Kitabı oku: «Uzay ve Zaman Hikayeleri»
Kristal Yumurta
Bir yıl öncesine kadar, Seven Dials’ın yanında, üzerinde eskimiş sarı harflerle “C. Cave, Natüralist ve Antika Eşya Satıcısı” yazan küçük ve eski görünümlü bir dükkân vardı. Vitrinindeki eşyaların çok çeşitli olması insana garip geliyordu. Vitrinde bir miktar fildişi, eksik parçalı bir satranç seti, boncuklar, silahlar, bir kutu göz, iki kaplan ve bir insan kafatası, birkaç eski (güveler tarafından yenmiş) doldurulmuş maymun (birinin elinde bir fener var), eski bir dolap, sineklenmiş bir devekuşu yumurtası, olta takımları ve aşırı derecede kirli, boş, cam bir akvaryum vardı. Bu hikâyenin başladığı anlarda, yumurta şekli verilmiş ve büyük bir ustalıkla parlatılmış kocaman bir kristal de vitrinde duruyordu. Aynı zamanda vitrindeki bu kristale bakan iki adam vardı. Biri uzun, zayıf bir rahip; diğeri kara sakallı, esmer tenli ve gayet mütevazı kıyafetler giymiş genç bir adam. Esmer genç, büyük bir hevesle konuşuyor ve arkadaşının o eşyayı alması konusunda çok istekli görünüyordu.
Bu sırada sakalında hâlâ çay seremonisinden kalan ekmek kırıntıları ve tereyağı1 olan Bay Cave dükkânına geldi. Bu iki adamı ve ilgili oldukları nesneyi görünce hemen yüzü düştü. Omzunun üstünden suçlu suçlu bakarken yavaşça kapıyı kapattı. Bay Cave, tuhaf ve soluk mavi gözleriyle solgun bir yüzü olan ufak tefek bir ihtiyardı; saçları kirli griydi. Eski püskü mavi bir redingot, yine fazlasıyla eski ipekli kumaştan bir şapka ve yırtık pırtık bir ev ayakkabısı giyiyordu. Konuşan iki adamı izlemeye devam etti. Rahip elini cebinin en dibine kadar soktu, çıkardığı bir avuç dolusu parayı inceleyerek hoş bir gülümsemeyle dişlerini gösterdi. İçeri girdiklerinde Bay Cave daha da gergin görünüyordu.
Rahip lafı uzatmadan kristal yumurtanın fiyatını sordu. Bay Cave endişeli bakışlarla salona açılan kapıyı gözlerken “Beş pound,” dedi. Rahip, arkadaşına ve Bay Cave’e fiyatın çok yüksek olduğunu söyleyerek karşı çıktı (aslında bu fiyat, yumurta eline ilk geçtiğinde Bay Cave’in satmayı düşündüğü fiyattan çok daha fazlaydı) ve bunu bir pazarlık çabası takip etti. Çıkış kapısının yanına giden Bay Cave kapıyı açık tutarak kendini faydasız bir tartışmadan kurtarmak ister gibi “Beş pound son fiyattır,” dedi. Bu sırada, salona açılan kapının camındaki panjurların üstünde, sadece yüzünün üst kısmı gözüken bir kadın belirdi ve müşterileri merakla izlemeye başladı. “Beş pound son fiyattır,” dedi Bay Cave yine titreyen bir sesle.
Bay Cave’i hevesle izleyen esmer genç adam şimdiye kadar tartışmanın dışında kalmıştı. Artık konuşmaya karar verdi. “Ver işte beş poundu,” dedi. Rahip ciddi olup olmadığını anlamak için baktı ona. Tekrar Bay Cave’e döndüğünde ise yüzünün bembeyaz olduğunu fark etti. “Hiç de az bir para değil,” dedi rahip ve elini cebine attığında otuz şilinden biraz fazla parası olduğunu fark ederek aralarında kayda değer bir samimiyet olduğu belli olan arkadaşına yöneldi. Bu da Bay Cave’e kafasını toplaması için bir fırsat verdi, tedirgin bir tavırla aslında kristalin tam olarak satılık olmadığını açıklamaya çalıştı. İki müşteri doğal olarak şaşırmıştı ve bunu neden pazarlık yapmadan önce söylemediğini sordular. Bay Cave’in kafası biraz karışmıştı ama yine de hikâyesine devam etti. Kristal için aslında muhtemel bir alıcı zaten vardı. İki müşteri anlatılanların, fiyatı daha da artırma uğraşı olduğunu düşünerek gidiyormuş gibi kapıya yöneldiler. Ancak tam o sırada salonun kapısı açıldı, panjurların üstünden görünen koyu renkli kâküllerin ve küçük gözlerin sahibi içeri girdi.
İçeri giren iri yapılı, şişman bir kadındı. Bay Cave’den daha genç ve çok daha cüsseliydi; ağır ağır yürüyordu ve yüzü kıpkırmızıydı. “Kristal satılık,” dedi, “ve beş pound da onun için yeterince iyi bir fiyat. Bir centilmenin teklifini kabul etmeyerek ne yapmaya çalıştığını anlamıyorum Cave!”
Bu müdahale Bay Cave’i fazlasıyla tedirgin etti. Eşine gözlük çerçevesinin üzerinden sinirli bir bakış attı ve güvensiz bir tavırla kendi işini kendi bildiği yöntemle yapmaya hakkı olduğunu ileri sürdü. Derken bir tartışma başladı. İkili Bay ve Bayan Cave’in tartışmasını ilgiyle, biraz eğlenerek ve zaman zaman yaptıkları önerilerle Bayan Cave’e yardım ederek izledi. Bay Cave, kristali o sabah sattığıyla ilgili karmakarışık ve kulağa pek mümkün gelmeyen hikâyesinde ısrar ediyordu ve endişesi artık acı verici boyutlara ulaşmıştı. Ne var ki ısrarından vazgeçmiyordu. Bu ilginç anlaşmazlığı bitiren kişi, esmer genç adam olmuştu. Sabah geldiği iddia edilen alıcılara da adil davranmak adına iki gün sonra tekrar gelmeyi teklif etmişti. “Yine de teklifimizi sunmalıyım,” dedi rahip, “Beş pound.” Bayan Cave eşi adına özür dileyerek bazen onun “biraz tuhaf” olduğunu açıklamaya çalıştı. İki müşteri çıkarken Bay ve Bayan Cave olay üzerinde müşteriler olmadan tartışmaya hazırlanıyorlardı.
Bayan Cave, kocasıyla konuşurken tuhaf bir telaş içerisindeydi. İçini dolduran hislerin etkisiyle titreyen zavallı adam kendi anlattığı hikâyelerin arasında kaybolmuştu. Bir taraftan halihazırda başka müşterisinin olduğunu savunurken diğer taraftan kristalin aslında on gine edeceğini iddia ediyordu. “O zaman ne diye beş pound istedin ki?” dedi eşi. “Kendi işimi bildiğim gibi yapmama izin ver!” dedi Bay Cave de karşılık olarak.
Bay Cave’in onunla birlikte yaşayan bir üvey kızı ve üvey oğlu vardı. Akşam yemeğinde olay tekrar tartışıldı. Masadaki kimsenin Bay Cave’in çalışma yöntemleri hakkında pek bir fikri yoktu ve bu tartışma çok aptalca gözüküyordu.
“O kristali daha önce reddetmesi benim fikrimdi,” dedi on sekiz yaşındaki uzun bacaklı ve sert üvey oğul.
Tartışmayı çok seven yirmi altı yaşındaki üvey kız ise, “Ama bu seferki beş pound!” dedi.
Bay Cave berbat cevaplar veriyordu, kendi işini en iyi kendisinin bileceği gibi inandırıcı olmayan iddialar zırvalıyordu. Aile, Bay Cave’in yemeğini yarım bırakıp alev alev kulakları ve öfke gözyaşlarıyla dükkânı kapatmayı bahane ederek kaçmasına sebep oldu. Neden kristali bu kadar uzun süre vitrinde bırakmıştı ki? Ne kadar aptalcaydı! Bu, kafasındaki en büyük sorundu. Bir süre satışın kaçınılmaz olduğunu düşündü.
Akşam yemeğinden sonra üvey kızı ve üvey oğlu hazırlanıp dışarı çıktılar, eşi de kristalin ticari yönü üzerine düşünmek için üst kata çıktı. Bay Cave de dükkândaydı ve güya süs balıklarına taşlı kutular yapmak için, ama aslında daha sonra anlatılması daha uygun olacak özel bir amaç için geç saatlere kadar orada kaldı. Bir sonraki gün Bayan Cave kristalin esas yerinde olmadığını, birkaç ikinci el kitabın arkasında durduğunu fark etti ve onu daha göze çarpan bir yere koydu. Bir gün önceki tartışmanın verdiği baş ağrısı onu isteksizleştirmişti, o da bu konu hakkında kocasıyla daha fazla tartışmadı. Bay Cave her zaman isteksizdi. Sıkıcı bir gündü. Bay Cave her zamankinden daha düşüncesiz ve asabiydi. Öğleden sonra eşi her günkü uykusundayken Bay Cave vitrindeki kristali tekrar oradan aldı.
Bir sonraki gün Bay Cave’in araştırma amacıyla tıp okuluna küçük köpekbalıkları götürmesi gerekiyordu. Onun yokluğunda Bayan Cave, yine kristali ve kristalin satışıyla gelecek beş poundu nereye harcayacağını düşünüyordu. Çoktan kendisi için yeşil ipek bir elbise ve Richmond’a bir gezi gibi birçok harcama tasarlamıştı. Tam o sırada ön kapıya bağlı olan çanın çalması onu düşüncelerinden ayırdı. İçeri giren müşteri dün verdiği kurbağa siparişinin eline ulaşmamasından şikâyet eden bir sınav eğitmeniydi. Bayan Cave kocasının işinin bu yönünden pek hoşlanmıyordu. Kavgacı bir tavırla (ona sorarsanız tamamen kibardı) çıkışan müşteri kısa bir tartışmadan sonra dükkândan ayrıldı. Daha sonra Bayan Cave’in gözü doğal olarak, beş poundun ve hayallerinin teminatı olan kristali aradı. Ancak onu bulamayınca dehşete düştü.
Dolabın arkasında, bir önceki sefer bulduğu yere baktı, orada değildi. Bayan Cave hemen bütün dükkânı aramaya başladı.
Bay Cave, köpekbalıklarıyla ilgili işini halledip dönünce (öğleden sonra ikiye çeyrek kala civarı) işyerini karışıklık içinde, eşini fazlasıyla bıkkın ve kasanın arkasında dizlerinin üzerine çökmüş halde buldu. Kapıdaki çan çalınca, Bayan Cave’in sinirden kıpkırmızı olmuş yüzü kasanın üzerinden gözüktü. Ve birden Bay Cave’i “onu saklamakla” suçladı.
“Neyi saklamışım?” diye sordu Bay Cave.
“Kristali!”
O an Bay Cave de çok şaşırmış bir halde vitrine doğru hızla yürüdü. “Burada değil mi?” dedi. “Aman Tanrım! Ne olmuş olabilir?”
Tam o anda Bay Cave’in üvey oğlu içerideki odadan dükkâna girdi, Bay Cave’den bir dakika kadar önce dükkâna gelmişti ve sürekli küfrediyordu. Yolun aşağısındaki ikinci el mobilya dükkânında çırak olarak çalışıyordu ama yemeklerini evde yiyordu. Yemeğin hazır olmadığını görünce doğal olarak sinirlenmişti.
Kristalin kaybolduğunu duyunca yemeği unuttu ve annesine olan öfkesini bu kez üvey babasına yöneltti. Tabii ki akla gelen ilk şey kristali onun kaybettiğiydi. Ama Bay Cave, çok net bir şekilde, kristale ne olduğu hakkında hiçbir fikrinin olmadığını söyledi (kendisinin de ne kadar şaşırdığını açıkça belirtti). Sonunda o da önce eşini sonra da üvey oğlunu, kristali satıp parayı da kendine saklamak için çalmakla suçladı. Böylece Bay Cave’i sinir krizi ve etrafa zarar verme isteği arasında tuhaf bir çizgiye getiren hırçın ve duygusal bir tartışma başlamış oldu. Yine bu yüzden üvey oğul öğleden sonra mobilyacıdaki işine yarım saat geç kalmıştı. Bay Cave de içeriye giden eşinin duygusal bunalımlarından dükkânda durarak kaçıyordu.
Akşam olduğunda tartışma, daha az hırçın bir biçimde ve üvey kızın denetimi altında olsa da hâlâ devam ediyordu. Akşam yemeği çok mutsuz geçti ve acı verici bir şekilde sonuçlandı. Bay Cave sonunda olağanüstü öfkesini dışavurdu ve ön kapıyı şiddetle açarak dışarı çıktı. Bay Cave’in yokluğunun verdiği özgürlükle durumu değerlendiren üçlü, kristali bulma umuduyla evin her köşesini aradı.
Ertesi gün iki müşteri tekrar uğradı. Bayan Cave tarafından neredeyse gözyaşlarıyla karşılandılar. Görünüşe göre hiç kimse onun bu evlilikte çektiklerini hayal bile edemezdi. Hatta kristalin kayboluşunun kendi bakış açısından bir açıklamasını bile yaptı. Rahip ve genç adam sessizce birbirlerine bakıp güldüler ve durumun gerçekten olağandışı olduğunu söylediler. Ancak Bayan Cave iki müşteriye bütün hayat hikâyesini anlatmaya hazır göründüğünden bir an önce gitmek istediler. Bunun üzerine hâlâ küçük bir umudu olan Bayan Cave, daha sonra Bay Cave’den bir şeyler öğrenebilirse iletişime geçmek için rahibin adresini aldı. Ne var ki aldığı adresi kaybetti. Kendisi de adrese dair hiçbir şey hatırlayamadı.
Aynı günün akşamında Cave ailesi, yaşananlardan ötürü çok yorulmuş haldeydi ve tüm öğleden sonra dışarıda olan Bay Cave de önceki günlerin ateşli tartışmalarına tam zıt, kasvetli bir yalnızlıkla yemeğini yiyordu. Cave evinde bir süreliğine gergin bir hava hüküm sürdü ama ne bu gerginliğe sebep olan kristal ne de müşteriler tekrar göründü.
Olayları incelemeye başlamadan önce Bay Cave’in bir yalancı olduğunu kabul etmeliyiz. Cave, kristalin nerede olduğunu gayet iyi biliyordu. St. Catherine Hastanesi’nde asistan olan Bay Jacoby Wace’in Westbourne Sokağı’ndaki odasındaydı. Bir sürahi Amerikan viskisinin yanında, üzerine yarım yamalak örtülmüş siyah kadife bir kumaşla komodinde öylece duruyordu. Kristali köpekbalıklarının torbasına saklayarak buraya getirmişti Bay Cave, sonra da kendisi gelip alana kadar saklaması için sıkıştırmıştı genç araştırmacıyı. Bay Wace başta biraz kararsızdı. Bay Cave’le tuhaf bir ilişkisi vardı. Bay Wace, tuhaf insanları severdi ve ihtiyar adamı birkaç kez sigara ve içki içmeye çağırmıştı. Genel olarak hayat ve bazen de eşi hakkındaki komik fikirlerini paylaşmıştı. Bay Cave’in evde olmadığı birkaç sefer Bayan Cave’i de görmüştü Bay Wace. Bay Cave’in sürekli karşılaştığı sorunları biliyordu ve durumu biraz değerlendirdikten sonra kristali saklamayı kabul etti. Bay Cave de kristale olan bu büyük sevgisinin sebebini daha geniş bir zamanda ayrıntılarıyla açıklayacağına söz verdi. Şimdilik sadece içinde birtakım görüntüler olduğundan bahsetmişti. Aynı günün akşamı tekrar Bay Wace’i ziyarete gitti.
Karmakarışık bir hikâye anlattı. Başka bir antikacının haciz satışında görmüştü kristali. Ne kadar değerli olabileceğini bilmeden on şilin vermişti. Yine on şilin fiyat biçerek satışa sundu kendisi de. Kristal birkaç ay vitrinde bekledi. Bay Cave tam da kristalin fiyatını düşürmeye karar vermişken hayret verici bir şey keşfetti.
O sıralarda sağlığı pek yerinde değildi (bütün bu olaylar esnasında da sağlığının pek iyi olmadığını akılda bulundurmak gerekiyor). Eşinden ve üvey çocuklarından gördüğü kötü muamele ve umursamazlık da onu iyice strese sokmuştu. Eşi kibirli, duygusuz ve müsrif bir insandı. Ayrıca son zamanlarda tek başına içki içmeyi çok sever olmuştu. Üvey kızı kaba ve ukalaydı, üvey oğlu ona karşı beslediği nefreti her fırsatta gösteriyordu. İşinin gerektirdikleri de ağır bir yük oluyordu üzerinde. Ayrıca anlattıklarının ara sıra tutarsızlaştığını da fark etmişti Bay Wace. Bay Cave, hayata gayet rahat başlamıştı, iyi eğitim almış bir adamdı ve bazen haftalarca melankoli ve uykusuzlukla mücadele etmek zorunda kalıyordu. Düşünceleri dayanılmaz bir noktaya gelince, ailesini rahatsız etmekten korkarak sessizce karısının yanından kalkar ve evin civarında dolaşırdı. Ağustos ayının sonlarında gece saat üç sularında yine böyle dolaşırken şans onu dükkâna sokmuştu.
Küçük ve kirli dükkân, ilginç bir ışığın saçıldığı bir yer haricinde kapkaranlıktı. Yaklaştığında ışığın kaynağının pencereye karşı duran tezgâhın köşesindeki kristal yumurta olduğunu gördü. Kepenklerdeki çatlaktan ince bir ışık huzmesi içeriye, kristalin üstüne vuruyordu ve görünüşe göre içini tamamen dolduruyordu.
Gördüklerinin gençliğinde öğrendiği fizik kurallarına uymadığını düşündü Bay Cave. Işık dalgalarının kırılıp kristalin içinde toplanmasını anlayabiliyordu ama bu kadar yayılması, bildiği fizik kurallarına uymuyordu. Kristale iyice yaklaştı, içini ve etrafını, gençken daha etkili olan bilimsel merakının geçici olarak yeniden canlanmasıyla dikkatlice inceledi. Kristaldeki ışığın sabit durmak yerine sanki parlak bir çeşit buhardan oluşmuş içi boş bir cisim gibi gözüken yumurtanın içinde burularak hareket etmesi onu iyice şaşırtmıştı. Farklı açılar elde etmek için kristalin etrafında dolaşırken kristalle ışık kaynağının arasına girmiş olmasına rağmen hâlâ ışık saçıldığını fark etti. Fazlasıyla afallamış bir şekilde kristali ışığın vurduğu yerden alıp dükkânın en karanlık köşesine götürdü. Dört ya da beş dakika daha parladıktan sonra yavaş yavaş zayıflayarak söndü. Tekrar zayıf gün ışığının vurduğu noktaya koyduğunda ise parlaklığı, neredeyse anında tamamen geri gelmişti.
En azından şimdilik Bay Wace, Bay Cave’in olağanüstü hikâyesinin doğruluğunu test edebilmişti. Kendisi de kristali birçok kez ışığa tutmuş, daha sonra kadifeyle üstünü örtüp ışığı kestiğinde fosforluymuş gibi ışıldadığını görmüştü. Ama görünüşe göre bu parlaklık özel bir tür parlaklıktı ve her göze aynı görünmüyordu; Bay Harbinger (Pasteur Enstitüsü’yle bağlantılı her bilim okuru bu ismi tanıyacaktır) herhangi bir ışık göremiyordu. Bay Wace’in bu durumdan çıkarabileceği anlam Bay Cave’inkiyle kıyaslanamazdı. Bay Cave’de bile güç her an aynı değildi; görüşünün en çok canlandığı zamanlar, aşırı derecede zayıf hissettiği ya da yorgun olduğu anlara denk geliyordu.
Kristaldeki bu ışık Bay Cave’de ilginç bir hayranlık uyandırmıştı. Ruhunun yalnızlığını aptal bir yazının yapabileceğinden çok daha fazla etkiledi. O kadar ufak ve zevksiz bir dünyada yaşıyordu ki zevk alınabilecek bir şeylerin varlığını kabul etmek, onları kaybetme riskini göze almak gibi olurdu. Şafak vakti geldiğinde ve etraftaki ışık miktarı arttığında kristalin parlaklığını kaybetmeye başladığını fark etti. Bir süre kristalin içinde hiçbir şey göremedi. Sadece geceleri, dükkânın karanlık köşelerindeyken görebiliyordu.
Daha sonra sergilediği birkaç mineral için arka plan olarak kullandığı kadife kumaş geldi aklına. Kristalle birlikte bu örtünün altına girerek gündüz vakti bile kristalin parlak hareketlerini görebiliyordu artık. Karısı tarafından fark edilmemek için çok dikkatli hareket ediyordu, sadece öğleden sonra, kadın üst katta uyuyorken kasanın altındaki boşluğa girerek izliyordu kristalini. Ve bir gün yine kristali incelerken bir şey gördü. Sadece anlık bir görüntüydü ama yine de Bay Cave, kristalin ona geniş, ferah ve garip bir ülkenin görüntüsünü gösterdiğini düşündü. Kristali aynı şekilde döndürdü ve ışık kesildiğinde yine aynı görüntüyü gördü.
Bay Cave’in keşfinin bu noktadan sonraki bütün yanlarını anlatmak sıkıcı ve gereksiz olur. Bu yüzden bu kadarını söylemek yeterli: Işıkla yaklaşık 137 derecelik bir açıyla kristale bakıldığında geniş, acayip bir arazinin gayet net bir görüntüsü beliriyordu. Hiç de hayal gibi değildi. Işığın daha iyi olması görüntüyü gerçeğe daha da yakınlaştırıyordu. Hareket eden bir görüntüydü; aslında sadece bazı nesneler hareket ediyordu ama aynı gerçekmiş gibi yavaşça, düzenli bir şekilde. Gelen ışığın yönüne göre görüntü değişiyordu da. Oval bir camın arkasından etrafı seyrederken farklı yönleri görebilmek için camı döndürmek gibi düşünebilirsiniz.
Bay Wace’in söylediğine göre Bay Cave’in anlattıkları fazlasıyla gerçekti ve duygusallığın getirebileceği halüsinasyonlardan tamamen uzaktı. Ancak Bay Wace’in anlatılan durumu birçok kez taklit etmeye çalışmasına rağmen bu manzarayı pek de net göremediğini unutmamak gerek. İki adamın gördüğü manzaranın birbirinden çok farklı olduğu söylenebilir. Bay Cave için geniş bir manzara olan görüntü, Bay Wace için bulanık bir renk karmaşasıydı.
Bay Cave’in anlattığına göre manzara, geniş bir düzlüktü ve bu düzlüğü, bir kuledeymiş gibi yüksek bir yerden görüyordu. Düzlük, doğusunda ve batısında bulunan kocaman, kırmızımsı tepelerle bitiyordu. Bu kırmızımsı tepeleri daha önce gördüğü bir fotoğraftaki tepelere benzetti Bay Cave. Ancak Bay Wace’in bu fotoğrafı görmesi pek mümkün değildi. Tepeler, kuzeye ve güneye (yıldızlara bakarak yönleri anlayabiliyordu) neredeyse sonsuza kadar uzanıyor ve uzaktaki sisin içinde kayboluyordu. Doğudaki tepelere daha yakındı. Manzarayı ilk gördüğünde güneş, onların üzerinden doğuyordu ve güneş ile kendisi arasında, Bay Cave’in kuş olarak tanımladığı kalabalık bir şekiller topluluğu yükseliyordu. Altında binalardan oluşan kocaman bir küme bulunuyordu. Görünüşe göre bu binaların tam üstünden onlara bakıyordu ve görüntü kristalin kenarına yaklaşıp bulanıklaştıkça binalar da belirsizleşmeye başlıyordu. Parlak bir suyolunun yanında, tuhaf şekilleri olan, soluk, yosunumsu bir yeşil ve gri renklerden oluşan ağaçlar bulunuyordu. Kocaman ve çok güzel renkleri olan bir nesne de manzara boyunca uçuyordu. Bay Cave bu görüntüleri ilk gördüğünde panikleyip kristali hareket ettirmiş ve görüntüyü kaybetmişti. Kristali hangi doğrultuda tutması gerektiğini hatırlamadığından görüntüyü ikinci kere bulmak gerçekten çok zor olmuştu.
Bulanık görüntüler ve belki de manzarayı nasıl bulabileceği hakkında birkaç tecrübe edinmek haricinde hiçbir işe yaramayan bir hafta sonunda tekrar net bir görüntü yakalayabildi. Manzara eskisinden farklıydı. Ancak Bay Cave, daha sonraki incelemelerinin de gösterdiği gibi, aynı noktadan başka bir yöne doğru baktığı kanaatindeydi. Önceden çatısına üstten baktığı büyük binanın uzun cephesi artık daha gerideydi. Çatıyı tanıdı. Binanın bu cephesinde her şeyin mükemmel bir simetriye sahip olduğu devasa bir teras bulunuyordu. Terasın ortasında da belli aralıklarla, üzerinde güneş ışığını yansıtan minik nesneleriyle çok büyük olmasına rağmen fazlasıyla zarif direkler bulunuyordu. Bu küçük parlak nesnelerin önemini, manzarayı Bay Wace’e tarif edene kadar anlamamıştı Bay Cave. Hayal edilebilecek en lüks ve zarif bitki örtüsünden oluşan çalılıkların üstünde asılıydı teras. Çalılıkların ötesinde geniş bir çimenlik alan, bu alanda da böceklere benzeyen ama çok daha büyük yaratıklar vardı. Çimenliğin ötesinde de pembemsi taşların dizildiği bir geçit; onun arkasında da uzaktaki tepelerle paralel bir şekilde vadinin sonuna kadar uzanan, sık kırmızı otlarla çevrili, tertemiz bir nehir vardı. Gökyüzü, kocaman kuşlardan oluşan görkemli sürülerle doluydu. Nehrin karşısındaki yosun kaplı ağaçların arasında metalden yapılmış gibi görünen, parlak ve rengârenk binalar vardı. Ve birden manzara boyunca, bir kuşun kanat çırpmasına benzeyen bir hareketlenmeyle birlikte bir yüz, daha doğrusu bir yüzün üst kısmı, kocaman gözleriyle kristalin diğer tarafından Bay Cave’e bakıyormuş gibi belirdi. Karşısındaki gözlerin tamamen gerçek gibi görünmesi Bay Cave’i o kadar ürkütmüş ve etkilemişti ki kafasını yana uzatıp kristalin arkasında kimse olup olmadığına baktı. Kristalin dünyasında kendisini o kadar kaybetmişti ki kafasını kaldırdığında hâlâ dükkânının metil kokan, soğuk, karanlık köşesinde olduğuna inanamadı. Dikkati dağıldığı sırada kristal yavaşça söndü.
Bay Cave’in ilk izlenimleri bunlardı. Anlattığı hikâye ilginç bir şekilde herhangi bir abartı içermiyordu. Manzarayı ilk gördüğünden beri hayal gücü fazlasıyla etkilenmişti. Gördüğü detayları düşündükçe de bu ilginç diyara duyduğu merak arttıkça artıyordu. Artık işini ilgisizce yapıyor, sürekli kristali ve o muhteşem sahneyi düşünüyordu. Manzarayı ilk görüşünden birkaç hafta sonra da kristali almak isteyen iki müşteri gelmişti. Sundukları teklif cezbedici olsa da önceden anlattığım gibi bu tekliften bir kaçış yolu bulmuştu Bay Cave.
Bu durum Bay Cave’in sırrı olmakla beraber, merak edilmeyecek gibi de değildi. Sürekli gizlice yaklaşıp kurcalama isteği uyandırıyordu insanda, tıpkı yasak bahçeyi gözlemeye çalışan bir çocuk gibi. Ancak Bay Wace, genç bir araştırmacı için gayet berrak ve net bir zihne sahipti. Kristalin hikâyesi ve bu hikâyeyi destekleyen olağanüstü parıltıları kendi gözüyle görmüş olması Bay Wace’i tatmin etmeye yetmişti. O da konuya daha sistematik bir yaklaşım sergiledi. Bay Cave her zaman bu muhteşem manzarada gözlerini bayram ettirmek için fazlasıyla hevesliydi. Her akşam saat sekiz buçuktan on buçuğa, bazen de Bay Wace’in evde olmadığı zamanlar gün içinde gelirdi. Ayrıca pazar günleri öğleden sonra da gelirdi. Olaylar başladığından beri kristaldeki görüntünün nasıl oluştuğu ve kristale giren ışık yönünün manzaranın gözüktüğü yönle olan alakası hakkında bolca bilimsel not tutmuştu. Kristali, istediği açıdan küçük ışınları yansıtabileceği, üzerinde küçük delikler bulunan bir kutuya koymuş ve böylece incelemeyi kolaylaştırmıştı. Artık vadiyi istedikleri açıdan gözlemleyebiliyorlardı.
Bu olayları anlattığımıza göre, kristalin içindeki hayali dünyanın kısa bir açıklamasını yapabiliriz. İkilinin çalışma metodu her zaman şöyleydi: Bay Cave vadiyi izleyip gördüklerini Bay Wace’e söylüyor, Bay Wace de (bir bilim insanı olmanın kazandırdığı karanlıkta yazı yazabilme becerisiyle) söylenenleri kısaca not alıyordu. Kristal, parlaklığını kaybedince özel kutusuna konuyor, odayı aydınlatan ampul yakılıyordu. Bay Wace sorular soruyor, anlaması zor bazı noktalara açıklık getirmeye çalışıyordu. Başka hiçbir şey daha az hayal ürünü veya daha gerçek olamazdı.
Bay Cave’in dikkatini hemen, önceki incelemelerinde etrafta bolca bulunan kuş benzeri yaratıklar çekmişti. Daha sonraki incelemelerinde de gördüğü bu yaratıkların bir çeşit gündüz yarasası olduklarını düşünmüştü Bay Cave. Daha sonra da garip bir şekilde bu yaratıkların melek olabileceklerini düşündü. Bu düşüncenin sebebi, Bay Cave’in ikinci incelemesinde gördüğü gözlerdi. Kafaları yuvarlaktı ve insan kafasına çok benziyordu. Geniş, gümüş renginde ve tüysüz kanatları, yeni yakalanmış bir balığın pulları gibi parlıyordu. Ayrıca bir kuş veya yarasanın aksine kanatları, vücutlarından çıkan kavisli kemikleriyle tutturulmuş gibiydi. (Kavisli kemikleri olan kelebek kanatları, yapabileceğimiz en iyi tanım olurdu sanırım.) Vücutları küçüktü. Ağızlarının hemen altından çıkan, dokunaç benzeri iki uzuv bulunuyordu. Bay Wace için ne kadar akıl almaz gözükse de insan yapımı gibi duran kocaman yapılar ve vadiyi bu kadar muhteşem hale getiren o kocaman bahçe bu yaratıklara ait gibiydi. Bay Cave bu büyük yapıların kapılarının olmadığını, bunun yerine kolayca açılıp kapanabilen büyük, daire şeklinde pencerelerinin olduğunu ve uçan yaratıkların bu pencereleri giriş çıkış için kullandıklarını fark etti. Dokunaçlarının üzerine iniyor, kanatlarını neredeyse bir kol gibi katlıyorlardı. Aralarında daha küçük, kanatlı yaratıklardan oluşan bir topluluk daha vardı. Görünüşe göre bu topluluktaki yaratıklar da yusufçuklara, güvelere, uçan böceklere benziyordu. Bunun yanında çimenlerin üstünde de muhteşem renklere sahip dev böcekler geziniyordu. Ayrıca geçitlerde ve teraslarda, büyük uçan sineklere benzeyen ama kanatları olmayan koca kafalı yaratıklar ele benzeyen dokunaçlarının üzerinde gezinirken görülebiliyordu.
Terasların orta kısmında bulunan direklerin üzerindeki parlak objelerden önceden bahsetmiştim. Bay Cave, normalden daha canlı bir günde terasların üzerindeki direkleri incelerken direklerin üzerindeki bu parlak objelerin birinin, elindeki kristale çokça benzediğini fark etti. Daha etraflı bir incelemeyle Bay Cave, yaklaşık her yirmi direkten birinde benzer bir kristal olduğunu gördü.
Arada bir büyük, kanatlı yaratıklardan biri, kristallerden birine doğru uçar, dokunaçlarının bir kısmıyla kristalin bağlı olduğu direği tutar ve bir süre, bazen on beş dakika kadar, öylece kristali izlerdi. Bay Wace’in önerileriyle yapılan birtakım incelemeler sonucu meraklı gözlemciler, bu dünyayı uzaktaki bir direğin zirvesinde duran kristalden izlediklerine ve bu incelemelerin en az birinde de kanatlı yaratıklardan birinin aynı kristalin içine bakarken Bay Cave’i gördüğüne ikna oldular.
Hikâyenin gerekli detaylarından şimdilik bu kadar bahsetmek yeter. Tüm bu olanların Bay Wace’in çok iyi uydurduğu bir hikâye olduğuna inanmıyorsak geriye inanabileceğimiz iki senaryo kalıyor: Ya tamamen absürt bir fikir olsa da kristal aynı anda iki yerdeydi ve birinde hareket ettiriliyorken diğerinde sabit duruyordu ya da birbiriyle bir çeşit bağlantısı olan ve birbirine çok benzeyen iki kristalden birinin içine uygun şartlarda bakıldığında diğer kristalin etrafındaki şeyleri görebilmek mümkün oluyordu. Şu anda tabii ki iki kristalin nasıl bu kadar uyum içinde olduğunu bilmiyoruz ama bunun tamamen imkânsız olmadığını anlayabilecek kadar bilgimiz var. Kristallerin çok uyumlu olduğu görüşü Bay Wace’in bir varsayımıydı. Ve bana da fazlasıyla makul bir olasılık gibi geliyor.
Hem neredeydi ki bu diğer dünya? Bu konuya da Bay Wace hemen kıvrak zekâsıyla açıklık getirdi. Güneş battıktan sonra hava hızla kararıyor (çok kısa bir alacakaranlık safhası oluyordu tabii ki) ve hemen sonra da yıldızlar parlıyordu. İki dünyadaki takımyıldızları belirgin derecede benzerdi. Büyükayı, Aldebaran, Sirius ve Ülker’i tanımıştı Bay Cave. Yani diğer dünya da aynı güneş sisteminde ve bizim dünyamızdan en fazla birkaç yüz milyon mil uzakta olmalıydı. Ayrıca yıldızları incelerken Bay Wace, geceleri gökyüzünün bizim dünyamızın kış gecelerinden bile daha koyu bir mavi olduğunu ve güneşin de bizimkinden biraz daha küçük olduğunu fark etti. Dahası iki küçük ay vardı! Bizim ayımız gibi ama daha küçük ve farklı renkteydiler. Aylardan biri o kadar hızlı hareket ediyordu ki ona bakan biri hareket ettiğini açıkça görebilirdi. Bu aylar hiçbir zaman gökyüzünde kalmıyor, doğduktan biraz sonra batıyordu. Ayrıca gezegene çok yakın oldukları için her geçişlerinde Güneş tutulması oluyordu. Bu işaretler fazlasıyla belirgindi ancak Bay Cave, Mars’taki durumun bu gezegendekiyle tamamen aynı olduğunu bilmiyordu.
Bay Cave’in kristale bakarak Mars’ı ve Mars’ın yerlilerini görmüş olma ihtimali fazlasıyla mümkün gibiydi. Bu teori doğruysa uzakta muhteşem ışıltısıyla parlayan akşam yıldızı bizim dünyamızdan başka bir şey olamazdı.
Bir süre için Marslılar (eğer gerçekten öyleyseler tabii) Bay Cave’in incelemelerini fark etmemiş gibi görünüyordu. Bazen biri kristali incelemeye gelir, kısa süre sonra da tatminkâr bir sonuç elde edememiş gibi diğer kristallere yönelirdi. Bay Cave, bu süre zarfında Marslılar tarafından rahatsız edilmeden incelemesine devam edebiliyordu. İncelemelerinin sonucu tam olmasa da genel bir fikir oluşturmaya yetiyordu. İnsanları, zorlu bir hazırlık sürecinden sonra Londra’daki St. Martin Kilisesi’nin çan kulesinden en fazla dört dakikalık periyotlarla inceleyen bir Marslının kafasında oluşan insanı hayal etsenize. Bay Cave, teraslarda ve koridorlarda zıplayarak gezen Marslıların, kanatlı olanlarla aynı olup olmadıklarını ve istedikleri zaman kanatlarını takıp takamayacaklarını tam kestiremiyordu. Birkaç kez, iki ayaklı, maymun benzeri, sakar yaratıkları garip ağaçlardan bir şeyler yerken görmüştü. Yine bu yaratıklardan bazılarının zıplayan, yuvarlak kafalı, dokunaçlı yaratıklardan kaçtığına da şahit olmuştu. Tam da birini yakalamışken kristal sönmüş ve heyecanlı bir âna tanıklık edeceğini düşünen Bay Cave’in hevesini kursağında bırakmıştı. Bir seferinde de nehrin yanındaki patikada hızla hareket eden devasa, böcek benzeri bir yaratık görmüştü. Yeterince yaklaşınca bu yaratığın parlak metallerden yapılmış karmakarışık bir robot olduğunu fark etti Bay Cave. Tekrar baktığında ise gözden kaybolmuş olduğunu gördü.
Bir süre sonra Marslıların dikkatini çekmek istediğine karar verdi Bay Cave. Bir tanesi o garip gözleriyle tekrar Bay Cave’in kristalini izlemeye geldiğinde hemen ışıkları yakıp kendilerini fark ettirmek için birtakım hareketler yapmaya başladılar. Ancak Bay Cave kristale tekrar baktığında Marslının gitmiş olduğunu gördü.
İncelemeler kasım ayına kadar böyle devam etti. Daha sonra ailede kristalle ilgili şüphelerin yatışmış olduğunu düşünerek artık hayatındaki en önemli şey haline gelmiş olan kristali, fırsatı oldukça inceleyebilmek için eve getirip götürmeye başladı Bay Cave.
Aralık ayında Bay Wace’in araştırmaları onu bir süre meşgul etti ve on, on bir gün (kaç gün olduğundan tam olarak emin değildi) boyunca kristal incelemesine ara vermek zorunda kaldı. Bu süre zarfında Bay Cave’i hiç görmemişti. İçinde bulunduğu iş yoğunluğu azalmaya başlayan Bay Wace, kristali incelemeye devam etmek için Seven Dials’a, Bay Cave’i aramaya gitti. Köşedeki kuşçunun ve onun yanındaki ayakkabıcının kepenklerinin kapalı olduğunu gördü. Bay Cave’in dükkânı da kapalıydı.