Kitabı oku: «On İki Hikaye ve Bir Rüya»

Yazı tipi:

Filmer

Doğrusunu isterseniz uçuş hâkimiyeti binlerce insanın işiydi. Bu adam bir öneri ve bir deneydi, ta ki işi nihayete erdirmek için en sonunda tek bir sağlıklı entelektüel çabaya ihtiyaç duyulana kadar. Ama popüler zihnin acımasız adaletsizliği, tıpkı Watt’ı buhar makinesinin ve Stephenson’ı da buharlı lokomotifin kâşifi olarak onurlandırmayı seçtiği gibi, bu binlerce kişi arasından tek bir kişinin ve hiç uçmamış bir adamın kâşif olarak seçilmesi gerektiğine karar verdi. Elbette bu isimlerden hiçbiri, dünyanın nesillerdir kafa bulandıran ve biraz da korkutan sorununu çözen çekingen, entelektüel yaratık Filmer kadar, barışı ve savaşı, insan yaşamının ve mutluluğunun neredeyse tüm koşullarını değiştiren o tuşa basan adam kadar gülünç ve trajik biçimde onurlandırılmamıştı. Biliminin büyüklüğü karşısında bilim insanının küçüklüğüne dair bu tekrarlanan mucizenin böylesine mükemmel bir başka örneği daha yoktu. Filmer’la ilgili pek çok şey son derece belirsizdir ve öyle de kalmalıdır. Filmer gibiler, Boswell’lerin dikkatini çekmez ancak hayatlarıyla ilgili temel gerçekler ve sonuç yeterince açıktır. Ayrıca harfler, notalar, ara sıra yapılan göndermeler de parçaları birleştirip bütüne ulaşmak için yeterlidir. Bu da, Filmer’ın bahsi geçen şeyleri bir araya getirerek ortaya çıkarılan yaşam ve ölüm hikâyesidir.

Filmer’ın tarih sayfalarındaki ilk özgün izi, Güney Kensington’daki hükümet laboratuvarına fizik alanında burslu öğrenci olarak girmek için yaptığı kabul başvurusudur. Orada kendini Dover’daki “askeri bir çizmeci”nin (bayağı dilde “pabuççu”) oğlu olarak tanıtır ve kimya ile matematik alanındaki yüksek becerisine dair çeşitli sınav kanıtları sunar. Belli bir haysiyet arzusuyla, bir yoksulluk ve dezavantajlarla bu kazanımları elde etmeye çalışır ve laboratuvar hakkında “hırslarının cezaevi” diye yazar, bu da kendisini yalnızca kesin bilimlere adadığı iddiasını güçlendiren bir gaftır. Belge, Filmer’a bu can attığı fırsatın verildiğini gösterecek şekilde onaylanmıştır; ancak çok yakın zamana kadar hükümet kurumunda başarısının herhangi bir izine rastlanmaz.

Ancak şimdilerde, iddia edilen araştırma hırsına rağmen Filmer’ın bursu almasının üzerinden henüz bir yıl bile geçmemişken, güncel gelirinde küçük bir artış ihtimali nedeniyle, tanınmış bir profesörün solar fizik alanında vekâleten yürüttüğü kapsamlı araştırmalarında – ki bu araştırmalar astronomlar için hâlâ bir şaşkınlık konusudur – çalışıp saatine dokuz peni alacak hesap elemanlarından biri olmak uğruna bursu bıraktığı ortaya çıkmıştır. Sonrasında, yedi yıllık bir süre boyunca, Londra Üniversitesi’nin, Filmer’ın matematik ve kimyada yavaş yavaş birinci sınıf bir B. S.’ye yükseldiğini gösteren geçiş listeleri dışında nasıl bir yaşam sürdüğüne dair herhangi bir kanıt yoktur. Kimse nerede ya da nasıl yaşadığını bilmemektedir ama bu yükseliş için gereken çalışmaları devam ettirirken ders vererek geçimini sağlamaya devam etmesi kuvvetle muhtemel görünmektedir. Sonra, oldukça tuhaf bir şekilde, şair Arthur Hicks’in yazışmalarında adının geçtiği görülür.

“Filmer’ı hatırlarsın,” yazar Hicks, arkadaşı Vance’e; “Eh, biraz olsun değişmedi, hâlâ aynı düşmanca mırıltılar ve o iğrenç çene – bir insan nasıl her an üç günlük tıraşla gezmeyi başarabilir ki? – ve insanın karşısına gizlice çıkan gizemli havalar; montu ve yıpranmış yakası bile geçen yıllardan bir iz taşımıyor. Kütüphanede bir şeyler yazıyordu ve ben de Tanrı’nın merhameti adına yanına oturdum, bunun üzerine beni notlarının üzerini örttüğüm için kasten aşağıladı. Görünüşe bakılırsa elinin altında parlak bir araştırma var ve onca insan varken benim onu çalacağımdan şüpheleniyor – hem de Bodley Booklet baskısıyla! Üniversitede kayda değer şeref nişanları kazandı, sanki acelesi varmış gibi, o her şeyi anlatmadan araya girmemden korkarmış gibi anlattı. Sonra da sanki taksi çevirmekten bahsedermiş gibi doktorasını alacağından bahsetti. Sonra benim ne yaptığımı sordu – kıyaslarmış gibi bir tondaydı ve bir kolu gerginlikle uzayarak koruyucu bir edayla değerli fikri saklayan kâğıdın üzerine gitti – şu ümit verici fikir…

‘Şiir,’ dedi, ‘Şiir. Peki bununla ne öğrettiğin iddiasındasın, Hicks?’

Tam da yeniyetme bir taşra profesörü adayından beklenecek laf. Tanrı’ya bana lütfettiği tembellikten dolayı binlerce kez şükrediyorum yoksa ben de bilim insanı olma yolunda yıkıma sürüklenebilirdim.”

Keşfedilmeye başladığı dönemde ya da onun hemen öncesinde Filmer’ı anlattığına düşünmeye meyilli olduğum tuhaf, kısa bir hikâye… Hicks, Filmer için bir taşra profesörlüğü beklerken yanılmıştı. Onu bir sonraki görüşümüzde Sanat Cemiyeti için “kauçuk ve kauçuk ikameleri” üzerine ders vermektedir –büyük bir plastik fabrikasının yöneticisi olmuştur – ve o dönemde, artık bilindiği üzere, Havacılık Cemiyeti’nin bir üyesidir. Gerçi, bu topluluğun tartışmalarına hiçbir katkıda bulunmamış, şüphesiz herhangi bir dış yardım almadan büyük anlayışını olgunlaştırmayı tercih etmiştir. Sanat Cemiyeti’nde sunduğu makaleden sonraki iki yıl içinde, aceleyle bir dizi patent almış ve uçan makinesini mümkün kılan farklı araştırmaların tamamlandığını bir dizi itibarsız yolla ilan etmiştir. Bu yöndeki ilk kesin açıklama, Filmer’la aynı binada kalan bir adamın ajansı aracılığıyla yarım kuruşluk bir akşam gazetesinde yayımlanır. Uzun süre uğraş verdikten ve gizlice sabrettikten sonraki son acelesi, gereksiz bir panik yüzündendir, zira adı çıkmış Amerikalı bilim şarlatanı Bootle, Filmer’ın yanlış yorumladığı ve fikrinin ondan önce gerçekleştirileceğini sanmasına neden olan bir duyuru yapmıştır.

Peki Filmer’ın fikri tam olarak neydi? Aslında oldukça basit bir fikirdi. Onun döneminden önce, havacılık uğraşları ikiye ayrılmıştı: Bir tarafta, havadan daha hafif, yükselmesi kolay, inişi güvenli ancak harekete geçmek için çaresizce esinti bekleyen büyük balon mekanizmaları; diğer taraftaysa sadece teoride uçan, ağır motorlarla çalışan, geniş, yassı ve çoğunlukla ilk inişte parçalanan havadan daha ağır yapılar geliştirilmişti. Ancak, kaçınılmaz nihai çöküşün onları imkânsız kıldığı gerçeğini göz ardı ederek, uçan makinelerin ağırlığı onlara bu teorik avantajı, yani hava seyrüseferinin herhangi bir pratik değeri olması için gerekli bir koşul olan rüzgâra karşı havada uçabilmelerini sağladı. Balon ve ağır uçan makinenin karşıt ve şimdiye kadar uyumsuz niteliklerinin, havadan daha ağır veya daha hafif olması gereken tek bir cihazda birleştirilebileceğini algılaması Filmer’ın özel başarısıdır. Balıkların büzülebilen hava keselerinden ve kuşların hava boşluklarından ipuçları aldı. Şişirildiğinde uçuş aygıtını kolaylıkla kaldıran, etrafına örülü karmaşık “kas sistemi” tarafından çekildiğindeyse neredeyse tamamen yapı iskeletinin içine çekilip büzülebilen, bütünüyle kapalı sistem balonlardan oluşan bir plan tasarlamıştı. Kurduğu sabit ve içi boş borulardan oluşan geniş iskeleti bu balonlar taşıyordu. Ustaca yapılan düzenek sayesinde borulardaki hava, aygıt alçaldıkça otomatik olarak dışa pompalanıyor ve pilotun dilediği süre boyunca boş kalıyordu. Makinesinde, önceki tüm uçaklarda bulunan kanatlar veya pervaneler yoktu; ihtiyaç duyulan tek motor, balonları büzmek için gereken kompakt, güçlü, küçük bir cihazdı. Tasarladığı bu aygıtın, iskeletin boşaltılması ve balonların şişmesiyle hatırı sayılır bir yüksekliğe çıkabileceğini, daha sonra balonların büzülmesiyle iskelete hava girebileceğini ve ağırlıkların da ayarlanmasıyla havada istenen herhangi bir yöne kayabileceğini düşünüyordu. Alçalırken hızını artıracak, eşzamanlı olarak da ağırlık kaybedecekti; düşüşüyle kazanılan devinim, balonlar şiştikçe ağırlıklar kaydırılarak makineyi tekrar yukarı itmek için kullanılabilecekti. Hâlâ tüm başarılı uçan makinelerin yapısal anlayışı olan bu anlayışın gerçekte hayata geçirilebilmesi için ayrıntıları üzerinde çok fazla çaba harcanması gerekiyordu ve bu, Filmer’ı zorluyordu. Filmer, ününün zirvesinde çevresine toplanan sayısız muhabire söylemeye alışkın olduğu gibi “seve seve ve bolca” çaba sarf ediyordu. Karşılaştığı en büyük zorluk, kasılma balonunun elastik astarıydı. Yeni bir maddeye ihtiyacı olduğunu keşfetti ve sahip olduğu bu yeni maddenin keşfinde ve üretiminde, muhabirlere yorulmak bilmeden defalarca anlattığı gibi, “dışarıdan bakıldığında daha büyük bir başarıymış gibi görünen asıl aygıtın keşfinden bile daha zor bir iş” gerçekleştirmişti.

Ancak bu röportajların, Filmer’ın icadını ilan etmesinin ardından geldiği düşünülmemelidir. Görünüşe göre tamamen bu kaynaktan elde ettiği az miktardaki gelire bağımlı olduğu kauçuk fabrikasında, ürkek bir şekilde yaklaşık beş yıllık bir süre geçirdi. Bu süre zarfında oldukça meraksız bir halkı, icat ettiği şeyi gerçekten icat ettiğine ikna etmek için yanlış girişimlerde bulundu. Boş zamanlarının büyük bir kısmını bilimsel ve günlük basına yazdığı mektuplar ve benzeri şeylerle, yaptığı şeylerin net sonucunu tam olarak belirterek ve mali yardım talep ederek geçirdi. Mektuplarının örtbas edilmesi için tek başına bu bile yeterli olurdu. Tatillerini, Londra gazetelerinin kapı görevlileriyle, tatmin edicilikten uzak görüşmeler yaparak geçirdi. Kapı görevlilerini kendine inandırma konusunda aşırı derecede beceriksizdi. Ayrıca Milli Savunma Bakanlığı’nı da işbirliği için ikna etmeye çalıştığı kesin olarak biliniyor. Bakanlıkta Tümgeneral Volleyfire’dan Frogs Kontu’na gizli bir mektup bulunuyor. Tümgeneral, dobra, mantıklı ve askeri tarzıyla “Adam bir ahmak ve yağcının teki,” diyerek keşfi sahipsiz bırakınca Japonların bu konuda üstünlüğü ellerinde tutmasına sebep oldu. Ordularındaki bu üstünlük bizlerde büyük bir rahatsızlık yaratan türden bir üstünlük ve bunu hâlâ kaybetmediler.

Ve sonra şans eseri Filmer’ın kasılma balonu için icat ettiği zarın yeni bir petrol motorunun valfleri için yararlı olduğu keşfedildi ve icadının deneme modelini yapmak için gerekli araçları elde etti. Kauçuk fabrikası randevusunu iptal etti, mektup yazmaktan vazgeçti ve tüm işlemlerinin ayrılmaz bir özelliği gibi görünen kati bir gizlilikle aygıt üzerinde çalışmaya başladı. Parçalarının yapımını yönetmiş ve çoğunu Shoreditch’teki bir odada toplamış gibi görünüyor, ancak son montaj Kent’teki Dymchurch’te yapıldı. İcadını bir insanı taşıyacak kadar büyük yapmadı ama uçuşunu kontrol etmek için o zamanlar Marconi ışınları denen şeyi son derece ustaca kullandı. Bu ilk uygulanabilir uçan makinenin ilk uçuşu, Kent’teki Hythe yakınlarındaki Burford Köprüsü’nü çevreleyen bazı tarlalarda gerçekleşti ve Filmer, uçuşunu özel olarak yapılmış motorlu, üç tekerlekli bisikletle takip ve kontrol etti.

Uçuş, her şey düşünüldüğünde inanılmaz bir başarıydı. Cihaz, Dymchurch’ten Burford Bridge’e bir at arabasıyla getirildi. Orada yaklaşık üç yüz fit yüksekliğe çıktı, neredeyse Dymchurch’e geri uçtu, hızla geri döndü, tekrar yükseldi, daire çizdi ve sonunda Burford Köprüsü Oteli’nin arkasındaki bir tarlaya hasar görmeden indi. İnişte ilginç bir şey oldu. Filmer üç tekerlekli bisikletinden indi, aradaki sete tırmandı, zaferine doğru belki yirmi metre kadar ilerledi, kollarını garip bir el hareketiyle salladı ve baygın bir halde yere düştü. Böylelikle herkes yüz hatlarının korkunçluğunu ve test boyunca gözlemledikleri aşırı heyecanın tüm belirtilerini hatırlayacaktı. Daha sonra Filmer, otelde acayip bir histerik ağlama krizi geçirdi.

Bu olaya tanıklık edenlerin sayısı yirmiyi geçmiyordu ve bunların çoğu eğitimsiz erkeklerdi. New Romney kasabasının doktoru yükselişi gördü ama inişi görmedi, çünkü atı Filmer’ın üç tekerlekli bisikletindeki elektrikli cihazdan korktu ve adamı üzerinden attı. Kent bölgesinin iki polis memuru, macerayı resmiyetten uzak bir hevesle belirli bir mesafeden izlemişti. Bataklığın ortasında insanlardan sipariş almaya çalışan bir bakkal ile bisikletli iki genç hanımefendi, eğitimli insanlar listesinde yer alan belki de son isimlerdi. Biri Folkestone gazetesini temsil eden, diğeri dördüncü sınıf bir röportajcı ve “sempozyum” gazetecisi olan iki muhabir vardı. Her zamanki gibi reklamının düzgün yapılması konusunda endişelenen ve asıl şimdi reklamın nasıl yapılacağını anlayan Filmer, muhabir masraflarının peşinatını ödemişti. İkinci gazeteci, en güvenilir olaylara bile inandırıcı bir gerçekdışılık katabilen yazarlardan biriydi ve meseleye ilişkin yarım yamalak açıklaması popüler bir gazetenin magazin sayfasında çıktı. Ama ne mutlu ki Filmer için bu kişinin konuşma dili yöntemleri daha inandırıcıydı. New Paper’ın sahibi ve Londra gazeteciliğinin en becerikli ve en vicdansız adamlarından biri olan Banghurst’e konuyla ilgili daha geniş bilgi vermeye gitti ve Banghurst durumu anında kavradı. Emeğinin karşılığını alıp almadığı şüpheli muhabirin adı haberden çıkarıldı. Onun yerine Banghurst’ün bizzat kendisi; gıdısı, fitilli gri takım elbisesi, göbeği, sesi, jestleri ve her şeyiyle, eşi benzeri bulunmayan büyük gazeteci burnuyla aldığı kokunun peşinden Dymchurch’te beliriverdi. Ne olduğunu ve ne olabileceğini tek bakışla anlamıştı.

Onun dokunuşuyla, Filmer’ın uzun süredir devam eden araştırmaları bir üne kavuştu. Filmer aniden inanılmaz rağbet görmeye başladı. Arşivde 1907 yılının gazeteleri incelenince, o günlerin patlamasının ne kadar hızlı ve ateşli olabileceğine inanmak güçtür. Temmuzda basılan gazeteler uçmak konusunda hiçbir şey bilmiyor, uçmakta hiçbir şey görmüyor, insanların asla uçmayacağını, uçamayacağını ya da uçmaması gerektiğini son derece etkili bir sessizlikle belirtiyordu. Ağustosta ise uçmak ve Filmer, uçmak ve paraşütler, havacılık taktikleri ve Japon Hükümeti, Filmer ve yine uçmak; Yunnan’daki savaş ile Grönland’in kuzeyindeki altın madenlerinin pabucunu dama atıp manşetlerde yer alıyordu. Banghurst projeye on bin sterlin vermişti. Daha sonra tekrar beş bin sterlin verdi ve Banghurst, Surrey tepelerindeki özel konutunun yakınındaki ünlü, muhteşem (ama şimdiye kadar verimsiz) özel laboratuvarlarını ve birkaç dönümlük arazisini gerçek boyutlu uygulanabilir uçan makinenin yorucu ve zorlayıcı yapım aşaması için bu işe tahsis etmişti. Bu arada, Fulham’daki Banghurst kasabasının duvarlarla çevrili bahçesindeki ayrıcalıklı kalabalığın önünde Filmer, çalışma modelini adım adım göstererek haftalık bahçe partilerinde sergiledi. New Paper gazetesi, muazzam bir yatırım maliyeti ödenip sonuçta büyük bir kâr elde edilen bu davetlerden ilkinin güzel anısını bir fotoğrafla okuyucularına sundu.

Burada yine Arthur Hicks ve arkadaşı Vance’in yazışmaları yardımımıza koşuyor.

“Filmer’ı tüm görkemiyle gördüm,” diye yazar Hicks, bir şair geçişi olarak pozisyonuna özgü bir kıskançlık dokunuşuyla. “Saçı başı taranmış ve tıraş olmuş; son moda frakı, sivri burunlu rugan ayakkabılarıyla Kraliyet Enstitüsü Akşam Konuşmacısı gibi giyinmiş. Tavırları bilge, büyük bir adam ile ayan beyan seçilen ürkek, mahcup, kendinin bilincinde bir sonradan görme hali arasında olağanüstü değişkenlik gösteriyor. Yüzünde tek bir renk yok, başı öne çıkık ve o tuhaf, küçük, koyu kehribar gözleri sinsice etrafını tarayıp şöhretini tartıyor. Giysileri tam oturuyor ama yine de onları hazır almış gibi görünüyor. Hâlâ mırıldanarak konuşsa bile kendinden eminliği belli belirsiz de olsa hissediliyor. Banghurst azıcık konuşmaya başlasa içgüdüsel olarak grupların arkasına geri dönüyor. Banghurst’ün çimenliğini geçtiğinde biri onu biraz nefes nefese ve güçsüz soluk yumruklarını sıkarken görüyor. Onunki bir gerginlik hali – korkunç bir gerginlik. Ve o, Tüm Zamanların En Büyük Kâşifi – Tüm Zamanların En Büyük Kâşifi! İnsanları bu kadar çok etkileyen, herifin işlerin buralara kadar gelmesini asla ama asla beklemiyor olması. Banghurst büyük avını her yerde, enerjik şekilde takdim ediyor. Yemin ederim daha motor bile bitmeden herkesi çimenliğe getirmiş olacak. Dün Başbakan’ı bile ağına düşürmeyi başardı. Başbakan, çok yaşasın, ilk bakışta oradakilerden daha seçkin görünmüyordu. Düşünebiliyor musun? Filmer! Bizim silik, pasaklı Filmer, İngiliz biliminin ihtişamı oldu! Düşesler onun etrafına toplanıyor. Düşesler demişken, bugünlerde önemli leydinin ne kadar etkileyici olduğunu fark ettin mi? Güzel, göz kamaştırıcı leydiler, güzel ve duru sesleriyle, ‘Ah, Bay Filmer, bunu nasıl başardınız?’ diyor.

Büyük şeyler başarmanın kıyısındaki basit adamlar buna cevap veremeyecek kadar soğuk davranır. İnsan, röportajlarındaki gibi, ‘Sevgiyle ve bolca çabayla madam, bilmiyorum ama belki biraz özel yetenek de gerekiyor olabilir,’ gibi bir yanıt bekliyor.”

Buraya kadar Hicks’in tasvirleri ile New Paper’ın fotoğraf eki yeterince uyuşuyor. Bir resimde makine nehirden aşağı sallanıyor ve karaağaçlardaki bir boşluktan aşağıdaki Fulham Kilisesi’nin kulesi görünüyor. Bir diğerindeyse, etrafı dünyanın en önemli, en güzel insanlarıyla sarılı Filmer, ana akülerin başında oturuyor, arka plandaki Banghurst ise mütevazı ama kararlı görünüyor. Bu ekip garip bir şekilde uyumlu. Yaşadığı skandallara ve otuz sekiz yaşında olmasına rağmen hâlâ güzelliğini koruyan Leydi Mary Elkinghorn, Banghurst’ün önünü neredeyse tamamen kapatarak düşünceli bir ifadeyle Filmer’a bakıyor; bir tek onun yüzünde kendilerini çeken kameranın varlığına dair bir ifade yok.

Hikâyenin dışarıdan görünen detayları bu kadar, ama sonuçta bunlar epey dışarıdan görünenler. İşin gerçek çıkarları hakkında net olmayan noktalar var. Filmer o sırada nasıl hissediyordu? Bu çok yeni ve modaya uygun frakın içinde duyduğu o tatsız hissin yoğunluğu neydi? Yarım penilik, altı penilik ve daha pahalı gazetelerde yer aldı ve tüm dünya tarafından “Tüm Zamanların En Büyük Kâşifi” olarak kabul edildi. Kullanılabilir bir uçan makine icat etmişti ve her gün Surrey tepelerinin arasında gerçek boyutlu model hazırlanıyordu. Hazırlıklar tamamlandığında, onu hem icat etmesi hem de bizzat yapmasının kaçınılmaz ve net bir sonucu olarak, dünyadaki herkes aynı varsayıma kapılmış gibiydi: Filmer gururla ve neşeyle icadına binecek, yükselip uçuşa geçecekti; bu beklentide olmayan tek bir kişi bile yoktu.

Ancak şimdi, böyle bir eylemdeki basit gurur ve neşenin Filmer’ın şahsi bünyesine uyumsuz olduğunu oldukça açık bir şekilde biliyoruz. O sırada kimsenin aklına gelmemişti, ama gerçek buydu. Teoride güvende olacağını bilse de yaklaşık üç yüz metre yükseklikte, hiçliğin içinde savrulmanın mide bulandırıcı, rahatsız edici ve tehlikeli bir şey olduğu fikrinin gün boyunca sürekli aklında döndüğünü rahatlıkla varsayabiliriz. Doktoruna yazdığı, her gece uykusuzluk çektiğinden şikâyet ettiği küçük bir nottan yola çıkarak bu düşüncenin, gecelerini de ele geçirdiğini farz etmek için iyi nedenlerimiz var. Tüm Zamanların En Büyük Kâşifi olduğu dönemde, bunu yaparken, altında kocaman bir boşluk olacağı gerçeği gözlerinin önüne gelmiş olmalı. Belki de gençliğinde bir ara çok yüksekten aşağı bakmış ya da aşırı rahatsız bir şekilde yere düşmüştü; belki de yanlış tarafta uyuma alışkanlığı, herkesin bildiği o tatsız düşme kâbusuyla sonuçlanmış ve ona bu dehşeti yaşatmıştı. Sebebi ne olursa olsun bu dehşetin gücünden artık en ufak bir şüphe kalmamıştı.

Görünüşe göre, daha önceki araştırma günlerinde bu uçma görevini hiç düşünüp tartmamıştı. Nihai hedefi makineydi, ama şimdi her şey bu nihai hedefin ötesine açılıyordu ve onu baş döndürücü bir girdaba sürüklüyordu. O bir kâşifti ve keşfini yapmıştı. Ama o bir Uçan Adam değildi ve ancak şimdi uçmasının beklendiğini açıkça algılamaya başlamıştı. Zihni her ne kadar bunlarla dolu olsa da, son raddeye kadar hiçbir şey belli etmedi ve bu arada Banghurst’ün muhteşem laboratuvarlarına gidip geldi, röportaj verdi ve rağbet gördü, iyi kıyafetler giydi, güzel yemekler yedi ve zarif bir apartman dairesinde yaşadı. Onun gibi birinden bekleneceği üzere, açlık çektiği yıllarda eksikliğini ziyadesiyle hissettiği bu denli bol, güzel, erdemli bir şöhret ve başarının tadını çıkarıyordu.

Bir süre sonra Fulham’daki haftalık davetler sona erdi. Model, bir gün, Filmer’ın yönlendirmesine yanıt vermekte bir an için başarısız olmuştu ya da bir başpiskoposun iltifatlarıyla dikkati dağılmıştı. Her halükârda, başpiskopos tıpkı kitaplardaki başpiskoposlar gibi Latince bir alıntıya başlamışken modelin burnu biraz fazla dik bir şekilde havaya yükselip Fulham Yolu’nda bir atlı arabanın üç metre yakınına düştü. Belki bir an için havada kaldı, hem afallamış hem de izleyenleri afallatmıştı. Sonra düştü, paramparça oldu ve bu sırada arabayı çeken atı öldürdü.

Filmer, başpiskoposun iltifatlarının sonunu duyamadı. Ayağa kalktı ve icadı görüş alanından çıkıp uzaklaşırken ona baktı. Uzun, beyaz elleri hâlâ işe yaramaz aparatı tutuyordu. Başpiskopos, onun gökyüzüne bakışını bir başpiskoposa yakışmayan bir endişeyle izledi.

Çok geçmeden duyulan çakılma sesi, bağırışlar ve yoldan gelen gürültü, Filmer’ın gerginliğini aldı. “Tanrım!” diye fısıldadı ve oturdu.

Neredeyse herkes makinenin nerede kaybolduğunu görmeye çalışıyor ya da evlerine koşuyordu.

Bu kazanın ardından büyük makinenin yapımı çok daha hızlı ilerledi. Yapım aşamasına başkanlık eden Filmer, her zaman biraz yavaş ve çok dikkatliydi, aklında her zaman büyüyen bir meşguliyet vardı. Cihazın gücü ve sağlamlığına gösterdiği özen olağanüstüydü. Bir bölümle ilgili en ufak bir şüphe duyduğunda, o şüpheli kısım değiştirilinceye kadar her şeyi erteledi. Kıdemli asistanı Wilkinson, bu gecikmelerin bazılarına kızdı ve çoğunlukla gereksiz oldukları konusunda ısrar etti. Banghurst, New Paper’da Filmer’ın sabırlı tavrını överken, karısıyla yalnız kaldıklarında bu konu hakkında ağız dolusu küfürler ediyordu. İkinci asistan MacAndrew, Filmer’ın bilgeliğini tasvip ediyordu. MacAndrew, “Bir fiyasko olmasını istemiyoruz, dostum. Mükemmel bir şekilde tavsiyede bulunuyor,” diyordu.

Ve ne zaman bir fırsat çıksa Filmer, Wilkinson ve MacAndrew’a uçan makinenin her parçasının tam olarak nasıl kontrol edilip çalıştırılacağını açıklardı, böylece sonunda zamanı geldiğinde aslında onun kadar yetenekli ve hatta daha yetenekli olacaklardı.

Şimdi düşünüyorum da, eğer Filmer bu aşamada tam olarak ne hissettiğini tanımlamayı ve yükselişi konusunda kesin bir çizgi çizmeyi uygun görmüş olsaydı, bu acı verici sınavdan kolaylıkla kurtulabilirdi. Eğer bu konuda net bir fikri olsaydı, sonsuz şeyler yapabilirdi. Kuşkusuz ki kalbinde, midesinde ya da akciğerinde bir rahatsızlığın uçmasına engel olduğunu ispatlayacak bir uzman bulmakta hiç sıkıntı yaşamazdı. Böyle bir yola başvurmamasına hâlâ şaşırıyorum. Yeterince cesur olsaydı, böyle bir şeyi yapmaya niyetlenmediğini tane tane ve kararlılıkla açıklayabilirdi de. Ama gerçek şu ki, korku zihnini büyük ölçüde sarmasına rağmen, olay hiçbir şekilde keskin ve net değildi. Tüm bu süre boyunca, fırsat geldiğinde kendini buna eşit bulacağını söyleyip durduğunu düşünüyorum. Sanırım bu süreç boyunca kendine zamanı geldiğinde bunu başarabileceğini söyleyip durdu. Ciddi bir hastalığa yakalansa da kendini biraz keyifsiz hissettiğini söyleyen, yakında iyileşeceğini düşünen o insanlar gibiydi. Bu arada, makinenin tamamlanmasını erteledi ve onu uçuracağı varsayımının etrafında kök salmasına ve fazlasıyla gelişmesine izin verdi. Cesaretinden dolayı ileriye dönük iltifatları bile kabul etti. Gizli endişelerini bir yana bırakırsak tüm bu övgülerin, üstünlüğün ve yaygaranın ona tatlı, hatta sarhoş edici bir ilaç gibi geldiğine şüphe yok.

Leydi Mary Elkinghorn, işleri onun için biraz daha karmaşık hale getirdi. Meselenin nasıl başladığı Hicks için tükenmez bir spekülasyon konusuydu. Muhtemelen başlarda Leydi Mary Elkinghorn o yansız yanlılığıyla ona biraz fazla “nazik” davranmıştı, belki de kadının gözünde Filmer gibi yarattığı canavarı gökyüzünde dilediğince dolaştırarak bariz biçimde göze çarpan biri, Hicks’in kabul edemeyeceği kadar ayrıcalıklı biriydi. Sonuçta her nasılsa belli ki bir şekilde baş başa uygun bir an yakalamışlar ve büyük kâşif, cesaretini toplayarak biraz kişisel şeyler mırıldanmış ya da söyleyivermişti. Nasıl başlamış olursa olsun, bu ilişki başlamıştı ve Leydi Mary Elkinghorn’un hayatından eğlence malzemesi çıkarmaya alışmış bir dünyada artık duyulur hale gelmişti. Bu, işleri karmaşıklaştırdı, çünkü Filmer’ınki gibi bakir bir zihindeki aşk durumu, korktuğu tehlikeyle yüzleşme kararlılığını yeterince olmasa da kayda değer bir miktarda kamçılamış, aslında doğal ve anlayışla karşılanacak bahane bulma girişimlerinin önünü kesmişti.

Leydi Mary’nin Filmer için ne hissettiği ve onun hakkında ne düşündüğü spekülasyon konusu olmaya devam ediyor. Otuz sekiz yaşında bir insan çok şey biliyor olabilir ve yine de tamamen bilge olmayabilir; hayal gücü, cazibe yaratmada ve imkânsızı gerçekleştirmede hâlâ yeterince aktif olarak işlev görür. Leydi Mary’ye göre Filmer çok gözde biriydi ki bu her zaman önemlidir, ayrıca en azından havacılık konusunda benzersiz yetenekleri var gibiydi. Modelin yapımında gösterdiği performans, güçlü bir büyünün dokunuşuna sahipti ve kadınlar, mantıksız da olsa, bir erkek herhangi bir konuda güç sergilediğinde onun güçlü olduğunu farz etme eğilimindedir. Durum böyle olunca Filmer’ın tarzında ve görünümünde iyi olmayan şeyler, ek bir değer haline geldi. Alçakgönüllüydü, gösterişten nefret ederdi, ancak GERÇEK niteliklerin gerekli olduğu bir fırsat verildiğinde, o zaman herkes görecekti!

Müteveffa Bayan Bampton, Filmer’ın her şey düşünüldüğünde daha çok bir “pislik” olduğu fikrini Leydi Mary’ye iletmenin akıllıca olduğunu düşündü. Leydi Mary, oldukça sakin bir dinginlikle, “Kesinlikle daha önce tanıştığım türden bir adam değil,” dedi. Ve Bayan Bampton, bu dinginliğe hızlı, belli belirsiz bir bakış attıktan sonra, Leydi Mary’nin bugüne kadar kendisinden beklenebilecek her şeyi yaptığına kanaat getirip susmuş ama diğer insanlara çok daha fazla şey söylemişti.

Sonunda, gereksiz hiçbir telaşa veya uygunsuzluğa mahal vermeden, vakit gelip çattı. Banghurst’ün, halkına hatta dünyaya nihayet uçma şerefine erişileceği sözünü verdiği büyük gün gelmişti. Filmer, şafağın söktüğünü gördü. Karanlıkta bile gökyüzüne bakmış, yıldızların solmasını ve sonunda gri ve inci pembelerinin yerini güneşli, bulutsuz bir günün berrak mavi gökyüzüne bırakmasını izlemişti. Banghurst’ün Tudor mimarisi tarzında inşa edilmiş evinin yeni yapılmış kanadındaki yatak odasının penceresinden dışarıyı izliyordu. Yıldızlar sönüp nesnelerin şekilleri sınırsız karanlığın içinden doğdukça, yeşil çardağın yakınındaki kayın ağaçlarının ötesindeki parkta yapılan şenlik hazırlıklarını daha da belirgin şekilde görmüş olmalı. Seçkin seyircilere ayrılan üç tribün, alanı çevreleyen boyasız ve yeni çitler, kulübeler, atölyeler; Banghurst’ün zaruri kabul ettiği Venedik tarzı direkleri ve esintisiz şafakta hareketsiz duran siyah bayraklar ve tüm bunların ortasında brandayla kaplı harika bir şekil… Bu nesne insanlık için garip ve korkunç bir işaret; tüm dünyaya yayılması, genişlemesi tüm işleri değiştirip hükmetmesi kaçınılmaz bir başlangıçtı, ancak Filmer’ın onu kendi dar ve kişisel penceresi dışında değerlendirdiği şüpheli. Birkaç kişi onun erken saatlerde volta attığını duydu – çünkü bu geniş ev, insan toplamayı iyi bilen bir editör tarafından konuklarla doldurulmuştu. Ve saat beşte, Filmer odasından çıktı. Uyuyanlarla dolu evden dalgın dalgın çıkarak, çoktan güneş ışığı, kuşlar, sincaplar ve alageyiklerle canlanmış parka gitti. Aynı zamanda onun gibi erken kalkan MacAndrew, onunla makinenin yanında karşılaştı ve birlikte gidip makineye bir göz attılar.

Banghurst’ün ısrarlarına rağmen o gün Filmer’ın kahvaltı yapıp yapmadığı şüpheli. Konukların bir kısmı toplanmaya başlar başlamaz odasına çekilmiş gibi görünüyor. Ondan sonra, muhtemelen Leydi Mary Elkinghorn’u orada gördüğü için, saat yaklaşık on bir gibi bir çalılığın içine girdi. Bir aşağı bir yukarı yürüyordu, eski okul arkadaşı Bayan Brewis-Craven’la sohbet ediyordu ve Filmer ikinci hanımla daha önce hiç tanışmamış olmasına rağmen onlara katıldı ve bir süre yanlarında yürüdü. Leydi Mary’nin üstün iletişim yeteneğine rağmen birkaç kez sessizlik oldu. Durum zordu ve Bayan Brewis-Craven bu zorluğu kavrayamadı. “Aklıma geldi,” dedi daha sonrasında kendisiyle çelişerek. “Bana anlatmak istediği bir derdi varmış ve en çok ihtiyaç duyduğu şey, birinin ona konuşmasında yardım etmesiymiş gibi geldi. Mutsuz görünüyordu. Ama daha sorunun ne olduğunu bilmeden kim ona nasıl yardım edecekti?”

Saat on bir buçukta dış parktaki halka açık alanlar tıklım tıklım doluydu, dış parkı çevreleyen kemer boyunca aralıklı olarak at arabaları durup kalkıyordu ve ev partisi için gelenler çimenlik, çalılık ve iç parkın köşelerine yayılmıştı. Süslenip püslenip gelmiş yığınla konuk, uçan makineyi görmeyi bekliyordu. Filmer, son derece ve bariz bir şekilde mutlu olan Banghurst ve Havacılık Derneği başkanı Sör Theodore Hickle ile üçlü bir grup halinde yürüdü. Bayan Banghurst, Leydi Mary Elkinghorn, Georgina Hickle ve Dean of Stays ile çok yakındı. Banghurst iriyarıydı ve bol bol konuşuyordu. Bıraktığı boşluklar Hickle tarafından Filmer’a yapılan övgü dolu sözlerle dolduruldu. Ve Filmer ise, vermek zorunda kaldığı cevaplar dışında, hiçbir şey söylemeden aralarında yürüdü. Arkalarında da Bayan Banghurst, yüce ruhban takımına duyduğu, on yıllık sosyal yükseliş ve itibarın bile dindiremediği heyecanlı ilgiyle başrahibin takdire şayan münasiplik ve düzgünlükteki konuşmasını dinliyordu. Leydi Mary ise şüphesiz tüm dünyanın paylaştığı eksiksiz bir güvenle, daha önce benzerine hiç rastlamadığı bu adamın çökük omuzlarını izliyordu.

Ana grup, parti çitlerini görünce bir miktar tezahürat yaptı ama bu ne uyumlu ne de canlandırıcı bir tezahürattı. Filmer, arkalarındaki hanımların mesafesini ölçmek için omzunun üzerinden aceleyle baktığında ve evden ayrıldığından beri ilk defa kendi fikrini beyan etmeye karar verdiğinde, cihazın elli metre yakınındaydılar. Sesi biraz boğuktu ve ilerlemeyle ilgili cümlenin ortasında Banghurst’ü kesti.

“Banghurst, bence…” dedi ve durdu.

“Evet,” dedi Banghurst.

“Keşke…” Dudaklarını ıslattı. “Kendimi iyi hissetmiyorum.”

Banghurst durdu. “Ne?” diye bağırdı.

“Tuhaf bir duygu.” Filmer devam etmek istedi ama Banghurst hareketsizdi. “Bilmiyorum. Bir dakika içinde daha iyi olabilirim. Ben yapmazsam – belki… MacAndrew…”

“Kendini iyi hissetmiyor musun?” dedi Banghurst ve adamın bembeyaz yüzüne baktı.