bu hâllerle mahzun ve masum bir cazibe vardı. Onu tanıyanların hepsi “Münevver” gülmeden ziyade ağlarken güzel oluyor derlerdi. Hülasa etmek lazım gelirse Münevver edası, rengi, sözleri ve ruhuyla ızdırabın canlı bir şiiri hâlini almıştı.
Onda ilkbahara karşı gizli bir kin ve nefret vardı. Baharın ılık ve hayat verici rüzgârları, ona zehirli bir nefes gibi geliyordu. Bilmem Münevver niçin gülen ve neşeler saçan tabiattan bu kadar nefret ediyordu. Çiçekler açar, ağaçlar zümrüt renkli elbiselerini giyer, bülbüller bir vect ve şevk içinde öterken o hudutsuz bir yeis ve hüzün içinde ezilirdi.
Hiç unutmam; bir gün kokular dağıtan güzel bir salkım ağacının altında beyaz papatyalar arasında beraber oturuyorduk. O yine mahzundu. Yüzüne baktım, gözleri kızarmıştı, ağlamış olduğunu anladım.
“Hasta mısınız Münevver?” diye sordum.
“Hayır.” dedi.
“O hâlde niçin böyle duruyorsunuz?”
“Pek çok sıkılıyorum.”
“Neden sıkılıyorsunuz?”
“Şu bahardan, ah bir kere şu bahar geçse!” Bundan sonra sustu, başı göğsünün üstüne düşerek içini çekti. Ben hayretle yüzüne baktım ve:
“Çok garipsiniz Münevver.” dedim. O yine hazin bir eda ile:
“Niçin?” dedi.
“Hiç insan bahardan sıkılır mı, görmüyor musunuz? Her yerde neşe ve hayat kaynıyor!”
O, bu söze karşı etrafımızı çeviren çiçeklere, çimenlere kin ve nefretle karışık bir göz attı ve sonra bana dönerek:
“Of! Bilmezsiniz.” dedi. “Şu ağaçlar, şu çiçekler sanki çektiğim ızdıraplarla alay ediyor gibi… Evet her şey güzel ve bu güzelliklerin içinde kim bilir ne kadar şen ve ne kadar ümitli insanlar da var fakat ölmüş, bitmiş bir kalp için bu neşeler, bu güzellikler ne kadar kasvet vericidir bilseniz…”
Bu sözleri söylerken uzun kirpiklerinin üzerinde titreyen bir damla gözyaşını gizlemek için hemen başını çevirdi. Sonra, artan bir tesir içinde söylediği bu sözlere nadim olarak benim suallerime meydan vermeden birdenbire ayağa kalktı. Korunun beyaz salkımlarla süslü ağaçları arasından ufak köşklerine doğru koştu gitti.
Ah! Ben hissetmiştim ki o giderken hıçkıra hıçkıra ağlıyor, ağladığını bana göstermemek için kaçıyordu.
Fakat ben, o zamandan sonra onun içinde ebedî bir acı olarak kalan sırlarını keşfetmiş gibiydim. Matemli bir hatıra ile dolu olan kalbini ve orada bu matemin tesiriyle açılmış derin bir yarayı artık görüyordum. Lakin zavallı Münevver bunları söylemiyor, acılarını içine çekiyor, ses çıkarmadan tahammül ediyor, hiç şikâyet etmiyordu. Onda gayesine varmak isteyen mütevekkil ve sabırlı insanların hâli vardı.
O benimle bulunmaktan bir haz ve teselli buluyordu. Ben bunu hissettiğim ve birbirimizi de içten sevdiğimiz hâlde bir şey açamıyordum. O da bana hiçbir şeyden bahsetmiyordu. Yalnız ben onun ızdırabını görüyor, acılarını ona yakın denecek derecede hissediyor fakat sebebini bilemiyordum. Bildiğim bir şey varsa o da şifa kabul etmez bir derde müptela oluşuydu. Bunu da düşündükçe acımaktan içim parçalanıyordu.
***
Artık eylül nihayet olmuş, sonbahar rüzgârları yaprakları dökmeye, çiçekleri, çimenleri soldurmaya, kurutmaya başlamıştı. Garip hâl! Sekiz-dokuz aydır beraber bulunduğum Münevver’in ruhunda daha sonbahar başlar başlamaz büyük bir tebeddül oldu. Bu mahzun ve mazlum kız birden neşelendi. Yüzündeki yeis ve füturdan eser kalmamış gibiydi. Hareketlerinde bir canlılık vardı. Gülüyor, söylüyor, her tarafı inletiyor, kırlarda ve ağaçlıklarda dolaşıyor. Solmuş, sararmış hazan yaprakları üzerinde geziyor, onları ayaklar altında çıkardıkları çıtırtılara kendi ahengini de uydurarak titrek sesiyle şarkılar söylüyor, hazan birden coşuyor, taşıyor fakat bütün bu neşe ve coşkunluklara sinsi bir ızdırabın da karıştığı seziliyor, o bunu gizlemeye, örtmeye çalışıyordu. Hele hazan şefkatli bir arkadaş gibi sevdiği udunu çalarken onun çıkardığı ses ile yaralı ruhunun derinden gelen sesine bir ahenk vermeye çalışırdı ki işte o zaman Münevver ne kadar neşeli görünmeye gayret etse de içinden gizli gizli inlediği, ağladığı daha açık olarak hissedilirdi.
***
Kasvetli bir sonbahar günüydü. Dağlar sislerin arasından hafif görünüyordu. İnce, sürekli bir yağmur yağıyordu.
Rüzgâr ağaçların sararmış yapraklarını döküyor, her taraf bir elem ve matem örtüsü ile örtülüyordu.
Ben bu gamlı havada sevgili arkadaşımı görmek arzusunu yenemedim. Gittim, odasına çıktım.
O, siyah bir elbise giyinmişti. Hiç unutmam hatta kollarına ve yakasına parlak şeritler dikilmişti.
İçeri girdim, karyolasına uzanmış, yüzünü yastıkların arasına saklamıştı.
“O… Böyle siyahlar içinde! Sizi gören, mutlak matem tutmakta olduğunuza hükmedecek.” dedim.
Beni görünce sevinçle kalktı, boynuma sarıldı. Sesindeki titreklik biraz evvel ağlamış olduğunun açık bir ispatıydı.
Zorla gülmeye çalışarak:
“Oh! Ne iyi ettin de geldin, az kalsın boğulacaktım.” dedi. Ben:
“Sen ne garip ve ne candan bir kızsın Münevver, seni böyle kederli görmek karşındakini ne kadar üzüyor bilir misin?” dedim. O, bir şey demeden kalktı, pencereye koştu, camı kaldırdı.
“Oh… Bu tenhalık, bu sükûnet! Ruhuma nasıl bir şifa ve teselli veriyor bilsen…” dedi
Ben de yanına gitmiştim, ikimiz de pencereden bakıyorduk. Yağmurun hazin ve hışırtılı ahengi benim de ruhumu okşuyordu.
Münevver başını dışarı çıkardı. Derin bir nefes aldı ve içini çekti, bu sisli ve yağmurlu havayı doya doya teneffüs etti. Karşı dağların sisli manzarası önünde bir müddet sessiz ve melul durduk.
Sonra bana doğru dönerek dedi ki:
“Şüphesiz kardeşim, benim bu hâllerime beni sevenler üzülür. Fakat ne yapayım, başka türlüsü elimden gelmiyor. İşte ben böyle garip tabiatlı bir kızcağızım! İlkbahardan nefret ettiğim hâlde sonbaharı anlaşılmaz bir his ile severim. Benim için ancak iki aylık bir huzur ve teselli mevsimi vardır, o da işte bu mevsim.”
Birdenbire sükût etti, bir şey düşünüyormuş gibi daldı. Gözlerinin önünde acıklı bir vaka geçiyormuş gibi titredi. Bulutlar arasında uçan bir hayali görmek istiyormuş gibi gözlerini göğe doğru kaldırdı, geçmiş günlerin elem ve ızdırap dolu hatıraları onu yeniden sarsmıştı. Siyah elbisesi üzerine dökülen uzun saçlarını bir tarafa atarak yavaşça bir şeyler söylediğini hissediyordum.
“Evet.” diyordu. “Sonbahar benim en kıymetli zamanımdır. Ben onu severim, bu muhabbet bana ondan kalan son bir yadigârdır.” Bu sözlerden sonra güya bir kâbustan kurtulmuş gibi ürperdi. Mahzun çehresine zorla neşe vermeye gayret ederek bana döndü, iri ve güzel kara gözlerini yalvarır gibi gözlerime dikti ve:
“Ne olur, biraz dışarı çıkalım; şu dağları, ağaçları örten sise, durgun denizin beyaz ve kumsal sahiline ve nihayet yetimlerin yahut emellerinden uzak düşmüş zavallıların gözyaşları gibi korka korka düşen şu yağmur tanelerine bakalım. Bu güzelliği daha ne vakit bulabiliriz.” dedi.
Ben hayretle cevap verdim:
“İyi ama Münevver, yağmurun altında nasıl gezebiliriz, pencereden baksak daha iyi olmaz mı? Üstelik sen rahatsızsın. Bu hava vücudunuza zarar vermez mi?”
“Evet hastayım fakat ne ehemmiyeti var?”
“Sen kendine acımıyorsun ve bu hâlinle beni çok müteessir ediyorsun, Münevver.”
“Niçin iki gözüm, seni üzmek bana en büyük azap olur.”
“Sorduğun suale bak. Böyle hayatına alakasız görmek beni nasıl üzmez.” Gülerek ellerimi tuttu.
“Darılma, darılma kardeşim, senin yanında o hayat dediğin şeye çok riayetkâr olacağım.”
“Benim yanımda değil, her zaman böyle olmalısın.”
“Peki, peki.” dedi.
Başımızda şemsiyeler olduğu hâlde korular arasında gezmeye başladık. İlkbaharda zümrüt gibi çimenler arasında gezmekten şikâyet eden Münevver şimdi ayağı bir çamura batar batmaz neşeli kahkahalarla beni hayretlere düşürüyor, ötede beride açan ve sonbaharın biricik süsleri olan çiğdemleri nihayetsiz bir sevinçle koparıp başına, göğsüne takıyordu. Ben onun bu hâllerine şaşkın bakıyor ve sırf onu, sevgili arkadaşımı eğlendirdiği ve neşelendirdiği için hazana derin bir minnetle bağlılık hissediyor, bütün mevsimlerin sonbahar gibi olmasını istiyordum.
Biraz sonra köşke dönerken dedi ki:
“Seni bu çılgın arzularıma tabii bulundurmakla ne kadar üzüldüğümü bilsen…”
“Böyle düşündüğün için teessüf ederim. Yalnız ben de şuna üzülüyorum ki sebebini bilemediğim devamlı bir kederin bütün varlığını harap ettiği şu zamanlarında sana teselli verecek bir söz beklemiyorum. Sen bütün elemlerini benden gizliyorsun.”
Bu sözler üzerine Münevver’in çehresine bir gariplik çöktü ve Münevver omuzlarını silkerek:
“Adam sen de!” dedi. “Böyle şeylerden şimdi bahsetmeyelim. Sen yalnız onu söyle, seni bu hareketlerimle rahatsız ediyor muyum?”
“Asla! O nasıl söz Münevver?”
“Doğru söylüyorsun değil mi?”
“Şüphesiz, seni bu kadar sevdiğimi bilmez misin?”
“Teşekkür ederim, cici kardeşim.”
Köşke geldiğimiz vakit epeyce ıslanmıştık. Yukarı çıktık, o yine hemen pencerenin önüne gitti. Bir müddet oturduktan sonra kalktı. Udunu aldı ve çalmaya başladı. Sanki kalbinin bütün acıları, elemleri yine bu tellerin üzerinde toplanmıştı.
Ömrün zevalini tasvir eden tabiatın şu levhası karşısında Münevver o kadar coştu ki benim orada olduğumu unuttu bile… Bu defa gözlerinde elemi daha açık olarak görülüyordu. Rengindeki uçukluk çoğaldı, sesi şimdi daha titrek, daha iniltili ve daha şikâyetli gibiydi.
Münevver’in şu hâli beni her zamankinden daha çok müteessir etti. Yerimden kalktım, yavaşça yanına oturdum; başını kaldırdı, ağlar gibi bir gülüşle yüzüme baktı. Ben:
“Bugün pek neşelisiniz!” dedim.
“Havanın güzelliğini görmüyor musunuz? Bak şöyle etrafa, bu gök, bu deniz, bu küçük orman, bunlardaki hazin güzelliğe bak. Bunlar bana gizli, sizin anlayamadığınız bir lisanla ne sevindirici haberler getirmektedir, bilsen…”
“Çok garipsiniz Münevver! İnsan sizde gördüğü hâle bir türlü akıl erdiremiyor.”
Güldü ve teessürünü yine gizlemeye çalışarak dedi ki:
“Niçin bu kadar benim ahvalimi merak ediyorsun?”
“Senin en yakın arkadaşın ben değil miyim? Senin dertlerine ortak olacak, sana teselli verecek benden başka kimin var?”
Bu sözlerim üzerine değişti, dudakları titremeye başladı. Ben devam ettim: “Seni üzen, bitiren bir derdi eğer beni samimi ve en yakın bir arkadaşın görüyorsan itimadın varsa bana anlatmak, kalbini yakan acıları bana dökmek senin için bir vazifedir de… Ben hissetmiyor, anlamıyor muyum? Senin en sadık ve en şefkatli bir arkadaşın sıfatıyla bütün bu hâllerine acımıyor muyum zannediyorsun? Sen ise hâlâ bana açılmıyor ve her şeyini benden örtüyorsun ve bana böyle davranmakla da bilmem ne dereceye kadar samimi bulunmuş oluyorsun.”
Biraz durdu, düşündü. Derin derin bana baktı, sonra içini çekti, küçük bir hıçkırık göğsünü sarstı, elindeki udu bir tarafa fırlatarak kalktı ve yanıma geldi, ellerimi avuçlarının içine aldı. En saf, en masum, en sade bir tavırla:
“Ya! Öyle mi? Demek benim bu hâlim sence böyle telakkilere uğruyor. Hâlbuki bende bir şey yok. İşte bir çocukluk… Bazen öyle bazen böyle, işte geçti bak şimdi hiçbir şeyim yok…”
“Hayır öyle değil Münevver. Ne sen çocuksun ne de ben. Ortada gizlenmeyecek kadar büyük bir ızdırap var. Bu beni her an ve gittikçe harap ediyor.”
“Canım ne olacak. Öyle bile olsa ne ehemmiyeti var sanki…”
“Nasıl ne ehemmiyeti var. Söylediklerimi bir daha tekrar ettirmeden bana her şeyi açıkça söylemeni senden rica ediyorum. Yoksa kırılırım ve bana samimiyet ve muhabbetin olmadığına da hükmederim.” Ellerimi sıkarak:
“Öyle deme, o vakit ben de buna çok üzülürüm, şu biçare Münevver’i, şu bahtsız kızcağızı bu hayatı içinde meşgul eden yalnız sen olduğunu bildiğin hâlde niçin ona böyle sitem ediyorsun? Niçin onu muhabbetsizlikle itham ediyorsun? Bir derdim de varsa bırak o derdimle kalayım, ne olacak… Bilmem ki kırılmış ve ümitsiz zavallı bir kalbin ızdıraplarını, geçmiş günlerin acı yadigârlarını dinlemek seni memnun eder mi?”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.