Kitabı oku: «KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA İZDİVAÇ»
HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR
(1864-1944)
Hünkâr yaveri Mehmet Sait Paşa’nın oğlu olan Hüseyin Rahmi, annesinin ölümü üzerine Girit’te bulunan babasının yanına gönderildi. İlkokula burada başladı. Babası tekrar evlenince altı yaşında İstanbul’a, anneannesinin Aksaray’daki konağına döndü. Mahmudiye Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra 1878’de Mülkiye Mektebine girdi; fakat sağlık sorunları nedeniyle tamamlayamadı. Adliyede ve o dönem Nafia Nezareti olarak adlandırılan Bayındırlık Bakanlığı (şimdiki Çevre ve Şehircilik Bakanlığı) bünyesinde memur olarak çalıştı. Ticaret mahkemesinde stajyer üye olarak da görev yaptı. 1887’de Ahmed Mithad Efendi’nin Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazmaya başladı. Batı uygarlığının yaşantısını taklit ederken gülünç duruma düşen insanları anlattığı ilk romanı Şık aynı yıl bu gazetede yayımlandı. Paul Bourget, Paul de Kock, Alfred de Musset gibi Fransız yazarlardan çeviriler yaptı. 1894’te İkdam gazetesinde yazmaya başladı. Kendisine büyük ün sağlayan ilk eseri Mürebbiye ile Metres, Tesadüf ve Nimetşinas bu gazetede yayımlandı. Alafranga (1911’de Şıpsevdi adıyla basıldı) romanının yasaklanması üzerine yazarlığı bıraktı. İkinci Meşrutiyet döneminde Ahmet Rasim’le birlikte otuz yedi sayı süren Boşboğaz ile Güllâbi adlı mizah dergisini çıkardı. Sabah ve Vakit gazetelerinde çalıştı. 1912’de Heybeliada’ya taşındı. Kütahya milletvekili olduğu 1936-1943 yılları dışında tüm yaşamını Heybeliada’da geçirdi. 1924’te Son Posta gazetesinde yayımlanan Ben Deli Miyim romanı ahlâka aykırı bulununca yargılandı ama beraat etti.
Anneannesinin yalısında dadılar arasında geçirdiği çocukluk ve gençlik yılları, İstanbul yaşamı ve insanlarını tüm detaylarıyla öğrenmesini sağladı. Ev kadınlarının çeşitli konulardaki düşüncelerini öğrendi. Batılı yazarların yanı sıra Türk Halk Edebiyatı’ndan da yararlandı. Romanı, ahlâkın aynası olarak gördü. Geniş bir okur kitlesine ulaşabilmek için yalın bir dil kullandı. Çok okunan bir yazar olmasını da bu yalınlığına bağladı. Eserlerinde toplumsal ve ekonomik eşitsizlikleri, kadın-erkek ilişkilerini, din sorunlarını konu aldı. Zeki ve kurnazların, saf ve cahilleri kandırarak işlerini yürüttükleri çarpık bir düzenden kurtulmak için akılcı düşüncenin gelişmesi gerektiğini savundu. Dar sokakları, ahşap evleri, konakları, yalıları ve çarşılarıyla hep İstanbul’u işledi. Romanlarında, İstanbul’un her kesiminden, sınıfından insana yer verdi. Külhanbeyleri, züppeler, fahişeler, hanımefendiler, mahalle kadınları, paşalar, memurlar, beslemeler, imamlar, esnaf… Çevre betimlemeleri üzerinde durmaktansa karakterlerini güçlendirmeyi tercih etti. Bu karakterleri yerel şivelerle konuşturmakta ustalaştı. Emile Zola’nın deneysel roman yöntemini benimsedi ve uyguladı. Ömrünün son otuz yılını Heybeliada’daki köşkünde yazarak geçirdi. En çok ürün veren, en çok okunan ve sevilen yazarlardan biri oldu.
KUYRUKLUYILDIZ ALTINDA BİR İZDİVAÇ ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
Romanlarını halkı eğitmek için kullanan Hüseyin Rahmi, Kuyrukluyıldız Atında Bir İzdivaç’ta da “sanat toplum içindir” düşüncesinden yola çıkmıştır.
Halley kuyrukluyıldızının dünyaya çarpacağı haberlerinin yayılmasının ardından, İstanbul’un mahallelerinde yaşananları, batıl inanışları, bilime ve gerçeğe olan kayıtsızlığı yok etmeye çalışarak bunu, iki karakterin üzerinden anlatmıştır. Bunların dışında, kadının toplumdaki yeri konusuna da tarafsız bir şekilde yaklaşmış; ahlak anlayışının, geleneklerin, kuralların, kadınların karşısında olmaması gerektiği; aşkın, evliliğin, kadın-erkek ilişkisinin insani bir eylem olduğu hususunda okuru aydınlatmıştır. Yine romanın başkarakteri olan İrfan Galip aracılığıyla okuru bilgilendirmek isteyen Hüseyin Rahmi, yanlış batılılaşma motifine de değinmiş; toplumdaki aksaklıkları, problemleri çözemeyen, halka inemeyen ve sürekli şikâyet eden insanlara göndermede bulunmuştur. Bunun yanı sıra İrfan Galip’in karşısına Feriha’yı çıkarmıştır. Feriha ise yanlış batılılaşmanın bilincindedir.
Üslup açısından gerçekçi anlatım söz konusudur.
Hüseyin Rahmi’nin bu eserinde de amaç, halkı aydınlatmak olunca, İstanbul’un mahallelerinde yaşayanların arasında geçen konuşmalar, sade ve anlaşılır bir şekilde yazılmıştır. Halkın kullandığı ve çoğu Arapça olan deyimlerin Türkçe karşılığını vermek yerine, bunları koruyarak, açıklamalarını dipnotlarda belirttim. Anlatım bozukluğu oluşturmaması durumunda bu konuşmalara müdahalede bulunmadım. Dünyaya bir kuyrukluyıldızın çarpası ve bu sırada ortaya çıkan bir aşk konu edilince aydın iki karakterin üzerinden yazdığı satırlarda, Arapça ve Farsça terkipler, sözcükler oldukça fazlaydı. Bunları, söz dizimine mümkün olduğunca müdahalede bulunmadan anlaşılır bir şekilde yazmaya çalıştım. Eserin yazılış döneminde, yabancı edebiyatın etkisi oldukça fazlaydı, bu nedenle Fransızca sözcükler de cümle içinde kullanılmış ve okunduğu şekilde yazılmıştır. Bu sözcükleri de yazılışlarıyla birlikte dipnotlarda belirttim.
Sonuç olarak eser, döneminin toplumsal yapısına ayna tutması bakımından önemlidir. Yüzyılların getirdiği değişim yadsınamazsa da toplumdaki farklılaşma, bilinçlenme ve daha da ileriye gitme açısından kanımca, kılavuz eserlerden biridir.
Özlem Gündoğdu
ÖN SÖZ
Gezegen kız kardeşler içinde yerküremiz tam gençlik çağındadır. Her gezegenin anası, sonsuz uzayın karanlıkları ve güneşin ışıkları arasında şenlikle yuvarlanarak ulaştığı ömrü, hamdolsun, bugüne kadar sağlık ve esenlikle geçirdi. Şimdi, bazı kuruntucular, ağır bir hastalık – daha iyimser düşünenler – hemen hissedilir hissedilmez hafif bir nezle geçireceğini haber veriyorlar.
Bundan dolayı niçin telâş etmeli efendim? Anamız, yaratıldığından beri, uzaydaki o nazlı salınışına; bu perçemli, bu oynak, bu yoldan çıkmaya hevesli kız kardeşlerinin böyle yaklaşma cilvelerine kim bilir kaç defa uğramıştır; fakat üzerinde, bundan dolayı bir felâket izi görmüyoruz. İnanın ki bu sefer de yine öyle olacaktır. Ne baş ağrısı ne nezle… Hemen hiçbir şey duymayacağız. Sözlerimin ne kadar doğru olduğunu 5 Mayıs’ın ertesi günü yine şu satırlara baktığımız zaman görecek, benim şimdi yaptığım gibi siz de o zaman bol bol güleceksiniz.
Gerçek böyledir de “Bu telâşlar, bu söylentiler, bu heyecanlar, hele tanınmış büyük imzalar altındaki o ürkütücü makaleler ne oluyor?” diyeceksiniz. Ah, efendim… İnsanların gerçekleri kabul etmek için nasıl ayak dirediklerini bilirsiniz. Bu konuda size haddim olmayarak küçük bir nasihat vereyim mi? İnsanoğlunun korktuklarından çok, korkmadıkları şeylerden çekininiz. Ta vaiz efendilerden tutunuz da bilim adamlarına kadar insanların okumuşları, filozofları, âlimleri de öbür kardeşlerini korkutma eğiliminden kendilerini alamıyorlar. Bir hakikat sevdalısı olarak böyle söylüyorum; fakat bir romancı sıfatıyla öyle demeyeceğim. Diğer meslekler gibi sözün yalan ya da doğru olma ihtimalinden söz edeceğim ki bu da benim sanatımın hakkıdır. Hilesini önceden meydana koyan bir hokkabaz gibi size gerçeği böyle açıkça söyledikten sonra yine korkarsanız artık, kabahat bende değildir.
20 Nisan 1910Hüseyin Rahmi
1
Bedriye Hanım, bahçe üzerindeki küçük odanın penceresinden bitişik komşunun tahta kaplamasına yumruğuyla heyecanlı heyecanlı vurarak haykırıyordu:
“Kardeşim Emine, nerdesin? Pencereye gel, bak, sana ne söyleyeceğim!”
Bir cevap alamayınca kendi kendine:
“Aman, bu karı da ne miskindir! Kıyametler kopsa o kuytu odadan dışarı çıkmaz, içeride haşr olur2 kalır.”
Yumruklarının şiddetini iki kat artırarak, “Emine Hanım, azıcık pencereye gel… Bak, neler olacakmış neler… Dünyaya yıldız çarpacakmış… Merakımdan bir yerlerde duramıyorum… Aaa bak, karı ses bile vermiyor!” (Yumruğunu daha şiddetle indirerek): “Ölü müsün ayol? Azıcık kıpırda!”
Emine Hanım, penceresini yavaşça açıp başını dışarıya çıkararak, “Oğlanı yeni uyuttum. Vurma öyle hızlı hızlı. Ev temelinden sallanıyor.”
“A, daha neler! Benim yumruğumdan ev sallanır mı hiç?”
“A, nasıl sallanmaz! Tavanın aralıklarından pıtır pıtır tozlar dökülüyor. Bir iki gündür çocuk rahatsız, fazlasıyla huysuzlanıyor. Uyutuncaya kadar akla karayı seçtim.”
“Haberin yok mu?”
“Ne var? Sıtkı yine karısını mı boşadı?”
“Hay yere batsın Sıtkı da karısı da! Bu öyle karı boşama filân değil. İş fena…”
“Ne olmuş canım?”
“Ortalık çalkalanıyor. Bursa’da sağır sultan duydu. Senin hâlâ bir şeyden haberin yok. Ah ne felâket!”
“Ay, yüreğimi oynatma öyle. Meraklanınca boğazıma bir şey tıkanıyor. Fena oluyorum. Önceki kadar keder götüremiyorum. Çok acıklı bir şeyse hiç söyleme rica ederim.”
“Acıklının acıklısı. Evlere barklara şenlik, dostlar başından uzak!”
“Etme Bedriye, etme! İşte yüreğim gümbürdemeye başladı. Acaba hacı babama felç mi indi? Söyle, bayılacağım.”
“Dünyaya kuyrukluyıldız çarpacakmış.”
Emine Hanım, “Tü, tü!” diye birkaç defa yakasına tükürerek çarpıntısını yatıştırmaya uğraştıktan sonra, “Aman, ben de korkacak bir şey zannettim. Ne kadar telâşçısın kardeş! Çarpacaksa çarpsın. Ne var? Kapımı kapar, evceğimizde otururum. Bir yere çıkmam. Şimdi karılar, ‘Nasıl çarpacakmış, bakalım?’ diye sürü sürü seyre giderler. A, gitmem, gitmem! İt köpek arasında çiğnenmeye vaktim yok.”
Bedriye Hanım, sinirli bir kahkahayla, “Emine, kardeş! Sen ne kadar aptalmışsın? Hiç o koca uğursuz, o saçaklı Raziye bu dünyaya çarpar da senin evin kalır mı ki kapını kapayıp da içinde oturacaksın?”
“Hanım, benim evime bir şeycik olmaz. O, helâl parayla yapıldı. Kazasker Efendi’nin3 Çarşamba’daki konağı yıkıldığı vakit onun kerestesiyle inşa edildi. İçine kullandıkları yağhane direklerini sen göreydin şaşardın. Bu dünya yıkılır da bizim evimiz yine yerinde durur. Büyük zelzelede ne tuğla binalar göçtü de evimizin bir kıymığı yerinden oynamadı. Tevekkülün gemisi batmaz.4 Sen merak etme.”
“Emine, sen ne kayıtsız kadınsın? Vallahi korkudan bu gece gözüme uyku girmedi.”
“Korkma, hepsi yalan. Falcıların uydurması. Ne çarpacağı var, ne bir şey. “Küll-i müneccimün kezzâb!5 Hacı baban daima öyle söylemez mi? Geçenlerde de öyle dediler. Yine bir kuyruklu görünmedi miydi? Çarpacak dediler. Gökten ateş yağacak dediler. Bilmen daha ne haltlar ettiler. Hiçbirinin aslı çıktı mı? Hay söyleyenlerin kemikleri çarpılsın inşallah! O geçenki kuyruklu için bir ucu yerde, bir ucu gökte dediler. Atiye Hanım’ın evinden gözüküyormuş. Bir gece akşam yemeğinden sonra oraya gittik. Şöyle Cerrahpaşa Camisi’nin yanına doğru havada iri, sorguç gibi bir şey gördük, işte oymuş. Bu kadar söz, meğerse onun içinmiş.”
Üst taraftaki komşu Emeti Hanım, bahçe duvarının önünde dibi yukarı, yani tersine konulmuş eski bir küfenin üstüne çıkarak kınalı saçlarını gösterir: “A çocuklar, nedir bu telâşınız? Vıcır vıcır yine orada ne ötüşüyorsunuz?
Bedriye Hanım: “Kuyrukluyu söyleşiyoruz Emeti Hanımcığım.”
Emeti Hanım: “Hangi kuyrukluyu?”
Bedriye Hanım: “A, kaç tane var kadınım?”
Emeti Hanım: “Kaç tane istersin? Sokak dolusu var.”
Bedriye Hanım: “Biz, o sokaktaki kuyrukluları söylemiyoruz canım. Gökteki kuyrukluyu konuşuyoruz. Birkaç haftaya kadar dünyaya çarpacakmış diyorlar.”
Emeti Hanım: “Siz gökteki kuyrukludan korkmayınız. Yerdekilerden korkunuz. Bu berikiler daha tehlikeli.”
Bedriye Hanım garipseyerek: “Bu yerdekiler hangileri a kuzum?”
Emeti Hanım: “Hangileri olacak? Guguruklarının6 tepelerine, yalancı pırlantadan birer iğne iliştirip, çarşaflarının eteklerini birer arşın yerlerde sürüyerek sokaklarda gezen kuyruklular.”
Bedriye Hanım: “İlâhi Emeti Hanımcığım. Kıyametler kopsa sen yine böyle gençlerle uğraşmaktan vazgeçmezsin. O zavallı hanımların kuyruklu olup da kime çarptıkları var?”
Emeti Hanım öfkeyle: “Nasıl, nasıl? Onların çarpışlarına uğrayıp da az delikanlı parçalanıp dökülmedi?”
Emine Hanım, hafif hafif gülerek: “Yıldız çarpıp da kıyamet kopacak diyorlar da bak, kadın hâlâ ne düşünüyor.”
Emeti Hanım kızarak, başını duvarın üzerinden biraz daha uzatır: “Düşünürüm besbelli. Yeğenimin oğlu Behçet’e geçenlerde böyle yapma pırlanta iğneli kuyruklunun biri çarpmış da oğlan üzüntüsünden kendini az kaldı bahçedeki dut ağacına asıyordu. Yazık değil mi? Yirmi ikisinde, tosun gibi delikanlı.”
Bedriye Hanım: “Şimdi öyle şeyler düşünülecek zaman değil… Bu yukarıdaki yıldız çarparsa hepimiz tuzla buz olacakmışız.”
Emeti Hanım: “Sus kızım, içim fena oldu. Kim söylüyor onu?”
Bedriye Hanım: “Ulemalar, kitapta7 yerini görmüşler.”
Emeti Hanım: “Sen sakla Rabbim, cümle Muhammed ümmetini, bu Emeti kulunu da… Kıyamet alâmetleri, işte ben yine söylerim. Bu gökteki kuyruklu, yerdekilerin kötülüğünden çıktı. Geçen sene Dizdâriye taraflarında bir paşanın katırı doğurdu dediler de inanmadıydık. İşte bakınız, doğruymuş. Demek vakitler yakın. Yapı da pek çoğaldı, işte bu birkaç şey kıyamet alâmetidir. Biz, büyük babalarımızdan, analarımızdan öyle işittik.”
Emine Hanım’ın kızı Mebrure birdenbire odaya, annesinin yanına girerek sorar: “Anne ne konuşuyorsunuz?”
“Yavaş kızım, kardeşin uyanacak! Sanki bu dünyaya bir kuyrukluyıldız çarpacakmış da hepimiz tuzla buz olacakmışız. Gel, bak, dinle, onu anlatıyorlar.”
“Ay, ben korkarım anne! Ne zaman çarpacakmış?”
“Bilmem? Gel de sor.”
“Bedriye Hanım teyze… Kuyruklu bize ne zaman çarpacakmış?”
“Önümüzdeki mayısın bilmem kaçında, sabaha karşı çarpacakmış diyorlar.”
Emine Hanım: “Çarpacağını böyle günüyle, saatiyle nasıl biliyorlar? Kuyruklu, filân günde, filân saatte çarpacağım diye bu dünyaya telgraf mı göndermiş?”
Emeti Hanım, duvarın arkasından haykırarak: “İnanmayınız, inanmayınız… Küll-i müneccimün kezzâb! Büyülerine at nalı, tavşan başı… Yine büyük bir büyü yaptılar da onu tutturmak için bu koskoca yalanı kapıp ortaya salıverdiler.”
Bedriye Hanım: “Yalan değil, yalan değil. Ben kuyruklunun resmini gördüm.”
Emeti Hanım: “Ay, nerde gördün? Aman aman, bu zamane insanlarının yapmayacakları yok! Ne çabuk resmini çıkardılar?”
Bedriye Hanım: “Telgrafçıların evinde gördüm. Bilirsiniz ya, onun oğlu İrfan, Frenkçe okur, önüme büyük bir kitap açtı, içinde bütün yıldızların, ayların, güneşlerin resimleri var.”
Emeti Hanım: “Ah, boşuna değil, Cenab-ı Mevla’nın sırlarına ermek için böyle gökteki ayların, yıldızların resimlerini çıkarınca işte sonu böyle olur. Bize kuyruklusu da çarpar, kuyruksuzu da.”
Bedriye Hanım: “Bu kitabın içinde ne yok, ne yok, ne yok hanım… Birçok tekerlekler, yarım aylar, bütün aylar… Âşık yolunu şaşırdı gibi, endişe8 gibi çizgiler… Üç köşeli, dört köşeli şekiller… Anasına, babasına pay veren çiçeğine benzer bir şeyler… Tentene gibi, Hristo teyeli gibi kıvrıntılar… Sümüklüböcek gibi, solucan gibi hayvancıklar… İrfan Bey hep onları adlarıyla, sanlarıyla anlatıyor. O kitapta kuyruklu bir tane değil ki, dolu. Hepsinin zamanı varmış. Kimisi on senede, kimisi yirmi, otuz, kırk, elli, altmış, yüz, daha bilmem kaç senede bir gelip, bizim dünyamızın yanından geçerlermiş.”
Emeti Hanım, korkusundan birkaç defa geğirerek: “Aman aman, geçsin. Kimseyi incitmeden geçsin. İki gözüm, bizden uzak olsun.”
Mebrure: “Anne, biz de gidip kuyruklunun resmine bakalım… Kedi kuyruğu gibi mi, Karaman9 kuyruğu gibi mi acaba?”
Emeti Hanım: “Gecenin birinde gelip de çatarak evlerimizin damlarını gümbür gümbür başımıza indirirse kedi kuyruğunu sen o zaman görürsün… Aman, bu şimdiki tazeler… Ne işitirlerse hemen görmeye kalkan bu deli kızlar…”
Bedriye Hanım: “İrfan Bey, kitaptaki birçok kuyruklunun içinden bir tanesini parmağıyla göstererek, ‘Gelip de bize çatacak diye korktuğumuz haspa işte bu!’ dedi.”
Emeti Hanım: “Kız, nasıl şey? Tarif et. Meraktan çatlayacağım. Ben de gidip göreyim bari.”
Bedriye Hanım: “Ah, nasıl tarif edeyim, anacığım? Denizkızı mı desem, Ankara keçisi mi, yoksa Van kedisi gibi mi desem? İşte öyle saçaklı bir kafa… Badem gibi çekik çekik gözler… O taranmış, beyaz keten gibi nurlu saçlar… Ta topuklara kadar inmiş…”
Emeti Hanım: “Kız, ihtiyar mı? Ak saçlı mı?”
Bedriye Hanım: “A, anlaşılan o ki ihtiyar… Âdeta akbaba… O kitapta yazıyor, bilmem kaç yüz yaşındaymış.”
Emeti Hanım: “Bize dokunmasın da Cenab-ı Mevla daha uzun ömürlü etsin.”
Mebrure: “Anne ne olur, biz de gidip görelim.”
Emine Hanım: “Gideriz, görürüz. Gürültü etme. Haydar uyanacak.”
Bedriye Hanım: “Adı da var. Dur bakayım neydi? Şey… Halamın yıldızı!”
Emeti Hanım: “Ah, çarçabuk kuyrukluyla hısım akraba oluverdiler. Onların halasıysa iki gözüm, benim de teyzem olsun, bize dokunmasın.”
Mebrure: “Benim de büyük anam olsun.”
Bedriye Hanım: “Benim de kaynanam olsun bari…”
Hep bir ağızdan birer kahkaha salıverdiler. Gürültüden salıncaktaki Haydar uyanır. Bir ağlama, bir yaygaradır başlar. Emine Hanım, pencereden çekilip çocuğu sallayarak:
Uyandı oğlan a dostlar ninniii
Haydi gidin hoşhoşlar ninniii
Benim yavrum uyanacak ninniii
Gülüşmeyin hanımlar ninniii
Ee… e… eh…
Emeti Hanım: “Kızım Bedriye, kuyrukluyu kaynanana benzetme. Eğer hırçınlığı ona çekerse maazallah, bu dünya altüst olur.”
Bir ikinci kahkaha sağanağı başladığı sırada Emeti Hanım’ın başı birdenbire duvarın arkasından kaybolur, sesi kesilir.
Bedriye Hanım, Mebrure’ye: “A, hatun ne oldu? Birdenbire lakırdıyı kesti. Ortadan kayboldu.” (Haykırarak): “Emeti Hanımcığım? Düştün mü, ne oldun?”
Emeti Hanım, biraz derinden: “Ah, ne olacağım? Üstüne bastığım küfenin dibi çıktı. Göğsüme kadar içine gömüldüm. Ne kalçam, ne kuyruk sokumum kaldı. Hep sıyrıldı. Hurda oldum, şöyle hurda… Nene lâzım senin a alık kahpe! Küfeye çıkıp da komşularla çene yarıştırırsın?”
Bedriye Hanım: “A, vah vah! Gördünüz mü zavallının başına geleni? Evde kimse yok mu Emeti Hanımcığım?”
Emeti Hanım: “Yok ya! Oğlan okulda. Hayriye’m de etekliğinin etrafına makine çevirmeye Bedestenlilerin evine gitti.”
Bedriye Hanım yazıklanarak: “A, onlar gelinceye kadar ne yapacaksın küfenin içinde?”
Emeti Hanım inleyerek: “Ah, ne yapacağımı bilir miyim yavrum? Kapana tutulmuş fare gibi bunun içinde oturacağım.”
Bedriye Hanım: “Şöyle biraz çalış çabala bakalım. Belki çıkarsın.”
Emeti Hanım, sağına soluna kıvranıp çıkmaya uğraşarak: “Ah, mümkün değil, küfenin ağaçları böğrüme batıyor. Tıpkı kapana benziyor. İçine girmesi kolay da çıkması zor.” (Ağlamaya başlayarak): “Ne yapacağım ben şimdi?”
Emine Hanım, salıncağın başında ninnisine devamla:
Pek yaramaz susmuyor ninniii
Ne desem uyumuyor ninniii
Kuyrukludan korkmuyor ninniii
E yavruma e…e… eh…
Mebrure, pencereden başını uzatabildiği kadar uzatarak komşuya doğru sarkıp: “Bedriye teyze, yıldızın gözleri tarif ettiğin kadar gerçekten güzel mi?
Bedriye Hanım: “Pek alımlı. Çizgili çizgili, görsen…”
Mebrure: “Ya saçlar?”
Bedriye Hanım: “İpek gibi beyaz. Uzun mu uzun, topuklarını dövüyor.”
Mebrure: “Ah, bir kere görsem! Meraktan çıldıracağım.”
Emeti Hanım, küfenin içinden haykırarak: “Orada vıcır vıcır ne konuşuyorsun? Ben bu dar yere bir kere düştüm. Bana oldu olacak. Burada bunalıyorum. Benimle de konuşunuz bari de biraz eğleneyim. Sıkıntıdan patlayacağım.”
Bedriye Hanım: “O küfenin içinde ne kadar duracaksın?”
Emeti Hanım: “Birisi gelip de beni kurtarıncaya kadar.”
Bedriye Hanım: “Ne zaman gelecekler?”
Emeti Hanım: “Allah bilir.”
Bedriye Hanım: “Kapı çalınırsa kim açacak?”
Emeti Hanım: “Ervâhiler!”10
Bedriye Hanım: “Hayriye Hanım’da anahtar yok mu?”
Emeti Hanım: “Var.”
Bedriye Hanım: “Eh, öyleyse tamam; fakat o gelinceye kadar anacığım, sen üşüyeceksin.”
Emeti Hanım: “Yarı belimden aşağısı buz kesildi. Dondum zaten. Bütün yellerim, kulunçlarım ayaklanacak.”
Mebrure: “Hanım teyze, halamın yıldızı sakallı mı, bıyıklı mı?”
Bedriye Hanım: “Sakalı, bıyığı belli değil ki. Yüzü gözü tüy içinde.”
Emeti Hanım: “Bedriye kızım, kuyrukluyu Mebrure’ye çok övme. Baksana, bıyıklı mı diye sorup duruyor, erkek zannediyor. Şimdiki tazelerin gönülleri pek arsız… Belki seviverir. Aya, güneşe âşık olan budalalar çok…”
Mebrure, dargın: “Emeti Hanım’ın da söylediği söze bakınız. Ben onun için mi sordum?”
Emeti Hanım, birdenbire haykırmaya başlayarak: “Ay, gördünüz mü başımıza gelenleri?”
“Ne oldun anneciğim?”
“Ne olacağım? Kız bugün yemek pişirdi. Sahanlara koydu. Taşlığa dizdi. Komşuya gitti. Bahçe kapısı açık kalmış. Kediler birer birer içeri giriyor. Bir şeye yanmam, efendi baban sütlâç istedi. Bizim kız içine vanilya koydu, yumurta sarısı çalkaladı. Tabakların üzeri birer parmak kalınlığında sapsarı kaymak tutmuştu. O canım yemekler bugün kedilere kısmet olacak. A, işte bak, işte bak! Göçmenlerin kuyruksuzu da girdi. Aman bir mundar kedi daha girdi. Uyuz mudur nedir? Kapları da yeni kalaylattıktı. Ah, bugün bana olanlar kimseciklere olmadı. Hayriye’m de Bedestenlilerin evinde yıllandı kaldı. Şimdiye kadar seksen etek bastırılırdı.”
Emine Hanım, ninninin perdesini dikleştirerek:
Bakın neler olacak ninniii
Kuyruklular çarpacak ninniii
Susun oğlum uyuyacak ninniii
Emeti Hanım, küfenin içinden: “Çocuklar, yanık bir ses geliyor, o nedir?”
Mebrure: “Annem, Haydar’a ninni söylüyor.”
Emeti Hanım: “Annenin sesi ne kadar yanıkmış? Bana pek dokunuyor. Bizim sütlâçların ruhuna mersiye11 okuyorlar zannettim. Kediler şimdi içeride hepsinin canına okuyorlar.” (Evin içerisine doğru kulak vererek): “A, Bedriye kızım, çat çat bizim sokak kapısı çalınıyor. Sizin cumbadan bizim kapı gözükür. Baksana kim geldi? Bir yabancı olacak.”
Bedriye Hanım, cumbaya koşarak kendi kendine: “A, bakkal gelmiş! Kucağında kalıp kalıp sabunlar.” (Cumbadan seslenerek): “Ayol bakkal, o kapıyı boşuna çalıyorsun!”
Bakkal: “Evde kimse yoh mu ki?”
Bedriye Hanım: “Emeti Hanım evde, ama o zavallı kadın küfeye düştü. Sana kapıyı açamaz ki…”
“Ne mırıldanıyon annayamadım.”
“Emeti Hanım küfeye düştü. Sana kapıyı açamaz diyorum.”
“Zabahınan bunun burasında şahalaşmaya gelmedim. Tükkânda işim var. Haydi söyle ki çabuh gapıyı açsın.”
“A… Deli! İşim yok da sanki sabahleyin seninle şakalaşacağım. Hatun küfeye düştü diyorum da inanmıyor.”
“Bağa bah, kofeye mi düştü? Goca garının kofede ne işi var canım? Aman maassâbirin!”12
“Duvarın kenarında küfenin üzerine çıkmıştı da bizimle kuyrukluyıldızı görüşüyordu. Sonra nasılsa küfenin içine gidiverdi.”
“Kuyrukludan gorhusundan mı kofenin içine gaçtı? Hele bi yol şu goca garının aklına bah.. Kuyruklu bu dünyayla dalaşınca kofenin içine girmez diye mi belliyo ki? Adam, divanelik de türlü türlü. Goca garılar can korhusuyla şindiden kofelere gaçarlarsa gençler, tazeler nerelere tıhılmaya savaşacahlar? Kofeye girmekle bu belânın bir çaresi bulunsa bizim yumurta kofeleri birer mecidiyeye satılırdı ya… Hepimiz birer kofeye, fıçıya tıhılır otururduk. Benim için kofeye girmeye ne gerek var? Batahçı müşteriler beni çoktan gafese goydular getti… Söyle o Emeti gadına, kofeden çıhsın da bu sabunları elimden alsın.”
“Aman alık musibet sen de! Söz anlar bir adam gibi ben de durdum da seninle çene yarıştırıyorum. Kadın küfeden çıkamıyor diyorum sana!”
“Kedi yavrusu mu bu? Koskoca garı kofeden çıhamaz mı ki?”
“Çıkamıyor işte.”
“Ne olacah? Ne zamane gader kofenin dibinde oturacah?”
“Kızı, komşudan gelinceye kadar.”
“Adam bırah sen de… Maassâbirin! Ahşamdan bozayı çoh içip gocagarı serhoş mu oldu, ne oldu, kim kofeye düştü? Onun çıhışını beklemeye vahtım yok… Aç gapıyı, ben sabunları size bırahayım da dükkene, işime varayım.”
Bakkal, sabunları Bedriye Hanım’ın evine bırakıp kendi kendine:
“Bir guyruhlu lafıdır çıhtı. Guyruhludan daha meydanda bir şey yoğ a… Ondan evveli herkes gelip bağa çatıyor. ‘Bakkal duydun mu? Perşembe günü çatacahmış. Frenk gazetaları yazmış.’ Şık beyinin biri de geçen günü gazetayı eline almış bağa gostürtüyo. ‘Bakkal bah!’ didi, bahtım. Kâğıdın üstüne trampo mahası (tramvay makası) gibi birbirinin içine dolambaç çizgiler çizmişler, garpuza benzer yuvarlahlar oturtmuşlar. Onların aralarına birkaç da uzun telli çalı süpürgeleri dolandırmışlar. Şık beyi bağa sordu. ‘Bu şegullerden ne anlıyon?’ dedi. ‘Ne annıyacağım? Bu çalı süpürgeleriyle bu yuvarlahları süpürüp ortalığı temizleyecekler,’ didim. Şık, güldü. Var olan o yuvarlahlar hâşâ, sümme hâşâ 13 bizim, üzerinde oturduğumuz bu dünyaymış da o çalı süpürgeleri de guyruhlularmış. Hepsi birer şekil deli canım. Avrupalı, bir yuvarlah çizip de ‘İşte dünya budur,’ dirse herkes oğa inanıyor. Ben şu fıçıdaki gül gibi Sibir’e14 halistir diye bin yemin ediyorum da kimse inanmıyor. Sonra şık ağnattı: Bizim dünya şu çızgının üzerinden gidecek, guyruhlu da aha buradan geçecek. Birbirine rastlayıp horoz gibi gagalaşacaklarmış. Tövbeler olsun. Gel de bu ıvır zıvıra inanabilirsen inan bahalım. İnsanlar birbiriyle tepişirler, boğuşurlar. Amenna! Her gün kaç danesini gorüyom. Hökümetler birbiriyle kavga ederler, amenna. İca-pon’la Urus’un yaptığı gibi. Şu yıldızlarla dünyalar da birbiriyle çarpışırsa şu bakkalların hali neye varacah canım? Gıyamet gopacah deyi borca, hesaba yanaşan yoh… Yaz deftere, yaz deftere! Guyruhlu çarpacahmış diye aç durulmaz ya? Herkesin yemesi içmesi gene yolunda. Bir tahım ohumuşların fikirlerince güya guyruhlunun çekirdeği bize dohunmayacağımış da bizi saçına dolayıp götürecekmiş. Guru üzüm gibi guyruhlunun da çekirdeklisi, çekirdeksizi varmış. Ben bakkalım, ama bugüne kadar böyle olduğunu bilmiyordum. Çünküleyim alıp sattığım mal değul. Şık beyi bana o çızgıları, yuvarlahları gosterdikten sonra gıyamet gopacakmış deyi bir de nutuk çekti. Sonra da pirincin, şekerin oggasını15 soruyor. Bağa bah, gurnaza bah! Gıyamet, alâmet falan deyüp de beni garmanyolaya16 sokacah, beş-on galem mal dolandıracah. Teslikattan17 sonra bir de guyruhlu çıhınca bakkallıkta iş galmadı gayri. Yağ, fasulye, pirinç satan çoğaldı. Galemde18 iş galmayıncah herkes bakallığa özeniyor. Bittih… Eski müşterilerimden çoğu veresiye defterine yanaşmıyor. ‘Efendi, eski borçlar ne olacah?’ deyi sorunca ‘Biz gadronun dışına çıktıh, bize bir lâf dime gayrıh!’ diye laf ediyor. Biz evvelden, müşteriye mal virirken gadro ile mi virirdik? Bunun ne içini biliyorduh ne dışını… Bu ganunu goyan efendiler birez de bakkal hakkını gozetmeli değüller miydi? Bırah canım bırah! Kimseye bir lâf denmiyor ki? ‘Biz teslikatzede olduk,’ deyip lâfın içinden çıhıyorlar.”
Bakkal, böyle söylene söylene gitmekteyken Bedriye Hanım, bahçenin üzerindeki odaya tekrar döndü. Duvarın arkasında küfede, o ıstırap tuzağında zavallı Emeti’yi âdeta uzun uzun ağlarken bulunca sordu:
“Anacığım ne ağlıyorsun?”
“Ben ağlamayayım da kimler ağlasın kızım?”
“Duvardan aşıp da seni kurtaralım bari…”
“Ah, bundan sonra beni kurtarmak kaç para eder? Olan oldu, biten bitti.”
“Bir tarafın mı incindi, ne oldu?”
“Ne olacak? Aygır gibi kediler bütün yemeklerimizi yediler, içtiler, çekildiler. Kuyruksuzun ağzı, burnu, bıyıkları bütün sütlaç içindeydi. Bizim soysuz Ceylan da yabancı kedileri dövüp evden kovacağına onlarla birlik oldu, tıka basa karnını doyurdu. Bakınız, incir ağacına çıktı, yalanıp duruyor. Damarsız yezit! Göçmenlerin güdük kedisi kendi evlerinde hiç karnını doyurmaz. Konudan komşudan böyle hırsızlıkla, avcılıkla geçinir. Kendi evlerinde ne bulup da yiyecek? Hanımları bulamıyorlar ki ona versinler? Pek avcıdır. Bizim bulaşık çukurunun başında bekler de her gün birkaç tane yakalar. Bizim Ceylan tutmaz, kör olası! Fareler gözünün önünden geçerler, hep yanında piyasa ederler de başını çevirip bakmaz bile, ama böyle hazır yemek oldu mu lüp lüp yutar. Şu küfeden kurtulunca inşallah bu kediyi bekçinin eline vereyim de imarete19 attırayım. Bizim kapıyı çalan kimmiş kızım?”
“Bakkal.”
“Ha, sabun getirecekti.”
“Getirmiş. Ben, bizde alıkoydum.”
“İyi ettin.” (Kulağını yine kapıya vererek): “Yavrum Bedriye, bizim kapı yıkılıyor. Kimdir o acaba böyle terbiyesiz terbiyesiz kapıyı çalan?”
“Dur, gidip bakayım.”
“Bizim ev öyledir. Akşamlara kadar hamam gibi işler. Gelenler hep abur cuburdur. Kapıyı açmaya koşmalı, sonra da çene yarıştırıp yürek tüketmeli.”
Bedriye Hanım, cumbaya gidip dönerek: “Merak etme Emeti Hanım, kapıyı çalan dilenci.”
“Hay yetişmesinler, ne de çok. Köklerine kibrit suyu! Yedisinden tut da yetmişine kadar her yaşta, her boyda var. Akşamlara kadar işleri güçleri elalemin kapılarını aşındırmak.
İçlerinde öyle arsızlar var ki sadaka alamayınca insana sövüp saymaya kadar varıyorlar.” (Haykırmaya başlayarak): “Kızım Bedriye, bana müjde deyiniz, gözün aydın deyiniz…”
Bedriye Hanım: “Ne oldu Emeti Hanım?”
Emeti Hanım: “Ne olacak? Sokak kapısı açıldı. Hayriye’m geliyor. Oh, çok şükür, bu kapandan kurtulacağım!”
Hayriye Hanım, taşlığa kadar geldikten sonra bir yaygara kopararak: “Ah dostlar, nedir bu evin hali? Ne var ne yoksa kediler hepsini silip süpürmüşler. Ağza koyacak çöp bırakmamışlar. Annem nerede acaba? Bir yerde uyuya mı kaldı? Yoksa komşularla çene yarıştırmaya bahçeye mi çıktı?”
Emeti Hanım, bahçeden acıklı bir yaygarayla: “Yetiş yavrum yetiş!”(Ağlayarak): “Anneciğinin halini görme. Dipsiz küfelerin içine düştüm. Tekir balığı gibi sepetlere tutuldum. Çürükler, bereler içinde kaldım. Gel Hayriye’m gel! Vücudum koçan kesildi. Dondum. Anacığını kurtar.”
Hayriye Hanım, bahçenin kapısının önüne gelerek büyük bir hayretle: “A, ilâhi anne! Bozdun mu20 ayol? Bugadalık21 çamaşır gibi kırık küfenin içine neye girdin öyle?”
“Hah, bak işte, gördün mü? Evlât olacak. Anne bu kazaya nasıl uğradın demiyor da beni buraya kendi keyfimle girmiş zannediyor.”
“Seni birisi tutup da zorla bu küfeye tıkmadı ya? Elbette kendi kendine girmişsindir.”
“Aman, nasıl girdimse girdim. İşte şimdi çıkamıyorum. Beni bir an önce kurtar buradan.”
Hayriye Hanım, annesini bin yaygara, bin çığlıkla küfenin ağaçlarının arasından kurtarır. Emeti Hanım, topal topal yürüyerek: “Oh, ya Rabbi şükür kurtuldum, ama bak, şimdi de yanımı, belimi alamıyorum. Her tarafım tutulmuş. Evin içinde akşama ağzımıza koyacak çöp kalmadı.”
Hayriye Hanım: “Aman anne, yiyecek içecek neme lâzım benim? Birkaç yumurta kırar yeriz. Bedestenlilerin evinde kuyrukluyu pek fena söylüyorlar. Ne yapacağız?”
Emeti Hanım, komşuya seslenerek: “Bedriye Hanım kızım huuu!”
“Ne var Emeti Hanım? Kurtuldun mu?”
“Kurtuldum, kurtuldum.”
“Eh, gözün aydın, geçmiş olsun.”
“Nasıl gözün aydın a yavrum? Hayriye’m kuyrukluyu anlatıyor, iş fenaymış, pek fena… Kız, söylerken kederinden hep gözleri doluyor.
Mebrure penceresinden sorar: “Bedriye Hanım teyze ne olmuş?”
Bedriye Hanım: “Halamın yıldızı için söylüyorlar. Artık, lamı cimi kalmamış. Geliyormuş, çarpacakmış.”
Mebrure, korkudan dudakları morarıp, titrer bir heyecan haliyle: “Hanım teyze, nasıl, ne zaman? Aman fena oluyorum!”